Unutulmaz bir film sahnesi (yönetmenini hatırlayamadığım Affedilmeyen’den): Öce susamış en hırslı kinle sarmıştır Kızılderililer evi. Döğüş gününün gecesinde çaresiz ana, ürkek genç kız, kepenkler ardında üç namlu delikanlı, kabile düşmanlığının savaş törenini dinlemektedirler. Davullar, dümbelekler, sazlar, kavallar, çanlar, çıngıraklar, beklentisi umutsuz gecenin içinde her yanı dolduruyor; yoldaşsız bir yalnızlığın bütün yoksunlukları içinde sabaha kadar sürecek gibidir bu saldırı hazırlığı: Ne yapmalı, nasıl dayanmalı bu yaban gücün yoğun şamatasına? Derken büyük oğul ardına kadar açar kapıyı, kardeşiyle yüklendiği büyük piyanoyu gökkubbenin altına ıssız kırın içine taşır.
- Lütfen Anne der. Biraz çal! Lütfen, biraz Mozart!
İlk notalar havaya karışır. Sonra zengin ve anlamlı bir ses çağlayanı dağa taşa vurarak yansır dört yana; gecenin sessizliğinde gittikçe güçlenerek yayılır. Yaban doğanın ölüm gecesinde yükselen ezgiler Kızılderili kampına kadar ulaşır. Önce davul tokmakları kararsızlıkla duralar, kavallar öksürür gibi olur, çanlar çıngıraklar kekeler, borular tıkanır. Şaşkın bir duraklamanın sessizliğinde Mozart müziği tek bir piyanonun yetkin gücüyle ıssız kıra geçmişin birikimini ulaştırır. Bu güzellik havası, bir uygarlık zaferiyle ilkel dünyanın o ölümcül çılgınlığını susturur.
(Ustanın çekici bin altın).
Her güzel kitap bana o büyük dalgayı getirmiştir. Bir piyanonun değil o piyanonun taşıdığı insanlık mirasını. O zaman kişisel ömür sınırlarımı aşan uygarlık birikiminin kapılarını açmış gibi olurum. Okumanın istediği bütün emek ve dikkat gücümle yazının, kitabın bana sunduğu sanat ve düşün toplamına doğru uzanırım. Ne var ki, çok kişinin yaşadığı, Tantalos’un yazgısıdır. Hem bir gölün ortasında ayakta durur susuzluktan yanarsınız; hem bir verim kıyısının başınıza sarkan yemişleri altında açlıktan kıvranırsınız. Eğildikçe su çekilir, uzandıkça dallar kaçar; bitmez tükenmez mitologya azabını bırakalım bir yana, elimizin hemen altındaki nice değerlerden gereğince yararlanma fırsatları bulamamanın tıpkısıdır bu yazgı. Kitap karşısında milyonlarca kişinin takındığı tutum: Var olanı yok sayma.
Bir Amerikan filmindeki müzik çatışmasından Tantalos’un cezasına atlamış görünüyorum. Oysa arada bir çağrışım noktası var:
Reşat Nuri Güntekin, yazarlığı kadar geçerli öğretmenlik tutumuyla kahveler dolusu okur-yazarın seçtikleri tarihe yöneliyor:
“Niye kitap okumuyorlar demek niye piyano çalmıyorlar demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, hazırlanmak lâzım gelir. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine bir manevi dünya yapmak, onun içinde yaşayabilmek demektir. Bu tâ çocukluktan başlamış uzun itiyatlar ve egzersizler neticesidir.”
Güntekin’in gözlem gücünü yansıtan nice yazısını hatırlıyorum. Burada dikkatimi çeken, okuma uğraşını başka şeye değil de piyano çalmaya benzetmiş olmasıdır. Kavala, saza, dümbeleğe, düdüğe, davula, zurnaya değil de piyanoya. Şüphesiz bu bilinçli bir yeğlemedir: Onun için de unutamayacağım o film sahnesindeki müzik çekişmesiyle birleşir.
Çünkü: Okur-yazar olmak vardır,
okumaktan hoşlanmak vardır,
kitap karıştırmak vardır,
kitap sahibi olmak vardır,
kitaplık kurmak vardır,
hepsi vardır da........bir de okumak vardır.
Burada konuya iyi bir eklenti olacağını sandığım bir iki alıntıya sıra geliyor!
R. W. Emerson’un şöyle bir sözü var:
“İnsan türünün derece derece ilerlemesine sebep olan şey, elbette kişisel kazançların meyvelerinin soydan soya geçirilmesidir. Mimiklerle, dille, sonra yazıyla daha sonda da matbaa kitabıyla mutlu teşebbüsler, keşifler, icatlar, sanat ürünleri insandan insana geçmiş, yaşlıdan gence aktarılmış; bilgi ile güç toplana toplana bir kartopu haline gelmiştir. Buna benzer bir olay yoktur hayvanlar âleminde; terbiye görmüş bir köpek, başka bir köpeği eğitemez.”
J. Steinbeck de şu kanıda:
“Yazmanın bir büyülü yanı varsa -ki var olduğuna inanıyorum- kimse şimdiye değin onu başkasına aktarabilecek bir formülle açıklayamamıştır. Öyle sanıyorum ki işin sırrı, yazarın, önemli gördüğü bir şeyi aktarmaya itilmesi; o şeyin acı verecek derecede dışarıya çıkmak istemesidir. Yazar, bunu duyuyorsa bazen -her zaman değil ama- duyduklarını dile getirmenin uygun yolunu bulabilir.”
Görülüyor ki birinci sözde insana özgü eğitim yolu ile yeni kuşaklara insanlığın ortak mirasının bir kısmının aktarılabileceği; ikinci parçada edebiyatın sanat büyüsünün hiçbir formülle açıklanamayacağı iddiaları vardır. Bu iki söz karşıt değildir, tamamlar birbirini. Soruya başlangıç yaptığımız “Edebiyat Sanatı” sözündeki iki yan gibi: Şüphesiz ki edebiyatın birçok şeyi eğitim ve öğretim yoluyla bir insandan bir insana, bir kuşaktan bir kuşağa geçirilebilir: Dil hazinesi, Dilbilgisi: Gramer kuralları, vezin, kafiye, nazım şekli gibi öğeler, önceki kuşakların bıraktığı eserlerin incelişinden çıkarabileceğimiz kurallar ve ilkeler...
“Ama edebiyatın sanat olan yanı; yaratıcı güce, özel yeteneğe, sanatçıya özgü yetilere, esine (ilham); buluş inceliklerine; hiçbir kurala bağlı olmadan yazarın ortaya çıkardığı, ancak o ortaya çıkardıktan sonra başkalarının ondan kurallar yaratmaya çalıştıkları ürünün yalnızca bir kişiye ait formüle bağlanamaz.”
(R. M. 100 Soruda Edebiyat Bilgileri)
Sağlıklı okumayı iyi yazmadan ayırmam. Bu bakımdan da kolayca öğreniverileceğini sanmam. Çünkü bu konuda yazılmış kitaplar, başka her kitaptan daha pürüzlü, kılçıklı, çeç dolu, tatsız ve sıkıntı vericidir, yararlanılamaz. Çünkü öğüt verilerek güzellik görülmez.
İlk çözümlenecek sorun okumayı hafife alan tutumları kırmak, kitabı değerlendirmeyen okuma biçimlerini yenmektir.
Eski bir yazımda eğilmişim bu konuya:
“Asıl söylemek istediğim, asıl yakınılacak şey, polis romanları değil, onların getirdiği okuma biçimi olacak: En yaygın, en zararlı, en kolay okuma biçimi. Uyku öncesi yatakta; tezgâhta ayak üstü; eczacı, doktor nöbetlerinin tedirgin sıkıntısında; yemek sonu gevşekliklerinde, plaj kumsallarının uzanışında; gecenin ilerlemiş, elverişsiz saatlerinde, boş günlerin saçma oyalanışlarında... Masasız, kalemsiz, kâğıtsız, notsuz, duraksız... Obur meraklar, çabuk ve sağlıksız kitaplar, üstünkörü, dağınık telâşlar içinde, hemen yutarak, bilinmez sonuca kavuşmanın yanlış tehminlerinden zevk alıp olmadık olasılıklar yaratarak, düş gücünün işe yaramaz harcanışıyla yer yer atlayıp çok zaman ayrıntılar ve tekrarlarla oyalanarak... Herhangi bir ara verişte sayfaları hoyratça kıvırıp kitabı yüzüstü bırakarak, hemen oracıkta, ayaküstü birkaç sayfa... Hiçbir çizilmiş satır, işaretlenmiş paragraf, kenar notu, bir yere aktarılmak için nişanlanmış küçük bir düşüncenin izini bırakmadan, yalnız gözle ve daima çabucak... Daha hızlı, hemen bitirmek için, bitirmek ve kurtulmak için... Sonra.. Kitabın son sayfasında ya şaşkın bir düş kırıklığı, ya bir bilgiçlik böbürlenişiyle: -Ben tahmin etmiştim, diyebilmek için. Her şey bunun için işte. “Hali vakti yerinde” insanların zamanlarını küçücük bir zevkle doldurmak için. En kötüsü, sanki kitabı başkasına vermek, onu izlememek, aramamak, sormamak, bu basılı nesneye, bu binlerce insanın emekleriyle meydana gelmiş sanayi maddesine karşı hiçbir saygı duymadan, onu bir kitaplığın rafına, zevkimizin, alışkanlıklarımızın bir tanığı olarak dizmeyi bile düşünmeden hor görerek unutmak...
Böylece alışkanlıkların pası, iyi yön verilmemiş nice yeteneğin bir daha kurtulamamacasına körlemesine götürüyor. Gençlerde, özellikle kadınlarda, orta yaş sınırına dayanmış aydın ve varlıklı kentlilerde, vaktini polis romanlarının zevki gibi gelgeç heveslerle doldurmaya alışan hızlı okuyucularda, artık bir düşünce sayfasına eğilme dikkatini boşuna arayacaksınız.
Pas demiri yiyor.”
(R. M. Pas Demiri Yiyor)
Goethe’nin sözünü (“Okumayı öğrenmek, en güç sanattır.”) tam değerlendirdiğimi söyleyemem. Aslını bilmiyorum; nerede, niçin, nasıl kullanıldığını da. Ama okumanın özelliklerini -bir piyanodan iyi bir Mozart elde edecek biçimde- inceliklerini düşünebiliyorum. Onun, bir yalnızlık sınavı olduğunu (sınavların en köklü ve gereklisi); bir özgecilik sabrına dayandığını (düşünün siz susacaksınız hep kitap konuşacak); düşünce yoksulluğundan kurtarmak için hep zora çağırdığını (kendi kendini bilmek de, bulmak da güçtür) biliyorum. Bu amaçlara yalnız aşkla, nerde ise umutsuz bir sevdayla ulaşılacağını söyleyenler de haklı. Güncel insanı hep kolaylıklara, hazırlara, buyruk düğmelerine çağıran araçlar bolluğunda kitabın üstünlüğünü sağlayacak öğeler sanatın yaratı kaynağındadır. Şükür ki insanda o güzellik arayışı var. Yaban doğanın dağını, taşını Mozart piyanosuyla aydınlatan sanat ışığında. Zaman içinde kimse kayıtsız kalamaz ona; döner döner televizyon ekranlarından, radyo seslerinden, teyp şeritlerinden gene sanatın aynasına bakarız.
Rauf Mutluay | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 84 - 15 Kasım 1983
______________________________________________________________________________________________
Salâh Birsel
Cervantes kendisinin bir okuma manyağı olduğunu söyler.
Yazarlar arasında çoktur böyleleri. Büyük yazarlar da çokluk onlar arasından çıkar.
Okuma düşkünü okurlar da vardır ama, topu için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Flaubert XIX. yüzyıl iyi bir okur olmuştur. Roman türünün bu çağda gelişmiş olmasının nedeni budur. Bir başka deyişle, roman türünün seçkin bir inci gibi parlaması, okur kalabalıkları yaratmıştır. Tarih kitapları bile çok okuyucu çeker kendisine. Bunu gören Balzac, tarih kitapları da yazacaktır. Ama o polis romanları da çiziştirmiştir. Çünkü bu tür romanlar da birden çok satmaya başlamıştır.
André Billy, bu çağın bir okuyucusunun -bu, Balzac’ın uzun yıllar sevgilisi, ölümünden beş ay önce de karısı olan Madam Hanska’dır- okuduğu kitapları şöyle saptamıştır:
“Madam Hanska memleketindeki -Polonya’daki- ünlü romantik yazarların, özellikle de Mickiewicz’in kitaplarını okumuştur. Byron’la Goethe’nin yapıtlarını, Madam Cottin’in, Madame de Stael’in, İmparatorluk ve Restorasyon çağlarında yetişen kadın romancıların kitaplarını bir bir didiklemiştir. Jean-Jacques ile Sénancour’u da savsaklamamıştır. Bu arada Chateaubriand’ı da ele almış, Béranger’yi, Lamartine’i, Hugo’yu, Vigny’yi, George Sand’ı okumuştur. Sonunda, bir gün, Odessa’daki kitapçının gönderdiği paketin içinde adına ilk kez rastladığı bir yazarın romanını buluyor: Balzac. Daha önce Walter Scott’un romanlarıyla, insanın tüylerini ürperten olayları, ulaşılmasına olanak olmayan bir geçmişte olup biten daha birçok romanları okumuştu.”
Türkiye’de okumanın hız kazandığı çağ da, XIX. yüzyıldır. Çünkü roman -bir eliyle tiyatroyu da sürüklemektedir- sanat dünyasında ilk kez boy göstermiştir. Yalnız, bu kıpırdanmanın ortaya çıkması için yüzyılın son çeyreği beklenecektir. Bir görüntü uyandırmak için söyleyelim: Ahmet Mithat Efendi’nin “Hasan Mellah”ı 1875’te, Namık Kemal’in “İntibah”ı ise 1876’da yayınlanmıştır. O yılların en çok okunan yazarı da Ahmet Mithat’tır. Sultan II. Abdülhamit’in kadınefendileri arasında bile onun okurları vardır.
Yeni harflerin benimsenmesiyle okurlara bir süre durgunluk gelmişse de,
bunu ilkin Remzi Kitabevi’nin “Dünya Muharrirlerinden Tercümeler Serisi”,
1946 yılından sonra da Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınları ortadan kaldırır.
Gelgelelim, bugünkü günde, birkaç yazarın yapıtları bir yana, yine de “Çok kitap okunuyor” denilemez. Bunun başlıca nedeni, bizdeki okurların gelgeççi oluşudur. Lise ve yüksek okul sıralarında iyi bir okuyucu olan bir öğrenci, öğrenimini bütünleyip yaşamın hayhuylarına kendini kaptırdıktan sonra okuma lâfını rafa kaldırmaktadır. Öte yandan aydınlarımız, ya da yarı-aydınlarımız da çok çene çalmayı, çok kitap okumaya yeğ tutuyor. Bunların yanı sıra, bir de öğrencilerin okullarda yeterince okuma alışkanlığı edinemedikleri düşünülebilir.
Geldik mi şimdi bu yana? Yazarlarımız da çekemezliklerin itelediği küçük çelmeler, küçük ayak oyunlarıyla okurla kendileri arasındaki uçurumu bütün bütüne derinleştirmekten, okuma sevgisini öldürmekten başka bir şey yapmıyorlar.
Tarık Buğra
Bu kural insanlar için de, toplumlar için de geçerlidir. Okumayan okuyanın uydusu olmaya mahkûmdur, okumayan okuyanın peşinden gitmeye, onu taklit etmeye, bunu yaparken de büyük primler ödemeye mahkûmdur.
Birbirine tıpatıp eşit yaratılmış iki kafa ve iki mizaçtan maçı kazanacak olan okuyandır. Bunu sonuçlardan öğrendim. Adamın biri, “Dehâ sabırlı bir çalışmadır” diyordu. Çalışmayı çalışma yapan ve ona verimlilik, ona olumluluk sağlayan şeyin okumak olduğuna inanıyorum. Bunu da sonuçlarda gördüm.
Herhangi bir uygarlığı anlatan bir kitaba bakınız, ağırlığın edebiyatta olduğunu görürsünüz. Ve, terzilikten, berberlikten devlet başkanlığına yükselmiş kişiler vardır; hayat hikâyelerini okuyunuz, bunların da iyi birer okuyucu olduğunu görürsünüz.
Okumak insanın insandan yararlanması, insanın insanlıkla bütünleşmesidir; insanı, kendini ve sonuç olarak da insanlığı bulmasıdır; bencil aklın ve içgüdülerin giyinip kuşanmasıdır; ana eğitimdir.
Ve, bütün eğitimler gibi okumanın da büyük tehlikeleri vardır; çünkü hiç okumayışa eşit okuma oburlukları da vardır. Tek yöne, tek üsluba, tek görüşe saplanan bu oburların, sonunda hiç okumamışlara döndüğünü gördüm; okudukları kitaplar onların ömür boyu yatacakları “tecrit hücreleri” olmuştur... Ama, sanırım, bu bir başka anketin konusudur.
Bencil aklın ve bencil içgüdülerin giydirilmesinden söz ettim; onları büsbütün vahşileştirmemek, büsbütün çıplak bırakmamak için, kitaplara titiz bir dikkatle, özellikle de, kafa bağımsızlığını kaptırmadan yaklaşmalıyız.
Okumanın bir de hijyeni vardır demek istiyorum.
Orhan Duru
Severim kitapları, ister baskı olsun, ister el yazması, ister cebe giren cinsten olsun, ister ciltli ve kalın. Duygulanırım çoğu kez, tutkunu olduğum bir yazarın yeni bir kitabını bulduğumda. Anlatılır gibi değil. Yepyeni bir acuna, bir üstün kişiliğin “micro cosmos”una giriş gibi bir şey...
Hep eski çağ filozoflarının, yazarlarının kitaplarının nasıl olduğunu düşlerim. Nasıl olup da günümüze kadar gelmişler? Bunların çoğunlukla rulolar biçiminde papirüslere yazılıp sandıklara saklandığını, sonra yerlerini el yazmalarına, kopyalara bıraktığını, daha sonra da ilk baskılarının yapıldığını biliyoruz. Bu arada yitenler, yok olanlar da var. Her birinin bir ayrı öyküsü olmalı.
Düşünün el yazmalarına dökülen göz nurunu ve emeği, bir Müteferrika baskısının görkemini... Bunları bırakın... Eski kitapçılarda, işportada sergilenen kitapları, dergileri gözönüne getirin. Bir Bizans mozaiği gibi renk ve görüntüde, insan düşüncesinin, kurgu gücünün çeşitliliğini ve özgürlüğünü anımsatır bana.
Uygarlık kalıntılarını, eski erdemleri, geçmişimizin ağırlığını taşır bize kitaplar. Kimi zaman günlük sıkıntılarımızdan kaçmak için sığınırız kitaplara. Kendi hiçliğimizin bilincine varırız böylece. Filozofça bakarız çevremize. Olayların üstüne çıkmaya çalışırız.
Ama hepsi bu mu?
Ya onları okurken ulaştığımız estetik yüceliğe, harflerin ve sözcüklerin bir araya geldiklerinde yarattıkları gizeme ne demeli?
Çoğu kitaplarda bizi onlara bağlayan, bir kez kapıldınız mı unutamayacağınız bir çekim odağı saklı sanki...
Cemal Süreya
Dağlarca, bugünlerde yeni bir eve geçecekti. Bilmem taşındı mı.
Kitaplarını büyük mukavva kutulara yerleştirmek için bir hafta uğraşmış. Çok kitabı var.
İlhan Berk Ankara’dayken, bir gece onlarda kalmış, gece kitaplığının bulunduğu salonda kalmıştım. Uyku tutmadı, kalktım, kitaplarla uğraşmaya başladım. Umulmayacak kadar az kitabı vardı. Yalnız her zaman yararlanabileceği, yeniden yeniden okuyabileceği yapıtları evinde tutuyormuş. Gerisini, okuduktan sonra atıyor ya da belli okuma bedeliyle alıp sonra satan kitapçıya geriye veriyormuş.
Gördüğüm en büyük kişisel kitaplık Hilmi Ziya Ülken’inkiydi herhal. İstanbul’un iki yakasında iki ev tıklım tıklım kitap doluydu: Biri Türkçe, biri yabancı dillerde. Ama, o kitaplık, özellikle de Türkçe bölümü arşiv niteliğindeydi. Aşağı yukarı, yayımlanmış her şey vardı orada.
Kendiminkini düşünüyorum. Öğrenimimi bitirip hayata atılalı 20 yıl olmuş. Bu arada 24 ev değiştirmişim. Son iki evde dörder yıl oturduğumu söylersem, varın ortalamayı siz bulun. Kitaplığım büyümüş, küçülmüş (yok bile olmuş), büyümüş, budanmış, yine büyümüş. Semtten semte, kentten kente taşımışım kitaplarımı. Ne var ki, iyi bir kitaplık sayılmaz benimki. Büyük, ama biraz da bunun için iyi sayılmaz. Yabancı dil bölümü beni az buçuk yansıtmıyor değil. Türkçe bölümü ise herhangi bir kitapçı dükkânını andırıyor. Para vererek, seçerek almamışım çoğunu. Okuduktan sonra atılması gerekenleri atamamış, ya da bununla başa çıkamamışım. Bir bölüğü de (yabancı dildekilerin bazısı da giriyor buraya) İngiliz anahtarı gibi, testere gibi bekliyor. Âletlerim onlar benim. Bir gün işe yarayacak!
Kişinin on kitabı varsa, hepsini okur. Yüz kitabı olan yarısını okur. Bin kitabı olanın hiçbirini okumamasından korkarım.
İsmet Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda cephedeyken, birliğinin eline bir gramofon ve bir tek klasik müzik plağı geçer.
Her istirahatte o plağı çalarlar. Yüz kez, bin kez. İsmet Paşa’da klasik müzik tutkusunu ve beğenisini o plak oluşturmuştur.
Okuma sevgisi, temelde, yeniden okuma duygusu yaratmadan edemez. Bunun bir ölçüsü de yok elbet.
Andre Gidé dermiş ki, yavaş yavaş okuyun beni. Oysa Leopardi çok (ve hızlı) okumaktan kör olmuş.
İsmet Paşa’yla Dağlarca’dan söz ettim demin.
Üniversiteye başladığım yıllarda Türkiye’de iki kişiyle tanışmak isterdim: İsmet Paşa, Fazıl Hüsnü Dağlarca.
Haldun Taner
Okumak, kara günlerimin tek avunağı oldu. Okumak, ak günlerimin mutluluğuna mutluluk kattı. Okumak olmasa, dört duvar arasında geçirmek zorunda kaldığım dört yılımda çıldırabilirdim. Okumak yoluyla insan, dünyanın gelmiş geçmiş en akıllı insanlarıyla ahbaplık kurabilir, bir süre için olsa bile. Görsel çağın yüzeyselliğinden kurtarmak için çocuğu okumaya, “harf” denen beyaz üstüne siyah simgelerden mana çıkartmaya küçük yaşta alıştırın. İlkin ne okursa okusun, okumaya alışmasıdır önemli olan. Seçmeyi sonra kendi yapacaktır. Okumak ve kitap düşmanlarından mikrop gibi korkun.
İlhan Usmanbaş
...kitaptan sıkıldıkça insana, insandan sıkıldıkça kitaba gidiyorum... bütün kitapları okumak isterdim; ama, artık, çoğunu hiçbir zaman okuyamayacağımı biliyorum; bunu bir içsızısıyla duyuyorum içimde; bazı seslenişlere kulak veremeden gitmiş olacağım... aslında öfkeleniyorum kitaplara; çünkü her biri ayrı bir yük getiriyor; geçmişin yükü; öylesine ağır basmaya başlıyor ki bu yük, gelecek için tasarılarımı engelliyor... yazıldıktan, bestelendikten sonra hiçbir zaman hiçbir kimse tarafından açılmayacak öyle sayfalara rastlıyorum ki... konuşmalarımız, susmalarımız gibi uzayda ve zamanda yok olması gereken şeylerin sayfa üzerinde kalmak için inatla direnmeleri; boşa gitmiş emeklerin tanıkları; mezar taşlarıyla dolu bir dünya... her eski kitap (kitap, nota, röprodüksiyon) doğacak her yeni kitabın düşmanı; her yeni kitap, ağzına kadar dolu kitaplıklarımızda zorlukla yer edinip ‘eski’ olmayı bekliyor; her eski kitap çağdaşım yeni bir kitabı tanımama engel oluyor...
...kitap uygarlığı! bütün dünya avcumuzun içinde ve biz giderek daha bir hapsoluyoruz... her kitap (nota, röprodüksiyon) diriltilmek için bekleyen bir ölü karşımda, kitaplığımda; ne var ki, içtenlikle, umutla el attığım bir sayfa yaşama dönmüyor bir türlü; benden kopmuş, belki de dünyadan... müzik bestelerken bakıyorum “Big Brother”lar -Beethoven’ler, Brahms’lar, Stravinski’ler- karşımda, kitaplığımda; gözlerini benden ayırsalar rahat edeceğim, özgürlüğümü bulacağım... boş vaktim yok, çünkü kitapla doluyum; bu yüzden savaşıyorum kitapla; gene de hep düşünüyorum; daha az mı kavram oluşsaydı kafamda, kitapsız bir dünya ile; yoksa insan kafasının yarattığı bütün kavramları tatmış olmakla mı daha “insan”ım, bu yüzden daha “mutlu”yum?..
Tomris Uyar
“Okumak”, yalnızca içten gelen, kişisel bir gereksinimden mi doğar? Yoksa yaşanılan ortamın kişiyi okumaya götürmede payı var mıdır? İkinci sorunun ilk bakışta tartışılmaz gelen doğruluğuna bel bağlarsak, Türkiye’de değil kitap alan ve okuyan, komşunun gazetesine şöyle bir göz gezdirmekle yetinen kişilerin varolması bir mucize sayılabilir.
Ülkemizde “okumak”, harfleri sökme becerisi diye niteleniyor çoğunca. Dolayısıyla okur-yazar kişi de “kendi mektubunu okuyan ve yazan yurttaş” anlamına geliyor. Eğitim seferberliği, okuma-yazma seferberliği gibi seferberlikler, çağdaş kavramların, hatta sözcüklerin içeriğinden habersiz kitleler yetiştirmekten öte bir işlev yüklenmiyor. Soruyorum size: Okuma-yazma seferberliği sonucu diplomasını almış bir okur-yazar, gazetede karşılaştığı “veto”, “meclis”, “emperyalizm”, “demokrasi”, “holding” gibi sözcüklerin harflerini sökse ne olur, sökmese ne olur? Yaşamında neyi değiştirecektir bu tür bir “okuma”?
Edebiyatın ülkemizde en horlanan sanat dalı, edebiyatçının nerdeyse düşman bellenen tek “sanatçı” oluşu, televizyon programlarından gitgide uzaklaştırılışı, rastgele bir olgu sayılmaz. (Uluslararası ün kazanmış edebiyatçılarımız bile “devlet sanatçısı” olma hakkından edildiklerine göre)
Sörften kayağa kadar her türlü sporu deneyen yaman iş adamlarımız, okumaya zaman ayıramıyorlarmış, gazetelerdeki söyleşilerden anlıyoruz. Başbakanlığa göz dikmiş siyasilerimiz eskiden, gençliklerinde “şiir-miir” yazarlarmış ama sonradan tövbe edip “gerçekçi” olmuşlar.
“Okuma”, dünyayı kavrama, değiştirme, bir dünya görüşü seçme çabası olduğuna göre bunun tersini savunanların bunu engellemeye çalışmaları doğaldır. Ama bunca yıldır bu ortamda okuyabilen ve yazabilen kişilere devletin yardım elini uzatması hiç mi hiç gerekmez. Bizler birbirimize saygıyla yürütüyoruz bu çabayı, yalnız o kadarı şimdilik yetiyor da artıyor bile. Elbette temelden, toptan, büyük bir toplumsal değişim, bir dönüşüm olmadığı sürece.
Hilmi Yavuz
Söz, yanılmıyorsam Mallarme’nindir: “Dünya, bir kitap olmaya ulaşmak için vardır.” Bu sözü nice yıllar sonra okuduğumda hiç yadırgamadığımı, çok bildik, alışılmış ve olağan bulduğumu anımsıyorum. Ben, dünyayı hep öyle düşünmüştüm çünkü; kitaba dönüşmeyen bir dünyada hiç olmamıştım ki... Daha sonra, Borges’in “Ben yaşamadım, okudum” sözünü de yadırgamadım.
Biliyorum, bir yanıyla Hurufi’liğe ya da Kabbala’ya, bir yanıyla varlığını şövalye kitaplarına indirgemiş Don Kişot’luğa giden bir yaklaşımdır bu. Gene de kitabın benim için bazen us, bazen imgelem, bazen de bellek olduğunu biliyorum. Dünya kurmaca ise, bunu edebiyat kitaplarından öğrendim; dünya gerçeklik ise bilim kitaplarından... Dünyanın us olduğunu felsefe okuyarak, imgelem olduğunu şiir okuyarak öğrendim. Dünyanın bellek olduğunu bana öğreten de tarihtir.
Abartıyor muyum?
İyi öyleyse, abartmalıyım ki özendirebileyim diye düşünüyorum.
Okumaya özenmeyen, dünyaya özenmeli mi?
Kutsal kitaplar da söylüyor: “Oku!”
Tahsin Yücel
Günümüz uygarlığının başlıca özelliklerinden biri, sözün yerini görüntüye vermesi; en azından sözü görüntünün yardımcı öğesi durumuna getirmesi. Kalabalık önünde yapılan bir siyasal konuşmayı düşünelim: Egemen olan sözmüş gibi görünür. Oysa konuşmacının konumu, kılığı, yüzü, devinileri, kalabalığın çoğu kez önceden belirlenmiş tepkileri karşısında sözün payı çok az bir şeydir genellikle, bu payda da içerikten çok biçim ağırçeker.Böylece konuşan oyuncu, dinleyen seyirci durumuna düşer. Biri etkinleşirken, öteki edilginleşir. Bir denge kurulabilmesi için arada bir söyleşim, bir diyalog gerekir. Öyle sanıyorum ki, söyleşimin en iyi kurulduğu, düşüncelerin karşılıklı olarak birbirine en iyi açıldığı alan okumadır. Okuyan kişinin edilgen bir kişi olmadığını, tam tersine okuduğuna gerçek varlığını, gerçek anlamını onun kazandırdığını biliyoruz. Bunun için gerekli bütün koşullar da sağlanmıştır. Her an geri dönebileceği, her sözcüğün üzerinde dilediğince durabileceği sözler, düşünce ürünleri vardır önünde. Bu nedenle denilebilir ki, gerçekten düşünebilmenin, gerçek bir aydın olabilmenin yolu, böyle etkin bir okumadan geçer. Hiç kuşkusuz, yazının da görüntüye özendiği, bir söyleşme değil, bir gösteri olmaya çalıştığı durumlarla da karşılaşıyoruz. Ama aradaki ayrımı kavramanın yolu da gene okumadan geçer, temel metinlere ağırlık veren bir okumadan.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 84 - 15 Kasım 1983
______________________________________________________________________________________________
Galiba, az okuyan, okumaktan hoşlanmayan bir toplum olduğumuz konusunda, artık kimsenin, okur yazar olmayan sokaktaki adamdan Cumhurbaşkanı’na kadar kimsenin bir kuşkusu yok.
Önder Şenyapılı, Yazko Edebiyat’ın Ağustos 1983 tarihli sayısında çıkan “Kitap Sevmeyenler Ülkesi” adlı yazısında açıklıyordu; Fransa’da 1981 yılında 26 bin kitap yayımlanmış. Kitapların toplam basım sayısı ise 379 milyon. Yani, Fransa’da her gün bir milyondan fazla kitap basılıyor. Nüfusu 55 milyon olduğuna göre demek yılda adam başına 7 kitap düşüyor Fransa’da.
1983 Temmuz ayında Cumhuriyet gazetesinde çıkan “Can Çekişen Kitapçılığımız” adlı dizi yazımda da değinmiştim. Çağdaş Eleştiri Dergisi’nin Aralık 1982 tarihli sayısında çıkan, Adnan Benk’in bir yazısında belirtildiğine göre, Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” adlı romanının İspanyolca konuşulan Kolombiya, Arjantin ve İspanya’daki aynı gün yapılan ilk baskısının toplam basım sayısı 2 milyon 150 bin.
Oysa Türkiye’de yılda yayımlanan, şöyle kitap diyebileceğimiz kitap sayısı sanmam ki 3 bini bulsun. Her kitabın basım sayısına da ortalama 3 bin desek, bir yılda ülkemizde basılan toplam kitap sayısı olsa olsa anca 10 milyona ulaşır. Nüfusumuzun da nerdeyse 50 milyonu bulduğunu düşünürsek, demek bizde de 5 kişiye bir kitap düşüyor.
Fransa’da bir kişiye 7 kitap, bizde beş kişiye 1 kitap...
Kitap okumuyoruz da gazete mi okuyoruz? Ne gezer...
Fransa’da gazetelerin de bir günlük toplam tirajı 10 milyonun çok üstündeyken, bizde 2,5 milyona ya ulaşıyor, ya ulaşmıyor.
Gene 8,5 milyonluk İsveç’te her gün 4,5 milyon gazete satılıyor.
Hele hele Japonya’da?..
“Yomiuri Shimbun” adlı gazetenin günlük satışı 13,6 milyon.
“Asahi Shimbun”un 12,1 milyon,
“Mainichi”nin ise 6,9 milyon.
Ülkede 125 gazete çıkıyor ve toplam satışları 68 milyon.
Ülkenin nüfusu ise 120 milyon.
Bu orana göre bizde, gazetelerimizin günlü tirajlarının 27-28 milyon olması gerek.
Japonya’da bir yılda satılan toplam kitap sayısı ise, gerçekten kolay kolay inanılır gibi değil; tam 3 milyar!..
Basınımızın bugünkü durumuyla ilgili bir araştırma için görüşlerini sorduğumuz Sayın Nadir Nadi de;
“1918’den sonra mütareke yıllarında İstanbul’un nüfusu 700 bin kadardı. Şimdiki kadar da gazete çıkardı. 6-7 gazete vardı. Kimi Mustafa Kemal’e karşı, kimi Mustafa Kemal’den yana 6-7 gazete çıkardı yani. Anadolu işgal altındaydı. İzmit’ten öteye gazete gitmezdi. Zaten ulaşım olanakları da yok gibiydi. Öyle olduğu halde, gazetemiz, o zamanki adıyla YENİ GÜN, sadece İstanbul’da 25 bin satardı. Şimdi bakıyorum, aradan bunca yıl geçmiş. İstanbul’un nüfusu 4-5 milyonu bulmuş. Cumhuriyet’in İstanbul’daki satışı gene 25 bin. Niçin böyle anlayamıyorum?” diyordu.
Hani, gerçekten de kolay kolay anlaşılır gibi değil. 50-60 yıl öncesinin Türkiye’sini bugünün Türkiye’si ile karşılaştırmak bile olanaksız. Okur-yazar oranı %50’nin çok üstüne çıkmış. Nüfusumuzun yarısından çoğu artık kentlerde yaşıyor. İletişim, ulaşım o günlere oranla çok gelişmiş. En modern basım araçları getirilmiş. Ama, yılda basılan kitap sayısında öyle büyük bir artış yok. Bildiğim kadarıyla 1950’li yıllarda da kitaplar anca 3-5 bin adet basılırdı, bugün de anca o kadar basılıyor. Allah bilir, Tevfik Fikret’in 1899’da Edebiyat-ı Cedide Kitaplığı’nda ilk baskısı çıkan Rübab-ı Şikeste’sinin tirajı da o kadardı.
Gerçekten, niçin acaba bu kadar az okuyan bir toplumuz?
Niçin okumaktan hoşlanmıyoruz?
Okumaktan hoşlanmamak, kitap okumamak, almamak, saklamamak bir toplumun karakteri olabilir mi?
Değilse, bu durum hangi nedenlerden kaynaklanıyor ve çözüm ne?
İlginçtir, bu soruları nicedir sormuş durmuşuz kendimize. Ama, ne acıdır ki, bir arpa boyu yol alınamamış.
Doğan Hızlan’ın 1981 yılında çıkmış “Kitap Deyince” adlı yazısından öğrendiğimize göre ilk kez 1-5 Mayıs 1939’da Millî Eğitim Bakanlığı bir kongre toplamış. Bu kongrede, “Birinci Türk Neşriyat Kongresi”nde de yapılan konuşmalar, sorulan sorular bugünkülerden hiç farklı değil. Bu tarihten tam 36 yıl sonra, bu kez Kültür Bakanlığı’nın 24-27 Ocak 1975 günlerinde topladığı “İkinci Türk Neşriyat Kongresi”nde dile getirilen dertler de aynı.
Gene Kültür Bakanlığı’nın 15 Haziran 1981’de Ankara’da düzenlediği “Kitap Sempozyumu”nda konuşan Necati Cumalı ve Tarik Buğra’nın söyledikleri ile “Birinci Türk Neşriyat Kongresi”nde konuşan Sabahattin Ali’nin söyledikleri arasında hemen hemen hiç fark yok.
UNESCO, 1972 yılını bütün dünyada “Kitap Yılı” olarak ilân etmiş. Fakat bu da, ülkemizde bir değişikliğe neden olamamış.
Acaba niçin?
Sanıldığı gibi, ülkemizde kitap fiyatları çok pahalı da, okuryazarların satınlama gücünü mü aşıyor?
Fakat Önder Şenyapılı, yukarda sözünü ettiğimiz yazısında, “Eğer gelir yetmezliği kitap satın almayı engelliyor deniyorsa, TV ve videoya yatırılan paralara ne demeli?” diye soruyor. Gerçekten de çok pahalı dediğimiz kitaplarımızın şöyle ele gelirinin fiyatı, birkaç paket sigara bedeline eşit.
Bu konuda devletçe kongreler, sempozyumlar düzenlememize, kimi dönemlerde devletin yayımcılık yapmasına, nice aydının kişisel uğraşlarına karşın bu durumu bir türlü düzeltemememizin nedeni, galiba gene toplumsal yapımızdan ileri geliyor. Az okumak, okumaktan hoşlanmamak bir toplumsal karakter olamaz kuşkusuz. Ne var ki, kitap okuma alışkanlığı ve kitap biriktirme dürtüsü de bir başka toplumsal aşamanın doğal sonuçları olsa gerek.
GÖÇEBE KARAKTERİMİZ VE DİLİMİZİN DURUMU
Geçenlerde Gorki’nin “Foma” adlı romanında okudum. Çar Petro, Ticareti geliştirmek, tüccar sınıfını kuvvetlendirmek için özel kitaplar bastırmış. Yıl 1720. Matbaanın ülkemize gelişi ise, bu tarihten tam 9 yıl sonra. İbrahim Müteferrika’nın matbaasının kuruluş tarihi 1729.
Bugüne dek nice krallara, kraliçelere, düklere, prenslere hizmet etmiş Londra’nın Piccadilly sokağındaki “Hatchards” kitabevinin kuruluş tarihi de 1797. Yani, nerdeyse matbaacığımızın tarihi kadar eski tarihi var.
Üstelik saptanabildiği kadarıyla da, İbrahim Müteferrika’nın matbaasının kuruluşundan Birinci Meşrutiyet’e kadar geçen zaman içinde anca 2980 kitap basılmış. Yani 150 yılda 3 bin kitap gibi bir şey. Yılda 20 kitap. Ayrıca, bu 2980 kitabın çok büyük bir kısmını da, o güne dek yazma kitap ticareti yapan, Tanzimat’tan sonra ise basma kitap ticaretine de başlayan sahafların bastırdıkları biliniyor.
Hüseyin Cahit Yalçın, “Edebiyat Anıları”nda “Edebiyat-ı Cedide” kitaplığının nasıl kurulduğunu anlatırken şunları yazar:

(...)
Bugün Edebiyat-ı Cedide Kitaplığı yayınlarından birini eline alan bir genç, şu cildin karşısında hiçbir şey duymaz. Üstelik o iyi basılmış, soluk kırmızı renkte bir anlam olabileceğini bile düşünmez.”
Yıl 1900’dür. Yirminci yüzyıla girilmiştir. Ama kitaplarımız teknik açıdan da çok ilkeldir.
İşte acaba bütün bunlar, yüzyıllar boyu Orta Asya’dan bu yana göçüp duran, Anadolu’ya on birinci yüzyılda ayak basan ama Anadolu’ya yerleşmesi gene yüzyıllar süren göçebe bir toplum oluşumuzun bir doğalı değil mi? Sürekli hareket halinde olan, yaşamının büyük bölümü çadırlarda geçen bir toplumun, yerleşik toplumlardaki gibi kitap okuma alışkanlığından, kitap biriktirme alışkanlığından söz açılabilir mi hiç? Nitekim, dilimiz de, sanatımız da hep sözlü olarak gelişmiş. Örneğin yazılı edebiyata geçiş, hem Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının yerleşikliğe geçişlerinden sonra başlamış, hem de bu iki imparatorluğun yerleşik birimlerinden doğmuş. Ne acıdır ki, dilimiz de öyle.
Hilmi Yavuz, 1 Kasım 1983 günlü Cumhuriyet gazetesinde çıkan “Yahya Kemal’e Saygı” adlı yazısında değiniyor. Yahya Kemal bir konuşmasında “Hissettim ki, asıl Türkçe’yi 900 seneden beri yaza yaza değil, söyleye söyleye yaratmışız.” demiş. Gene aynı yazıda belirtildiğine göre, Ahmet Hamdi Tanpınar da “Büyük edebiyatlar daima nesirle teşekkül eder. O arar, yoklar, keşfeder, insanı içinde ve dışında değiştirir. Eski şiirimiz nesrin bu yardımından mahrumdur” diyor.
Biliyorsunuz, gerçekten de, halen en güzel Türkçe, Osmanlı İmparatorluğu’nun geliştirdiği İstanbul Türkçesi olduğu halde, ne gariptir ki aynı imparatorluğun aristokrasisi, aydını, yöneticisi, konuştuğu bu İstanbul Türkçesi’yle yazmayı ayıp saymıştır. Bir yandan Yahya Kemal’in dediği gibi yaza yaza Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşan bir garip dil gerçekleştirilirken, öte yandan da konuşa konuşa İstanbul Türkçesi geliştirilmiş. Yani, bu güzel Türkçe yazı dili olarak kullanılmamış.
Türkçenin de yazı dili olabileceği savaşı, biliyorsunuz, taa 20. yüzyılda başlar.
Hüseyin Cahit, gene aynı anılarında, roman ve hikâyelerinin yalın bir dille yazılmış olmasını öven İsmail Habib için şunları söyler:
“İsmail Habib, benden söz açarken dilin bu yalınlığını benim için bir üstünlük olarak belirtiyor. Oysa, bilse! Rauf’un (Mehmet Rauf’un) benim bu yalınlığımız, doğrusunu isterseniz, bilgisizliğimizden ileri geliyordu. Cenab’ın (Cenab Şehabettin) Arapçasını, Fikret’in (Tevfik Fikret) kelime hazinesini bize veriniz, bak neler yazardık. En bilgisizi Rauf ile bendim, bundan ötürü Türkçe yazıyorduk.”
Bu içten ve yürekli itiraf, edebiyatımız için gerçekten önemli bir noktadır bizce.
TÜRKÇE’NİN YAZI DİLİ OLUŞU VE TDK
Görüldüğü gibi, Türkçenin de, sadece bir konuşma dili değil, bir yazı dili olduğu gerçeğinin anlaşılmasının üzerinden daha henüz bir yüzyıl bile geçmemiş. Ve bu kısacık sürede ne savaşlar verilmiş. Biliyorsunuz, Türkçenin yazı dili haline dönüştürülmesi savaşı asıl Cumhuriyetten sonra bir devlet politikası haline getirilmiş ve 1932’de Türk Dil Kurumu kurulmuş.
Bence TDK’yı, sadece dilimizdeki Arapça ve Farsça sözcükleri atma, yerlerine Türkçelerini bulma hareketi olarak değerlendirmemek gerekir. TDK, Türkçenin yalnızca bir konuşma dili olarak değil, aynı zamanda yetkin bir yazı dili olduğunu tanıtlama savaşımı vermiştir. Türkçe’nin, gerçekten son derece geniş olanaklara sahip bir şiir dili, bir edebiyat dili olduğunu tanıtlamıştır. Yarım yüzyıllık geçmişinde, belirli çevrelerce bir siyasal olay haline getirilmesine karşın, dilimizin bir yazı dili olduğunu tanıtlayarak görevini hakkıyla yerine getirmiştir. Görüyorsunuz, artık, tutucu olsun, ilerici olsun hemen bütün yazarlarımız Türkçe yazıyorlar.
Bu savaşımda da, kuşkusuz bir takım aşırılıklara kaçılmıştır.
Ne var ki, bi savaşımı sadece bir dil bağnazlığı, bir dil şövenizmi olarak nitelemek haksızlık olur.
Savaşım, dilimizin aynı zamanda bir yazı dili olduğunun tanıtlanmasıdır.
Özetlersek, göçebe karakterli bir toplum oluşumuz yüzünden yazılı edebiyat ve kültür yerine sözlü edebiyat ve kültür gelişmiştir. Yazılı edebiyat ve kültür, anca yerleşikliğe geçebilen birimlerimiz olan İstanbul, Konya gibi başkentlerle sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla da kitap okuma ve biriktirme alışkanlığı oluşmamıştır. Nitekim matbaanın yurdumuza getirilmesi de bu yüzden çok gecikmiştir.
Güzel Türkçemizin aynı zamanda bir yazı dili olduğu gerçeği, anca 19. yüzyılın sonlarına doğru ulusçuluk akımının başlamasından sonra kavranılmış ve Cumhuriyet’ten sonra bir devlet politikası haline getirilmiştir. Daha üç çeyrek yüzyıl önce yazarlarımız bile Türkçe yazmanın bir cahillik sonucu olduğunu itiraf etmekten çekinmemişlerdir.
Bütün bunların üstüne, yarım yüzyıl önce 1927’de bir de yazımızın yeniden değiştirilmesi, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş, işin tuzu biberi olmuş, bu durumu daha da kuvvetlendirmiştir.
Ayrıca, özellikle Tanzimat sonrası aydınlarımızca “Batıcılık” ve “Doğu-İslâmcılık” şeklinde adlandırılan toplumumuzdaki kültür ikiliği sürtüşmesi, bilinçsiz bir biçimde, dilimizin yazı dili haline getirilmesi girişimlerini de bir siyasal kavga konusu haline dönüştürmüş ve oluşumu geciktirmiştir. Nitekim, bu sağlıksız tavır, kitaba önce dinsel yasaklar getirmiş ve bu yasaklar git gide siyasal yasaklar haline dönmüştür. Yasak kitap kavramı günümüzde öylesine bir hal almıştır ki, bazı cahil ve işgüzar sorumlular yüzünden”yasak kitap” kavramı, “kitap yasak” şekline dönüşmüştür.
Kitapçılığımızın ve yayıncılığımızın uzun yıllar azınlıkların elinde kalışının da, bu sürtüşmenin bir etkisi olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir varsayımdır.
BU DAR BOĞAZDAN NASIL ÇIKILIR?
Şunu da vurgulamak gerekir ki, halkımızın ozana, yazara, kitaba, basılı kâğıda büyük saygısı vardır. Dolayısıyla toplumumuzu az okuyan, okuma alışkanlığı olmayan bir toplum diye suçlamak yerine, bu az okurluğu yaratan toplumsal ve ekonomik nedenleri arayıp bulmak ve gidermek gerektir. Bence kitap düşmanı, halkımız değil, nedense her dönemde aydınlarımız ve yöneticiler olmuştur. Örneğin TRT’nin kitaba karşı takındığı tavır açıktır. Basınımızın yazarlara ve kitaba nasıl davrandığı ortadadır. Bazı dönemlerde (özellikle 12 Mart) kitap yüzünden nice insanın canı yandığı da bilinmektedir.
Öyleyse, öncelikle kitap okumak yüzünden kimsenin canının yanmayacağı güvencesi getirilmelidir.
Düşünce ve yazma özgürlüğünden önce, okuma özgürlüğü sağlanmalıdır.
Sonra da, kitabı sevimlileştirecek tanıtıma girilmelidir. Bunun için, anımsadığım kadarıyla yazarlarımızın güçleri oranında küçük girişimler yapılagelmiştir. Örneğin 50’li yıllarda “edebiyat matineleri” düzenlenmiştir. Gene anımsadığım kadarıyla Türk Edebiyatçıları Derneği kitap sergileri açmıştır. Daha sonraki yıllarda Türkiye Yazarlar Sendikası, İzmir Fuarı’nda pavyon kiralayarak imza günleri düzenlemiştir. Gene değişik kentlerimizde kitabevleri imza günleri yapmıştır.
Geçtiğimiz yıl da, ülkemizde ilk kez önce İstanbul’da, sonra da Ankara ve İzmir’de kitap fuarları açılmıştır. Özellikle İstanbul’dan açılan fuarın nasıl büyük bir ilgi gördüğü bilinmektedir. Fuar düzenleyicilerin bildirdiklerine göre geçen yıl İstanbul’da açılan fuar 9 günde 62 bin kişi gezmiş ve kitap almıştır. Bu yıl 26 Kasım’da açılacak olan II. İstanbul Kitap Fuarı’nın daha da büyük bir ilgi göreceği tahmin edilmektedir. Örneğin, geçen yıl 750 metrekarelik bir alanı zar zor dolduran fuar, bu yıl yayıncılardan da büyük bir ilgi görmüş ve 1300 metrekarelik bir alana çıkmıştır. İleriki yıllarda İstanbul Kitap Fuarı’nın uluslararası bir nitelik alabilmesi için fuara Roger Garaudy, Cengiz Aytmayov gibi, ünlü Yunanlı ozan Nikiforos Vrettakos gibi yazarlar çağrılmış, Berlin’de kurulmuş bulunan Neue Gesellschaft für Literatur örgütünün fuarda bir sergi açması olanağı sağlanmıştır. Gene bu yılki fuara Themelio ve Stohasdis adlı iki Yunanlı Yayınevi katılmaktadır. Fuarı düzenleyen kuruluşun yöneticilerince yapılan açıklamalara göre 26 Kasım - + Aralık tarihleri arasında açılacak olan İkinci İstanbul Kitap Fuarı’nı 120 ile 150 bin kişinin gezeceği ve fuarda 80 ile 100 milyon liralık kitabın satılacağı tahmin edilmektedir.
Bu girişimlerin devletçe de desteklenmesi halinde, bu kötü alışkanlığımızın kısa sürede giderilmemesi için neden yoktur.
Kısacası, yapılacak olan şey, önce OKUMA ÖZGÜRLÜĞÜ’nü sağlamak, sonra kitabı sevimli hale getirmektir.
Demirtaş Ceyhun | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 84 - 15 Kasım 1983
______________________________________________________________________________________________
Okumak ve Kitap Üstüne Özdeyişler
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 84 - 15 Kasım 1983
______________________________________________________________________________________________
Kitap ve basılı kültür, yirminci yüzyılın ikinci yarılarına kadar modern gelişimin en önemli araçlarından biri olmuştur. Kitabın temel işlevi insanoğlunun duygu, düşünce ve deneyimlerine süreklilik kazandırmasıdır. Bilgiler, kitap yoluyla yüzyıldan yüzyıla, toplumdan topluma aktarılabilmiş, bu yolla kültür birikimi sağlanarak, uygarlık bugünkü düzeyine erişmiştir. Bir an için kitap denen bu önemli nesnenin olmadığını varsayalım; o zaman her kuşak, bir önceki kuşağın bilgi ve deneyimlerinin çok azından yararlanabilecek, pek çok şeye neredeyse yeniden başlama durumunda kalacaktı. On, on iki yıl önce ülkemizdeki sinemalarda da gösterime giren “Fahrenayt 451” adlı film sanırım belleklerden silinmemiştir. Film, kitaba düşman bir yönetimin kitapları yok etmesini, insanların kitaplarındaki bilgileri ezberleyerek belleklerine geçirme uğraşlarını öykülüyordu. Kitaplarla birlikte yaşanmaya alışılmış bir dünyada çok önem taşıyan bir nesnenin yokluğunun ne demek olduğu çok çarpıcı biçimde vurgulanıyordu.
Tarihsel süreç içinde önemli olayların genellikle düşün adamlarının düşüncelerinin yaygınlaşmasının da etkisiyle ortaya çıktığı söylenebilir. Martin Luther der ki: “Her büyük kitap bir hareket, her hareket bir kitaptır.” Batı demokrasilerinin kaynağı -günümüzdeki sistemle düşünce ve kurum ayrımı olsa da- Eflatun ve Aristoteles’in düşünceleri değil mi? Rönesans, matbaanın bulunuşuyla birlikte yeni düşüncelerin yaygınlaşma olanaklarının artması; Reform, Martin Luther’in Latince olan İncil’i Almancaya çevirmesi ve kitlelere yaygınlaştırması; Fransız Devrimi, Voltaire ve Rousseau gibi düşün adamlarının düşüncelerinin topluma yayılması yoluyla gerçekleşmemiş midir?
Kimi karamsar kişilerin olumsuz düşüncelerine karşın, kitap şimdiye değin radyo, televizyon gibi tehlikeleri atlattı, yaşamını sürdürdü ve gerçekten de hep güçlü oldu. Şimdi yeni bir tehlike, bilgiyi biriktirip sunan elektronik yöntemlerle ilgilidir. Aslında taşınabilme kolaylığı yanında, insanlığın büyük bir bölümü için kitabın verdiği manevî arkadaşlığın yerini hiçbir şey tutamaz.
DÜNYADA YAYIMCILIK
Yayımcılığın en belirgin karakteristiği kuşkusuz yaratıcılıktır. Escarpit, yayımcıya, “ebe” sıfatını yakıştırmıştır. Gerçekten de ortada bir doğum olayı söz konusudur. Sanatçı yapıtı yaratır, ama onu dünyaya getiren bir yayımcıdır. Bir sanat ya da düşün adamının yapıtı yayımlanmayıp topluma inmeseydi, yaratının önemi, yaratıcısıyla sınırlı kalırdı.
Dünyada yayımcılık yazının bulunuşuyla başlamış, basımcılığın gelişimiyle de giderek karmaşık bir endüstri düzeyine ulaşmıştır. Yedi bin yıl önce olaylar, din kuralları, duygu ve düşünceler ağızdan ağıza sınırlı olarak yayılıyordu. İnsanoğlunun belleğinde saklanan bu bilgiler, kuşaktan kuşağa geçerken birtakım eklemeler ya da unutmalar oluyordu. Yazının bulunuşuyla birlikte ilk kitap doğmuş, başka deyişle bilginin saklanması sağlanabilmiştir. İlk kitaplar her ülkede çeşitli formlarda gözükmüştür. Örneğin, kitap formu, Mısır’da papirüs rulolarıyken, Çin’de bambu tabletler, Asur ve Babil’de kil tabletler olmuştur.
İnsanlar giderek yazıları kısa sürede ve kolay çoğaltma yollarını aramışlardır.
Matbaanın bulunuşundan önce de bu amaçla birçok yol denenmiştir.
Örneğin, Avrupa’da 5. yüzyılda kopya yoluyla kitap çoğaltma bir endüstri niteliğine bürünmüştür.
Yazı eski uygarlıklarda kayıt ve iletişim aracı olarak kullanılırken, kitap çoğunlukla dinsel bilim merkezlerine özgü kalmıştır. Ama, teokratik olmayan toplumlarda Eski Yunan, Roma ve Çin’de modern anlamdan bir yayımcılık, başka deyişle halktan okuyucuları olan bir kitap çoğaltma sanatı vardı. Eski Roma’da da bir kütüphane, banyo gibi her ev için en önemli gereksinim sayılmaya başlamış, 5. yüzyılda Aristophanes’in “entelektüeller” diye alayla karşıladığı bir halk kesimi oluşmuştu.
Çoğaltma sanatının geçirdiği bu evrelerden sonra, daha ileri bir teknik için ortam hazırdı. İnsanoğlunun yaşamına sayısız değerler katan matbaa gibi çok önemli bu buluşu 1440-1450 yıllarında Mainzli Johannes Gutenberg gerçekleştirdi. El yazması kitaplar binlerle sayılırken, 1500 yıllarında Avrupa’da basılmış kitapların sayısı milyonları buldu. İlk kitaplar Latince “İncunabula” olarak anılır. Yani kitabın bebeklik çağı. Matbaa Ortaçağ Almanya’sında doğdu, ama asıl gelişimini İtalya’da tamamladı.
Tarihsel süreç içinde üç önemli etken okumayı yaygınlaştırmıştır:
- Birincisi, kâğıdın bulunuşudur.
Bitki liflerinin derinin yerine geçmesi, kitap maliyetini düşürdüğünden kitap sayısı çoğalmıştır.
Böylelikle kitap, dar ve zengin bir çevrenin tekelinden çıkarak geniş kitlelerin okuma aracı olmaya yönelmiştir. - İkincisi, matbaanın bulunuşudur.
Basımevilerinin gelişmesi ve kısa sürede yayılmasıyla birlikte kitap fiyatları ucuzlamış ve kitap geniş kitlelerin malı olmuştur.
Hümanizm hareketiyle birlikte ortaya çıkan yeni bir okur grubu için, ucuz cep kitapları yayımlanmıştır. - Yayımcılıkta üçüncü büyük aşamayı 19. yüzyılda görüyoruz.
Öbür sanayi dallarında olduğu gibi, basımcılıkta da bir dizi yeni buluş maliyetleri çarpıcı biçimde düşürmüştür.
Bu bağlamda okur-yazarlığın geniş ölçüde yaygınlaşması ve eğitim düzeyinin yükselmesi basımcılıkta daha ileri teknolojiye ulaşılması, basılı bilgiyi toplumları etkileme aracı olarak bugünkü güçlü durumuna getirmiştir.
YAZAR HAKLARININ GÜVENCEYE ALINMASI
Dünyada yazar hakları yasasının ilk örneği, “1709 Copyright Act”tır. Bu yasayla yazarlar, yayımcılar, basımcılar ve okur arasında bir denge kurulmaya çalışılmıştır. Yasanın getirdiği koşullar bugün ilkel gözükebilir, ama ilk üretici olarak yazara önem kazandırması açısından bir devrimdir.
Uluslararası yazar haklarıyla ilgili olarak devletler arasında birçok ikili anlaşma imzalanmıştır. 1885 yılında, tekdüze yazar hakları anlaşması bugün de yürürlükte olan Bern Anlaşması’yla başlatılmıştır. Bu anlaşmaya göre, geleneksel koruma süresi, yazarların yaşam süresi artı elli yıldır. ABD ve Sovyetler dışında çoğu ülke Bern Anlaşması’na katılmıştır.
Uluslararası yazar hakkı anlaşmalarının yokluğu birtakım haksızlıklara neden oluyordu. Örneğin, Amerikan yayımcıları İngilizler yazarlarının kitaplarını korsan olarak basıyor ve yazarlara hiçbir karşılık ödemiyorlardı. Gerçi dürüst davranan yayımcılar da vardı. Harper Kardeşler, Charles Dickens’a, Thomas Macaulay’e önemli miktarlarda paylarını ödemişlerdi. Korsan yayımcılık öte yandan yerli üretime de zarar veriyordu. Gerçekten de bu dönem, Amerikan yazarları açısından kısır geçmiştir. Karşılık ödenmeksizin İngiliz yazarlarının kitaplarını basan Amerikan yayımcıları, Amerikan yazarlarını ihmal etmişlerdi.
DÜNYADAKİ UYGULAMA
Kitap yayımcılığı temelde “telif hakkı” sözleşmesine bağlıdır. Yazarla yayımcı arasındaki bu sözleşme, her iki taraf için de güvencedir. Yazar, emeğinin karşılığını almadan kendisine ait bir yapıtın yayımlanmasıyla ilgili yasal engelleme hakkına sahip olur. Yayımcı bu tekel öğesi sayesinde iş yapma olanağına kavuşur. Yazar hakkı süresinin bitiminde isteyenler yazara ya da onun mirasçılarına ödeme yapmaksızın yapıtı serbestçe yayımlayabilirler.
Yazar hakları, eskiden tek ve bölünemezdi. Günümüzde metnin yeniden üretilebileceği türlü biçimler vardır.
Bunlar, çeviri, ucuz baskı, tefrika, radyo ve televizyon hakları olarak özetlenebilir.
Sözünü ettiğimiz yan haklardan bazıları, sözleşme dışında tutulabilir.
Bu da yazarın, ya da temsilcisinin pazarlık gücüne bağlıdır. Sözleşmelerdeki ana madde, yazara ödenecek pay oranını belirler.
Sözleşmelerde genellikle şu tipik sözlere rastlanır:
“Normal koşullarda satılan yüzde 10’luk yazar payı, sözü edilen yapıtın bütün baskılarında, 5 bin adedin satışından sonra yüzde 12’ye, 10 bin adedin satışından sonra yüzde 15’e yükselecek ve satış fiyatına göre ödenecektir.”
Sözleşme yan hakları da içeriyorsa, bu haklar karşılığı alınacak bedellerin, yayımcı ve yazar arasında bölünme koşulları belirlenir. Bunlar, kitabın yayımlanma gerçeğinden doğduysa, doğal olarak yayımcı hak talebinde bulunur. Metnin düzeltilmesi de yazarın sorumluluğunu içeren bir konudur.
SANSÜR
Kitap yayımcılığında yirminci yüzyıl sonlarında görülen sorunların çoğu İ.S. 1. yüzyılda Roma’da ortaya çıkmıştır.
Sansür,
başkasının eserini kendi adıyla yayımlama,
korsanlık,
yazarın emeğinin karşılığını alamaması gibi.
Birçok uygarlıkta, dönem dönem kitabı yok etmeyi, ya da onu denetim altına almayı amaçlayan hareketler görülmektedir.
İ.Ö. 213 yılında Çin’de Ch Sihih Huang Ti,
1520 yılında Meksika’da İspanyollar ve
modern çağda Naziler gibi zorba yöneticiler ve istilacılar çoğunlukla kitapları yakmışlardır.
Kitabın kitlelere yayılmasını sağlayan matbaanın icadından sonra kitap her zaman tehlikeli bir iletişim aracı olarak görülmüş ve denetim altında tutulmaya çalışılmıştır. Başlangıçta kilise matbaaya olumlu biçimde yaklaşmışsa da Hümanizm ve Protestanlıkla ilgili eserlere sansür uygulamaya başlanmıştır. Ortaçağın ikinci yarısında kilise, özellikle üniversitelerde sansür uygulamış, engizisyon giderek sertleşmiştir. Bu yüzden de yayımcılar çıkar yolu başlık sayfasında, hayali bir yayınevi adı ve adresi koymakta bulmuşlardır.
John Milton 1640’larda yazdığı “Aeopagitica”da basın özgürlüğünü güçlü bir biçimde savunmuş ve sansür için ileri sürülen düşüncelerin tümünü çürütmüştür.
18. yüzyılda düşünsel ortamın gelişmesi çoğu Batı ülkesinde sansürün zayıflamasına neden olmuştur.
Sansür 1776’da İsveç’te, sonra da Danimarka ve Almanya’da kaldırılmıştır.
1789’da Fransız Ulusal Meclisi’nden çıkan bildiri hemen hemen evrensel kabul görmüştür:
“Düşüncenin ve görüşün özgür iletişimi, insanın en değerli haklarından biridir;
her yurttaş bundan sonra özgürce konuşabilir, yazabilir ve yayımlayabilir.”
1900 yılından sonra Batı’da sansürün açıktan açığa uygulanması yöntemi giderek azalmış, ama bütünüyle hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır. Yirminci yüzyılın ortasında çözümlenemeyen sorun, özellikle müstehcen yayımlarla ilgili, ahlak ilkelerine bağlı sansürdür. Bu noktada baskılar gizli, geçerli moral ortama bağlı olma eğilimindedirler. Bu durum yayımcıyı güç durumda bırakmaktadır.
TÜRKLERİN BASIMEVİNİ TANIDIĞI DÖNEM
İspanyol Yahudilerinin 1492’de Türkiye’ye geldiklerinde matbaayı da getirdikleri Avram Galanti’nin “Türkler ve Yahudiler” adlı eserinde belirtilir. 1493’lerde henüz Avrupa’nın çoğu yerinde basımevi yokken, İstanbul’da ve iki üç yıl sonra da Selanik’te basımevi kurulabilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler kendi dillerinde baskı yapan basımevlerini kurup işletmişlerdir. Devlet bu girişimleri engellememiştir. Kitaplar, dergiler sonra da gazetelerden azınlıklar özgürce yararlanmışlardır. Devletin koyduğu yasak, yalnızca “Arap harfleriyle Türkçe, Arapça ve Farsça yayım yapmamaları ve halkı isyana kışkırtıcı yayınlar çıkarmamalarıdır.” Böylece gerek yurt içinde gerek yurt dışında yayımlanan yapıtlarla azınlıkların Türklere göre kültür düzeyleri çok daha fazla yükselmiştir.
Batı’da Arap harfleriyle basılmış kitapların çokluğu ve Türkiye’de de Yahudi, Ermeni, Rum basımevlerinin etkinliğinin sürdüğü düşünülürse, Türkçe yayım yapan bir basımevinin hâlâ kurulamamış olması ilginçtir. Bunun önemli bir nedeni, Türkçe kitap basacak düşünsel ortamın oluşmamasıdır. Ayrıca el yazmaları her zaman basılmış kitaplara yeğlenmekte ve basılı kitaplardan hoşlanmama durumu vardır. Gerçi o dönemin el yazmalarını basılı kitaplarla karşılaştırmak düşünülemez. Ne var ki, bir el yazması kitabın ne büyük emek ve zamana malolduğu göz önüne alınırsa, el yazması kitapta direnmenin, düşüncenin yaygınlaştırılması ve halk eğitimi açısından ne büyük olumsuzluklar getirdiği kolayca anlaşılır. Bunların yanı sıra hattat esnafının bilgisizliği ve hem softaların direnişi kitap basımcılığının başlıca nedenleri olmuştur. İstanbul’daki azınlıkları örnek alma da o çağın anlayışına pek uygun değildir.
BASIMEVİNİN OSMANLI DEVLETİNE GİRİŞİ
III. Ahmet’in tahta çıkışından sonra yapılan Pasarofça Antlaşması’yla yurt içinde barış sağlanmıştır. Böylece, bir bilim etkinliği varlığını duyurmaya başlamıştır. Halkın yararlanabileceği yabancı dilde eserler kütüphanelerin tozlu raflarından indirilerek Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu dönemde İbrahim Paşa Kütüphanesi’nden başka üç önemli kütüphane daha kurulmuştur. Osmanlı tarihinde bu dönem “Lâle Devri” olarak adlandırılır. Bu yüzden de bu dönemin bir zevk ü safa devri olduğu izlenimi uyandırılır. Oysa ülke söz konusu barışçıl ortamda bayındır olmaya başlamış, güzel sanatlara, bilime önem verilmiş ve ilk basımevi kurulmuştur.
Bilindiği gibi Osmanlı tarihinde önemli dönüm noktalarından olan matbaanın, ülkeye girişini sağlayan İbrahim Müteferrika’dır. Müteferrika’nın bilimsel yönü ilginçtir. Müteferrika, döneminin yalnızca maddi amaçlar güden bir teknisyeni değil, ülkenin ilerlemesini, düşüncelerin ve görüşlerin bir basımevinde çoğalarak kitlelere yayılmasında gören kişidir. Basımevinin sosyal ve kültürel yararına çevresini inandırmıştır. Bir söylentiye göre ilk baskı makinasını evinde kurmuştur. İlk kitap dizisine 1727 yılında başlamış ve ilk baskı 31 Ocak 1729 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu tarih Osmanlı İmparatorluğu’nda dinsel yayınların dışında, Türkçe olarak bilimsel yayıncılığın başlangıcı sayılır.
Van’lı Müderris Mehmet Efendi’nin Sıhah-ı Cevheri’den çevirdiği Arapça-Türkçe sözlük ilk basılan eserdir. Yayımladığı başka eserlerin yanında Katip Çelebi’nin Cihannuma eserinin kusursuz biçimde yayımlanmasına özel ilgi göstermiştir. Eserin önsözünde Müteferrika, evrendeki çeşitli sistemler hakkında bilgi verir ve Türk okuruna Tycho, Brache ve Kopernik’i tanıtır. Bu esere önemli bir katkısı da kendisinin yaptığı harita ve şemalardır. Eserin bilimsel değeri önemlidir. Kroçkovski bundan ötürü Müteferrika’yı, o çağın Avrupa düzeyinde “değerli bir coğrafyacısı” olarak tanımlar. Müteferrika, Cihannuma’yı yayımlamakla Türkiye’de coğrafya, astronomi ve matematik bilimlerine ilgi duyulmasını ve Avrupa’lı bilginlerin eserlerinin çevrilmesine ve öğrenilmesine duyulan isteğin güçlenmesini sağlamıştır.
1733 yılında Katip Çelebi’nin Takvimü’t-Tevarih’ini yayımlayan Müteferrika bu kez karşımıza gerçek bir tarihçi olarak çıkar.
Ne var ki İbrahim Efendi’yi bu çalışmaları sırasında pek rahat bırakmazlar.
Çağının önemli bir bilim adamı olan Müteferrika’nın 1745’de yaşamı sona ermiş, geride zengin bir kütüphane bırakmıştır.
TÜRKİYE’DE KİTAP SANSÜRÜ
II. Abdülhamid döneminde yayımcılık, politika açıdan dengesiz bir ortamda güçlükle yaşamını sürdürebilmiştir. Hamid’in tahta çıkışıyla ilan edilen Birinci Meşrutiyet çok kısa sürer, izlenen baskı yöntemi giderek artan şiddetiyle yayımcılığı sistematik biçimde güçleştirir. Yayımcılığa softa süzgecinden geçmiş korkak, zalim bir politika uygulanır.
Yayımcılık ruhsatı olanların, yayımlayacakları metinler kesinlikle Meclis-i Maarif’in onayından geçirilir.
1878’de kurulan Encümen-i Teftiş ve Muayene yerli kitapların sansürünü yaparken,
yabancı yayınların sansürünü de Matbuat-ı Hariciye Müdürlüğü üstlenir.
Kimi sözcüklerin -grev, suikast, yıldız, anarşi, dinamit v.b.- kullanılması yasaklanır, bunlar liste halinde ilgililere verilir. Dışarıdan gelen gazete ve kitaplar daha gümrükteyken denetimden geçer. Victor Hugo, Voltaire, Jean Jacques Rousseau, Shakespeare ve Zola’nın yapıtları yurda girmesi yasak olanlar arasındadır. “Muzır” damgasını yemiş pek çok eser 1902 yılında Çemberlitaş Hamamı’nda günlerce yakılır.
1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilince, ilk günlerin coşkunluğuyla yayım yaşamı bu kez dengesini yitirir. Yayım denetiminin her türü son bulur, yayımdan sonra da suç kapsamına girebilecek yayınlar cezalandırılmaz. II. Meşrutiyet’in yayım yaşamı sınırsız özgürlüklerle açıklanabilir. Bu da özgürlükten çok kendine özgü bir anarşidir. Bu durum siyasal şantajlara yol açar.
II. Meşrutiyet döneminin önemli bir bölümü istikrarsızlık içinde geçmiş, yayım özgürlüğü daha çok sözde kalmıştır.
Kimi zaman özgür olsa da genellikle baskı gören siyasal düşünce, birçok siyasal görüşün ortaya çıkmasını yine de engelleyememiştir.
1919 yılında bu kez Vahidettin’in sansürü başlar. Sansür kurulunun izni olmaksızın hiçbir materyal basılamayacaktır. Ancak Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi, 1920’de onayladığı bir yasayla İstanbul Hükümeti tarafından yapılmış hiçbir işlemi kabul etmeyeceğini açıklar. Böylece sansür İstanbul sınırları içinde kalır.
Sansür iki ayrı anlayışa göre tanımlanmaktadır:
- Bir anlayışa göre sansür, basın üstündeki her türlü denetimdir. Yani bir ön denetim koşulu aranmaz.
- Sansürü yaygın anlamıyla tanımlayanlarsa sansürden sözedebilmek için, devletin, yazılı metnin basımından önce uyguladığı bir ön denetiminin varlığını gerekli görürler.
Gerçek şu ki, bu sansürün en ilkel biçimidir. Dünyada sosyo-politik kurumlardaki gelişmelere paralel olarak sansürün de kılık değiştirmesi, açıkça değil de örtülü olarak uygulanması doğaldır. Başka deyişle sansürün varlığından söz edebilmek için artık bir ön denetim koşulu aranamaz.
Cumhuriyet dönemi anayasaları yayınlara sansür konulamayacağı görüşünde birleşirler. Ancak sıkıyönetim yasalarına göre olağanüstü koşullarda, sıkıyönetim bölgelerinde her türlü yayına sansür uygulanabilir. Türkiye’de geniş bir zaman bölümünde sıkıyönetim ilân edilmiştir. Üstelik yayıncılığın can damarı olan İstanbul her seferinde sıkıyönetim kapsamına girmiştir. Gerçi kitaplar hiçbir zaman basımdan önce denetlenmemiştir, ama yayımdan sonra yasaklanmıştır, toplatılmıştır; yazar düşüncelerinden ötürü suçlanmış ve cezalandırılmıştır. Hatta yasaklanan kitapların listelerini içeren kitaplar bile yasak kapsamında olmuştur. Sıkıyönetim yasalarında “olağanüstü koşullarda yayınlara sansür konulabilir” maddesi olan ve Cumhuriyet döneminin yarısından fazlası sıkıyönetimle yönetilmiş bir ülkede kitap sansürünün varlığından söz etmek son derece doğal olsa gerektir. Ayrıca yeni Basın Yasa Tasarısı’na göre içinde suç öğesi olabilecek yayınların baskılarının yapıldığı makinalar bile cezalandırılacaktır. Oysa düşünce üreticisi olan yazar, yasaklarla koşullanır, otomatik olarak kafasında oto-sansür uygularsa özgürce düşünce üretebilir mi?
TOPLUMSAL VE EKONOMİK AÇIDAN YAZARLIK
Sunulan bir hizmetin karşılığı olarak alınan maddî bir değerin kişinin yaşamını sürdürebilmesi, geçimini sağlayabilmesi meslek olgusunu yaratmıştır. Yazarlık da kültürel bir alışverişten doğar. Buna karşın yazarlık bir meslek sayılmış mıdır? Yazarlık, dünyada ve Türkiye’de uzun yıllar meslek olarak kabul görmemiş, yazara lüks bir üretici gözüyle bakılmıştır. Yazarlık mesleğinin ekonomik sorunu dünya kuruldu kurulalı vardır. Ancak modern çağda yazı yazmanın, yaratma üstündeki ekonomik etkileri de gözönüne alınarak ekonomik yapı çerçevelerinde sürdürülen bir meslek olduğu onaylanan bir olgudur. Okuma kitap endüstrisinin tüketim bölümünü, edebiyat ise üretim bölümünü oluşturur. Bu ilişkide ilk üretim faktörü yazardır. Her edebiyat olayı, bir insan olarak yazarın gelir sağlama gereksiniminin karşılanması sorununu da gündeme getirmektedir.
Öteden beri, yazarlık olgusunun ortaya çıkışından bu yana yazar geçimini iki yolla sağlamıştır. Birincisi sanat koruyuculuğu(Patronaj kurumu)dur. Sanat koruyuculuğu yazarın bir kişi ya da kurum tarafından bakılıp korunmasıdır. Yazardan, karşılığında kültürel bir gereksinimi karşılaması beklenir. Geçmişte çoğu ülkede yaygın kültürsüzlük nedeniyle ortak bir edebiyat çevresinin bulunmayışı, dağıtım sisteminin olmayışı, servetin birkaç elde toplanması, aristokrasinin kültürel yönden yetersizlikleri gibi etkenler, olanakları kısıtlı kapalı düzenlerin varlığını ozrunlu kılmıştı. O düzenler içinde, lüks nitelikte yaratıcı bir zenaatçi olarak kabul edilen yazar, üretimini trampa anlayışına uyarak kendisine bakılması koşuluyla satmaktaydı. Sanat koruyuculuğu özellikle saraylarda aristokratlar arasında yer almıştır. Koruyuculuk; zenginlik birkaç kişinin tekelinden çıkınca, halk kitleleri artan biçimde düşünsel yaşama katılınca basımevi gibi kâr getiren üretim biçimleri bulunup teknolojideki gelişime paralel dağıtım sistemleri kurulunca gerilemiştir. Örneğin İngiltere’de, 1750’de Dr Johnson koruyuculuk kurumuna son vermiştir. O güne dek yazarlar ithaflarını koruyucularına yaparlarken, Henry Fielding “Historical Register” adlı yapıtını koruyucu yerine kamuya ithaf etmiştir.
Çağlar boyunca düzenli bağışlarla, ya da resmi görevler verilerek devlet koruyuculuğu söz konusudur. Osmanlı İmparatorluğu’nda da Batı’dakine benzer bir koruyuculuk görülür. Divan edebiyatı sarayın koruyuculuğu altında sürmüştür. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde iktidardan yana olan ya da ağzı kapatılması gereken yazarlara resmî görevler verilmiştir. Cumhuriyet döneminde de iktidarın onayladığı yazarlar ya milletvekili seçilmiş ya da elçilik gibi görevlerle daha rahat koşullarda yaşamaları sağlanmıştır.
Sanatta, devletin dolaylı koruyuculuğundan da söz edilebilir.
Hükümet yazara yardım amacıyla eserinden kütüphaneler için büyük miktarda siparişler verebilir.
Edebiyat ödüllerinden bazılarının para kefesi ağırdır.
Sanat koruyuculuğu gerek kişi, gerek kurum, ya da devlet tarafından hizmet görmüşse de artık çağın sosyal ahlak anlayışına uymamaktadır. Çünkü bu kurumun özgür yaratıcılığa zarar verebileceği açıktır.
Yazarın ikinci geçim kaynağı, yazarlığının yanısıra bir meslek edinmektir. Bu birinci mesleğiyle yazarlığını finanse etme yoludur.
Mısırlı yazar Taha Hussein bunu, “En az kötü çözüm yolu” olarak nitelendirir. Bu yol çok eskidir. Örneğin Aristo, İskender’in lalasıydı.
Türkiye’de 1960’lara kadar yazarlık mesleğiyle geçinen iki yazar görülür.
Bu konuda Hüseyin Rahmi Gürpınar bir prototiptir. Yalnızca yazarlık mesleğiyle yaşamını sürdürmüştür.
Haldun Taner, Hüseyin Rahmi için şunları anlatıyor:
“Hüseyin Rahmi, Hilmi Kitabevi’nden her yıl bir roman verme koşuluyla, peşin 1.200 lira alırdı. Heybeliada’daki evinde emekli asker olan bir arkadaşıyla birlikte otururlardı. Ayda yüz lirayla gül gibi geçinir, başka iş yapmazlardı. Hele romanı bir de tefrika edilecek olursa keyfine diyecek olmazdı. Adada günlerini gergef işleyerek, bisiklete binerek geçirirdi.”
1960’lardan sonra Orhan Kemal de geçimini yazarlık mesleğiyle üsrüdürmeye çalışan bir yazardır. Az saıydaki bu örneklerin dışında yazarların genellikle hep birinci meslekleri olmuş, birinci meslekleriyle geçimlerini sağlayarak yazarlıklarını sürdürmüşlerdir. Tanzimat’dan bu yana yazarların genellikle birinci meslekleri gazeteciliktir. Buna daha sonra öğretmenlik de eklenmiştir. Ayrıca devlet memuru, avukat olan, yayımcılığı deneyen yazarlar da vardır.
Türkiye’de yazarlık mesleğiyle geçimlerini sağlayan yazar sayısı 1960’lardan sonra artmıştır. 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamı, sosyal yapı değişimi, Tanzimat geleneğiyle Batı, dolayısıyla Batılı yazarlara duyulan ilginin yavaş da olsa yerini toplumun kendi içinden çıkardığı yazarlara bıraktığı bir evreye ilk adımın atılması bu oluşumu hızlandırmıştır. Günümüz Türkiye’sinde yazarların çoğunluğunun yazarlıklarını ikinci meslek olarak sürdürmelerine karşın, yine de yalnızca yazarlık mesleğiyle geçimlerini sürdüren on kadar yazar vardır. Bu azımsanacak bir gelişme değil, ama yeterli de değildir. Tabiî ki, geçimini yazarlık mesleğiyle sağlıyor derken ne ölçüde sağladığı ve yaşam standardı tartışma konusudur. Bunlar evrensel ölçülerde midir? Bu kesinlikle gözönüne alınması gereken bir kriterdir.
Yazar bir yaratıcıdır. Eserini yaratırken işin ekonomik yanını düşünmese de ortada bir üretim vardır. Sanatçı ne denli romantik olursa olsun, yaşamını sürdürmek için maddi değerlere gereksinimi vardır. Çünkü bundan sonraki üretimi, yaratma gücü bir ölçüde buna bağlıdır. Başka bir deyişle yazar iki kişilikliymiş gibi düşünülebilir. Birinci kişiliği eseri yaratandır, onun tek kaygısı yaratmaktır. İkincisiyse onu pazarlayandır. Genellikle sanatçılara işin bu yanıyla uğraşmak pek hoş gelmiyor. Rıfat Ilgaz işin bu yanıyla uğraşmanın kendisine ağır geldiğinden söz ediyor ve “Yazar bu işlerle uğraşmamalı, yayımcıyla pazarlığa oturmak bir yazar için çok onur kırıcı. Yazar temsilcilikleri kurumlaşmalı ki yazar yaratıcılığıyla başbaşa kalsın.” diyor. Gerçekten de Haldun Taner’in anlattığına göre Almanya’da yayınevleri yazarı yaratıcılığıyla başbaşa bırakmak, yaşamındaki güçlükleri elden geldiğince azaltmak için onun özel sorunlarıyla bile uğraşıyorlarmış.
Kitap, istek ve sunum yasalarına uygun bir ürün olduğuna göre kitaba olan ilginin artması sosyo-ekonomik yapının değişimiyle ilgilidir. Ülkemizde yazarlık mesleğiyle geçindiğini söylediğimiz yazarların çoğu geçimlerini alt düzeyde sağlayabilmektedirler. Oysa Batı toplumlarında salt mesleğiyle geçinme düzeyine gelmiş yazarın hayat standardı yüksektir. Bu da doğrudan Türkiye’deki kitap tirajlarının düşüklüğüne bağlıdır. Okuma-yazma oranının düşüklüğü, eğitim düzeyinin yetersizliği, eğitim sistemindeki yetersizlik ve yanlışlar bunu doğrudan etkileyen faktörler. Öbür önemli faktörse tabiî ki kitap alıcısının ekonomik durumundan kaynaklanmaktadır.
Türkiye’de genellikle romanlar 5 bin, öykül kitapları 4 bin, şiir kitapları 3 bin sayıda yayımlanır. Batı’yla ve Sovyetlerle karşılaştırdığımızda bu sayıların çok düşük olduğu görülür. Tirajların düşük olmasına neden olarak saydığımız yukardaki faktörlerden başka toplumumuzda kitap okuma alışkanlığının yerleştiğini de söylemek olanaksız. Genellikle, toplumumuzda insanlar, kitaba tüketim listesinin en sonunda yer ayırıyorlar. Tüm bunlarla bağlantılı olarak kitap tirajları evrensel ölçülere ulaştığında, yani sosyo-ekonomik alandaki sorunlar çözümlendiğinde profesyonel yazar sayısı artacak, yazarların geçim standardı yükselecek ve yeni yeteneklerin çıkma olanağı artacaktır.
Ülkü Demirtepe | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 84 - 15 Kasım 1983