Öğrencilerin Protesto Eylemleri ve Basın
Üniversite öğrencilerinin “tek tip dernek” kurulması yolundaki yasa önerisini protesto etmek amacıyla giriştikleri eylemler
önemli bir tırmanma kaydettikten sonra, yavaş yavaş hızını kaybetti.
Dergimiz baskıya girerken, giriştikleri eylemler dolayısıyla tutuklanan öğrencilerin mahkeme önüne çıkarılmaları sürüyor
ve kimi öğrenciler mahkemelerce tutuklanıyordu.
Aşağıda olayların pek kısa bir özetiyle bu konuda basında yer alan çeşitli yorumlardan alıntılar sunuyoruz.
Öğrencilerin ilk tepkisi, 10 Nisan günü görüldü. Ertesi gün gazetelerde şu yolda haberler yer alıyordu:
“Mevcut öğrenci derneklerinin kapatılıp tek tip öğrenci derneği kurulmasına ilişkin yasa önerisine tepkiler, dün eyleme dönüştü. Ankara’da 2, İstanbul’da 5, İzmir, Bursa ve Adana’da birer üniversitede öğrenciler yasa önerisini protesto amacıyla yemek boykotu ve oturma eylemi yaptı, TBMM Başkanlığına telgraflar çekti. 5 ildeki eylemler sırasında bir öğrenci yaralandı, 7 öğrenci gözaltına alındı, Ankara’da gruplaşan bazı öğrencilerin jandarma tarafından dipçikle tartaklandığı görüldü.”
Kimi gazeteler, bu haberin yanı sıra, ODTÜ’deki yemek boykotu sırasında dipçiklenen öğrencilerin fotoğrafını da yayımlamışlardı.
PROVOKASYONUN KAYNAĞI
12 Nisan günlü Milliyet’in başyazısında olayın kaynağı araştırıldı ve şu görüşe yer verildi:
“Aralarında olay çıkartmak için bahane arayanlar yok muydu? Olabilir.
(...)
O ‘tahrik’in kaynaklarını elbette araştırıp bulmak gerekli...
Ama onlara o bahaneyi veren yasa önerisindeki ‘tahrik’in kaynağına ne demeli?
Yani durup dururken, yapacak başka iş yokmuş gibi
üniversitelerdeki dernekler konusunu dürtükleyerek, hiçbir anlamı ve yararı olmayan o öneriyi hazırlayan ANAP’lı milletvekillerine;
O önerinin hazırlanmasına katkıda bulunan Milli Eğitim Bakanlığı’na;
O öneriyi kabul eden komisyon çoğunluğuna?
Onlara ne demeli?
Tahrik, ya da uluslararası deyimiyle “provokasyon”, sadece öğrenciler arasında değil, bazen meclislerin komisyon odalarında da dolaşır..
Bilerek ya da bilmeyerek, onun aleti olanlara ne demeli?”
Aynı gün Oktay Ekşi, Hürriyet’teki yazısında, gençlerin dipçiklenmesi olayını ele alarak şunları yazdı:
“Biz, bir tek öğrencinin marş söylemesinin ya da slogan atmasının neresi bu kadar öfkeyi gerektirir anlayamadık. Ama o önemli değil. Asıl önemli olan bugünkü siyasi iktidarın öğrencilere ve üniversite dünyasına nasıl baktığının bu vesileyle ortaya çıkan görüntüsüdür.
Aslında önerinin gerisinde sadece ANAP iktidarının var olduğunu söylemek yanlıştır. Fikrin babası -üniversitelerimizin ve demokrasimizin en azılı düşmanı olan- YÖK’tür. Nitekim geçen yılın Ağustos başında bir trafik kazası sonunda hayatını kaybeden YÖK üyesi Prof. Gürol Ataman’ın, 3 Aralık 1985 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan bir makalesi bu öneriyi aynen ortaya atmakta, yani, ‘Her üniversitede ancak bir dernek olmalı’ demektedir.
Bu haliyle bu öneri Türk toplumuna değil, ancak onu önerenlere ve savunanlara yakışmaktadır.”
BASKI VE GENÇLİK
Oktay Akbal da 13 Nisan günlü Cumhuriyet’te çıkan yazısında
gençlik derneklerinin politikayla ilgilenmesinin önlenmesini eleştirdikten sonra şöyle dedi:
“Dünyanın bütün uygar ülkelerinde politikaya genç yaşta başlanır. Çoğu ülkede seçilme yaşı yirmi beş...
Yükseköğrenim sıralarında gençler yurt yönetimi konusunda bilinçlenecek, aydınlanacak, söz sahibi olacaktır.
Kalkıp gençliği, ‘Sen bu işlere karışma, dernek kurma, yürüyüş yapma, slogan atma, yazı yazma, dergi çıkarma, yalnızca dersine çalış, büyüklerinin sözünü dinle’ diye susturmaya çalışmak büyük bir yanılgıdır.
Üstelik de yararsız, sonuçsuz bir çabadır.
Hele jandarma dipçiğiyle bu haklı özlemleri, istekleri bastırmaya, durdurmaya çalışmak büsbütün yanlıştır.”
Aynı gazetede Uğur Mumcu, 15 Nisan günü bu konuya değindi:
“Gençlik denilince suç; ‘hak’ denilince suç; ‘dernek’ denilince suç; ‘özgürlük’ denilince yine suçtur.
Şu alaturka kapitalizm,
şu gül kokulu arabesk liberalizm ve şu dikenli tellerle çevrilmiş az gelişmiş demokrasi, böylesine bir ‘yasak düzeni’ yaratmıştır.
Üniversitelere ancak bir tek dernek kurma izni vermek, tek partili düzenlere yaraşır.
Hem, ‘çoğulcu demokrasi’ diyeceksiniz, demokrasi adına AET yolculuğuna çıkacaksınız,
sonra da bin bir türlü düşünce yasağına ek olarak bir de öğrenci derneklerine, nerdeyse, tek tip üniforma giydireceksiniz.
Demokrasiyle alay ediyorlar, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile alay ediyorlar, “Aldıkaçtı Anayasası’ ile bile alay ediyorlar.
Evet, evet, açıkça alay ediyorlar.”
73 ÖĞRENCİ GÖZALTINDA
Öğrencilerin protesto eylemleri 14 Nisan günü yoğunlaşmıştı.
15 Nisan’da gazetelere yansıyan bilanço şöyleydi:
“Üniversitelerde ‘tek öğrenci derneği’ kurulmasını amaçlayan yasa tasarısı, dün başta İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir, Bursa, ve Adana’da yoğun öğrenci eylemleriyle protesto edildi. İstanbul’da 2 bin kadar öğrencinin yürüyüşe geçmesi üzerine güvenlik güçleri, öğrencileri zorla dağıttı. Bazı öğrenciler, saçlarından sürüklendi ve coplandı. Polis 65 öğrenciyi gözaltına aldı. Sabah İstanbul’dan polis gözetiminde Ankara’ya hareket eden ve İzmit’te gözaltına alınan 21 öğrenci, çıkarıldıkları mahkemece serbest bırakıldı. Adana’dan hareket eden 8 öğrenci de Pozantı ilçesinde durdurularak gözaltına alındılar. Tasarıyı protesto için İzmir ve Bursa’dan öğrenciler yürüyüşe geçtiler. Ankara’da çeşitli fakültelerde öğrenciler, yemek boykotu ve oturma eylemi yaptılar.”
16 Nisan günlü gazeteler ise Ankara’da da bin kadar öğrencinin yürüyüşünü polisin dağıttığını, 173 öğrencinin gözaltına alındığını, başka illerde de olayların sürdüğünü ve gözaltına alınanlar olduğunu bildiriyordu.
Aynı gün Mehmet Barlas, Güneş’teki başyazısında şu soruları ortaya attı:
“YÖK yasasını değiştirip, öğrencileri tek tip dernek içinde toplamayı amaçlayan ANAP’lı milletvekili, üniversiteli gençlerle bu konuyu tartıştı mı hiç?
Nüfusunun yarıdan çoğunun 25 yaşın altında bulunduğu, her yıl 700 bin gençten sadece 150 bininin istediği yüksekokula girebildiği bir ülkede, gençlerin, siyasetsiz ve tepkisiz halde bulunması mümkün müdür?
Şu radyo ve televizyon, toplumun bir çeşit boşalma aracıdır da.. Acaba son yıllarda, gençlik sorunlarını gençlerin anlattığı bir panel yayınlandı mı TRT’de?
Özal her iki cümlede bir, “Ben çocukları severim” diyor.. Acaba gençleri -ama kendisi gibi düşünmeyen gençleri de- seviyor mu?
Evet.. Biz de endişeliyiz.. Sokaktaki her çatışma bizi de ürkütüyor.. Ama sonuç kadar, sebebe de eğilmeli değil miyiz?”
16 Nisan günlü Günaydın’ın manşetinde şu cümleler yer alıyordu:
“Öğrencileri kışkırtanlar ortada yok!
Ortalığı karıştırıp öğrencileri sokağa dökerek polisle çatıştıran karanlık kişiler aranıyor.
İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut, öğrencilere seslenerek,
‘Sizi karanlık maceralara sürüklemek isteyenler var. Sokaklara dökülmekle hak aranmaz. Yaptıklarınız rejime yönelik olaylardır’ dedi.”
Aynı gün aynı gazetede, Osman Ferit imzalı köşe yazısında ise şöyle deniliyordu:
“ANAP’lı milletvekili İsmail Dayı’nın hazırladığı Dernekler Yasası teklifi abuk sabuk bir şey.
(...)
ANAP’lılardan zaten doğru dürüst bir teklif beklenir mi?
Onları protesto eden öğrencilere hak vermemek mümkün değil.. Fakat protestonun yolu bu olmamalı..
Aman kardeşlerim.. Tahriklere kanmayın! Kışkırtmalara uymayın!.. Bu tür kavgaların bizi nereye götürdüğünü daha önce çok gördük..
Anarşi kimseye yarar sağlamadı ve ülkenin temelinde dinamit gibi patladı.
Böyle garip teklifleri hazırlayıp, öğrencileri sokağa döken ANAP Balıkesir Milletvekili İsmail Dayı’yı biz de kınıyoruz..
Fakat öğrencilerin yasal olmayan hareketlerini de asla tasvip etmiyoruz. Lütfen anlayışlı olun..
Protestonun yolu, polise direnmek, kavga etmek, olay çıkarmak, ülkeye anarşi tohumlarını ekmek değildir.
Türkiye’yi bataklığa sürüklemek isteyen kışkırtıcıların oyununa gelmeyin.”
DEĞİŞİK YORUMLAR
Yine 16 Nisan günlü Sabah’ta Osman S. Arolat,
Süleyman Demirel’in, “Yollar yürümekle aşınmaz” sözünü ve Demirel’in bu konudaki yorumunu aktarıyordu:
“Bu sözü hangi şartlar altında söylediğimi açıklayayım. O zaman mitingler, yürüyüşler yapılıyordu. Bunları üniversite gençliği yapıyordu. Bundan rahatsız olanlar vardı. Ben de dedim ki, ‘Gösteri ve yürüyüş hakkı kişinin ve bir toplumun en aziz hakkıdır. Gösteri ve yürüyüşe mani olmam’. Çünkü, zulmün karşısında veya çok önemli bir meselede anlayışsızlığın, duygusuzluğun karşısında. Toplumun bütün vasıtaları ile birlikte basına, radyoya, Meclis’e, bütün açık vasıtalara ilaveten kendisini koyabileceği ortamdır. Bunu önlemeye kalkmayın.
..Bu söz bana göre siyasi hayatımda düşüncemi ifade bakımından söylediğim en güzel sözlerden birisidir.
Ve demokrasinin de kilometre taşıdır.”
“İslamcı” çizgideki Zaman gazetesinde Abdullah Karaca ise konuya “başörtüsü” açısından yaklaşmaktaydı:
“Birkaç yüz öğrenci yürüyüş yapıyor diye yasa tasarısını geri çekiyorsunuz da,
yüzbinlerce vatandaş bangır bangır bağırırken neden ortalıkta gözükmüyordunuz?
Er ya da geç,
tekrar oy istemek için vatandaşın önüne döküldüğünüz zaman, Gaziantep’te, Balıkesir’de, Konya’da, Malatya’da vatandaş size sormaz mı?
Bizim kızlarımızın bütün suçu polisle yaka paça olmamak, derdimizi, dileğimizi en masum yollarla size iletmeye çalışmak mıydı?
Üç-beş öğrenci derneğine gösterdiğiniz ilginin binde birini neden onlara da göstermediniz, demez mi?”
İlginç yorumlardan biri de, Rauf Tamer’in 17 Nisan günü Tercüman’da yer alan, olayların kendisine neler “çağrışım ettirdiğini” açıklayan yazısıydı:
“Düğmeye basar basmaz her tarafta birden başlayan gösteriler, olayda profesyonel bir parmak izi aramaya bizi sevk etmiştir.
Öyle ya... Bu çocuklar, henüz politize olmuş bile değil...
12 Eylül sabahı, onlar 12 yaşındaydı... Belki de 11 yaşındaydı... Bir manada 12 Eylül’le beraber büyüyüp geliştiler.
Gözlerini açar açmaz karşılarında Kenan Paşa’yı gördüler. Özal’ı buldular. Siyasi tandanslarını da henüz ayırt edebilmiş değiliz.
(...)
Fakat hayır.
Haberlerin ayrıntılarını, sokak aralarındaki ince zekâ oyunlarını iyi inceleyiniz.
Yasaların üsturuplu biçimde çiğnenmesi ve programın çok ustaca uygulanması, derhal bazı organize güçleri çağrışım ettirmektedir bize.
(...)
Yoksa yollar, gerçekten yürümekle aşınmaz.
(...)
Provokasyona fevkalade müsait bir olayda -ayıptır söylemesi- provoke edenlerden biri de ‘âdeta’ önerge sahipleridir.”
VE AÇLIK GREVLERİ...
18 Nisan günlü gazetelere göre yüzlerce genç gözaltında idi. Ankara ve İzmir’de sorgulamalar başlamıştı. Kimi öğrenciler çıkarıldıkları mahkemelerce tutuklanmıştı. Dört tutuklu yakını ile 105 öğrenci İstanbul’da açlık grevine başlamışlardı. İstanbul Tıp Fakültesi’nde okuyan 400 kadar öğrenci yemek boykotu yapmıştı, vb..
Aynı gün Bulvar, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın görüşlerini manşetten veriyordu:
“Öğrencilerin hepsi dernek üyesi olsun. Derneklerin kuruluşu rektör iznine bağlı olmasın. Fakat denetim, fakat denetim üniversite idaresi tarafından yapılsın. Kanunlar açıkça hangi fiilin suç olduğunu belirlesin. Kontrolün polis değil, üniversite idaresince yapılmasından yanayım.”
18 Nisan günlü Tan’ın manşeti ise şöyleydi:
“İşçi ve öğrencinin yürümesi yasak, para yürütmek serbest!
Tek tip olmak istemeyen öğrencileri ‘Hık’ deyince coplar hemen harekete geçiriliyor.
Belediyelerde yolsuzluk yapanlara, hayali ihracatçılara ise hesap sormakta öğrencilere olduğu gibi hızlı davranılmıyor.”
18 Nisan günlü Tercüman’da Nazlı Ilıcak, Doğramacı’nın yukarıya aktarılan görüşlerini desteklerken, Taha Akyol şu görüşleri savunuyordu:
“Öğrenci dernekleriyle ilgili teklif geri alındığı halde, ajitasyonların ve bağımsız yargı kararlarına karşı protesto eylemlerinin sürmesi, olayın ‘hak arama’ sınırlarını aşarak ‘ideolojik eylem’e dönüştüğünün kesin delilleri olacaktır. Buna rağmen, devlete yakışan davranış, ağırbaşlı ve soğukkanlı olmaktır.
Öğrenci dernekleriyle ilgili olarak sol öğrencilerin başlattığı eylemlere karşı bu kadar anlayışla davranmakla isabet eden yöneticiler, türban konusunda gaddarlık derecesine varan bir müsamahasızlık sergilemişlerdir.”
Aynı gün Son Havadis’te Abdullah Uraz şunları yazıyordu:
“Polisin sinirli olduğu, herkese ayrı muamele yaptığı, gençlerin haklı olduğu vs..
Bu gibi yazılar da, bu protesto ve yürüyüşler de birer deneme ve kıpırdamadır.
Bütün dünyada böyle olaylar başlar, böyle başlatılır.
Bu hareketler, bir gizli merkezin, 12 Eylül’e rağmen, ortaya çıkarılmamış merkezin tertip ve tahrikleridir.
İyi-niyetli ve bundan habersiz olan pek çok öğrenciyi de kandırarak, onları mağdur ederek, saflarına katma gayretleridir.”
DÜŞ VE GERÇEK
18 Nisan günlü Cumhuriyet’te Hasan Cemal, “Kavanozda Gençlik mi?” başlığı altında şu yorumu getiriyordu:
“(Kimileri) üniversiteli gençlerin politikayla ilgilenip uğraşmalarını nedense tehlikeli ve sakıncalı bulurlar. Ülkemizdeki resmi bakış açısını da yansıtan bu anlayış, eğitim ve öğretim sistemimize öteden beri damgasını vurmuştur. Özellikle 12 Eylül askeri yönetiminin getirdiği siyasal rejim, söz konusu damgayı daha da kalınlaştırıp derinleştirmiştir.
Politika kötü bir şey değildir.
Nedir politika?
Hem ülke sorunlarıyla ilgilenmek hem de ülkeyi yönetmek değil mi?
O zaman, günün birinde ülkeyi teslim edeceğimiz genç insanlara ‘politikayı’ nasıl yasaklarız,
onların ülke sorunlarıyla ilgilenmelerini nasıl engelleriz?
Olmaz öyle şey!
Gençliğe ‘politika kanalları’nı açmak, aynı zamanda demokrasiye açılan kanalları temizlemek anlamını taşır.”
Dergimiz dizgiye verilirken sorgusu tamamlanan gözaltındaki öğrencilerden kimisi tutuklanıyor, Ankara, İstanbul, Adana, Sivas ve Trabzon’da açlık grevleri yapılıyordu. Resmi makamlar ise “yatıştırma çabası” harcıyorlardı.
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987
_______________________________________________________________________________________
Gerçek demokrasiler, gençlerin siyasal yaşama katılımını engellemez,
yüreklendirir
Gençlerin politika ile ilişkileri ülkelerinin yönetim biçimine bağlıdır. Totaliter yönetimlerde politika, bir tür memurluk gibi, devletin resmi görüşünün yayılması ya da savunulması için yapılır. Okullarda çocuklar, üniversitelerde gençler resmi görüş doğrultusunda koşullandırılırlar. Tartışma, eleştiri devletin çizdiği sınırları aşamaz.
Ancak gerçek demokrasi ile yönetilen ülkelerde gençlerin politika yapmaları söz konusu olabilir. Gerçek demokrasilerde değişik çıkar ve görüş sahipleri aralarında örgütlenerek, çoğunluğun desteğini kazanmak için, birbirleriyle yarışırlar. Yarışı kazananlar parlamentoda, yerel yönetimlerde iş başına gelerek programlarını gerçekleştirmeye çalışırlar. Gençler de bu sürecin içinde görev alırlar, katkıda bulunurlar, sorumluluk taşırlar. Gençlerin siyasal yaşama katılımı engellenmez, tam tersine, yüreklendirilir.
Gençlerin yapacakları politikanın türü ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre değişiyor.
Örneğin gelişmiş ülkelerin gündeminde bugün başlıca iki sorun vardır:
Yüzyılların emek ve birikimiyle oluşmuş ince kentsoylu kültürünün yerini halk kültürü almaktadır. Artık yalnız sınırlı sayıda seçkin insan değil, aynı zamanda, geniş halk yığınlarının eğitilmesi, onların beğenilerinin işlenmesi söz konusudur. Öte yandan o ülkeler sanayi devriminin dönemini doldurduğu, bilgi devriminin başladığı görüşündedirler. Geri kalmış ülke durumuna düşmemek için bilgi devrimine sıçrama yapma zorunluluğunda olduklarına inanıyorlar. Bu sorunların çözümü o ülkelerin yalnız sanayilerinde, ekonomilerinde değil; eğitim, yönetim, toplumsal ve kültürel yaşamlarında da yapısal değişiklikler yapılmasını gündeme getiriyor.
Bu dönüşümler en çok o ülkelerin gençlerini ilgilendirmektedir. Oluşmakta olan yeni dünyada yaşayacak olanlar onlardır. Onların katılımı olmadan, katkıları sağlanmadan sağlıklı, kalıcı bir çözüme varamayacaklarını gelişmiş ülkeler iyi bilmektedirler.
Gelişmiş ülkelerin gençleri bu dönüşüme olduğu kadar, geleceklerini tehdit eden üç tehlikeye karşı da duyarlıdırlar:
- Nükleer savaş,
- çevre kirliliği nedeniyle doğa dengesinin bozulması,
- yoksulluk ve sömürülmenin Üçüncü Dünya ülkelerinde doğuracağı patlamalar.
Bizde de gençlerin yapacakları politikanın türünü toplumumuzun gelişmişlik düzeyi belirlemektedir. Gelişmiş ülke insanlarının yüzlerce yıldır arka arkaya, sindire sindire geçirdikleri dönüşümleri biz aynı zamanda geçirmek zorunda kalmaktayız.
Biz iki çağı birlikte yaşamaya başlamıştık. Kentleşiyorduk. Sanayileşiyorduk. Köklü bir tarih bilincinden de güç alan hırslı bir toplumsal uyanış içindeydik. İnsanlarımız unutuldukları köşelerden tarih sahnesine çıkmaya, yönetime ağırlıklarını koymaya başlamışlardı. Bir yandan gelişmiş ülkelerin on dokuzuncu yüzyıl sonları il yirminci yüzyıl başlarında geçirdikleri dönüşümleri, yaşadıkları bunalımları aşmaya uğraşıyor; öte yandan da doğru dürüst seçkinci bir eğitim ve beğeni birikiminden geçip kentsoylu kültürü yaratamadan, milyonlarca insanımızı kentlileştirip, eğiterek yeni bir kültür oluşturmaya, onları çağımıza hazırlamaya çalışıyorduk.
Ne var ki sanayileşme ve kentleşme başlayıp da kurulu düzen alabora olunca kurulu düzende yenileştirmeler yapılması zorunluydu. Devletin yapısı, yönetim anlayışı, eğitim sistemi, ekonominin öncelikleri ve dış ilişkiler baştan aşağı değiştirilmeli; yeni koşullara göre düzenlenmeliydi. Bunların hiçbirisi yapılamadı. Geçiş döneminin bu en zor yılları politikasızlık, yönsüzlük içinde geçti. Sonuçta sanayimizin gelişmesi çarpık, insanımızın kentlileşmesi yarım kaldı.
Eski dünyalarından kopmak zorunda kalmış, yeni yerlerinde eski beceri ve deneyimleri işe yaramaz olmuş, eski değer yargıları geçersizleşmiş, aile ve çevre dayanışmasından yoksun insanlarımızı kentlerde ve yurt dışında yalnız bıraktık. Onlara sahip çıkmak şöyle dursun onları suçladık, horladık; onlardan gizli gizli utandık.
Sonuçta toplumla kurulu yasal düzen arasında kopukluk, boşluk doğdu.
Kurulu yasal düzen etkisizleşti, işlemez oldu. Bunalımın kaynağı bu boşluk, bu kopukluktu.
Gelişmiş ülkeler de sanayileşme ve kentleşme sıralarında benzer sorunlarla karşılaşmışlardı, ama yeni bunalıma düşmeden geçiş dönemini atlatmışlardı.
Bunalımla karşılaşınca bizim ilk tepkimiz suçlu aramak oldu. Kentlerdeki yeni insanlarımızı ve gençleri suçladık. Önlem olarak da iki çağı birlikte geçmek için zorlanan toplumumuzu gerilerde bir yerde dondurmak; yeni insanlarımızı, gençlerimizi gözetimimiz altında tutmak istedik. Oysa suçlu bizler, yetişkinler, eskilerdik.
Kendini yenilemeyen eski kuşakların değişimden, yenileşmeden korkmaları, güçleri yettiğince, genç kuşakları ve değişimin yeni insanlarını kendilerine uydurmak için zorlamaları doğaldır. Ama çağ atlayan bir topluma geride bıraktığı eski değer yargılarını benimsetmenin, içinde yaşadığı koşullara uymayan eski görüşleri kabul ettirmenin çaresi yoktur. Yeni toplumumuzu genç kuşakların, kentlerdeki yeni insanlarımızın katkısı olmadan kuramayız. Bunalımdan kurtuluşun yolu onları yasaklamaktan değil, onlara sorumluluk vermekten; onları politikaya, yönetime katılım için güçlendirmekten geçiyor.
Bunalım döneminde sık sık kendisine sığınmak istediğimiz Atatürk’ün bağımsızlık ve Cumhuriyetimizi iktidar sahiplerine ya da kamu görevlilerine değil, onların yanılgı içinde olabileceklerini düşünüp, genç insanlarımıza emanet etmiş olduğunu nedense anımsamaz olduk. Buna şaşmamak gerek. Bir süredir resmi yorumlarda tanımlanan Atatürk, gerçek Atatürk’e hiç benzemiyor.
Bugünün sorunlarına yanıt aramak için 1920’ler, 1930’lar Türkiye’sinin sorunlarına çözüm getiren Atatürk’ü zorlamak yanlış bir değerlendirmedir.
Bunu bir varsayımla anlatalım:
Tutalım ki Atatürk, en verimli çağındaki yaşıyla, başımızda, bizimle birlikte bugüne geldi. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarını, 1970’li, 1980’li yılları birlikte yaşadık. Şimdi de yine başımızda o, birlikte 1990’lı yıllara gidiyoruz. Bu varsayım gerçek olsaydı, biz bugüne kadar bir değil, üç Atatürk devrimi yaşamış olurduk.
- Birincisi, Kurtuluş Savaşından İkinci Dünya Savaşına kadar geçen sürede yapılmış olan, bugün dört elle sarıldığımız devrimler.
- İkincisi, 1950’li yıllardan 1970’li yıllara kadar sürecek dönemde çok partili siyasal yaşamı yerleştirmiş, toprak reformunu gerçekleştirmiş, ağır sanayisini kurmuş, tüm yasaları gözden geçirip yeni bir yasal düzen getirmiş olacak devrimler.
- Üçüncüsü 1970’lerden bugünlere kadar geçmiş olan dönemde ekonomiyi yeniden düzenleyecek, köklü bir eğitim reformu gerçekleştirecek, merkezi hükümetin kuruluş ve işleyişini baştan aşağı değiştirecek, yerel yönetimi özerkleştirecek ve kentleşmenin sorunlarına çözüm getirecek yetki ve kaynaklarla güçlendirecek, değişen dünya koşullarına göre yeni bir dış politika başlatacak devrimler.
Bugünü açıklama için Atatürk’ü kullanacaksak yalnız 1923-1938 Türkiye’sinde yaptıklarıyla değil, yaşamış olsaydı, kendine özgü yaklaşım ve yöntemleri ve dünya görüşüyle 1938-1987 arasında yapabilecekleriyle düşünüp değerlendirmeliyiz.
Varsayımımızı sürdürelim:
Atatürk üçüncü devrimlerini de bitirdikten sonra yaptıklarını yeni bir söylevle birilerine emanet etmek isteseydi, acaba kimleri seçerdi?
Yine gençleri ve kentlerdeki yeni insanlarımızı, hiç kuşkusuz. Ülkemizin geleceğinin onların elinde, onların katkılarıyla oluşacağını iyi bildiği için elbette onları. Tarih, ilerde, Atatürk’ün bu güveninin de haklı olduğuna tanıklık ederdi.
Necdet Uğur | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987
_______________________________________________________________________________________
Gelişim Görevi
İnsan, gelişiminin çeşitli dönemlerinde belirli davranış biçimlerini ve rolleri üstlenmek, belirli yetenekleri ve becerileri kazanmak zorundadır. Bu zorunluluk gelişim psikolojisinde “gelişim görevi” kavramıyla dile getirilir.
Bu kavramı psikolojiye kazandıran Havighurst, çocukluk, gençlik, yetişkinlik dönemlerinin bütün gelişim görevlerini açıklamıştır.
Örneğin, cinsel kimlik geliştirmek ya da duygusal bağımsızlık kazanmak gençlik döneminin gelişim görevleridir. Bu dönemin asıl ilginç gelişim görevi, gencin, davranışlarına yön verecek bir yaşam felsefesi, bir dünya görüşü, bir ideoloji geliştirmesidir. Bu görevin hedefi, gencin dış denetimden gitgide kurtulması ve iç disipline yönelmesidir. Çocukluğunun ilk yıllarından beri ailenin, okulun, çevrenin empoze ettiği standartlara göre davranan genç, artık gücünü bizzat kendinden alma, kendi yolunu çizmek, yaşam politikasını saptamak zorundadır. Davranışlarına rehberlik edecek ahlak sistemini, değerler dizisini belirlemesi gerekmektedir. Buna bitişik bir diğer gelişim görevi de, toplumsal sorumluluğun üstlenilmesidir. Genç, toplumsal ve siyasal etkinliklere sorumlu bir yetişkin olarak katılmayı öğrenmek zorundadır.
Sonuç olarak, genç insan bir dünya görüşü geliştirmekle ve buna uygun toplumsal-siyasal etkinliklere yönelmekle yükümlüdür. Bu onun bir insan olarak gelişimi açısından doğal bir zorunluluktur.
Bu konuda fazla söze gerek yok. Ama daha fazla bilgiye gereksinme duyanlar gelişim psikolojisi kitaplarına başvurabilirler, özellikle Amerika kaynaklı olanlara.
Gelelim ikinci konuya.
Gençlik döneminin gelişim görevlerini gerçekleştirebilmek için, gencin, çocuğun sahip olmadığı birtakım araçlara sahip olması gerekmektedir. Çünkü çocuk düşüncelerini sistemleştiremez, geçmişle geleceğin sentezini yapamaz, şimdiki zamandan ve somut olandan yakasını kurtaramaz. Çocuk bağımlıdır. Genç bağımsız olmak zorundadır. İşte bu bağımsızlığı sağlayan araca “soyut düşünce” denilmektedir.
Piaget’ye göre, çocuklar yaklaşık on iki yaşından itibaren yeni bir düşünme biçimi geliştirmeye başlarlar.
Bu “soyut işlemler düşüncesi”nin temel özellikleri
- özgürlük,
- hareketlilik,
- esneklik,
- sınırsızlık,
- bütün seçenekleri düşünebilme,
- olguları açıklama ve denetlemedir.
Soyut işlemler gencin bir bilim adamı ya da filozof gibi düşünmesini sağlar. Başka bir deyişle, genç, bütün hipotetik çözümleri kurabilir, değişkenler arasındaki bütün ilişkileri tasarlayabilir, düşüncesi bütün ufukları kucaklayabilir. İşte bu nedenle, soyut işlemler düşüncesinin kazanılması gelişim psikolojisinde gençliğin en önemli zihinsel özelliği sayılmıştır.
Ne var ki, toplumsal, kültürel, eğitsel koşullar bu düşünce biçiminin gerçekleşmesini hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir. Araştırmalar, soyut işlem yeteneğini yüksek sosyoekonomik düzeye mensup gençlerin aşağı sosyoekonomik gruplarındaki gençlerden daha erken geliştirdiklerini göstermektedir.
Soyut işlem düşüncesinin evrensel olup olmadığını saptamak amacıyla
İsviçre’den Senegal’e, Alaska’dan Amazon’a kadar bütün kültürlerde yürütülen araştırmalar şunu göstermektedir:
Bu düşünme biçimine ilkel gruplarda daha az, endüstrileşmiş ülkelerin bireylerinde daha fazla rastlanmaktadır.
Yine de, bütün gençler soyut işlem düşüncesine sahip olmaktadırlar, değişik yaşlarda, farklı düzeylerde olsa bile.
Soyut düşünceye sahip olmak ne anlama gelir, ne sağlar?
Her şeyden önce, dünyaya çekidüzen vermeyi sağlar. Gence, içindeki yaşadığı basit ilişkileri aşarak, tüm toplumu kavrama ve toplumu belirleyen ideolojileri özümleme yolunu açar. Böylece genç, toplumsal yaşamın mekanizmalarını açıklamaya ve yeniden biçimlendirmeye yönelir.
Bu yönelim
- kimilerinde felsefi sistemler,
- kimilerinde bilimsel kuramlar,
- kimilerinde siyasal görüşler,
- kimilerinde sanatsal uğraşlar biçiminde kendini gösterir.
Gencin olanaklarına ve olgunluk düzeyine göre çoğu zaman hepsi iç içedir. Hepsinde ortak olan nokta, içine girmeye çalışılan dünyayı kısmen ya da tümüyle değiştirme çabasıdır. Son çözümlemede bu bir gelişim görevidir ve mutlaka yerine getirilmelidir. Çünkü her genç toplumsal bir çevrede yaşamak ve içinde yaşadığı toplumu özümlemek zorundadır. Bu, hem kendini hem de toplumunu, ülkesini, yurdunu ileriye götürmesi açısından gencin “gelişim görevi”dir.
Daha fazla açıklamaya gerek yok.
İlle de daha fazla kanıta gereksinme duyanların Avrupa Topluluğu ülkelerinin ortaokul kitaplarına bakmaları yeter.
Özetle sorun, 21. yüzyıla girerken, gençlerin politika yapıp yapmaması sorunu değil, gençlerin gelişip gelişmemesi sorunudur. Politikayla ilgilenmek bu gelişimin -tümü değilse bile- en önemli boyutlarından biridir.
_______________________
Önemli not. Bu yazıyı derlerken yararlandığım kaynaklar Havighurst 1953 ve Piaget 1955 tarihli. Fazla söze gerek var mı?
Bekir Onur | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987