TV'de Bugün

Televizyonda Yeni Dönemin Anlamı

Her şeyin “millileştirildiği” bir dönemde,
acaba TRT Televizyonu’nun 30 Eylül 1985 Pazartesi sabahı başlayan yeni yayın dönemini nasıl değerlendirmek gerekir?

Televizyon da “millileşti” mi?

  • “Milli Tarih”,
  • “milli coğrafya”,
  • “milli kültür ve sanat”
  • hatta “milli tiyatro” (geçenlerde TV haberlerinde Devlet Tiyatroları’nın yeni dönemi hakkında bilgi verirken, Genel Müdür Turgut Özakman da “milli tiyatro”dan söz etti.) oluşturduklarına göre,
acaba “milli radyo ve televizyon” da en sonunda kurulabildi mi?

Televizyonun yeni yayın dönemini bu soruyu yanıtlayarak değerlendirmek zorundayız.

“Yeni yayın döneminde şu sayıda yabancı, şu sayıda yerli dizi yer alıyor.
 Çoksesli müziğin oranı şu, ‘alaturka’nın oranı bu.” ya da “Şu arttı, bu azaldı” diyerek bir sonuca gitmenin hiç yararı yok.

Çünkü Toskay televizyonu, Macit Akman televizyonundan aldığı yönlendirmelerle neyin nasıl yapılacağını öğrendiğini 1 Ekim 1984’ten günümüze dek ortaya koyduğu örneklerle açıkça kanıtlamış durumda.

  • Haber olmayan olayların haber gibi sunulması,
  • yabancı dizilere ağırlık verilmesi,
  • kalıplaşmış yasaklarla çağdaş sanata ve sanatçıya radyonun ve televizyonun kapılarının kapanması,
  • çeşitli olayları toplumsal açıdan izliyormuş izleniminin yaratılması,
  • güncel konuların arada sırada da olsa tek yanlı tartışılması,
  • yarışma izlencelerinde ödül olarak para ve mal dağıtılması,

kısacası TRT’nin yaşama dar ve tek açıdan bakan bir kurum düzeyine indirilmesi ve bu amaca erişebilmek için de,

  • gerektiğinde yılların meslek birikimiyle yetişmiş ve deney kazanmış radyo ve TV elemanlarının TRT dışına çıkarılması
  • ya da TRT içinde etkisiz bırakılması bu örneklerin arasında sayılabilir.

Bu örnekleri sıralarken, ayrıca yayın ve izlence türlerinin sayılarını ya da oranlarını belirterek bir değerlendirme yapabilmenin de olanağı kalmadığını artık bilmemiz gerekiyor.

Örneğin TRT Televizyonu’nun yerli yapım sayısı ve oranı, yabancı yapımlara kıyasla daha yüksek olabilir. Ne var ki, en çok ilgi çeken, en etkileyici olan ve izleyicinin en kalabalık olduğu saatlerde yayımlanan yapım türünün başında yabancı diziler vardır. Böylece sayıların değil, “içerik” konusunun TRT Televizyonu’nda ön plana çıktığı anlaşılıyor.

İşte Akman televizyonundan çeşitli uygulamaları alan Toskay televizyonu,
kendine özgü “yenilikler”ini ekleyerek 30 Eylül 1985 günü kış dönemine başladı.

Nedir bu “yenilikler”?
Yeni yayın döneminin içyüzünde neler yatıyor?
Bu “yenilikler” sayesinde “milli televizyon” en sonunda diğer “milliler”in yanındaki yerini alabildi mi?
Ya da ne dereceye değin alabildi?

Bu gibi soruları yanıtlayabilmek için,
Toskay televizyonunun geçen yıl 1 Ekim’de başlattığı ve küçük düzeltmelerle günümüzde de sürdürdüğü “yenilikler”e kısaca bakma zorundayız.

TRT Genel Müdürü Tunca Toskay’ın göreve geldiği Mart 1984 ile 1 Ekim 1984 dönemi arasında TV yayınlarında pek büyük ve önemli değişikliklere rastlanmadı. Ama yine de, Toskay’dan önce ve Özal’ın başbakanlığından hemen sonra TV yayınlarının hem çalışma günlerinde, hem de hafta sonlarında uzatıldığını ve daha çok müzik içerikli yeni yerli ve yabancı kaynaklı yapımlarla televizyona yüzeysel de olsa bir canlılık kazandırılmaya, dolayısıyla da halkta “yeni sivil hükümet geldi, TV yayınları daha ilginçleşti” görüntüsünün yaratılmaya çalışıldığını unutmuş olamayız. Bu görüntüden Toskay, 1 Ekim 1984’ten başlayarak geniş çapta yararlanacaktı.


“PERSONEL DEĞİŞİKLİĞİ”

Ama önce TRT kadrolarının değiştirilmesi ve Özal-Toskay yönetimine ve anlayışına uygun bir düzeye getirilmesi gerekiyordu. Toskay da, bir başka yazının konusu olabilecek değin çok ayrıntıya sahip bu “personel değiştirme” işlemini ustalıkla gerçekleştirdi. Önce değiştirme işlemini başarmak gerekiyordu ki, sonra eski uygulamalardan gerekli olanlara yenilerini de ekleyerek özellikle televizyon yeni yayın politikası giysilerinin içine ustalıkla oturabilsin. Personel değişikliğini Toskay, TRT’nin yayıncı kadrosuna indirmedi. 101 yayıncıyı TRT’nin dışına sürerek bir önceki Genel Müdür Macit Akman nasıl olsa bu işin üstesinden gelmişti. Toskay bir yandan, “TRT’de kadrolaşma yapmıyorum, obalar kurulmuyor” dedi, bir yandan da TRT’nin yönetim personelini ve yayına egemen olan görevlilerini yeniledi.

Hem de TRT dışından radyo ve TV ile hiç ilgisi olmayan kişileri getirerek...

İçerden de,
  • bir teleksçi müzik şefi,
  • bir memur radyo müdürü,
  • bir demirbaş takip memuru yayın planlama uzmanı ve
  • bir başka memur da başkan yardımcısı oldu.

Bu uzmanlaşmamış personel değişikliğinin sonuçları yayınlara nasıl yansıdı?

Sanıldı ki, TV özellikle aynı yola başvurmuş olan Karataş dönemindeki gibi kuru, sıkıcı, ilgi çekmekten uzak, salt yasaklayıcı ve yabancı dizilerle doldurulmuş bir yayın düzenini izleyecek.

Oysa geçen yıl, 1 Ekim 1984 günü başlayan ve Toskay’ın işbaşına gelmesinden sonra onun yönetiminde ilk kez girilen yeni yayın döneminde TV yayınlarında ilginç gelişmelere tanıklık ettik. Yabancı diziler yine çoğunluktaydı, ama artık bu dizilerin hiçbiri gelişigüzel bir anlayışla yayınlara serpiştirilmemişti. Hafta günlerinde, saat 20.30 haberlerinden sonra iki diziye yer veriliyor ve Toskay TRT’si anlayışına uygun “mesajlar” taşıyan yerli yapımlar da bu iki dizinin arasına sıkıştırılarak, dizi meraklılarının izlemekten kaçınamayacağı bir düzeye çıkarılıyordu. Üstelik, her çalışma gününün akşamı gösterilen iki diziden birinin bölümleri de, eskisi gibi haftada bir değil, bir gün arayla yayımlanarak TV izleyicilerinin ilgisi hiç görülmemiş biçimde çekildi.

Arkasından yabancı sinema filmleri de dünya sinemasının hemen hemen en olgun örneklerinden seçilerek yayımlanmaya başlandı. Bu filmlerin kimi sahneleri kesiliyor ya da karşılıklı konuşmalarda TRT’in işine gelmeyen bölümler başka türlü çevrilerek sunuluyordu ama, TRT Televizyonu yine de dünya sinemasından nitelikli örnekler yayımladığı için sinema yazarlarından ve sinemaseverlerden övgü topluyordu. Geçen yılki Ekim ayından başlayarak TRT Televizyonu, çok sayıda yayımladığı bu sinema filmleri ve yabancı dizilerle büyük bir “video”ya dönüştü ve sinema salonlarında özellikle yerli film izleyenlerin ve evlerde de video meraklılarının bile azalmasına yok açtı.

Öte yanda, yerli ve yabancı eğlence izlencelerinin de sayısı arttırılmıştı. Gerçi bunların hiçbiri uzun ömürlü olamadı, ama yeni adlar, basmakalıp ve yavan biçimlerle bu eğlence izlenceleri de halkı oyalamaktaydı. Spor izlenceleri ve naklen yayınlarda ise ayaktopu karşılaşmalarının yerlisi ve yabancısı da ön plandaydı. Geçen yıl bir de sabah yayınlarına geçilip, hanım hanımcık bir ev kadını dizisi başlatılınca, TRT Televizyonu’nun ilgi çekicilik grafiğindeki tırmanışı doruk noktasına erişti. Bir önceki TRT Genel Müdürü Macit Akman bu tırmanışı sağlayamamıştı.

Toskay, meslekten gelmeyen kişileri TRT’nin içinden ve dışından kurumun kilit noktalarına getirmesine karşın bu “başarı”ya nasıl erişmişti?
TV yayınları bu denli eğlendirici, bu denli oynak, bu denli pırıltılı nasıl olabilmişti?
Kim akıl veriyordu Toskay yönetimine?
Yoksa TRT yurt dışından mı yönlendiriliyordu?


MESLEKSEL AÇIDAN

Bu gibi soruların gerçek yanıtları açıkça ortaya çıkmadı ama, Toskay TRT’sinin gerçek yüzü zamanla sırıttı ve mesleksel başarıya dayanmayan bu tırmanışın içyüzü de tüm çıplaklığı ile anlaşıldı. TV haberlerinde mesleksel bakımdan hiçbir düzelme yoktu.

  • Çoğunlukla haber olmayan haberler veriliyor,
  • Özal hükümetinden yana bir tutum gözetiliyor,
  • bürokrasinin çıkarları haberlerde bile halkın ilgi duyduğu olayların ötesine geçiliyor,
  • gerek yurt dışında tüm dünyayı ilgilendiren olaylar ve gerek uluslararası düzeyde Türkiye’yi doğrudan doğruya ilgilendiren gelişmeler ya hiç duyurulmuyor ya da ancak Türkiye lehindeki konular yansıtılıyor ve
  • bültenlerin dışında yayınlanan “haber izlenceleri”nde de ancak hükümetin görüşlerine ve yararlarına uygun düşen konular tek yanlı olarak işleniyordu.

  • Toskay televizyonunda (radyosunda da) yasak sözcükler listesi hazırlandı.
  • Çoksesli müzik neredeyse tümden kaldırıldı.
  • Çağdaş sanat ve sanatçı TRT’nin kapılarından içeri sokulmadı.
  • Haber izlencelerinin dışında hazırlanan “Olay” gibi yapımlar ise ilginç olmasına ilginç biçimlerde hazırlanmasına karşın,
kimi güncel konuları sanki toplumsal açıdan inceliyormuş gibi yapıp TV izleyicilerini yanılttı.

Gerçekte, TRT yönetimi Aydınlar Ocağı üyelerinin görüşü doğrultusunda Türk-İslam sentezi çizgisinde ilerliyordu.

  • Yabancı diziler ve yabancı sinema filmleri ile çekici duruma getirilen TV yayınları bol sayıdaki eğlence ve yarışma izlenceleriyle süsleniyor,
arkasından yine,
  • bol sayıdaki tek sesli şarkılar ve türkülerle beyin yıkama eylemine geçiş başlıyor;

ve en sonunda gece yayınlarında az, ama TV haberlerinden önceki saatlerde de daha çok sayıdaki yerli yapımla genç ve yetişkin izleyicilere,
  • Osmanlı döneminin erdemleri,
  • geçmiş imparatorluklarımızın görkemi ve dinin üstünlüğü çarpıtılarak ve sömürülerek anlatılıyordu.

Bu amaca ulaşmak için padişahların üstünlüğü,
Asya’nın ortalarından kopup gelen yaşam biçimi ve dinin etkisi yabancı yapımların çevirilerinde bile gerçekleştirilen çarpıtmalarla sunuldu.

Hatta günümüzde zorla sürdürülen eski gelenekler de çeşitli yerli yapımlarda dinsel bir havaya büründürülerek verildi.

Sonunda da sıra ünlü “Laiklik” açıkoturumuna geldi.
Yine de Toskay televizyonunun “milli” bir kimliğe kavuştuğu söylenemezdi.
Çünkü “milli” yayınları daha hâlâ yabancı kaynaklı yapımların arasına kaynaştırarak sunmak gerekiyordu.
Televizyonu “çekici” kılan, stratejik yerlere ve saatlere yerleştirilmiş çoğunluktaki yabancı yapımlardı.


YENİ DÖNEMDE DEĞİŞEN NE?

İşte bu uygulama ile 30 Eylül 1985 günü başlayan yeni yayın dönemine geldik.
Ortada değişen bir şey var mı?

Var.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım yayın politikasının gerçekleşmesi için, bu yıl daha büyük bir çabanın harcanacağı anlaşılıyor.
Yabancı diziler ve nitelikli yabancı sinema filmleri yine ön planda...

Ama bu yılın en büyük yeniliği hafta günlerinin ve hafta sonlarının yayın saatlerinin daha da uzatılması ve sabah yayınlarının değişik kesimlere (genel izleyiciye, kırsal kesime, ev kadınlarına, çalışan kadınlara ve çocuklara) seslenebilecek bir düzeye getirilmesi.

Yabancı dizilerle yine büyük varlıklı Amerikan aileleri içindeki çıkar kavgalarını izleyeceğiz.

Nitelikli yabancı filmler, “Merhaba Dünya” ve “Cinayeti Gördüm”deki gibi, kesilip biçilerek gösterilecek.

Ama kimin artık bu uygulamalardan yakınacak durumu var ki?

Üstelik, az sayıdaki nitelikli yerli filmler de gösterilsin diye yıllardan beri bar bar bağırdığımız için, yeni yayın döneminde Sinan Çetin’in, Aziz Nesin’in, Nesrin Çölgeçen’in, Yusuf Kurçenli’nin ve diğer olumlu genç ve yaşlı yönetmenlerimizin ürünleri yayımlanınca da TRT’ye söyleyecek sözümüz kalmayacak mı?

Ya sabah yayınlarına ne demeli?

Herkes istediği bir şey bulunca; çocuklar çizgi filmi, ev kadınları yemek tarifi ve hafta sonlarında da çalışan kadınlar kendilerine yönelik konularla karşılaşınca ve kahvaltı ederken evlerdeki, kahvelerdeki ve kimi terminallerdeki ekranlar ışıyınca, Türkiye şenlenecek ve Fenerbahçe ile Galatasaray’un Avrupa kupalarında tur atlamalarından sonra gördüğümüz gibi, günlük sorunları unutup oyalanacak mı?

Bu şenliği sayısı, günü ve yarışmacıları arttırılan, ama yine de tekdüzelikten kurtulamamış ve basmakalıp sorularıyla kültür ve eğlence dağıttığı ileri sürülen yarışma izlenceleri de sürdürülecek. Eski haber spikerlerinden bir türlü kuru sunuculuk biçiminden kurtulamamasına karşın ısrarla bu yarışma izlencelerinde görevlendirilmeleri de her şeyin üzerine tuz biber ekecek. Arkasından gelecek, gerçekten şenlendiren Türk Müziği yapımları. Toskay döneminin bir başka yeniliğini içeren bu şarkılı yapımlar, giderek monotonlaşarak eskiyen Türk Müziği’ni canlandırmada önemli bir rol oynuyor. Ama yeni dönemde ilk olarak izlediğimiz “Gelse O Şuh Meclise”nin adıyla birlikte bir çürümeyi ve beğenisizliği yaygınlaştırıp yaygınlaştırmadığını kimse değerlendirmeyecek mi?

Daha sonra da, “Pazar Konseri”ndeki “Alaturka” adlı yabancı yapımın Türk Müziği’nin ve sanatının (?) Batı Müziği’ni nasıl etkilediğini anlatmaya kalkarak küçüklük komplekslerimizden birini sergileyip sergilemediği hiç düşünülmeyecek mi?

Hiç kimse, “İyi, güzel de, niçin yeni yayın döneminin ilk haftasında hiç çoksesli çağdaş müzik yapımına yer verilmedi? Bundan sonra çok az yer verileceği de anlaşılıyor, değil mi?” diye sormayacak mı?

Bu gibi soruları sormak aymazlığını gösterenlere de TV yönetimi, “Ya yeni yerli dizilerimize ne buyurulur.” yanıtını verecektir.

Gerçekten de, tarihinin en zengin dönemini yaşayan TRT Televizyonu, yerli dramalara ayırdığı söylenen 2 milyar lira dolayındaki bütçeyle bize bu mevsim,
  • “Bugünün Saraylısı”,
  • “Acımak”,
  • “Kırık Hayatlar” gibi umutla beklediğimiz dramatik dizilere,

  • “Duvardaki Kan”,
  • “Mardin-Münih Hattı”,
  • “Çalıkuşu”,
  • “Yarın Artık Bugündür”,
  • “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”,
  • “Kuruntu Ailesi”,
  • “Kaynanalar”,
  • “Uğurlugil Ailesi” ve
  • “Mutlugiller” gibileri de eklenecek...

Kuşkusuz bu dramatik diziler arasında alkışlayacaklarımız olabilir, olmasını da isteriz.

Ama daha çok yazınımızdan yararlanılarak hazırlandığı anlaşılan bu diziler arasında

Bir de 1976 yılından beri hiçbir önerisi geri çevrilmeyen ve her yapıtında kendine özgü tutucu bir görüşü yansıtan yönetmen
Yücel Çakmaklı’nın hazırlayacağı, “Osmancık” adlı Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu anlatan diziyi de merakla beklemek gerekiyor.


TÜRK-İSLAM SENTEZİ

Ama gerçekte merakla beklediğimiz TV yapımları arasında TRT’nin “kültür programları” başlığı altında topladığı ürünler ve yerli belgeseller var. Çünkü yabancı filmler ve dizilerle, sonra da yerli eğlence ve yarışma izlenceleriyle ilgi çekmeye çalışan TRT Televizyonu, bu “kültür programları” ve yerli belgeseller ile de Türk-İslam sentezine uygun görüşleri yaymakta, sözde çağdaş bir yoruma sahipmiş gibi görünen bu görüşlerle TV izleyicilerinin usları bulandırılmakta, kavramlar birbirine karıştırılmakta ve Osmanlı anlayışıyla İslam görüşleri gizlice ve sinsice toplumumuza benimsetilmeye çalışılmaktadır.

Bu arada “32. Gün” adlı yeni ve gerçekten yeterli ve gerekli haber izlenceleriyle günlük olayların da TV yayınlarında incelendiğini öğreniyoruz. Ama TV haber bültenleri eski yetersizliklerini sürdürdüğüne göre, bu yeni haber izlencelerinin de hazırlayıcılarının kişisel başarılarını sergilemekten pek öteye geçemeyeceğini söyleyebiliriz. Kısacası, yeni dönemde televizyondaki izlenebilirlik gerçekten artacaktır. Hatta bir-iki yerli dramatik diziden olumlu sonuçlar alındığını da görebiliriz. Ama genelde TRT Televizyonu’nun belli bir çevrenin istediği gibi tam anlamıyla “millileşmesi”, ağırlıkta olan yabancı yapımların içerdiği yabancı öğelerden ötürü, henüz gerçekleşmese bile, yine de aynı belli çevrenin istediği gerici, tutucu ve çağdaşlaşmadan uzak bir etkilenmenin yaygınlaştırıldığını göreceğimiz kesindir.

Artık karşımızda ne Karataş televizyonunu, ne de Akman televizyonunu andıran bir yayın aracı var.
Bu televizyonu dikkatle izlemek ve değerlendirme gerekiyor.



Mahmut Tali Öngören | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 130 - 15 Ekim 1985
______________________________________________________________________________________



Haberden eğlenceye, Sağlıksız Bir Yönetimin Başarısız Ürünleri

Asıl olarak 2. Dünya Savaşı sonrasında yayılan ve on beş yıldır ülkemizde yaşamımıza karışan televizyon, bugüne dek geliştirilen en hızlı, yaygın, etkili ve güçlü kitle iletişim aracıdır. Okuma-yazma önkoşulunun bile bulunmadığı en kolay izlenir yayın olmasına ve mesajlarını ışık hızıyla iletebilmesine borçludur bu gücünü. Türkiye’de haber niteliği taşıyan günlük gazetelerin tiraj toplamı bir milyonu ancak bulurken, televizyon, hemen tüm ülkede geniş bir biçimde  -çoğu yerde günlük yayının açılışından kapanışına dek-  izlenmektedir.

Bu nedenle, bir televizyon eleştirisi öncelikle en güçlü iletişim aracı olması, dünyanın çoğu ülkesindeki gibi devlet tekelinde bulunması, başta temel insan hak ve özgürlükleri olmak üzere siyasi katılım, basının işlevi ve sorumluluğu, ideolojik manipülasyon da dahil kapsamlı bir demokrasi tartışmasında büyük ağırlığa sahip olması gibi “özüne yönelik demokratik değer yargıları ve kavramlar”,  yayınların içerik ve biçimine dönük tüm eleştirilerde de gözönünde bulundurulmalı; yasama, yürütme, yargının yanına dördüncü kuvvet olarak eklenen basın içinde tartışmasız büyük ağırlığı olan televizyon, her özgül yayınıyla bu perspektif içinde değerlendirilmelidir.

Dergi yönetimince belirlenen konunun TV yayınlarının içerik ve biçimi olması, yerinin de sınırlılığı nedeniyle TRT Televizyonunun “özü” üzerine eleştirilerimi pek geniş ölçüde olmasa da bu çerçeve içinde her altbaşlıkta belirteceğim.


HABERCİLİK

TV’yi “dördüncü kuvvet” basının en güçlü bileşeni yapan, ülkede ve dünyada olan biteni hızla ve açıklıkla iletmektir. Bu, bireylerin toplumsal yaşamın her alanına, en başta da siyasete katılımının  -kısaca demokrasinin-  önkoşulu olan doğru ve hızlı bilgilendirme hakkının da gereğidir. Ne yazık ki, TRT TV’sinin en zavallı kaldığı alan da budur. Yurtiçi haberler konusunda resmi açıklamalar yayınlamaktan ileri geçememiş olan TRT, dış haberler alanında da tüm üstün olanaklarına karşın günlük gazetelerin gerisinde kalmakta, neredeyse günlü basınımızdan derlediği haberleri iletmektedir.

TV’nin basın-yayının en güçlü ögesi olduğunu TRT yetkililerinin bilmediğini ileri sürmek olanaksızdır ve habercilik eksikliği “yurttaşların bilgilenme hakkına” ambargo koyan, onları depolitize ederek kolay güdülür bir sürüye dönüştürmek isteyen bir anlayışa işaret etmektedir. Kadro, bilgi ve deneyim eksiklikleri asla özür olamaz; bunca yılda bu eksiklikleri giderememiş olanlar demokrasi karşıtı bir konuma düşmek istemiyorlarsa böyle bir onursuzluk yerine yetersizlik beyanında bulunarak istifa etmelidir.

Yeni yayın döneminde Mehmet Ali Birand’ın hazırlayacağı “32. Gün” programının TRT yayınlarında bir demokratikleşme işareti olması, yurt içi haberlerde de muhalefet partilerinin derlenip toparlanmasıyla yarattıkları baskı sonucu görülen bazı olumlu değişimlerin hızlanmasını umuyorum. Ayrıca Haber Dairesi yöneticilerinin de Birand’ın programındaki çekici sunuş biçimini örnek almalarını diliyorum.

Özü ve içeriği bakımından TRT’nin en vahim yönünü oluşturan TV haberciliğinin demokratikleşmesi, tüm toplumsal baskı gruplarının kendilerini toparlayarak bu konuyu sürekli gündemde tutmalarıyla hızlanacaktır. Haberlerde biçim konusunda da önemli aksamalar görülmektedir. Bunların başında spikerlerin en azından görüntüdeki ağırlıkları vardır. TV haberlerini radyodakilerden ayıran, yalnızca sunucuların görüntüleri olmamalı, olay görüntülerine ağırlık verilmeli, dış haberlerde sunucuların yalnızca sesi kullanarak  üstelik onca para ödenen-  haber filmleri sunucu görüntüleriyle perdelenmemelidir. Yurt içi haberlerde görüntü eksikliği daha da büyüktür.

Sözün kısası, TRT, televizyon gazeteciliğinden habersizdir; bu alanda günlük gazetelerimizin gerisindedir. Bu medyayı bir “kitle manipülasyon” değil, “kitle iletişim” aracı olarak görmeye başlamak bu eksikliği gidermenin önkoşuludur. Böyle olunca haberler dışındaki haber programlarının da çoğalacağı beklenir. Bu konuda yeni ve ilginç “Çocuklarımız” belgeselinin, örneğin 12 bölüm yerine iki-üç bölümde, üstelik melodramatik zorlama şiirlerden arındırılıp içeriğinden bir şey yitirmeden hazırlanması, TV’nin hâlâ kısa olan yayın süresinin başka önemli konulara da yer verilerek daha iyi değerlendirilmesi gerekirdi. Yayın programında ağırlıkları süren dizilerden de haber programlarına daha geniş yer çıkarılabilir.


YAYGIN EĞİTİM

Cumhuriyetin 62. yılında bile anayasal zorunluluk ve hak olan ilköğrenim  -nitel yeterliliği bir yana-  çocuklarımızın önemli bir bölümüne hâlâ sağlanamamıştır. İlkokul çağını aşmış yurttaşlara okuma-yazma öğretmek için başlatılan seferberlik (ki bu önemli bir girişim olmakla birlikte kitap-dergi, gazete yayını üzerindeki yasaklar, kısıtlama ve cezalarla garip bir çelişki yaratmaktadır) eğitici TV programlarıyla desteklenebillir.

Yabancı kaynaklı belgeseller hem konularıyla, hem işleniş biçimleriyle tüm kesimlerden izleyicilerin ilgisini çekmiştir ve bu ilgi giderek artmaktadır. Doğa, coğrafya, siyasi tarih, genel tarih ve bilim konularındaki yeni belgesel programların varlığı bu alana televizyonun daha da önem vermeye başladığını müjdeliyor.

Ama yerli üretim konusunda büyük açık sürüyor. Bu alanda TRT yalnız kendi kaynaklarıyla yetinmemeli, başta üniversitelerimiz, basın-yayın okullarımız olmak üzere işbirliğine gönüllü tüm TRT-dışı yerli kaynaklarımızdan da yararlanmalıdır.

Örneğin, kendi yağıyla kavrulan ve bir yığın resmi engellemelere karşın çalışmalarını özveriyle yürüten Turing Otomobil Kurumu, kendi başına  -son zamanlarda MTV ile-  her yıl bir-iki belgesel film üretmektedir. Geçmiş yıllarda TV’nin yerli yapım olarak yayınladığı tüm önemli belgeseller bu kurumca yapılmıştır. Böyle deneyimli bir kuruma TRT daha geniş olanaklar sağlamalı, onunla işbirliği yapmalıdır. Ayrıca TRT dışındaki bağımsız karoların projelerine yapımcı olarak katılmalı, öbür ülke TV’leriyle ortak yapımlara girişilmelidir. “Yapımcılık” konusunun az ilerde yeniden ele alacağım, ama bu, başlıbaşına incelenmeye değer bir konudur.

Belgesellerin yanında, bir zamanlar yayınlanan “Beş Dakika” türünden toplum yaşamıyla ilgili önemli konular üzerine, ama o programlardan daha kısa, özlü, didaktik olmayan aydınlatıcı, uyarıcı yaygın eğitim programları gereklidir. Bir yığın önemli konu anlamsız, uzun, sıkıcı, arızî röportajlar ve diyapozitifler yerine sık yayınlanan kısa, çarpıcı filmlerle gerçekten etkili biçimde işlenebilir. Bu yıl kullanılan “KDV”, geçen yıl yayınlanan “enerji tasarrufu” filmleri başarılı örneklerdi. TRT bu tür çalışmaları arızî olmaktan çıkarıp sürekli bir faaliyet alanı haline getirmelidir.


KÜLTÜREL YAŞAMA DESTEK

Şu anda TV yayınları kitap okumaya, sinemaya, tiyatroya, konsere, sergiye gitmeye önemli bir alternatiftir; herkes, her kesim için farklı boyutlarda, bu tür etkinliklerin azalmasına yol açmaktadır. Ama bu asla TV’nin değil, TRT yayın politikasının suçudur.

Sağlıklı bir yayın politikası TV’yi pekalâ çeşitli kültür etkinliklerini destekleyici, geliştirici bir işleve kavuşturabilir. Şimdiki haliyle “kitap, dergi” diye bazı kavramların varlığını unutturmamak yerine haftada hiç değilse bir saatlik bir “Yayın Dünyası” programıyla yeni kitaplar, dergilerin son sayıları tanıtılabilir. Yalnız, şimdiki yöntemiyle TRT, korkarım böyle bir programda da Türkiye’nin gerçekten değerli sanat ve bilim adamlarının yapıtları yerine sığ kafalı, memur zihniyetli kapıkullarına ağırlık verir.

Benzer bir program, haftada en az bir saat, resim, heykel, mimari, grafik ve benzeri sanat dallarındaki ulusal ve uluslararası gelişmelere ayrılmalı, ayrıca bu alanlarda tarihsel, estetik gelişmeler anlatılmalıdır. Bu, hem sanatçılarımızı özendirecek, hem insanımızın kültür düzeyini yükseltip yaşama bakışını çok yönlü kılacaktır. Ne yazık ki, eğitim sistemimizde resim ve müzik ne gözle görülüyorsa TRT’de de bu konular öyle görülmekte, hatta tümüyle görmezden gelinmektedir.

Merak ediyorum, başta Sayın Tunca Toskay olmak üzere TRT yetkilileri acaba hiç bu alanlarda bir sergiye gitmişler midir,
bu alanlarda yerli-yabancı üçer  -hatta birer-  isim sayabilirler mi?

Bunu gerçekten merak ediyorum ve gazeteci arkadaşlarımın araştırıp kamuoyuna yansıtmasını bekliyorum.

TV, aynı biçimde sinema ve tiyatro seyircisini de çoğaltabilir. Hayat pahalılığının seyirci sayısını azaltmada önemli etkisi vardır tabii, ama filmler ve oyunlar üzerine verilecek bilgiler ve tanıtım, TV izleyicilerini salonlara yöneltebilir.

Sinema filmlerine TRT’ce uygulanan “bantlayarak sansür” izleyicileri sinemada görebilecekleri filmleri TV’den izlemekten caydırıyor şimdi de, ama TRT’nin sağlıklı bir yayın politikasıyla kültürel yaşamımızın öteki alanları gibi sinema ve tiyatroyu desteklemesini tercih ederim.

Ayrıca TV’nin sinema ve tiyatro sanatına değil, salon işletmecilerine olumsuz etkilerinden söz edilmelidir. Yoksa bu alanlarda sanatçılar pekalâ TV’ye yapıtlar hazırlayabilir. Burada da TRT’ye “yapımcılık” görevi düştüğünü, başka yapımcıların gerçekleştirdiği yapıtları da telif haklarına saygı göstererek programa alması gerektiğini söylemek istiyorum. Ne yazık ki TRT, sanatçıların bu yasal haklarına gereken saygıyı göstermemektedir.

“Canım, yurttaşların haber alma, bilgilenme gibi temel haklarına aldırmayan, tecavüz eden bir kurumdan bu beklenir mi?” demeyin.

Her alanda görevini yapmasını beklemeli ve her alanda TRT’yi halkoyunun eleştiri odağında tutmalıyız.

Yeni yayın döneminin yerli dizi, oyun ve filmlerini bu bakımdan olumlu bir gelişme olarak görüyor,
“Yorgun Savaşçı”nın başına gelenlerin tekrar yaşanmayacağını bekliyorum.

Sanat şenliklerine karşı bugüne kadarki kayıtsızlığı da bence TRT’nin önemli yanlışlarındandır. Kendisinin kapsamlı programlar hazırlaması gerekirken kendi dışında düzenlenenlere bile aldırmaması bağışlanacak şey değildir. Kaldı ki, İstanbul Festivali, İstanbul Sinema Günleri gibi uluslararası şenlikler tüm dünyanın dikkatini üzerine toplayabilecek “olay”lardır ve “haber değeri” olarak dahi TRT’ce değerlendirilebilir, yabancı TV’lere “satılabilir”.

Üstelik Türkiye’nin tüm dünyada “iyi tanınmadığı” resmi tespit haline gelmiş, kurulan birtakım özel “vakıflara” ülkemizin dış tanıtımı için milyarlık fonlar ayrılmışken TRT dünyanın zaten kendiliğinden ilgilenip yer vereceği bu tür şenliklere organizatör olarak katılmalı, ayağına gelmiş olan dünyaca ünlü sanatçıları geniş röportajlarla ekrana getirmeli, şenliklerdeki programları kaydederek öbür ülkelere “program” olarak satmalı, haberdar ederek özel günlük bültenler yayınlamalıdır.

Yarışmalı şenliklere kendi adına “özel ödül”ler koymalıdır. Dünya çapında yeni ün kazanan Kanada, Avustralya, İsviçre, Hollanda sinemaları geniş devlet desteğiyle şimdiki yerlerine yükselirken bu ülkelerin TV kuruluşları da yapımcı olarak ülke sanatçılarına yeni çalışma olanakları sağlamışlardı.

Ünlü İtalyan sinemasının son yıllardaki izleyici bunalımını aşmasına İtalyan Radyo Televizyon Kurumu (RAİ) destek olmakla, her yıl ünlü sanatçıların profesyonel yapımcıların göze alamadığı projelerini finanse ederek kendi adına filmler yaptırmaktadır. Nitekim geçen yılki İstanbul Sinema Günleri’ne katılan biri belgesel dört İtalyan filminin ya tek yapımcısı, ya ortak yapımcılarından biri RAİ idi. İngiliz Channel 4 TV’sinin iki ortak yapımcısından biri olduğu “Ressamın Kontratı” da geçen yılın şenlik programındaydı.

TRT ise bırakın böyle filmler yaptırıp yarışmalara katılmayı, bu önemli sinema olayının başlangıcını, programlarını bile vermedi; şenlik organizatörleri ödül töreninin TV’de yayınlanmasını ancak Turizm Bakanlığı’ndan bulunan “torpil” sayesinde sağlayabildiler.


BİR İZLEYİCİ: TRT

Bir önemli konu da TRT’nin dünya TV yayıncılığında yalnız “izleyici” konumunda olmasıdır. Amerikalılar, zaman zaman da İngilizler yapıp TRT’ye satar, TRT de alır gösterir. Dünya ulusları kültürel alışverişte bir denge peşinde koşarken TV kurumları hem daha çok, daha kaliteli programlar yapabilmek, hem kendi ülkesinin kültürünü yayıp tanıtabilmek, hem de satın aldığı yabancı programların maliye yükünü karşılayabilmek için öbür ülkelere kültür ve eğlence programları, dizi filmler, TV filmleri ve belgeseller satmaktadır.

Örneğin Cezayir, Yunanistan, Irak TV’leri, film satın almak için yabancı kurumlara kendi yapımlarını alma önkoşulunu koymakta, takas önermektedir.

Oysa TRT hâlâ büyük ölçüde ABD’li TV yapımcılarına  -üstelik sanki isteyerek-  bağımlıdır. Oysa öbür ülke kültürlerinin de izleyicilerce görülüp tanınması gerekli, hatta dünya ve bölge barışı için zorunludur. Üstelik ABD dışı ülkelerle kurulacak bağlantılar kolayca çift yönlü olabilir, yurt dışı tanıtım çalışmaları böylece güçlendirilirken TRT’nin “yayın maliyetleri” düşebilir, yayın ve program kalitesi yükselebilir.

Koskoca yaz döneminde TRT üç İngiliz, bir Avustralya, bir Fransa-ABD ortak yapımı film dışında yalnız ABD filmlerini,
iki İngiliz dizisi dışında hep ABD dizilerini yayınladı.

Üstelik ABD dizileri, yıllardır gösterilen aynı konular, tipler, olaylar, hatta aynı müziklerden oluşuyor. Güz döneminde de bu basmakalıp, kabak tadını aratan dizilerin yenileri yayınlanıyor.

Tek önemli değişiklik, İtalyan-Fransız-Portekiz ortak yapımı “Köle İsaura”.

Bunun da bir başlangıç olmasını, yabancı programların ülkeler açısından çok çeşitlendirilip ABD ağırlığının kaldırılmasını isterken herhalde yalnız değilim.

TV’nin önemli bir yönünü bu alan oluşturmaktadır. TRT de bu konuya eğitim programlarından, hele hele kültür ve haber programlarından çok daha büyük önem verir. Müzik ve eğlence programlarının türlere göre dağılımından yakınacak değilim; kısa yayın süresi içinde hiçbir kesim için “daha iyi” bir dağılım düzenlenemez. Bu konuda asıl eleştirim, hangi türde olursa olsun, yapılan programların iyi tasarlanmadan, kalitesiz dekorlar önünde gelişigüzel hazırlanmasıdır. Bunun sonucu ise komik bile olamayan “zavallı” yapımlardır.

Oysa TV bir görsel ortamdır. Her program birçok yönüyle sinematografik özellikler taşır. Yalnız ışıklandırma ve makyaj değil, çekim mekânları ve dekorlar, programa katılanların jestleri, kameraların kullanımı, ekrana getirilecek görüntünün  -resmin-  seçimi, programın yönetimi...

En basit bir solo konser, herkesin baştan sona oturduğu açıkoturumlar, röportajlar bile birer sinema olayıdır ve bir sinema filmi gibi özenle tasarlanmak zorundadır. Her TV programının bu açıdan tek tek incelenmesini yayın kalitesinin düzeltilmesi için gerekli görüyorum.

Ama burada kısaca, resim seçicilerin birer sinema kurgucusu, yönetmenlerin film yönetmeni, sunucuların oyuncular gibi eğitilip geliştirilmesi gerektiğini; bu bakımdan TRT’nin çok gerilerde olduğunu, kameramanların neyi çekeceklerinden hiç haberdar görünmediklerini belirtmekle yetineceğim.


UZUN YAYIN

TV yayınlarının uzatılmış olması birçok çevrede eleştiriliyor. Ben, bu eleştirilere katılmıyorum. Gönül ister ki, TRT günde 24 saat TV yayını yapabilsin. Eleştiriler yayın süresinin uzamasına değil, programların içeriğine, biçimine ve hangi anlayışla, ne gibi yayın politikalarıyla yapıldığına yönelmelidir. Televizyon hiçbir kültür ortamına rakip değildir, tam tersine doğru bir yayıncılıkla hepsini güçlendirebilir; bunu zorlamak durumundayız.

Yalnız şunu belirtmek isterim, yayın süresinin uzatılmasındansa ikinci bir kanalın yayına sokulması çok daha yerinde olacaktı. Bu, ağırlıklı kültür programları, derinlemesine haber ve yorum programları ve farklı müzik tercihlerinin karşılanması bakımından zorunludur.



Ahmet Günlük | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 130 - 15 Ekim 1985
______________________________________________________________________________________



Laik Olmak ya da Olmamak

Son haftalarda memleketimizde iki kavram genişliğine tartışılmaya başlandı:

“Laiklik” ve “İrtica”.

Laiklik kavramı televizyonda oldukça tek yanlı bir biçimde irdelenirken, yıllardan beri dinci aşırı sağa olmadık ödünler veren ve bunların palazlanmalarına fırsat tanıyan kimi yetkili çevreler, irticanın ne kötü bir şey olduğunu dile getirmeye başladılar. Bu gelişmeler elbette rastlantılarla açıklanamayacağı gibi, salt “bindiği dalı kesenlerin akıllarının başına gelmesiyle” de açıklanamaz.

İnsanlar toplu olarak yaşamaya başladıkları günden beri bir yönetenle yönetilen ayrımı olmuştur. Yönetenler de, aynı zamanda, yasaları yapan insanlar olmuşlardır. Yasama ve yönetme yetkisinin temelde iki kaynağı vardır. Bunlardan biri zorbalık ve silah gücü; diğer ise yönetilenlerin bu konudaki “gönüllü kabul”leridir.

Tarihte yönetilenlerin gönüllü kabullerinin de iki çerçeve içinde geliştiğini görüyoruz. Din esasına dayanan teokratik devlette yönetenler Tanrı adına ve Tanrı buyruğu doğrultusunda yönetirler. Eğer bu sava inanılırsa, “Tanrı adına yönetenlere karşı çıkmaya hiçbir kul yetkili olamaz.” Ve gerçekten tüm insanlık tarihi boyunca bir avuç azınlık kimi zaman zorbalık yoluyla, kimi zaman da Tanrı’nın gölgesine sığınarak geniş kitleleri yönetebilmişler, istedikleri gibi at koşturabilmişlerdir.

Yönetilenleri gönüllü kabullerinin ikinci çerçevesi ulus iradesinin egemen olduğu, çoğulcu demokrasilerdir. Yönetenler, yönetilenler tarafından ve yönetilenleri temsilen seçildiklerine göre; hem yürütme ve hem de yasama açısından, esas güç sahibi olan o iradenin sahibi, yani egemen ulustur. Ulus iradesinin üstünde hiçbir irade yoktur ve yürütme ve yasamayı yürütenler bu iradeyi temsilen oralarda bulunurlar.

Ancak insanlık bu noktaya kolay gelmemiştir. Teokratik devlet yapısı ve felsefesi; bir yandan zorbanın silah gücüne, bir yandan da Tanrı’nın nefesine sığınarak yüzyıllarca egemen olmuştur. Fakat zorbaların elindeki güç ne denli büyük olursa olsun, toplumlarda öylesine gelişmeler oldu ki, bunu engellemeye hiçbir zorbanın gücü yetmez.

Örneğin, insanlık tarihinde kimi sınıfların tarih sahnesine çıkmaları, ya da güçlenerek yeniden tarih sahnesinde yer almalarının doğal yasaları, o zorbaların yasalarının çok üzerindedir.

Gerçekten Haçlı seferlerinin geliştirdiği ticaret yoğunluğu içinde yüzyıllarca palazlanan “burjuvazi”, eline geçirmiş bulunduğu ekonomik güce de dayanarak, Aydınlanma Çağı’nın hemen sonrasında siyasal iktidarı ele geçirmek istediği zaman, egemen güç kendisini din kalkanı ile savunmaya çabaladı. Bunların anlayışına göre, o zamanlar yürürlükte olan siyasal düzen “değişmez bir düzen” idi. Çünkü Tanrı buyrukları doğrultusunda oluşmuştu ve bu buyruklar doğrultusunda işlemekteydi. Burjuvazinin Tanrı’ya elbette bir itirazı yoktu. Fakat yönetimlerini ruhban sınıfı ile de paylaşmak istemiyorlardı.

İşte bu sürtüşmenin sonunda yönetimle ilgili olarak yepyeni bir anlayış egemen olmaya başladı:

Laiklik.

Yani, en basit ifadesiyle din ve devlet işleri birbirinden ayrılıyordu. Ruhban sınıfın yetkisi, tüm siyasal ögelerden arındırılıyor ve devlet işlerine katılması sıfıra indirgeniyordu.


OSMANLI’DA DURUM

Batı toplumlarında anahatlarıyla gözlediğimiz bu gelişmenin, Doğu toplumlarında ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda aynen gözlenemeyeceği açıktır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı’da görüldüğü biçimiyle bir “ruhban sınıf” bulunmadığı ve genellikle özel ilişkileri düzenleyen ve din esasına dayanan “şer’î hukuk”un yanı sıra, genellikle kamu ilişkilerini düzenleyen bir “örfî hukuk”un varolduğu gerçeği yadsınamaz. Ancak yadsınamayacak bu iki gerçek, “Osmanlı İmparatorluğu laik bir devletti” gibisinden “zırvalamalara” da zemin teşkil etmemelidir. Zira ruhban sınıf bulunmaması ve örfî hukukun varlığı ayrı bir şeydir, laik bir devlet yapısı apayrı bir şeydir...

Osmanlı İmparatorluğu son on - on iki yıl bir yana bırakılırsa, Yavuz Sultan Selim’in hilafeti Osmanlı hanedanına aktarmasından itibaren tartışmasız bir “teokratik monarşi” idi. 1908 sonrasındaki dönem de, olsa olsa “meşrutî teoktarik monarşi” olarak isimlendirilir. Asla laik bir devlet olarak değil. Kuruluştan Yavuz Sultan Selim, ya da Fatih Sultan Mehmet’e kadar geçen dönemdeki “hoşgörülü ve özgürlükçü devlet anlayışı”nı, bir miktar “katılım” ve “hoşgörü” olduğu için laik olarak nitelendirmek, kavramların altüst edilmesinden başka bir şey değildir.

Osmanlı İmparatorluğu, çağının en geniş yetkilerle donatılmış ve Peygamberin halefî (halife) olarak, dünyasal  yetkilerine dinsel yetki ve dokunulmazlıklarını da ekleyerek, ulaşılamaz ve denetlenemez bir yönetici gücüdür. Öylesine geniş yetkilerle donatılmıştır ki, eğer bir sultan tahta çıktığı zaman bir fermanla, kendinden önceki sultanlar zamanında çıkan yasaları benimsediğini açıklamazsa o yasalar yürürlükten kalkar. Ve sultanın sultan olmak için yaptığı tek şey, son yıllarda akraba evlilikleri ile genetik olarak ciddi sorunların başladığı Osmanlı Hanedanının en yaşlı erkeği olmasıdır. Ve günümüzde o günlere özenilebilmesi, sanırım bir başka klinik olay olarak değerlendirilmelidir.

Aslında öyle sanıyorum ki, Türkiye’de sağ kanat içinde yer alan en fanatik gruplar arasında bile Osmanlı Hanedanını geri getirmeyi düşünecek olanlar azınlıktadır. Buradaki Osmanlı hayranlığının ardında yatan asıl niyet, dolaylı yoldan Atatürk’ü eleştirmektir. Zira Atatürk’ün reddettiği, eleştirdiği ve yıktığı kurumları övmek ve canlandırmaya çalışmak, direk olarak Atatürk’ü hedef alamayan kimi çevreler için, en uygun çalışma biçimidir. Özellikle Atatürk’ün Cumhuriyet ve devrimleri emanet ettiği gençler siyaset dışına itilirken, meydan bu kokuşmuş düşüncelere bırakılmak istenmektedir.

Laiklik dinsizlik değildir. Laiklik, dindar olmanın eleştirilmesi demek de değildir. Ancak laiklik dindar olmamanın da özgür bırakılması demektir. Fakat buna ek olarak laiklik, siyasal iktidara talip olunduğu zaman din unsurunun işin içine sokulmaması demektir. Zira laik olmayan bir toplumsal yapı içinde de dinsizliğe hoşgörü ile bakılabilir. Fakat hoşgörü ayrı şeydir, laiklik apayrı bir şey.

Ulus iradesinin egemen olduğu bir siyasal yapı içinde, demokrasinin gereği olarak çoğunluk iradesinin sistemi değiştirebileceğini sanmak yanlıştır, demokrasiye aykırıdır, “oyunun kurallarına” aykırıdır.

Sistem tercihi devletin kurulmasıyla birlikte yapılır ve yıkılmadıkça değiştirilemez. Örneğin özgürlükçü bir demokrasi içinde bir grup ulus iradesinin çoğunluğunun desteğini sağlayarak iktidara gelerek, “özgürlükçü demokrasiyi ortadan kaldırma hakkına” sahip değildir. Her sistemin olduğu gibi, demokrasinin de kendini savunmaya hakkı vardır.


TÜRKİYE LAİK BİR CUMHURİYETTİR

Türkiye, laik bir cumhuriyettir. Bunu değiştirmeye hiçbir çevrenin gücü yetmez. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün koymuş olduğu hedefler doğrultusunda yönetilir. Bunu yadsımak da günümüzün veri koşulları altında hiçbir çevrenin haddi değildir. Ve işte bu nedenlerden ötürü kimi çevreler gerek bazı kavramları bulandırmaya ve gerekse Atatürk’ün temel hedeflerini saptırmaya çabalamaktadırlar. Ve üstelik Atatürk adının en çok anıldığı bir dönemde, Atatürk ilkeleri en derin biçimlerde saldırı altında tutulmaktadır.

Nasıl ki laik olmayan bir düzen farklı dinlere ve hatta dinsizliğe karşı hoşgörü içinde olabilirse, laik bir düzen de dinsel bir takım davranışlara karşı hoşgörü içinde olabilir. Örneğin bir yönetici, ya da kamu görevlisi hanım örtünmek isteyebilir ve laik yönetim bunu anlayışla karşılayabilir. Fakat Türk kadınını peçeden kurtararak çağdaş bir görüntü kazandırmaya çabalayan Mustafa Kemal’in örtünmeye karşı olmadığını söylemek ayıptır. Gene aynı biçimde örneğin kimi hanım öğrencilerin türbanla okula gelmelerine hoşgörülü davranmak ayrı bir şeydir; türbanın Atatürkçü bir saç örtme biçimi olduğunu düşünmek gülünçlüğü apayrı bir şey.

Garip bir şark kurnazlığı içinde öylesine ilginç gelişmeler vardır ki, yakında Atatürkçü olmanın temel koşulları;
  • Vahdettin’i övmek,
  • cübbe giymek,
  • sarık kuşanmak,
  • sakal bırakmak,
  • bir tarikata üye olmak ve
  • beş vakit namaz kılarak oruç tutmaktır deseler, fazla şaşırmayacağız.


BİLİNMESİ GEREKEN...

Oysaki tarih ileriye doğru dönen bir çarktır. Kimi zaman duraklamalar olsa bile, günümüze dek tarihin çarkını geriye çevirmeye hiçbir zorbanın gücü yetmemiştir, bundan sonra da yetmeyecektir. Türkiye’de kendini pek akıllı, pek kurnaz ve pek güçlü sanan kimi çevreler; toplum içindeki etkinliklerini sürdürebilmek için, sömürü düzenlerini sürdürebilmek için, sömürü düzenlerini kalıcı kılabilmek için, bir yandan halkın din duygularını tahrik ederken; bir yandan da bu konuda kendileri için en büyük engel olan Atatürkçü düşünceyi saptırmaya çabalamaktadırlar.

Günden güne fukaralaşan halkın ıstırap dolu sesinin duyulmadığı yüksek bir yerlerde;
  • peçe ile tanga mayo,
  • türban ile mini etek,
  • gülyağı ile pahalı parfümler,
  • tarikatlar ile tekelci şirketler,
  • cacıkla viskili çilingir sofralarıyla
  • domuz pastırmalı iftar sofraları içiçe geçmiş ve kaynaşmış durumdadır.

Oysaki Mustafa Kemal Samsun’a çıktığı zaman O’nun ardından gitmeye hazır olanlar, günümüzde bu yola baş koyanlara, gönül verenlere oranla çok daha azdı. Ve o günlerin kokuşmuş egemen çevreleri de kendilerini en az bugünküler kadar güçlü ve kurnaz sanıyorlardı. O günlerde “çok zoru” başaran inanç, günümüzde “pek zor olmayanı” elbette başaracaktır. Ve elbette karanlıklar geçecek; aydınlık günler gelecektir.



Toktamış Ateş | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 130 - 15 Ekim 1985
______________________________________________________________________________________



İngiliz Televizyonu ve TRT

1953 yılında Son Havadis’te gazeteciliğe başlayan Yurdakul Fincancı,
Zafer, Cumhuriyet, Hürriyet gazetelerinde parlamento muhabiri, Ulus’ta yazı işleri müdürü olarak görev aldı.

1969 yılında İngiltere’ye giderek, 1984’e değin BBC’nin Türkçe Program müdür yardımcılığı görevinde bulundu.
Şimdi Milliyet’te çalışıyor.

Sanat Dergisi, İngiliz Televizyonu (BBC ve ITV) ile TRT’yi, sanat programları açısından karşılaştırmamı istedi. O tür bir karşılaştırmanın, İngiliz Televizyonunu izleme olanağı bulamamış okurlara fazla bir şey söyleyebileceğini sanmıyorum.

Gerçi İngiliz Televizyonunun sanatı konu alan programlarını sadece alt alta sıralamak bile, sanat programlarına verilen önemin çapı hakkında Türk okurun genel bir yargıya varmasına yardım edebilir. Ama bu yargı ister-istemez, ikinci elden, aşılama bir yargı olur.


KAFA FARKI

Bence asıl karşılaştırmayı, İngiliz Televizyonunu yöneten kafa ile “TRT kafası” arasında yapmak gerekir. Sadece sanat programlarında değil, fakat tüm programlarda, TRT ile İngiliz Televizyonu arasındaki büyük uçurumu ancak böyle bir kafa karşılaştırması ortaya koyabilir.

Kafa farkı, İngiltere’deki televizyonlarla TRT’nin siyasete yaklaşımından kaynaklanıyor. Siyaset derken, hem parti siyaseti olarak gündelik siyaseti, hem bir dünya görüşü olarak uzun erimli siyaseti kastediyorum.

Gerek gündelik siyasette tavrınızı koymak, gerek dünya görüşünüzü yaymak için bir gazete çıkarırsanız, buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Sizinle bir düşünmeyenler olsa olsa gazetenizi okumaz, olur biter. Ama gerek parti siyaseti, gerek dünya görüşü birbirinden çok farklı bireylerden oluşan bir topumun tümüne yayın yapmayı amaçlayan, çerçevesi gazeteden çok geniş bir televizyona kendi siyasal inançlarınızı taşımaya kalkışırsanız, ortaya olsa olsa TRT türü, tek yanlı, propaganda programları çıkar. İngiliz Televizyonu ile TRT arasında, tüm programları etkileyen en büyük fark bence buradadır. İngiliz Televizyonunu İngiliz Televizyonu yapan şey, televizyon yayımcılığının bu temel kuralını 60 yıldır kendine “amentü” yapmış olmasındadır.


İNGİLİZ TELEVİZYONUNUN FİKRİ YOKTUR

İngiltere’de BBC’ye de gitseniz, bağımsız ticari televizyon ITV’ye de gitseniz göğüslerini gere gere, gururla “Bizim fikrimiz yoktur” derler. İngiliz Televizyonunun ayırıcı özeliği fikir söylememektir. TRT ise fikir söyler.

Bu fikir toplumun tümünce benimsenmiş bir fikir olmasa da ne gam?

İngiliz Televizyonunu yönetenlerin şu ya da bu partiye yakınlıkları yok mudur, hiçbir dünya görüşü taşımazlar mı?

Elbette taşırlar. Ama görüşleri, düşünceleri, programlara hiçbir türlü yansıyamaz. Bu geleneği İngiliz Televizyonuna, 1920’lerin ortasında kurulan BBC’nin ilk Genel Müdürü Lord Reith getirmiştir. O günden bu yana İngiliz Televizyonu, bu geleneği özenle koruyagelmektedir. TRT ise radyo-televizyon yayımcılığının bu temel kuralından haberdar dahi değildir.


SANAT DA SİYASETTİR

Bazı kişiler, bu söylediklerimizi haber bültenleri ve haber programları açısından geçerli bulsalar da, öteki programlar açısından geçerli olmadığını düşünebilirler. Böyle düşünenler, siyaseti genellikle dar bir açıdan görenlerdir. Oysa sanat da eninde sonunda siyasettir. Sanatın işlevlerinden biri, uzun erimli siyaset olarak bir dünya görüşü oluşturmaktır. Sanatın ilk ağızda göze görünmeyen bu işlevinden ötürüdür ki, bir televizyon kurumu, belli bir dünya görüşünün borazanı olmak istemiyorsa, sanat programlarında “fikirsiz” kalmaya çok daha özen göstermek zorundadır. TRT’ninse böyle endişeleri yoktur. Tam tersine, TRT’nin sanata dönük programları, toplumun geniş bir kesimince benimsendiğinden kuşku duyduğumuz çağdışı bir dünya görüşünün propaganda trampleni haline getirilmiştir.

İngiliz Televizyonu, başka programlarda ne yapıyorsa, sanat programlarında da aynı şeyi yapar. Sanat programları, belli bir sanat türünde yansıyan dünya görüşünün tek yanlı propagandasına izin vermez, seyircisine, hangi dünya görüşüyle yoğrulmuş olursa olsun, sanatın soncul ürününü yansıtır.

İngiliz Televizyonu, bir sanat ürünü hakkında kendisi fikir söylemez. O ürün hakkındaki değişik ve çoğunca karşıt görüşleri ekrana yansıtır.

Bana sorarsanız, İngiliz Televizyonu ile TRT arasında bu açıdan dağlar kadar fark var. TRT, haber programlarında belli bir partinin görüşlerine borazanlık ederken, sanat dahil öteki programlarında, belli bir dünya görüşünün tek sesli propagandacılığını yapıyor, o görüşleri, “söyle iz bırakır” inancıyla sakız gibi çiğniyor.


İLKEL İLE UYGAR

Bir yayım kurumunun siyasete geniş yüreklilikle yaklaşabilmesi bir uygarlık sorunudur. TRT, şimdiye dek uygar bir siyasal yaklaşımı dişe diş savunabilecek bir Lord Reith’ten yoksun kalmıştır.

Oysa, bırakınız başka alanları, sanat ve kültür alanında Türkiye’nin zengin, çağdaş bir yaşamı vardır. Uygar bir “TRT kafası”nın elinde bu sanat ve kültür yaşamı, parti ve dünya görüşleri ne olursa olsun tüm toplumu ilerletecek doyurucu programlar çıkarabilir. Bu özlemi daha uzun süre yüreğimizde taşıyacağa benzeriz.

Yazımı çok fazla TRT karşıtı bulmuş olabilirsiniz. Eğer öyleyse, kabahati bende değil, TRT’de arayın derim.



Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 130 - 15 Ekim 1985