«Erkekler Erkek Olmanın,
Kadınlar da Kadın Olmanın Ne Demek Olduğundan Habersizler»
Danimarkalı kadın yazar Suzanne Brogger’in ilk kitabı olan “Bizi Aşktan Koru” ülkemizde ikinci baskısını yaptı.
Yakın bir geçmişte yazdığı “Tone” adlı epik şiir kitabıyla Danimarka Akademisi’nin “Laureate Prize” ödülünü de kazanan Brögger ile
Christopher Mosey’in “Scanorama” dergisinin Haziran 1983 sayısı için yaptığı söyleşiyi sunuyoruz.
“Bizi Aşktan Koru” 1973 yılında, yani siz 29 yaşındayken basılmıştı. Kitabınız bugüne kadar 13 dile çevrildi.
Ama ilk kez ülkenizde yayınlandığında, edebi çevrelerde büyük bir şok yaratmıştı...
Öyle. Hatta birçok gazete kitap üzerine herhangi bir şey yazmayı reddetti. Geçen gün benimle röportaj yapmak isteyen bir gazeteciyle telefonda konuştum. İlk kitabım hakkında yazı yazmadığı için özür diledi ve “Okuyamadım” dedi, “Öylesine iğrenmiştim ki.”
Bence kitabın bugün de taze bir havası var. Gerçek bir isyanı dile getirdiğine inanıyorum. Hemen modası geçiveren türden bir kitap olmaması da beni sevindiriyor. Bu yakınlarda kitap Türkiye’de de basıldı ve büyük bir başarı kazandı, kitaba ilişkin yazıların kupürleri elime geçiyor.
Yanılmıyorsam, “Ailenin Çöküşü” konulu uluslararası bir seminere katılmak için Paris’e gitmiştiniz.
“Bizi Aşktan Koru”nun “yeraltı” basımı da o sırada yapıldı.
Evet, ikisi aynı zamana rastladı. Bu yeni “yeraltı” basımına bir giriş de yaptım. Yoluma her çıkışlarında, hem kendimi, hem de gerçeği yeniden yazmak zorunda kalıyorum.. Kim olmaya gereksinimim varsa o kişi olmak için yapmam gereken her şeyi yaptım. Bunları yazdım o girişte.
Bir de, İncil’den alıntı var:
İşte bunun için, ağlayıp uluyacağım
Bunun için soyunup döküneceğim de.
Bir ağlama koparacağım, ejderhalar gibi
Ve, bir baykuştan farksız, yas tutacağım.
Yapıyorsunuz da. “Bizi Aşktan Koru”da, Bertolucci’nin, tıpkı sizin kitabınız gibi çeşitli tartışmalara yol açan “Paris’te Son Tango”suna dayanan bir cinsel tavır incelemesinden yola çıkıyorsunuz. İkinci yazıda ise, çekirdek ailenin çöküşü üzerine “acı” olarak nitelendirebileceğim bir yorum getiriyorsunuz.
Evet, bu yorumla da, yetişiminin kısırlığını açığa vuruyorum. Ben sıradan, ölü bir orta sınıf ailesinin çocuğuyum. Çekirdek aile konusundaki kendi umutsuzluğum, çocukluğumu mutsuz bir aile içinde geçirmiş olmama dayanır. Üstelik annemle babam, ikisi de, mutsuz ailelerden geliyordu. Annemle babamın arkadaşlarının aileleri de mutsuzdu. Kendi arkadaşlarımın çoğunun ailesi de mutsuzdur.
Bugüne kadar hiçbir çekirdek ailenin evine ayak basıp da kendi kendime “İşte ben aslında böyle bir yerde yaşamak isterdim” dediğimi hatırlamıyorum. Her seferinde kendi kendime “Olamaz böyle şey” diye düşünmüşümdür.
“Özel yaşantı”nın ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyorsunuz. Niçin?
Basın, skandal peşinde koşarken duygularımızla oynayıp onları sansasyonel hale getirince, yaşamlarımız birden özel bir nitelik kazanıyor ve yapayalnız kalıyoruz. Özellik adına kişisel yaşamın çarpıtılmasından hoşlanmıyorum. İşte bunun içindir ki “özel yaşantı”nın ortadan kaldırılmasını istiyorum.
Kitabınızın en çok eleştirilen bölümü, Özbekistan’da nasıl tecavüze uğradığınızı anlatan bölümdü.
Kitaba böyle bir bölüm koymayı neden uygun buldunuz? Bu özel bir şey değil mi? [!]
Ben bu bölüme, “on perdelik bir ahlak oyunu” diyorum. Bu bölüm yüzünden çeşitli saldırılara uğradım. Hatta iş, birçok basın mensubu, anlattıklarımı iğrenç olarak nitelendirerek, böyle şeyler yazan birisinin gazeteci olamayacağını iddia etmesine kadar vardı. Bu bölüm yüzünden bana olmayacak mektuplar yazanlar, telefonlarda çeşitli tekliflerde bulunanlar oldu. Bazı erkekler gelip kapıma kadar dayandı. Ama bu tecavüz olayının “özel” olduğu için kitaba konmaması düşüncesine katılmıyorum. Seks, aynı zamanda politika demektir. Onun için de, bu şekilde anmak artık yalnızca özel bir konu sayılmaz. Bize yabancı gelse de.
İlk kitabınız çıktığında, Danimarka’da size “Dişi Henry Miller” adını da taktılar.
Miller kitabınızın İngilizce baskısına bir yazı yazarak sizi övdü.
Sonra da California’ya gittiğinizde kendisi ile görüştünüz. Cinsellik hakkında konuştunuz mu?
Henry Miller, kendisi ile görüştüğüm zaman 80 yaşını geçmişti. Düşünemeyeceğiniz kadar nazik bir insan ve insanı dinlemesini çok iyi biliyor. Hayır cinsellikten söz etmedik. Onun gözünde ben genç bir yazardım. O ise, yazarların birbirine yardım etmesinin âdet olduğu bir gelenekten geliyor.
Felsefi açıdan kimlerden etkilendiniz?
Çocukluğumun büyük bölümünü Uzak Doğu’da geçirdim. Üvey babam Dünya Sağlık Örgütü’nde çalışıyor ve orada görevliydi. Tayland ve Kolombiya’da okula gittim. Sanıyorum felsefi açıdan, Buda’dan çok etkilendim.
Kopenhag Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra hiçbir gazeteye bağlı olmadan serbest çalışmaya başladınız. Nerelere gittiniz?
Filistin kamplarına gittim. Hem mültecilerin, hem gerillaların kaplarına. Ve Ürdün’de bu kamplar hakkında yazılar yazdım. Sonra Sovyetler Birliği’ne gittim, işgalden hemen önce de Afganistan’a. Savaş sırasında Güney Vietnam’a, savaştan sonra Hanoi’ye gittim.
İlk iki kitabınızın yol açtığı tartışmalar henüz durulmuşken üçüncü kitabınız “Créme Fraiche”, yeniden size suçlamalar yöneltilmesine yol açtı.
Sizi “gizli ilişkileri” açıklamakla suçladılar.
“Créme Fraiche”, yalnızca benim yaşamıma ve serüvenlerime ilişkin ayrıntıları sergileyen bir kitaptı. Herkes bu kitaba “İtiraflar” gözüyle baktı. Ben bu sözden hiç hoşlanmıyorum. Sanki utandığımız bir şey yapmış da kendinizi temize çıkarmak istiyormuşsunuz gibi. O sıralar epeyce patırtı çıktı, oysa biliyorsunuz, ben aslında kimsenin adını vermemiştim. Sanırım ki, birçok kimse, bunların arasında Danimarka toplumunun önde gelen kişileri de vardı, kendilerini tanıyınca, şok geçirmiş rolü yaptılar ama, içten içe de gururlandılar.
Altıncı ve son kitabınız “Tone”, size bir ödül kazandırdı. Danimarka Akademisi sizi onurlandırdı.
Ulusal Kitapçılar Birliği de ödül verdi. Bu kitabınızın kahramanı olan Tone Bonnen Kopenhaglı bir şapkacı.
Nasıl bir insan bu Tone?
Öyle tanınan biri değil canım. Ben onu dostlarım vasıtasıyla tanıdım. Aslında pek yakından tanıma fırsatını da elde edemedim. Bir kelebek gibi oradan oraya koşuştururdu. Uzun uzadıya ilk konuşmamız o ölüm döşeğindeyken oldu. Bazen geceleri yanında oturur, onu beklerdim. Öldüğünde 64 yaşındaydı. Ve o sırada da, onun hakkında bir şeyler yazacağım aklımdan bile geçmiyordu.
Cinsiyeti bellisiz yeni bir insana özgü yeni bir çağın doğuşunu müjdeliyorsunuz.
Nasıl bir insan olacak bu ve neden böyle bir yeni çağ?
Biz şimdi tam anlamıyla bir geçiş dönemi yaşıyoruz. İki hükümdarın yönetimi arasında kalan, başsız saltanat dönemleri gibi. Olanaklarımıza uygun düşen yaşam biçimlerini henüz bulamadık. İnsanlar duygularına uyacak yeni bir şey yaratma savaşındalar.
İleriye doğru büyük bir sıçramanın eşiğindeyiz. Bunun gözümüzle görebileceğimiz bir belirtisi de, cinsiyetlerdeki değişim. Bu durum, akılları karıştırıyor ve insanlara acı veriyor. Ama bugün kadınlarla erkeklerin kim olduklarını bilmedikleri de bir gerçek. Yalnızca cinsel rollerden söz etmiyorum. Bulaşığı kim yıkayacak, yastık kılıflarını kim değiştirecek gibi. Ben diyorum ki, bugün erkekler erkek olmanın ne anlama geldiğinden, kadınlar da kadın olmanın ne demek olduğundan habersizler.
Genel bir şaşkınlık var, çünkü cinsiyetler değişiyor. Tüm enerjimizi cinsel ayrıma verdiğimiz için de, bizzat insanlığın değişmesi gerekiyor. Belki de silahlanma yarışı gerçekte o denli kötü bir şey değil [!]. Belki de ileriye doğru zihinsel sıçramaya bu yarış neden olacak. İnsanlar o kadar tembel ki, adamakıllı paçaları sıkışmadıkça, eski inançlarına ve dogmalarına sıkı sıkıya bağlı kalmayı sürdürüyorlar. Belki de yeni bir insan ancak var olma savaşının tam eşiğinde ortaya çıkacak.
Peki nasıl birisi olacak bu ‘yeni insan’? Nasıl yaşayacak?
Yemeği kim pişirecek, ya da diş fırçası paylaşılacak mı gibi pratik ayrıntılara girişemem. Ama komün, bugün Danimarka’da hâlâ yaşıyor. Hem de çok canlı bir biçimde. Tutarlı bir birim olarak “çift” artık bitti. Onu kendi yapısında var olan bencillik ve tecrit olma eğilimi yok etti.
Biliyor musunuz, insan eğer başka herkese karşı sadakatsizlik gösterecekse, bir tek kişiye karşı sadık kalmak benim için bir anlam taşımıyor.
Türkçesi: Sevin Okyay | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 76 - 15 Temmuz 1983