“1984” yazarı George Orwell
George Orwell’in “1984”ünün 1984’te yeniden ele alınması, tartışılması, kitaplarının taze baskılarının yapılması, hakkında yeni kitaplar çıkması beklenir bir şeydi. Nitekim böyle de oldu. Şimdi, romandaki kehânetin ne ölçüde doğrulandığı tartışılıyor. Bunun tartışılıyor ve doğrulandığı yolunda hiç değilse bazı kanıtlar gösteriliyor olması, Orwell’in bazı önemli yönsemeleri zamanında sezebildiğinin göstergesi. Gerçekten teknolojide gelişmiş ülkeler halklarını ciddî bir denetim altına almak yolunda endişe verici adımlar attılar. Orwell’in kendi gününde yaşadığı, gördüğü baskıcı devlet propagandası, beyin yıkama teknikleri, işkence birçok ülkede yürürlükte. Ama kitabın yoğun umutsuzluğu ve karamsarlığı, anlatılan “total” totaliter dünya, o kadar da haklı çıkmış değil. Bütün olumsuzluklarına rağmen, dünyamızda umuda hâlâ yer var.
Neydi Orwell’i bu yoğun umutsuzluğa iten?
Yaşadığı çağda gözlemlediği olayların hiç şüphesiz bunda payı vardı. Ama Orwell’in kendi kişiliği ve mizacı da bu karamsarlığın oluşmasında rol oynadı.
Georger Orwell, sınıfından, ulusundan ve başka birçok şeyden kendini sürgün etmiş bir aydındı. Ama o sürgüne gittiği yerde (bu “yer” somut bir mekândan çok bir manevî atmosferdir), ne tam olarak eski kişiliğinin kalıntılarından sıyrılabildi, ne de o yerin üstünde bir yeni “ortaklaşalığa” katılabildi. Böylece, hayatı boyunca yoğun bir yalnızlık içinde yaşadı.
Orta sınıf bir aileden geliyordu. İşçi sınıfından yana olmayı tercih etti. Ayrıca, çağının birçok sol radikal aydını gibi kafaca işçilerin yanında bulunup pratikte rahat aydın dünyasının lokallerinde gezinmek istemedi. Buna karşılık, kendisinin de açıkça söylemekten çekinmediği gibi, örneğin bir işçi mahallesine giden metroda insan kokusundan rahatsız olmaktan da kurtulamadı. Bu çelişki, hayatının belki başlıca örüntüsünün ipucunu verir bize.
Gençliğinde polis olarak Birmanya’ya gitmişti (aralarında Eton gibi aristokratlığıyla ünlü kurumlar da bulunan birtakım okullarda okuduktan sonra). Britanya’nın bu ülkedeki emperyalist varlığından ve kendi polislik statüsünden tedirgindi. Nitekim, bir tatilde yurduna döndükten sonra bir daha oraya gitmek istemedi ve işsizliğe, derbederliğe razı olarak istifa etti. Öte yandan, Birmanya’daki yerli halkın çaresizliğini, bilgisizliğini, uzlaşmacılığını da görüyor, onlara iyilik etmek için bile konumunun ona verdiği “otorite”yi kullanmak zorunda olduğunu görüyordu.
İspanya İç Savaşı, hayatının dönüm noktasıdır.
Orwell soyutluktan doğal bir irkilme duyan, felsefî giriftliklerden kaçan bir düşünürdü. Düşüncesinde hep sıradan sağduyuya, yazarlığında sık sık röportajcılığa eğilim göstermiştir. İspanya’da, Sovyetler’e bağlı Komünist Partisi’ni destekliyor, onların komutasındaki bir birlikte çarpışmak istiyordu. Ama kişisel bağlantıları nedeniyle, Troçkist bilinen Poum’un komutasında bir birliğe verilmişti ve anarşistlerin güçlü oldukları Barcelona’daydı. Belki de bu politik eğilimi, İspanya’daki durumu daha iyi görebilmesini sağladı. Burada ayrıntısına girmemiz gerekmeyen karmaşık bir süreç içinde, bütün radikal, liberal ve sosyalist dünya, yani İspanyol Cumhuriyetçilerinden yana olanlar, Katalonya’da Troçkist ve anarşistlerin başkaldırdığını, cepheyi bölen bir ihanet eylemine giriştiğini okudular, öğrendiler. Orada bizzat bulunan Orwell ise, durumun hiç de böyle olmadığını, iç savaşın baltalanması yolunda her şeyi yapan Komünistlerin sebepsiz saldırdığını ve savaşa başkoymuş birçok militanı yokettiğini kendi gözüyle gördü.
Böylece, Orwell, Stalinizm’e ve onda temsil edilen totaliter anlayışa, politik ikiyüzlülüğe karşı tavrını aldı.
Daha çok bilinen eserleri, “Hayvan Çiftliği” ve “1984”ü, bu olayı anlatan “Katalonya’ya Saygı” kitabından sonra yazmıştır.
Özellikle bu kitaplardan sonra Orwell, bir anti-komünist olarak tanındı. Komünist sol, onu bu nedenle lânetlerken, sağ da bu sıfatla bağrına bastı. Oysa, Orwell’in geçirdiği değişimi böyle yorumlamak yanlıştır. Orwell, başından beri inandığı değerlerden vazgeçmedi, hatta bu kitapları da o değerleri savunmak için yazdı. Çağının komünizmden vazgeçen başka yazar ve aydınları gibi sağ muhafazakâr bir çizgide doğruyu “yeniden bulmadı”. Solculuğa devam etti, ama o koşullarda bu artık Orwell’e özgü bir solculuk olmak zorundaydı. Ezelî sürgün, gene yalnız kalmıştı.
Orwell’in bu sürgünlüğü ile “Doğrucu Davut”luğu arasında önemli bir bağ vardır elbette. Ama başta dediğim gibi, kişiliğinden kaynaklanan bir yanı da vardır. Zekice yazılmış, “Hayvan Çiftliği”, nesnelliğe saygı duyan bir komünistin reddetmesi gereken doğrularla doludur.
Gelgelelim, bu alegoride halk, hayvanlarla temsil edilir: İnekler, koyunlar, tavuklar v.b. Her ne kadar iyilikleri, saflıkları varsa da olup olacakları budur.
Yönetenler ise, ya Jones gibi aşağılık insanlar, ya da onlara taş çıkartan domuzlardır.
Raymond Williams bu alegorik hayvanlarla “1984”ün “kitle”leri arasında bir bağ kurar haklı olarak. Bu romanda da kitleler “Ağabey”in diktatörlüğü altında önemli bir şikâyetleri olmadan “ot gibi” yaşayıp giderler. Düzenin dışına çıkmaya çalışan, baskının “total”liğine direnemediği için, mahvolup giden gene bir aydın, bir yalnız adamdır.
George Orwell, temel insanlık kavramından yola çıkmış bir insandı. Bu kişiliğiyle, başka pek çok çağdaş edebiyatçıdan farklı olarak politikaya karıştı ve gününün girift politik olayları arasında yoğruldu. Gene o temel insanlık kavramına uyarak, çok kişiye ve yapıya derin bir öfke duydu. Zaman zaman tutarsız, aceleci, abartmacı bir yazar da olsa, bu öfkesi sağlıklıdır. Onu “döneklik” gibi saygıdeğer olmayan bir tutuma karşı korumuştur. Savundukları genel olarak savunulması gereken, mahkûm ettikleri genel olarak mahkûm edilmesi gereken şeylerdir. Kalın çizgileri içinde hayat sürecine bakıldığında, Orwell’in bir dahi, derin bir düşünür, ince bir sanatçı olmadığı görülür. Ama dürüst bir insandır ve dürüstlüğünü sanatsallığa dönüştürmeyi başarmış bir yazardır.
Murat Belge | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 87 - 1 Ocak 1984
___________________________________________________________________________________________________________________________

1940’lardan (İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkılmış) 1984’e bakıyor Orwell. Kısa sayılabilecek 35-40 yıllık bir zaman çerçevesinde dünyanın, toplumun, partilerin, bireyin alacağı yeni durumlar üstüne tasarımlarda bulunuyor. Daha doğrusu 1940’lardaki gidişattan ileriye dönük bir şeyler çıkarıyor; bazı korkularını dile getiriyor belki de.
Neden kilometre taşını bu kadar yakına koymuş?
1984’e kadar yaşayacağını mı umuyordu?
Kitabın son sayfasında ikinci bir tarih daha veriyor: 2050.
“1984’te değilse, 2050’de mutlaka böyle olacak” mı diyor.
Yine de 1984’ü kehanet olarak değil, korku olarak görmek gerek.
1984’te dünya, üç süper devlet (Okyanusya, Avrasya, Doğasya) arasında paylaşılmıştır.
- Avrasya, Portekiz’le Bering Boğazı arasında uzanan Asya - Avrupa topraklarının tümünü kapsar.
- Okyanusya, Kuzey ve Güney Amerika, Büyük Britanya adalarından “Avustralasya”dan ve Afrika’nın güney bölümünden oluşmuştur.
- Batı sınırı oldukça değişken olan Doğasya’nın içine de Çin, Çin’in güneyindeki ülkeler, Japon adaları, Mançurya’nın büyük bir bölümü, Moğolistan ve Tibet girer.
Üç süper devletten her biri bazen ikinci, bazen üçüncüsüyle dostluk kurarak savaşa girer. Kesintisiz bir savaş hali söz konusudur. Ancak, savaş, düşmanı tümüyle yok etmek için yapılan amansız çarpışmalar değildir artık. Birbirini yok etmeye güçleri yetmeyen, önemli maddî çıkarlar beklemeyen ülkeler arasında sınırlı bir çatışma diyebiliriz buna. Üç süper devletin kapalı ekonomisinde de üretim ve tüketim arasında denge kurulmuştur; pazar kapma kaygısı sona ermiş, hammadde gereksinimi sorun olmaktan çıkmıştır. Üç devlet de atom bombasına sahiptir; ama bu bomba üçü için de yıkım getireceğinden daha önemlisi, yönetici sınıfların egemenliğini tehlikeye düşüreceğinden, artık atılmamaktadır. Yine de bomba yapımı kesintisiz olarak sürdürülür. Süreklilik kazanan savaş artık bildiğimiz savaş değildir; bir bakıma ortadan kalkmış da sayılabilir. Devletlerarası savaş bitmiş gibidir. Buna karşılık her egemen sınıf kendi uyruklarıyla savaş halindedir.
Roman kişisi Winston Smith’in yaşadığı İngiltere, Okyanusya devletinin bir parçasıdır. Yapılan bir “devrimle” iktidara gelen parti, gelişmiş teknik olanakları elinin altında tutarak, bu geniş ülkede son derece katı ve sarsılmaz bir egemenlik kurmuştur. Partinin ve varsayılmış önderin (Ağbi) yıkılmaz güçler olduğunun kitlede, özellikle de parti üyelerinde “inanç” haline getirilmesi için her araca başvurulur.
Partinin üç temel sloganı vardır:
“savaş barıştır”;
“özgürlük köleliktir”;
“bilgisizlik güçtür”.
- Her yere yerleştirilmiş tele-ekranlardan, mikrofonlardan yurttaşların her an ne yaptıkları gözlenir;
- tarih değiştirilmiştir; kişisel anıların da silinmesi için çalışılmaktadır;
- düşünce polisi her an tetiktedir;
- “yüz suçu” bile vardır: yüzdeki memnunluk, yadsıma belirtileri kovuşturulur.
- Geçmiş, partinin yeni gereksinmelerine göre sürekli olarak değiştirilmektedir.
Kendisi de parti üyesi olan Winston Smith’in sisteme karşı başkaldırışı, yıllar öncesindeki kişisel anılarını kurcalamakla başlar; bu da onu gizli bir günlük tutmaya iter. Bu arada parti üyesi Julia ile aralarında bir gönül ilişkisi doğar. Oysa her davranışları izlenmektedir. Sevişmek yasaktır. İkisi de bir kışkırtıcı düzenin kurbanı olur.
Winston Smith “Herhangi bir umut varsa, o da prollerde” diye yazar günlüğüne.
Ama Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan sınıf “bilinçleninceye kadar başkaldırmayacak, başkaldırmadığı sürece de bilinçlenemez” durumundadır.
Bireyin dayatması, otoritenin kararlılığı karşısında, kendi içindeki tutarlılığı da ancak bir yere kadar götürür. Ve Winston Smith çeşitli işkenceler sonunda boyun eğecektir. Bu yalnız dıştan bir kabul ediş değildir; zaten öyle oluş, partinin doğal bir parçası haline geliş anlamındadır. Winston Smith bir noktadan sonra sevgilisi Julia’ya karşı bile ihanet edecek noktaya getirilir. Kendisi de, zaten, parti üst görevlisi O’Brien’in dediği gibi “boş bir kabuk”tan ibaret kalmıştır. Sevgi, dostluk, yaşama sevinci, neşe, merak, cesaret, bağlılık gibi insanca duygularını yitirmiştir.
- Parti, büyük kitlelere karşı belli ölçüde duyarsızdır (yığınların görece bir düşünce özgürlüğüne göz bile yumulabilir);
- ama kendi üyeleri arasında çizgiden en ufak sapma yapanlara ayrı işlemler uygulanır;
- sadece cezalandırılmaz, sadece yok etmezler onları; yok etmeden önce çizgiye kesinkes oturmalarını sağlar; düzeltmeden yok etmez;
Winston Smith ise düzelince zaten yok olacaktır.
George Orwell, geleceğe mümkün olan en büyük bir kötümserlikle, katlanılamayacak bir umutsuzlukla bakıyor. Tekniğin, iletişimin gelişimini belirleyici kendinden bir öğe olarak görmüyor. Her şeyi siyasanın buyruğuna veriyor. Her şeyi. Hayat biçimini de.
1984 vadesini düşününce ister istemez başka bir vade de akla geliyor: 1990 vadesi.
Kişi, Marshall McLuhan’ın “1990 Değişmeleri” adlı yapıtını anımsıyor.
Marshall McLuhan da 1990’ı görmeden, üç yıl önce öldü.
Ona göre yeni hayatı elektronik, televizyon, bilgisayar belirleyecek; baskı makinesinin bulunuşuyla başlayan sanayi çağı, insanları birbirine yaklaştıracak, dünyayı küçültecek ve yeni bir hayat biçimi yaratacaktır.
1966 ürünü olan bu kitapta Marshall McLuhan “gelecek” olarak gördüğü 1990’da cinsellikte, eğitimde, evlilikte ne gibi değişmeler olacağı konusunda düşünür.
1984 geldi, 1990 kapıda.
Cemal Süreya | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 87 - 1 Ocak 1984
___________________________________________________________________________________________________________________________
Dolu dolu yaşanan, filmlerle yaşanan, nitelikli olanla, sağlıklı olanla yaşanan, görüp, izleyerek, izleyip tartışarak, duyumsayıp düşünerek yaşanan “Sinema Günleri ‘85” geride kaldı. Kimi filmde bir görüntü, kimi filmde bir ses, bir söz, kimi filmde bir tavır, kimi filmde tek bir kare, tek bir an, (yaşanmış, yaşanan ya da yaşanabilecek bir an) o filmle ilişki kurmamızı, yaşamla ilişki kurmamızı sağladı. Daha da öte, yasama sımsıkı sarılmamız gereğini vurguladı. Öyle, bencilce, yaşamdan bir pay koparabilmek için değil, sırf yaşam parmaklarımızın arasından kayıp, yanımızdan geçip gitmesin diye, sırf yaşayabilmek için, yasama sarılmamız gereğini vurguladı... Ve her filmden çıkışta, insan olduğumuz için, insan olma umudunu yitirmediğimiz için, insan olma sorumluluğu üzerine düşünmeye bir kez daha zorlandık. “Ben kimim, yaşamda ne yapıyorum, sorumluluklarımı nasıl üstleniyorum” soruları, her filmle biraz daha içimize çakıldı. “Sinema Günleri ‘85” bitti, içimize çakılanların izleri sürüyor.

Sinema eleştirmeni değilim. Kimi izleyiciler ya da eleştirmenler gibi, ben “1984”ü herhangi bir politik sistemin eleştirisi olarak görmedim. Ben o filmde, başka hiçbir filmde, hiçbir kitapta, hiçbir oyunda yaşamadığım denli güçlü bir biçimde, insanoğlunun, başka bir insanoğlu tarafindan aşağılanmasını yaşadım. İşkence, insanın aşağılanmasıysa, iki çarpı ikinin dört ettiğini yazamayan elin, söyleyemeyen dilin, aşağılanmanın bir başka boyutuna değil, boyutsuzluğuna ulaştığını, bu dipsiz uçurumun sonu olmadığını gördüm. Bir de aşkı gördüm. Onca baskıya, onca aşağılanmaya, silkilip atılacak bir toz haline getirildikten sonra, insanoğluna “seni seviyorum” dedirtebilecek gücü gördüm.
“Baskıyı ve aşkı, nasıl bunca iyi tanıyabildiniz?” Michael Radford’a sormak istediğim tek soruydu. Olmadı. Araya başka sorular, başka yanıtlar da girdi. Konuşmamızı ben, Michael Radford’un kişiliği üzerine çektikçe, o, “1984” üzerine çekti.
İşte sonuç:
“Baskıyı tanıdım, biliyorum. Mutlak politik baskı sisteminde yaşamak gerekmiyor baskıyı tanımak için, yaşamınızın çeşitli anlarında tüm benliğinize egemen olabiliyor baskı... Önemli olan güç mekanizması. Güç mekanizmasının çarkları bir kez dönmeye başladı mı, insanın kendini savunması gerekiyor... Orwell’in kitabı, biz İngilizlerin kültürünün bir parçası olmuştur. Bu kitap için, ben de dahil olmak üzere, çok kimse ‘İngilizce eğitim sistemiyle ilgili bir kitap’ derdik...”
Bir dakika. Hemen kitaba dönmeyelim... Güç mekanizmaları dediniz. Bu mekanizmalar her yerde var. Siz, Michael Radford olarak, bu mekanizmalar karşısında nasıl tavır aldınız?
“Bakın ben korkak bir insanım. Fiziksel olarak öyle güçlü falan değilim. Fiziksel olarak beceriksizim. Hani erkeklerin kimi zaman çok övündükleri erkeksi güçleri, kuvvetleri var ya, ondan nefret ederim. Kavga etmeyi, savaşmayı oldum olası sevmedim. Hatta çatışmalardan kaçmaya çalışırım. Yumruklaşamam, insan dövemem... Birileri bana hakaret ederse aldırmam. Ama, yanımdakine ederlerse o zaman çıldırırım, hemen parlarım... Çünkü insanı seviyorum. Yaşamımda insanı tanımaya çalışıyorum. İnsanı tanıyabilmem için, sözünü ettiğimiz güç mekanizmalarına da tanımam gerekiyor. Evet, benim tarım, tanımaya çalışmak...”
“Alışılagelinmiş ‘Erkek’ özelliklerine özenmediğiniz ya da özendirilmediğinize göre, nasıl bir aileden geliyorsunuz?”
“Orta sınıf bir ailedenim. Hindistan’da doğdum. Annem Avusturyalı bir Yahudiydi. Babam hükümet görevlisiydi. Birbirlerine âşık oldular ve yaşamlarını İngiliz olmaya çalışmakla geçirdiler. Benden küçük iki kızkardeşim var. İngiliz imparatorluğu nerede çöküyorsa, yaşamımızı orada geçirdik: Hindistan’da, Ortadoğu’da, Kıbrıs’ta... Aradan 40 yıl geçti, annemle babam hâlâ âşık birbirlerine.”
Anneyle babanın birbirine âşık olması, çocuklar için sonsuz bir güvencedir. Çökmekte olan imparatorluklarda bile, diye geçiriyorum aklımdan. Çocuklukta bu güvenceyi yıkan içine korku salan hiçbir şey olmadı mı?
“Oldu. Bingazi’den Londra’ya tek başıma yollandım. O zaman uçuş 18 saat sürüyordu. Altı yaşındaydım. Çok korkuyordum ve kendimi yapayalnız hissediyordum. Bir yıl boyunca ailemi görmeyecektim. Yatılı okula kapatılmıştım... Yatılı okulu ancak vahşet, zulüm gibi sözcüklerle anlatabilirim. İngiliz eğitim sistemi gereği öyleydi. Bu vahşete karşı durabilmek, ya da bu vahşet karşısında yok olmamak için, insanın, yani çocuğun çok güçlü olması gerekiyordu.”
İngiltere’deki eğitim sisteminin acımasızlığı, sertliği, sıkılığı Michael Radford’u küçük yaşlardan başlayarak etkileyecek bir baskı ögesi olmuş.
“Baskıdan da öte... İngiltere’de öyle her zaman açıklayamadığımız bir gelenek var. 17., 18. yüzyıldan kaynaklanan bir radikalizm geleneği. Bu gelenek, ne yapıp yapıp, ideolojiyi bir araç olmaktan çıkarıyor ve amaca dönüştürüyor. Oysa bence ideoloji amaç değil, araç olmalı. Yaşama biçimini, düşünce biçimini oluşturan bunlara yön veren bir araç. Kanımca Orwell de buna inanıyordu.”
Orwell’e geçmeden yine sizden konuşalım. Gençliğinizde İngiliz eğitim sisteminin baskısını yaşadınız. Sonra...

25 yaşındayken İngiliz Ulusal Film Okulu’na giren Michael Radford, 4 yıl sonra bu okulu bitirecek ve çeşitli belgesel filmler çekmeye başlayacaktı. Neden belgesel? “İnsanoğlunu tanımamda sonsuz yararlı oldukları için” diye geliyor yanıt. Bu insanı tanıma çabasında önceleri bol bol dini belgeseller çektiğini duyunca şaşırmadan edemedim.
“Dindar olmak isterdim ama dindar değilim. Neden yaptım bu dini belgeselleri? Önce dindar olmadığım için sonra da dindeki paradokslar yüzünden: Din, bir yandan insanın kendi kendini ifade edebilmesinin bir yolu, öte yandan da sonsuz kısıtlayıcı. Bu iki özelliğin çatışması ilgimi çekti. Ama belki de bu filmleri çekmemin asıl nedeni, dinlerin, geleneği oluşturmadaki rolüydü. Bir sürü çelişkiyi bu filmleri yaparak, insanı tanımaya çalışarak aradım.”
Michael Radford gerek dinsel, gerek toplumsal ve kültürel belgesellerini televizyon için gerçekleştirdi. Alışageldiğimiz belgesellerin dışında olduklarına inandığı bu belgeseller için sanatçı “kişisel belgesel” terimini kullanıyor.
“Televizyon için çektiğim sayısız belgesel filmde, hiçbirinde yorum ya da anlatı yoktu. Hiçbir açıklama yapmıyordum. Hiçbir şey anlatmıyordum. Yalnızca gösteriyordum. Diyelim Güney İtalya’daki bir yöreyi ya da İskoçya’daki bir çiftçiyi gösteriyordum. Bırakıyordum, gördüklerinden izleyici kendi yorumunu kendi yapsın, kendi anlamak istediklerini, kendi seçsin. Öğretmen değilim ki, ders vereyim... Çoğu kez yer adı da vermem, zaman da belirlemem. Amacım, izleyicinin duygularına ve düşüncelerine etmek değil... Biliyorsunuz televizyonun tek amacı, her an bize kendi istedikleri gerçekleri kabul ettirmek. Haber programı diye adlandırdıkları şey, dünya budur, doğru olan budur’ demekten öteye geçmiyor. Televizyonların her anı, egemen güçlerin, geniş halk kitleleri için seçtiklerini zorla bize kabul ettirmelerinden başka bir şey değildir... Siz hiç yeryüzü televizyonlarında bilmiyorum, anlamıyorum’, diyen birine rastladınız mi? Ben rastlamadım. Daha böyle biri çıkmadı.”
“Bilmiyorum, anlamıyorum” demek, Michael Radford’un çekindiği kaçındığı bir şey değil. Çünkü, bilinmeyenin peşinden koşuyor, çünkü, kuşkuyu, şüpheyi seviyor, tıpkı yanıtlardan çok sorular sevdiği gibi...
“İnsanlar genellikle kuşkudan uzak durmaya çalışıyor. Daha kolay olduğu için, sorumluluk almayı önlediği için... Oysa ben kuşkuya bayılıyorum. Kuşku olduğu an içimizde, sorumluluk almaya başlıyoruz, seçimlerimizi ona göre yapıyoruz. İnsanoğlunun özgürlüğü için seçim yapmak, kuşku duymak, sorumlulukları üstlenmek kaçınılmaz.”
İnsanoğlunun özgürlüğü sözüyle birlikte yeniden “1984"e döneceğimizin endişesi içinde, (ama galiba zaten “1984” filminin dışında hiçbir şey konuşmuyoruz.) telaşla araya sıkıştırdım:
İlk uzun metrajlı filminiz ‘Bir Başka Zaman, Bir Başka Yer’ yine insan özgürlüğüyle ilgili bir aşk filmiydi... Bence “1984’te de aşkın çok önemli bir yeri vardı... Bir tanımlama peşinde değilim ama, aşkın yaşamda, yaşamınızdaki yerini, önemini merak ediyorum...
“Aşkın çeşitli biçimleri, varoluş biçimleri var. Benim için aşk bir tutku, bir gereksinme... Yaşamdaki en önemli şey... Onsuz edilemeyen bir şey. İnsana sonsuz güç veren bir oluşum. Belki aşkın en yakın tanımını şöyle yapabilirim: Aşk, insanın yaşadığı dünyayı aydınlatan bir ışık diyebilirim. Ben bir zamanlar âşık olduğum, ya da birlikte yaşadığım tüm kadınları hâlâ seviyorum. Çünkü onlar aracılığıyla yaşamın bir parçası oldum. İnsan sevdiği bir insandan ayrılsa bile, aslında ayrılmıyor, çoğalıyor... Her şeye karşın, ne olursa olsun, insanın kendini tümüyle bir başkasına verebilmesi, hayattaki en güzel şey... Belki aşkla ilgili bütün bu düşündüklerim bir illüzyon, belki bir aldatmaca... Ama sanmıyorum... Yok yok aldatmaca değil. Bu böyle, böyle olduğuna inanıyorum.” (Hem beni, daha çok da kendini inandırmak için olsa gerek, birkaç kez yineledi şu son cümleleri Michael Radford.)
39 yaşında olan sanatçı, kendini halen çok genç hissettiğini, gençliğini uzatmaya çalıştığını belirtiyor ve “sinemada olgunlaşmak çok zaman alıyor” diye ekliyor. “Yaptığım her filmin beni biraz daha olgunlaştırdığına inanıyorum, en çok da 1984’ün” dedikten sonra artık kaçınılmaz olarak yalnız ve yalnız bu filmden söz ediyoruz:
“Demin aşktan söz ediyorduk. Bu filmdeki aşk sahnelerini soğuk bulanlar oldu. Bence hiç değildi... Bu filmin politik bir film olduğunu, belli bir politik sisteme karşı çıktığını da söyleyenler oldu. Bence bu da çok yanlış bir görüş. Filmim herhangi bir sisteme karşı değil,genelde her tür baskıya ve totalitarizme karşı... Ben, politik değil, psikolojik bir film yapmak istedim. Orwell’in eseri fütürist bir bilim kurgu filmiydi. Ben, natüralist doğalcı bir kurgu bilim filmi gerçekleştirmeye çalıştım. Bunu yaparken de romandaki kişilerin psikolojik yanlarını ön plana çıkardım.”
“Bir Başka Zaman, Bir Başka Yer” filmini çok kısıtlı olanaklarla gerçekleştirdiğini, buna karşı 1984’te “büyük prodüksiyon” nitelikleriyle çalıştığını belirten Radford, “Büyük prodüksiyonlarda sorumluluk işin örgütlenmesinde, yoksa yalnızca yönetmende değil... Bundan böyle büyük prodüksiyonlara pek yanaşmayacağıma inanıyorum” diyor.
“1984 filmini, 1984’te gerçekleştirmek önemliydi. Roman zaten kültürümün bir parçasıydı. Üzerinde oldum olası düşünmüştüm. 1983’ün Ekim ayında prodüktörlerle konuştum, üç haftada senaryoyu yazdım, iki haftada parayı buldum. Ve 1984’te film ortaya çıktı... Çalışma süresince tüm oyunculardan çok büyük yardım gördüm. Richard Burton, şahane bir insan, birlikte çalışmaktan büyük tad alınan bir insan. Rolünü severek, benimseyerek oynadı. John Hurt ise, günümüzün en olağanüstü oyuncularından biri. Onun yüzüne bakınca, taa içinden geçenleri görebiliyorum...”
Bu konuşmamızdan birkaç dakika sonra, Michael Radford, “Altın Lale” ödülünü alacak, bu ödülü “Türk sinemasının özgürlüğüne ve gücüne” adayacaktı.
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 120 [119 yazılmış] - 15 Mayıs 1985