Yayınevlerinin İstanbul ve Ankara çıkartması!
Kasım ayının ilk günleriyle birlikte, iki büyük kentimizde kitaba ve okumaya değgin iki önemli olay yaşanacak.
İstanbul’da, 2-10 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 4. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı ile
Ankara’da, 2-17 Kasım tarihlerinde Cumhuriyet Kitap Kulübü’nce düzenlenecek 2. Ankara Kitap Şenliği...
TÜRKİYE’DE KİTAP FUARLARININ TARİHÇESİ
İlk kez 1982 yılında gerçekleştirilen Tüyap İstanbul Kitap Fuarı, tüm olumsuz koşullara ve araştırma sonuçlarına karşın oluşturulan yürekli bir girişim olarak, Türkiye’deki kitap fuarları geleneğinin bir öncüsü oldu. Fuar öncesinde yapılan bir kamuoyu araştırması, Türkiye’de ticari amaçlı bir kitap fuarının açılamayacağı şeklindeydi. Araştırmada, toplumumuzun ancak onbinde sekizinin kitap okuduğu ve böyle bir fuara ilgi duyabileceği saptanmıştı. 5 binlerde dolaşan yıllık kitap baskı sayısı, son beş yılda (1977-1982 arası) tam 16 misli artan kâğıt fiyatları olumsuzlukların öteki uzantılarıydı. Yayınevleri arasında bile, okurların fuara ilgi göstereceğine inananların oranı yüzde 10’du. İlk fuar bu koşullarda gerçekleştirildi. Güçlükle ikna edilebilen 28 yayınevi katıldı. Ancak sonuç, tüm tahminleri, tüm araştırma verilerini yalanladı. 9 gün içinde 80 bin insan fuarı gezmiş, katılan yayınevleri bir sonraki fuar için, daha ilki bitmeden sözleşme imzalamak için sıraya girmişlerdi.
Aslında TÜYAP’ın bu ilk fuarı, Türkiye’de kitap fuarı diye nitelenebilecek ilk kitap sergisinden tam 50 yıl sonra gerçekleştirilmişti.
1932 yılı Ağustos ayında Atatürk’ün buyruğuyla İstanbul Üniversitesi bahçesinde açılan “Kitap Panayırı” bu konuda ilk düzenlemeydi.
Bugün dünyanın en önemli kitap fuarı olan Frankfurt Kitap Fuarı’nın bile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başladığı düşünülecek olursa, 53 yıl önceki bu alçakgönüllü girişimin anlamı daha iyi ortaya çıkıyor. Ancak, bugün Frankfurt Fuarı 40. yıldönümünü kutlarken, biz 50 yıl sonra ikinci fuarımızı gerçekleştirebilmişiz.
TÜYAP’ın ilk fuarını gezen 80 bin kişi, 40 milyon liralık kitap aldı.
Fuar ardından yapılan araştırmalarda,
fuarı gezenlerin yüzde 72’sinin 30 yaşın altında,
yüzde 88’inin ise lise ve dengi okul mezunu olduğu,
en büyük meslek grubunu ise yüzde 54’le öğrencilerin oluşturduğu saptandı.
1. Kitap Fuarı’nı gezen okurların yüzde 70’i kitap satın almış,
yüzde 3,4’ü de toptan sipariş vermiş.
Fuara ucuz kitap almak için geldiklerini belirtenlerin oranı ise yüzde 3,3 olarak belirlenmiş.
Fuarı gezen kadınların oranı da oldukça yüksek: Yüzde 35,6.
●
İlk fuarın yüreklendirmesiyle, ikinci fuar,
1983 yılında, daha genişletilmiş bir alanda düzenlendi.
Bu kez, 76 yayınevi katıldı.
9 günde fuarı gezenlerin sayısı ise 200 binlere dayandı.
Fransız yazar Roger Garaudy’nin de katıldığı bu fuarda, 300 milyon lirayı aşkın kitap satıldı.
Yine bazı araştırma sonuçları:
Fuarı izleyenlerin yüzde 70’i kitap almış, tıpkı bir yıl önceki gibi.
Tek kitap alanların oranı yüzde 12,9.
İki-üç kitap alanlar yüzde 33.
Kitap alanların yarıdan çoğu ise 4 tanenin üzerinde kitap almayı yeğlemiş.
İlginç bir veri daha: İkinci İstanbul Kitap Fuarı’nda ortalama her kişi 7 kitap almış.
İlk fuarla ikinci arasındaki en önemli farklılık, ziyaretçiler arasında ev kadınlarının oranındaki yüzde 1,7’den yüzde 5,5’e gözlenen artış.
İkinci ve üçüncü kitap fuarlarının ardından, ziyaretçilerin fuara geliş nedenlerini belirleyen araştırma sonuçları da çıkıyordu ortaya. Buna göre, bütün kitapları bir arada bulduğu için fuara gelenler yüzde 43,2’lik bir oranla başı çekiyordu. Değişik kitap tanıtıldığı ve kitap sevgisi aşıladığı için, piyasada olmayan kitapları da fuarda bulabildiği için, tüm yayınevlerini bir arada görebildiği için fuara gelenlerin sayısı ise azımsanmayacak oranlardaydı. Fuarlar bir başka işlevi de yerine getiriyorlardı. Okurlarla yazarların tanışmasını sağlamak, imza günleriyle okur-yazar arasında bir iletişim kurmak.
Yazarlarla görüşme olanağı bulmayı fuara gelme nedeni olarak kabul edenlerin oranı ise yüzde 9,9’du.
4. TÜYAP İSTANBUL KİTAP FUARI
2 Kasım’da başlayacak ve 10 Kasım’a değin sürecek olan 4. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’na 76 yayınevi katılacağını açıkladı. Aslında, talep daha çok ama, fuar yöneticilerinin belirttiklerine göre, fuar alanının olanak vermemesi nedeniyle, bu taleplerin tümü karşılanamamış. Fuara katılan 76 yayınevinin 60’ı bundan önceki fuarlara da katılmış. 16 yayınevi ise ilk kez fuara katılıyor. 19 yayınevi ise, geçen yıl katıldıkları halde, bu yıl, ya yayını durdurduğu, kapandığı için, ya da elinde yeterli yayın sayısı bulunmadığı için fuara katılamayacağını açıkladı. Fuara katılmayan yayınevleri arasında, geçen yıllarda yayınları çok ilgi gören Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu da var. İlgililer, bu kurum yöneticilerinin hangi gerekçeyle fuara katılmadıklarının öğrenilemediğini belirtiyorlar.
4. Kitap Fuarı’ndaki bir başka değişiklik, fuara giriş ücretlerinde. Anımsanacağı gibi, geçen yılki fuara girişte öğrencilerden 100 lira, öteki ziyaretçilerden 300 lira alınmıştı. Fuar yöneticileri, yayın dünyamızın içinde bulunduğu koşulları ve ekonomik olanakları düşünerek, bu yılki fuara girişte, öğrencilerden, öğretmenlerden, yazarlardan, gazetecilerden ücret alınmamasına, öteki ziyaretçilerden 100 lira giriş ücreti alınmasına karar verdiler.
Geçen yılki fuarlarda yapılagelen kitap imza günleri ise, bu yıl, söyleşi günleri olarak yer alacak. Açıklanan programa göre, fuarda her gün bir yazar, söyleşi köşesinde okurlarına önceden belirlenen konuda kısa bir söyleşi yapacak, daha sonra da okurlardan gelen soruları yanıtlayacaklar.
- 2 Kasım’da İlhan Selçuk “Çağdaşlaşma”,
- 3 Kasım’da Aziz Nesin “Yine Gülmece”,
- 6 Kasım’da Yavuz Bahadıroğlu “Romanda Tarih Şuuru”,
- 7 Kasım’da Oktay Akbal “Hiroşimalar Olmasın”,
- 8 Kasım’da Çetin Altan “Uygarlıktaki Değişimler”,
- 9 Kasım’da Uğur Mumcu “Araştırmacı Gazetecilik”,
- 10 Kasım’da Nadir Nadi “Atatürk” konularıyla bu söyleşilerin konuğu olacaklar.
Bu yılki fuara, iki de yabancı konuğun katılması bekleniyor:
Ünlü Sovyet ozanı Yevgeni Yevtuşenko ile Batı Alman edebiyatının genç temsilcisi, yazar Angelika Mechtel.
Henüz hiçbir kitabı dilimize çevrilmemiş olan Mechtel’in, fuara hangi amaçlarla çağrıldığı pek belirgin değil.
Bu yıl fuarda, bir de eski kitap müzayedesi yer alıyor. Librairie de Pera Kitabevi’yle TÜYAP’ın ortaklaşa düzenleyecekleri müzayede 9 ve 10 Kasım günlerinde yapılacak. Müzayedede, gerek sahafların getireceği, gerekse okurlardan gelecek değerli eski kitaplar açık artırma suretiyle satılacak.
Müzayedede konulacak kitaplar arasında, Türkiye’de ilk basılan kitaplar olan,
- İbrahim Müteferrika’nın 1729’da bastığı “Naima Tarihi” ile
- “Vankulu Lügatı”, 1840 tarihli Moskova baskısı,
- Fransızca-Arapça-Türkçe ilk karşılaştırmalı sözlük olan “Hançeri Lügatı”,
- Mustafa Kemal Atatürk’ün söylevinin milletvekillerine dağıtılan ilk nüshalarından “Nutuk”un birinci baskısı gibi kitapların bulunduğu belirtiliyor.
2. ANKARA KİTAP ŞENLİĞİ
Kitapla ilgili öteki önemli olay, Cumhuriyet Kitap Kulübü’nce 2-17 Kasım tarihleri arasında, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilciliği’nin alt katında düzenlenecek olan 2. Ankara Kitap Şenliği.
177 yayınevinin 7 bin kadar kitapla katılacağı sergide,
kitaplar, öteki fuarlara farklı bir anlayışla, türlerine göre bölümlendirilerek okura sunulacak:
Roman-Öykü,
Şiir,
İnceleme-Araştırma,
Eğitim,
Çocuk,
vb...
Şenlik süresince, okurlar indirimli olarak kitap alma olanağını bulacağı gibi, her gün saat 16.00-20.00 arasında yazarlarla söyleşi yapabilecek ve kitaplarını imzalatacaklar.
16 gün süresince düzenlenecek bu imza ve sohbet toplantılarına 26 yazarın katılacağı açıklandı.
Bu yazarlar şunlar:
Muzaffer İzgü,
Ahmet Erhan,
İlhan Selçuk,
Nazlı Eray,
Uğur Mumcu,
Talip Apaydın,
Nadir Nadi,
Ali Yüce,
Yalçın Küçük,
Ayla Kutlu,
Aziz Nesin,
Bekir Yıldız,
Oktay Akbal,
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu,
Cahit Külebi,
Erhan Bener,
Haluk Gerger,
Mehmet Eroğlu,
Erbil Tuşalp,
Behçet Aysan,
Füsun Özbilgen,
Azime Korkmazgil,
Rıfat Ilgaz,
Mahmut Tali Öngören,
Özdemir İnce,
Yalçın Pekşen.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 131 - 1 Kasım 1985
_______________________________________________________________________________________
“Niçin okumuyoruz?” diye soruyorsunuz. Niçin okuyalım? Lise ve üniversite bitirenlerin bile işsiz kaldığı, mimar ve mühendislerin turistik kasabalarda meyhanecilik yaptığı bir toplumda okumanın ne yararı var? Okumuş babasının 40-50 bin liraya süründüğünü gören çocuk ne diye okumaya heves etsin?.. Eskidenmiş o... Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde okuyan kişi mutlaka bir baltaya sap olurdu. Batı uygarlığına yönelişin bu ilk dönemlerindeki aydınlarda okuyup kendini yetiştirmek bir tutku halini almıştı.
Ziya Paşa, “Hârâbât” adlı antolojisinin önsözünde: “Cihanı anlamak istersen, Avrupa dili öğrenmeli. Orada fenler ilerlemiş, öğrenmekten çekinme. Onları bol bol çevri ki, ulusun yararlansın. Sanatlarını ve bilimlerini al, kötülüklerini ve törelerini bırak...” demişti. Resim dairelerde, yazı işlerinin görüldüğü yerlere “kalem”, orada çalışanlara “kalem efendisi” ya da “kâtip” (yazan) denmesi ayrıca dikkate değer. Memurluğun en alt düzeyindeki kâtipliğin bile toplumda saygınlığı vardı. “Kâtibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır” diye türküler bile düzenlenmişti. Yine o dönemde çayhane ve kahvehanelerin yanı sıra, “kıraathane”ler (okuma evi) açılmıştı. İçilen bir çay ya da kahve karşılığında gazete ve dergiler okunabilirdi. Münif Paşa’nın çıkardığı “Mecmua-i Fünun” (1862-1867) dergisinde, Divanyolu’ndaki bir kıraathaneye gelen gazete ve dergilerin adları bildirilmiştir. Benim yetiştiğim yıllarda, Ankara Caddesi’ndeki “Meserret Kıraathanesi” ile Cağaloğlu’ndaki “İkbal Kıraathanesi” bunların son kalıntıları idi. Kimi yazarlar (Osman Cemal, Mahmut Yesari, Orhan Kemal, v.b.) öykü ve romanlarını bile oralarda yazarlardı.
Her şeyin parayla ölçüldüğü bugünlerde kitap o kadar uzaklaşmış ki, birkaç yayınevi birleşip, “Ktabı geri getirelim” diye bir kampanya açtılar. Nasıl geri getirecekler bilmem... Hani bir söylem vardır: Halkevi’nda verdiği bir konferansta içkinin zararlarını anlatmaya çalışan bir Yeşilay üyesi şöyle demiş:
“Bir eşeğin önüne bir kova su ile bir kova rakı koysanız hangisini içer? Suyu değil mi? Neden?”
Arka sıralarda oturan bir külhanbeyi seslenmiş: “Eşekliğinden!”
Bugün, para yerine kitabı yeğleyenlere de eşek gözüyle bakılmaktadır.
Artık, bilim ve sanat üretecek yerde para üretmeye çalışıyoruz.
Evet, “Kitabı geri getirelim”. Geri getirelim ama, geri gelen kitabı -eğer gelirse- ne yapacağız? Duyduğumuza göre, büyük bir ilimizdeki ilkokullardan birinde çocukların çantalarındaki ders kitapları dışındaki kitaplar toplanıp, okul bahçesinde törenle yakılmış. Bir yayınevinin mahkemece aklanan 133 kitabının devlet eliyle “imha” edildiğini gazetelerde okuduk. Kültür ve Turizm Bakanlığı, kendi bastırdığı birtakım kitapları kâğıt fabrikasına gönderip, kâğıt hamuru yaptırmış. Turizm işletmeciliği para getirir olduğundan, Kültür ve Turizm Bakanı’nın, kültür işlerini bir yana bırakıp, tatil sitelerinde “üstsüz”ler arasında “inceleme”ler yapmaya giriştiğini gazetelerdeki haberlerden ve fotoğraflardan öğrendik.
“Kitabı geri getirelim”. Bunun hiç de kolay olduğunu sanmıyorum. Üzerlerinde “tehlikeli madde” diye yazan akaryakıt tankerleri gibi tehlikeli madde gözüyle bakılan yurttaş ne diye alsın? Dertsiz başını ne diye derde soksun? Aldığı kitap günün birinde “yasak yayınlar” sayılırsa? Bugüne değin listesi basılmış değil ki, hangisi yasak hangisi değil bilsin. Sait Faik’in “Medar-ı Maişet Motoru” adlı romanının yasak yayın olduğunu biliyor muydunuz? Nereden bileceksiniz! Bir zamanlar “Larousse” sözlüğünün bile suç kanıtı sayıldığını tutuklananlardan duymuştuk. Tutuklu kişi, bunun “Rus” ile ilgisi bulunmadığını, kendisinin “antikomünist” olduğunu söyleyince, “Ben anti manti bilmem; komünistsin ya ona bak!” yanıtını almış. On beş yirmi yıl önce Yakup Kadri’nin edebiyatla ilgili bir makalesini okumak için Milli Kütüphane’den “Kadro” dergisini istemiştim, bunun “yasak yayın” olduğunu bildirmişlerdi; bir gün de, Fuzuli’nin Arapça divanının tıpkıbasımını görmek istemiştim, o da “yasak”mış. Fuzuli de yasak. Azerbaycan’da basıldığı için yasakmış... Ne yapalım ki, Fuzuli de Azeri’dir...
Öyleyse ne okuyalım? Bir tek yol kalıyor: Yöneticilerimiz neyi okuyorlarsa, biz de onu okuyalım. Gazetelerden öğrendiğimize göre, Başbakanımız “Red-Kit” okumayı severmiş. Biz de onu okursak, başımız belaya girmeyecek demektir. Fransız Cumhurbaşkanı Fransızcaya çevrilen Yaşar Kemal romanlarını okurmuş; bizimki de Fransızcadan çevrilen “Red-Kit” öykülerini okuyor. Bir kültür alışverişi yapıyoruz demek ki...
“Niçin okumuyoruz?” Bunun, yukarıda değindiğimiz siyasal nedenleri yanında eğitsel nedenleri de var elbette. Eskiden beri uygulanagelen edebiyat programları, çocuğu edebiyata ısındırmak için değil, soğutmak için hazırlanmış gibidir. Öğrencinin hiç anlamadığı bir dilde yazılmış İslâmlıktan önceki Türk edebiyatı, Divan Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, Servet-i Fünun Edebiyatı, Fecr-i Âti Edebiyatı ile yıl sona erer; eğer bir iki saat artarsa, onda da çağdaş edebiyattan şöyle bir söz edilir, olur biter... Öğretmenlik yıllarımda öğrencilerime Balzac’tan, Dostoyevski’den, Steinbeck’ten, v.b. kitaplar salık vermiştim de; veliler, “Çocuklarımıza ders okutacağına roman okutuyor!” diye okul müdürlüğüne beni şikâyet etmişti. Açıktan para nasıl kazanılır, yüksek faiz nedir, köşe nasıl dönülür? v.b. gibi şeyleri öğretsem kimbilir nasıl memnun olurlardı.
“Niçin okumuyoruz?”
Divan ozanı Naili, bir gazelinde: “Bahar mevsimidir kim bakar risâlelere (kitaplara)” demişti;
şimdi: “Çıkar mevsimidir, kim bakar risâlelere” diyoruz...
Cevdet Kudret | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 131 - 1 Kasım 1985
_______________________________________________________________________________________
Kimi ülkelerde mezar kazıcılığı, çağın sevilen, gözde bir mesleği.
Kimler bu işi benimsemiyor, yapmıyor ki?
Bir bakıma, çok yadsıyanlar en çok benimseyenler...
Mezar kazıcıları, genelde, neyi gömmeyi planlamışlarsa ona göre birtakım alt bölümlere ayrılabilir.
Öyle ya, onlar da toplumsal birer hizmet vermiş olmuyorlar mı? - İşin sonunda?
Bununla birlikte, burada, yalnızca kitabı diri diri gömmek isteyen koşullardan, eğilimlerden söz edilmekle yetinilecek.
Kitabı diri diri gömmeyi amaçlayanlar, Cahiliye Dönemi (İslam öncesi çağlar) Arapları gibi, kitabı “istenmeyen bir kız çocuğuna sahip olmak” biçiminde, saygınlığı azaltıcı, onur kırıcı bir “ürün” olarak kabul ediyorlar. Onu o gözle görüyorlar. Elbette, tartışmaya açık bir konu bu! Ne var ki, bir an için haklı olabileceklerini varsayarak, sormak herkesin hakkı değil mi? “O halde, bu Ebu Cehiller’in gözünde erkek çocuğu olarak tanımlanabilecek ‘makbul evlat’, ya o nedir?”
Kolay ve çabuk okunan, çok sayfalı, çok-renkli gazeteler mi? Bu durumda, ilan ve resimleri düşünce, toplam yüzölçümünden geriye kalan faydalı alan ne olabilir dersiniz? Sonsuz sayıda ve sonsuz olarak birbirini yineleyen, yabancı kaynaklı çocuk ya da ilk gençlik dergileri mi? Belki de işlevi bilinmeyen günlük gazete ekleri, abartmalı bir cinsellik/eşcinsellik ticaretine yönelmiş haftasonu gazeteleri? Tüm bu örnekler kuşkusuz çok artırılabilir.
Ancak, bunların hiçbiri değil diyenler de çıkacaktır. Ne olursa olsun, sorunun önemi de orada değil.
Çok daha başka bir noktada toplanıyor. Asıl bu hedefin gözden kaçmaması gerek.
Temelde kitabı vurmak için kalkan iki hançerden biri ekonomikse, öbürü -önemlisi- özgürlüklerle ilgili. Hiç kuşku yok ki, düşünce ve yaratma özgürlüğü olmadan, özgürlükler sağlam bir güvenceye bağlanmadan, kısaca bir kurumlaşmaya varılmadan, elbette kitabın özgür gelişmesinden sözedilemez. Doğal olarak kişinin de. Bir yerde, ekonomik engellerin bile özgürlükler paketine bağlı kalacağı ileri sürülürse, bu bir abartma olmaz.
Ülkelerin uzun, yoğun ve bir Çin mürekkebi gibi karanlık geceler yaşadığı dönemlerde, her zaman, önce kitabın göğü kararmış. Düşüncenin, eleştirel ve yaratıcı özgürlüklerin ufukları daralmış. Duyarlı konular, giderek başlıklar bile, hoş görülmez olmuş. Okuyucuya ulaşamamış. Bu yüzden Alman ozanı Henrich Heine dönemin Paris gazetelerinde yer alan 1848 Fransız Devrimine ilişkin haberleri “kâğıda sarılı gün ışınları” olarak nitelemişti.
Korku ve kuşku göğü altında yaşanmış, daha geriden örnekler de vermek olası: Sözgelimi Descartes, çağının hay-huyu, siyasal dalgalanmaları ve savaş belaları karşısında, kendini -kimi?- kitaplardan uzak tutmaya çalışmıştı. Yalnız matematikle uğraşmaya dikkat etmişti. Ne pahalı ve fantezi bir özgürlük sığınağı! Ama sonuç değişti mi? Herhalde hayır! Descartes, günümüzde bile affedilmiş görünmüyor. Paris’te, ondan tek bir heykel yok. Adına, ancak, hüzünlü, iç açıcı olmaktan uzak bir sokak ayrılmış, hepsi bu! Denilecek ki, Descartes’ın kendisi için inşa ettiği, koskoca, ölümsüz bir mezar-anıt var: “Yöntem Üstüne Konuşma”. Düşünce tarihinin saygıdeğer anıtlarından biri o, kuşkusuz! Hep dimdik ayakta. Kitap unutturulamıyor. Bir deniz feneri gibi aydınlık ve aydınlatıcı.
Aynı çerçeve içinde,
bir yazarımızın baskından birkaç gün önce çıkmış çiçeği burnunda romanı için yazdığı ön not hem ilginç, hem ürkütücü değil mi?
“1983 yılında 402 sayfa olarak basılan bu romanı, ilerki yıllarda eklemelerle, bazı yerlerinde yapacağım değişikliklerle yayımlayabilirim.”
Romancımızın yasaların içinde kalmak amacıyla kimi sözcük ve düşünceleri karalayıp yeniden yazmak uğruna 4-6 ay arasında bir zamanı yitirdiğini dile getirmesi, yaratma özgürlüğü kadar okuyucu adına da ne büyük bir kayıp? Çağdaş olma çabaları düşünüldüğünde, ne acı veren bir tablo!
Oysa Cumhuriyetimiz 60. yılını çoktan geride bıraktı. Cumhuriyetin bir anlamı da, ileri demokrasi demek. Özgürlük sınırlarının geçen zaman içinde daha daha genişletilmesi demek. Elbette bu bağlamda kitap demokrasi için, demokrasi kitap için çalışır. Çalışmalı!
Ne var ki, altmış yıl boyunca Cumhuriyetin bir kitap politikası olmadı. Devlet de kitaptan yana çıkmadı. Kitapçılığı desteklemedi. Kişilerin -tek tük- politikası oldu, ama, devlet sürekli bir kitap politikası izlemedi. Kitap, yıllar boyu hep suçlanan, soruşturulan, yasaklanan, toplatılan, aranan, saklanan, yakılan bir “tehlikeli madde” sayılageldi. Tehlike suçunun hammaddesini oluşturdu. O gözle görüldü, o gözle işlem gördü. Hem kitabın yanındakiler, sahipleri, okuyucular, hem karşısındakiler için böyle oldu.
Örneğin ekonomik açıdan, hiç olmazsa gazeteler için bu söylenemez. Yeni sayılabilecek bir araştırmaya göre, 1979 yılında, Türkiye’deki gazete ve kitap kâğıdı üretimiyle dışalımının yarısı, yalnız dört büyük İstanbul gazetesinin tüketimini karşılayabiliyordu. Öte yandan, Japonya’da, toplam yıllık kitap satış miktarı 3 milyar. Evet, milyar! Yani küçük, büyük, çocuk demeden, aritmetik bir ortalamayla, kişi başına ayda iki kitap!
Görülüyor ki, kitap, çağdaş anlayış ve kalkınma sözkonusu edildiğinde, bekleme odasının bile dışında, uzağında bir yerde.
Uğur Kökden | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 131 - 1 Kasım 1985
_______________________________________________________________________________________

“İnsanlarımız öğrenmeye üşeniyor”, diye yakınmak da açıklayıcı değil. Öğrenme isteği, okumak için gerekli ama yeterli olmayan bir ön şart. İnsanlar öğrenmek ister kuşkusuz, ama neyi nasıl öğrenmek ister. Yeniçağ insanının öğrenme isteği günlük dedikodu ve rivayetin ötesine uzandı. Sözlü kültür öğrenme düzeni için artık yeterli değil, ama bazı toplumlar henüz bu aşamanın ötesine geçemedi.
Dinin okumayı değil, din adamlarının anlattıklarını ezberlemeyi buyurduğu veya teşvik ettiği söylenegelir. Ancak, böyle bir gerçek sadece İslam dini için değil her dinin örgütlenme ve eğitme tarzı için geçerlidir. Okumanın yayılması ve farklı düşünceleri beslemeye başlaması, Hıristiyanlık, Judaizm veya herhangi bir dinin toplumdaki kontrolünü, bireyin ruhunda değilse bile eğitiminde ve düşüncesindeki yerini ve hükmünü kaybetmeye başlamasına paralel olarak gelişmiştir. Geleneksel toplum demek bir bakıma okuyan ve kaydeden değil, fazla düşünmeden ezberleyerek öğrenen ve nakleden, sözlü kültür geleneğine sahip bireyin oluşturduğu bir toplum demektir. Bizim kültür tarihimizin sloganlarından biri, matbaayı yobazların kurmadığıdır. Ne var ki Türkiye’de matbaa yobazlara rağmen 18. yüzyıl başlarında kurulduktan sonra da bir yüzyıl boyu basılan kitap sayısı be Avrupa ne de Rusya’nın basım tarihi ürünleriyle karşılaştırılamayacak bir sayı ve nitelik fakirliği içindedir. 19. yüzyılda da bu sayı üç beş bin civarında kalmıştır (kanun metinleri, askeri talimname ders kitabı, standart dini metinler de dahil). Sayı ancak 20. yüzyıl başında 35-40 bini bulmuştur. Osmanlıca kitap mirası budur. Eğer Osmanlı-Türk toplumunda beş on bin kadar kitap düşkünü olsa, yobazlar matbaaya izin vermese de her şeyin ticaretini yapan Venedikliler istenen ve aranan Türkçe kitapları Venedik’te bastırır ve getirip satarlardı.
Türk niye az okurdu? Aslında bu az okuma bütün Osmanlı kavimlerinin ortak illetiydi. En belirgin gösterge, geçmiş yüzyıllardaki çocuk edebiyatının fakirliğidir. Bugün de öyle. Bizde dişe dokunur çocuk hikâyeleri ve okuma kitaplarının bir nebze yaygınlaşması İkinci Meşrutiyet döneminde pedagogların çabalarının sonucudur. Çocuk edebiyatının basım hayatında önemli yeri olması gibi bir olgunun üç yüz yıl öncesine uzandığı Avrupa’ya göre önemli bir noksandır bu... Osmanlı Türk toplumu, kurumlaşmış bir aristokrasinin, oturmuş bir intellijensiyanın bulunmadığı bir toplumdu, bugün de durum daha değişik değil. Bugün olduğu gibi o gün de herkes oğlunu okutmak (!) merakındaydı. Ama okumak ve okutmak ne demekti? Çocuk nasıl ve niçin okutulur, sorusuna düşünceli ve farklı cevap veren pek yoktu. Okumak: Diploma (icazet), imtiyaz ve mevki sağlamak demekti. Okumanın gerçek sonuçlarını bilseler, bu kadar okuma lafı etmeye çekinirlerdi belki de. 19. yüzyılda okuyanların eski okuyanlardan farklılaştığı görüldü. Aydınlaşıp kafa tutmaya başladılar. Ama boyuna mektep açan devlet, mektebi ve ilmi, teknik bilgi haydi çok çok doğabilim olarak anlamaktan öteye gidememişti. Ailede çocuk okutmak demek, ailedeki okumuş üyelerin, ebeveynin katkısından çok, çocuğa çarşıda cepken almak gibisinden bir sorumluluktu. Osmanlı toplumunda çocuk okutan baba imajı için Yahya Kemal’in “çocukluk anıları”ndaki çizgileri kullanmak açıklayıcı olacaktır sanırım. Şair çocukken Üsküp’te, önce ilkel bir okula yollanır. Zaman geçer bir şey öğrenemez. Okul değiştirilir ve bir süre sonra okumayı söker. Çocuğun artık okumaya başladığı, akşam babaya söylenir. Babası küçük Yahya Kemal’in okumasını şöyle bir sınar. Sonuç olumludur, baba pek keyiflenir, o akşam daha fazla rakı içer. Aynı ilişkiye Yeniçağ Avrupa’sında göz atalım, müzisyense çocuğuna saatler boyu ders veren, okuryazarsa her gün saatler boyu kitap okutan, Odysseus ve İliada’yı anlatan, dindarsa İncil okutup menkıbeler nakleden orta sınıf Avrupalı baba tipinden farklı bir tiptir yukarıda çizilen baba tipi. Bürokrasinin, yönetici zengin tabakanın kendi içinde hızlı devinim geçirdiği, yani bir kuşak içinde yoktan varolup zirveye tırmanan, ertesi kuşaklarda da tepetaklak olduğu: Diplomalıların Rönesans anlamında entelektüel olmadığı bir toplumda, çocuğun ailedeki eğitimi zayıf kalmış, okula terkedilmiştir. Oysa bireyin okuma alışkanlığı büyük ölçüde çocuklukta ailede verilen eğitimin sonucudur. Osmanlı ailesinde çocuğun eğitimi, okuma yazma bilmeyen anaların, nenelerin, dadıların aktardığı sözlü kültüre, çok çok menkıbe, masal anlatımına ve basit dini bilgiye dayanır.
Sonuç olarak, toplumumuzda okuma, yabancı dil öğrenmek, eleştirici bir dünya görüşüne yönelmek ve çevreyi incelemek bilincinin elde edilmesi olarak anlaşılmamıştır, halen de anlaşılmıyor. Kuşaktan kuşağa aydın olarak kurumlaşan bir sınıfımız yok. Bu toplum, çocuklarını okuyarak büyüten ve çocuk okutmaya yönelik bir edebiyatı yaratabilen bir toplum değil. Litteras denen yazılı kültürün, okumaya dayanan eğitimin verilemediği bir toplumda, hiç kimse “bu asır başka asırdır” diye bilgisayarların ve video kasetlerin mucizeler yaratmasını beklemesin. Aslında böyle bir gelişme çürük temele gökdelen dikmek gibisinden garip ve tamiri mümkün olmayan sonuçlar da yaratabilir.
İlber Ortaylı | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 131 - 1 Kasım 1985
_______________________________________________________________________________________
Her yıl Ekim ayının ilk haftalarında, Frankfurt’ta, görkemli bir kitap olayı yaşanıyor.
Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nın sloganı: “Dünya kitaplarının buluşma yeri”.
Bu yıl 9-14 Ekim tarihleri arasında, otuz yedinci kez düzenlenen fuara, yetmiş dokuz ülke, altı bini aşkın yayınevi ve on binlerce kitapla katıldı.
Fuardaki yapıtlarla insanoğlu, tek bir beyin, tek bir ruh, tek bir gönül, tek bir beden görünümünde anıtlaşıyor.
Orada, insanın binlerce yıllık kültür birikimi, onurla sergileniyor.
Apayrı kutuplardaki görüşleri, duyuşları, düşünceleri, inançları, varsayımları içeren kitaplar, başka bir deyişle birbiriyle çelişen kalemler, fırçalar, ezgiler... Orada, yan yana sırt sırta, iç içeler. Dünyanın dört yanından gelme bilginler, düşünürler, peygamberler, usta esin avcıları, düş tecimcileri, şairler, yazarlar, iyi kötü, güzel çirkin, kahramanlar... Raflardaki kitap yapraklarının arasından, renk renk ışık saçıyorlar. Tümü de birbiriyle barışık, özenilecek bir dinginlik içinde.
Ya izleyiciler!
Herkes, birbirine öylesine saygılı ki!
Bu tür topluluklarda sık rastlanan itiş kakış, tartışma sürtüşme yok. Hatta yüksek sesle konuşma, kahkahayla gülme de yok. Çocuklar bile bu düzeni bozmuyor. İzleyiciler, “Huşu” içinde geçip gidiyor rafların önünden. İsteyen kitapları alıp inceleyebiliyor. Kimi standlarda ünlü yazarlarla kırk yılık dost gibi söyleşiye girişenler de var.
Fuar içinde kitap severler seline katıldığında, ülkemde zaman zaman kitaplara “yasak” konulduğunu anımsayarak, ezilmekten kendimi alamadım. Fuardaki Türk standlarına ulaşınca, benliğimi saran eziklik, onur kırıklığına dönüştü. Türkiye, hemen hemen orada yok gibiydi. Fuara, kişisel çaba ve özverileriyle sadece üç beş yayınevi katılmıştı. Belki de bu koşullarda hiç katılmamak daha iyi olurdu. Çünkü, ekonomik, sosyal ve kültürel verilere göre “Geri kalmışlık”la damgalanan, küçücük Afrika ülkelerinin kitap sergileri bile, bizimkinden iyi durumdaydı.
Frankfurt Kitap Fuarı, düşünen, duyan, okuyan, yazan, çizen Türkiye’yi dünyaya tanıtmanın en etkin ortamıydı.
Çünkü günümüzde kitap, en saygın ve geçerli uygarlık ölçütlerinden biri.
Aslında ülkemiz, yayıncılık yönünden, fuarda göründüğü denli sönük değil. Birkaç yıldır İstanbul ve Ankara’da açılan kitap fuarları bunun kanıtıdır. Buralarda sergilenen yapıtların bir bölüğünün dış kaynaklı olmasına karşın, söz konusu fuarlar, yine de göz doldurucu göğüs kabartıcıdır. Gönül ister ki, bundan böyle, Türkiyemiz, Frankfurt Kitap Fuarı’na en azından İstanbul ve Ankara kitap fuarlarındaki nicelik ve düzenle katılabilsin. Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik koşullar nedeniyle bunun kolay olmadığı ortada. Ama, devletin öncülüğü ve desteği ile ülkemizin kültür yaşamına katkıda bulunmaya gönüllü olan varlıklı kesimin yardımıyla zorluk ve engeller aşılabilir.
Dünya ulusları, Türkiye’yi ya hiç tanımamakta ya da sadece “şişkebap” “lokum” “göbek” gibi özelliklere bağlayarak eksik ve yanlış tanımaktadır. Uluslararası platformlarda hafife alınmamızın kökeninde, kuşkusuz, bu yanlış ve eksik tanıma olgusu yatmaktadır. Yokluğundan yakınıp durduğumuz, uluslararası saygınlığa sahip olmanın en etkin yollarından biri: Tüm uygar ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de düşünen, duyan, okuyan, yazan, çizen ve insanlığa hizmet etmeye çabalayan, kimselerin bulunduğunu, dünyaya duyurmaktır.
Frankfurt Kitap Fuarı bu görüşle değerlendirildiğinde ulusça neler yitirdiğimiz apaçık ortaya çıkacaktır.
Gülten Dayıoğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 131 - 1 Kasım 1985
_______________________________________________________________________________________
“İşte yeni bir gün doğuyordu: Yine sisli, yine hüzünlü, yine...,”
Tümcedeki vurguyu tamamlamak için bir sıfat daha gerekli. Belki daha önce kullanılan sıfatların birini değiştirmek de iyi olacak. Öyleyse basalım bir tuşa. İşte yüzlerce seçenek, yüzlerce sözcük size. Daha önceki bölümlerde metnin akışına en uygun olanı da özellikle belirtilerek. İster o sözcüğü, isterse bir başkasını seçin: “....., yine kasvetli.”
Romanın kahramanını en son nerede bırakmıştık? Yine bir tuş ve makine açıklıyor: “Bir staddaydı, 38 yaşında. Sevgilisinin kendini terk ettiğini yeni yeni anlıyordu.” Kurgu tamam. Şimdi sıra yazım hatalarını kontrol etmede. Son paragrafı “düzeltici” düğmeye emanet ederken, metnin daha önceki bölümlerini hafızaya alalım. Ancak kitabın bir an önce piyasaya çıkmasını sağlamak için bir düğmeye daha basalım ki yayıncının telematik alıcısına geçsin.
İlk mikro-yayın gerçek bir düş kırıklığı oldu. Lazer ışınıyla çalışan baskı makinesi 50 kopya bastı. 40’ı kitabevlerine deneme için gönderilmek üzere, 10’u basın temsilcisinin seçtiği eleştirmenler için. Sonuç: Düşkırıklığı. Yalnızca iki tanesi satıldı kitapların. Gazeteciler ise, bu kitaplardan söz etme gereğini bile duymadılar. Bunun üzerine yayıncısı, son bölümleri yeniden gözden geçirmesini istedi. Karar vermişti artık. Yeni düşkırıklıklarına meydan vermemek için, kendi yapıtının yayıncısı olacaktı.
Aslında “elektronik yayın” yeniydi ama, bir süredir de sözü edilen bir olguydu.
Son olarak Meksika’daki Uluslararası Yayıncılar Birliği Kongresi’nde tartışmaların odağı olmuştu bu kavram.
Aynı şekilde Paris’te düzenlenen 4. Kitap Sergisi’nin de ana temasıydı.
Geniş sözcük dağarının yanı sıra, baskı tekniğinde sağladığı kolaylıklarla da, geleneksel kitap trafiğine yeni boyutlar getiriyordu bilgisayarlar.
Fransa Yayıncılar Sendikası Başkanı Jean-Manuel Bourgois şöyle diyordu:
“Yazar, yayıncı, basımcı, dağıtıcı ve kitap satıcısı meslekleri artık tek bir merkezde toplanmakta.”
Evet, zincir tamamlanıyordu. Ancak, önemli olan, teknolojinin bu son gelişmesinden yararlanacakların sayısını artırmaktı. Çünkü Fransa’da olsun, ABD’de olsun, yazdıklarını ekranda gören, onları diskete kaydeden yazarlar çok azınlıktaydı. Oysa, sonsuz bir bilgi dağarcığıydı bu makine: Tarihçiler için, toplumbilimciler için, bilim adamları için...
Örneğin Serge Bramly. Yenilerde bir Leonardo da Vinci biyografisi hazırlıyor.
Tüm tarihsel veriler küçük bir bilgisayara kaydedilmiş. Bir disket Leonardo için, bir başkası baba Vinci için.
Bramly halinden memnun, şöyle diyor: “Artık kendimi yalnız hissetmiyorum. Üstelik, oynayarak çalışma duygusunu tadıyorum.”
Fransa Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde (CNRS) görevli tarihçi Claude Quétel, 19. yüzyıldan beri Caen’deki Bon Sauveur Hastanesi’nin tavanarasında terkedilmiş 30 bin dosyayı yine bilgisayar sayesinde bir çırpıda değerlendiriyor. Denemeci, araştırmacı Joel de Rosnay içinse, bilgisayar, sadece çok gerekli bir araç değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi. “Yaşam Yolları” adlı kitabın yazarı, genellikle iki makineyle çalışıyor. Bu iki makine kendi aralarında bilgi alışverişinde bulundukları gibi, ekonomik değerlendirmelerde de, Avrupa ve Amerika’nın birçok bankasından derlenen verileri karşılaştırma olanağını yaratıyorlar. Tüm bunlardan sonra Rosnay’a yeni kitabı için elindeki verilere bir üslup vermek kalıyor.
Rosnay, olayı bir yontunun ortaya çıkışına benzetiyor:
Önce büyük bir kütle yaratılıyor, daha sonra fazlalıklar atılarak bir biçim veriliyor bu kütleye.
ANSİKLOPEDİ VE SÖZLÜKLERDE YARARLANIM
Fransa’da bilgisayar, gelişmiş öteki ülkelerde olduğu gibi yaşamın kaçınılmaz bir parçası. Ekonomistlerin, bankacıların, sporcuların yararlanımı çok doğal da, yayıncıların yararlanımı nereye kadar gidecek? Bilgisayarın nasıl roman yazabileceği daha çok karikatür konusu olarak kullanıladursun, yayıncılar tanıtım kitapları, yıllıklar, hatta ansiklopedi ve sözlüklerin hazırlanmasında bilgisayarlardan yararlanmaya başladılar bile. Şimdiden birkaç öncü var: 1960’lı yıllarda, CNRS, Beşinci Cumhuriyet’in doğuşuna bağımlı bir sözlük hazırlamıştı: “Fransız Dilinin Hazineleri.” 50 kişiden fazla sürekli çalışanla ortaya konan bu sözlüğün ilk cildi 1971’de yayınlandı, onuncu cilt ise bu yıl. Henüz alfabenin yarısına bile ulaşılamadı. 850 bin yeni sözcüğün değerlendirilmesi elbette güç bir iş. Şimdi olay makinelere devredildi. Bilgisayar verileni kopya ediyor, sınıflandırıyor, ayırıyor, karşılaştırıyor, sayıyor, seçiyor... Doğal olarak, proje eskiye oranla daha hızlı ilerliyor.
- ABD’de yayınlanan “Encyclopedia Britannica”,
- Hollanda’da yayınlanan “Spectrum” da bilgisayar olanağından maksimum düzeyde yararlanan yayınlar arasında yer alıyorlar.
- Yayınlarının üçte ikisini ansiklopedi-sözlük gibi yayınlara ayıran Larousse Yayınevi de, bir süredir bilgisayarlara bağlanmış durumda.
Yayınevi yöneticilerine göre, bunun en büyük yararı tek bir yapıttan, birbirinden çok farklı birçok yapıtı, yeni yapıtları ortaya çıkarmaya olanak sağlaması.
- On ciltlik “Grand Dictionnaire Encyclopédique”de (Ansiklopedik Büyük Sözlük) yer alan tüm bilgileri makineye aktardınız mı, artık aynı sözcüğün birbirinden farklı ve çok değişik alanlarda kullanılan birçok anlamını ayırabilirsiniz. İşte size iki, üç ya da çeşitli uzmanlık dallarına özgü birçok yeni sözlük olanağı. Bilgileri güncelleştirebilirsiniz dilerseniz. Eğer bir tarih sözlüğü hazırlamak istiyorsanız, yine bir düğmeye basıp “tarih”e değgin tüm tanımları alabilirsiniz.
KENDİ İÇİNDE ETKİLEŞİM SAĞLAYAN BİR EDEBİYAT
Bilgisayarlarla elde edilen çeşitli oyunları, “stratejik düzenlemeleri”, “kendi içinde etkileşim sağlayan” yeni bir edebiyat türü olarak kabul edenler de var. Örneğin ABD’de, 100 binden fazla satan Deadline programı (oyunu) aynı zamanda gerçek bir polisiye roman. Birçok entrikayla dolu bir metnin ekrana yansıması. Okuyucu “dedektif”i oynuyor, katili bulması için de 12 saatlik bir zaman var. Bu işin uzmanları, bilgisayardan “zaman geçirme” aracı olarak yararlananların, ekranda sözcük görmeyi, çeşitli renklerdeki grafiklere yeğlediklerini belirtiyorlar. Bilgisayar düşselliğin büyüsünü yeniden keşfediyor.
Bu düşünceden yola çıkarak, iki Fransız, Camille Philibert ve Guillaume Baudin, ilk telematik romanı yarattılar ve yeni yayınevi Serpea’da yayınladılar. “Eğer verileri sonsuza uyarlayabilirlerse, romanın yazarı okur olacaktır” diyor ilk telematik romanın yaratıcıları. Gerçekten de romanda olası tüm entrikalar bilgisayara aktarılmış; okura bunları seçmek ve yönlendirmek hakkı veriliyor. Raymond Queneau, “Sizin Yönteminizle Öyküler” adlı kitabında, öykülerin akışını okuruyla paylaşmak yöntemini daha önce denemişti. Ancak kâğıt üzerinde. Şimdi bilgisayarda da denemek ister mi acaba?
Edebiyat Etkinliğini Geliştirme Derneği üyesi, şair Jacques Roubaud “Yazar için bilgisayarın gelişi, yazı makinesinin gelişinden daha önemli bir olaydır” diyor. Roman, polisiye, çocuk edebiyatı gibi türlerin yanı sıra, şiirin de bu olanaktan yararlanabileceğini savunuyor. Geçtiğimiz günlerde ölen İtalyan yazar Italo Calvino da bilgisayardan yararlanan edebiyatçılardan biriydi. “Düzenden Suça” adlı son romanında kişilerin iç yapılarını ve toplumdaki konumlarını olağanüstü ve mükemmel olarak çeşitlendirebilmek için bilgisayar kullanmıştı ve zaten, ancak böyle ulaşabilirdi onca çeşitliliğe. Calvino, kitabın sonuna geldiğinde, final için 91 milyon seçeneği olduğunu belirtiyordu.
Aynı şekilde, bir senaryonun kurgusunu da elektronik aygıtlara devredebiliriz:
Onlara çok sayıda değişik olaylar yüklemek ve değişik uzunluklarda, değişik türlerde bir dolu öykü ortaya çıkarmaya programlamak yeterli.
Bilgisayar günün birinde, olası bir kâğıt krizine karşı, şimdiden bir seçenek mi? Ya da kâğıdın zorunlu ölümü?
Fransa Yayıncılar Sendikası Başkanı Jean-Manuel Bourgois’nun bu konudaki görüşleri şöyle:
“Elektronik yayın, klasik yayını tamamlayıcı bir unsur olacaktır. Onun yerini alması düşünülemez.”
Bu sözler, elektronik öykülerden çok, edebiyat tadını sözcüklerde arayan, gerçek edebiyat tutkunu yazar ve okurlar için bir umut olsa gerek.
Derleyen: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 131 - 1 Kasım 1985
_______________________________________________________________________________________
“İşbu basmahanelerin tab ve teksir edecekleri her nevi kütüb ve resâil evvel-emirde, Dersaadet’te doğrudan doğruya ve taşralarda ise vülât-ı eyâlet câniblerinden inhâ ile Meclis-i Maarif’te görüşüp mülken ve devleten bir gûnâ mazarratı olmadığı tebeyyün ederek Meclis-i mezkûr tarafından kezâlik bâ-mazbata makâm-ı âlî-i sadâret-i uzmâya arz ve istizân olunmadıkça, tab ve neşr ettirilmeyecektir.”
Yukardaki satırlar, 20 Cemâziyelâhir 1273 (1857) tarihli Basmahane Nizamnamesi’nden alınmıştır.
Bugünkü dille söylersek, bu maddeyle her çeşit kitap ve broşürün yayını, memlekete ve devlete zararlı olmamak koşuluyla izne bağlanmaktaydı.
Yine bu, geçmişte olduğunun tersine, yazarla yönetimin karşı karşıya gelmesi demekti.
Geçmişte olduğunun tersine, dedim; çünkü tarihsel bölümlemeyle Tanzimat öncesinde yazar diyebileceğimiz kişiler, devletin bir parçasıydılar. Daha doğrusu, saraya bağımlıydılar. Toplumsal kökenleri, yetişme biçimleri, yaptıkları iş zorunlu kılıyordu bunu. Çoğu yönetici sınıftan ya da yönetici sınıfa yakın çevreden geliyorlardı. Medrese eğitiminden geçmişler ya da Enderun’dan yetişmişlerdi. Genellikle bu devlet örgütünde, medreselerde görev alıyor; müderrislik, kadılık, divan kâtipliği gibi işler yapıyor; padişah, vezir, paşa gibi bir devlet büyüğünce korunuyorlardı. Verilen ürünler belli, türler sınırlıydı zaten. Edebiyat şiirden oluşuyor, şiirlerini kitaplaştıranlar, yani bir divan düzenleyebilenler, divanlarını, caize alabilecekleri bir büyüğe sunuyorlardı. Düzyazı ürünler verenler de öyle. Tarihçiydiler ya da ulema sınıfındandılar. Devletin buyruğundaydılar kısacası. Daha doğrusu, devleti temsil eden kişilerin.
Bu nedenle, bir padişah ya da vezir adına yazılmış, bir egemene, bir varlıklıya sunulmuş sanat ürünlerinin karşılığının alındığı bilinmelidir. Tarihin belli bir dönemine kadar sanatın, yazarlığın saraylar çevresinde gelişmesinin nedeni de budur. Sanatçı, içinde yaşadığı toplumu yönetenlere yapıtını satarak geçimini sağlayabilmiş, bu yolla yaratıcılığını sürdürebilmiştir. Üretim ilişkileri ve toplumsal örgütlenme, bunu zorunlu kılmıştır. Özellikle basım tekniğinin bilinmediği, kitapların elyazması olduğu dönemlerde sanatçının, yazarın başka çıkış yolu da yoktur.
BİRİNCİ VE İKİNCİ MEŞRUTİYETLER
Nitekim, eski divanlar, tarihler, dinsel kitaplar bu bağımlılığın somut örnekleriyle doludur. Her divanın ilk bölümü kasidelere ayrılmıştır. Kitapların girişi bölümlerinde padişaha, sadrazama övgüler düzülür. Tür olarak hiciv yaygındır. Ama hiciv yönetimin, yönetenlerin yergisine dönüştüğünde, gözden düşmeyi, ölümü getirir. Şair Nef’i, bu konuda en bilinen örnektir. Yine de bir-iki örnek dışında toplumsal içerikli hicvin geliştiği söylenemez. Şair ya da yazar kapıkuludur çünkü. Bilim ve sanat adamları, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemiyle başlayan bir süreç içinde sarayla özdeşleşerek üretici olmayan, ama üretimden pay alan yönetici sınıfın bir parçası olmuşlardır.
Matbaanın kuruluşu (1726) da şeyhülislamın fetvasına dayanılarak çıkarılan bir hatt-ı hümayunla gerçekleşir ancak. İbrahim Müteferrika’nın, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya sunduğu ve matbaanın yararlarını anlattığı Vesiletü’t-Tıbaâ adlı risale üzerinde dönemin şeyhülislamı lügat, mantık, felsefe ve astronomi kitaplarının basılabileceğini belirten bir fetva verir. Dinsel kitaplarını (fıkıh, kelâm, tefsir, hadis) basımına izin verilmemiş de olsa bir gelişmedir bu. Ama sanatçının, yazarın durumunu değiştirmez.
TANZİMAT DÖNEMİ
İlk değişiklikler, XIX. yüzyılda görülür. Batı’yla kurulan ilişkiler, Tanzimat Fermanı’nın ilanı, Takvim-i Vekayi adlı ilk resmi Türk gazetesinin çıkarılışı (1831) ve sonraki yıllarda gazeteciliğin gelişmesi, edebiyatta yeni türlerin denenmesi, sanatçıları, yazarları farklı bir konuma iter. Tanzimat Dönemi edebiyatçıları, yalnız şair, romancı değil, gazetecidirler, ideologdurlar aynı zamanda. Tanıdıkları Batı kültürünün, yeni düşüncelerin etkisiyle toplumu eğitme görevini yüklenmişlerdir. Bu görev, onları toplumun sorunlarıyla ilgilenmeye, yönetimin kararlarını tartışmaya götürür. Politika, padişahın, devlet adamlarının tekelinde değildir artık. Politikleşme, saray ve çevresinin dışına taşmıştır. Yazımın girişinde andığım Basmahane Nizamnamesi, bu gelişme karşısında sarayın aldığı tavrın ürünüdür. Sonradan çıkarılan Matbuat Nizamnamesi (1864), Matbaalar Nizamnamesi (1880) de, özgürlükçü düşüncelerin yayılmasını engelleyememiş, zaman zaman kararname ve emirnamelerle yasaklamalara gidilmiştir.
Tanzimat dönemindeki bu yazar-yönetim çatışmasının ilginç yanı, meşrutiyet yönetimini isteyenlerin bile padişahın varlığına ve egemenliğine karşı çıkamayışlarıdır. II. Abdülhamit, Kanun-ı Esasi’yi askıya alıp meclisi dağıttığında ve 1876’dan 1908’e kadar bir baskı düzeni uygulandığında bile, padişahlık kurumuna değil, salt II. Abdülhamit’e karşı çıkılmış, kişi olarak ona karşı savaşım verilmiştir.
Ayrıca sanatçılar, yazarlar, toplumsal kökenleri açısından geçmişe göre farklı bir konumda değillerdir. Yöne devlet görevlisiydiler.
Bu durum, yönetime en küçük bir eleştiri yönelttiklerinde sürülmelerine yol açar.
- Namık Kemal,
- Ziya Paşa,
- Ahmet Mithat,
- Ebüzziya Tevfik (son ikisi, çok geçmeden padişahın sadık bendeleri olacaklardır) bu konuda akla gelen ilk adlardır.
Sonuçta edebiyat politikadan uzaklaşır.
Politik savaşımı, edebiyatçılar dışında, Tanzimat sonrası yetişmiş yeni bir aydın kuşağı üstlenir.
- Mülkiye,
- Harbiye,
- Tıbbiye gibi medrese dışı eğitim kurumlarında okumuş bir kuşaktır bu.
Siyasal eylem düşünceyi öne geçirmiş, tek amaç meşrutiyetin yeniden ilanı olmuştur.
II. Meşrutiyet’in ilanıyla gelen özgürlük, başlangıçta basın hayatının canlanmasına yol açar. Birbiri ardına yeni gazeteler, degiler çıkarılır. Siyasal gelişmeler sonucu II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi İttihat ve Terakki’nin egemenliğini getirir. Bu egemenlik de yine yazarla yönetimin çatışmasını. Temelde meşrutiyeti getiren sivil-asker aydınlar arasında iktidarı ele geçirmeye yönelik bir çatışmadır bu. Bu çatışmaya yön veren de Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi dönemin egemen ideolojileridir.
Öte yandan, İttihat ve Terakki yönetiminin edebiyatçılara, yazar ve gazetecilere karşı tutumu da, önceki yönetimden farklı olmamıştır.
Yandaşlarını korumuş, kollamış; karşıtlarını sürmüş, hatta yerini aldığı II. Abdülhamit’ten daha sert önlemlere başvurmuştur.
CUMHURİYET DÖNEMİ
Osmanlı Devleti’nin fiilen sona erdirildiği Kurtuluş Savaşı, aynı zamanda yeni bir devlet ve toplum düzeninin oluşturulması çalışmalarının da başlangıcıdır. Nitekim, Cumhuriyet’in ilanıyla yalnız bir hanedanın egemenliğine son verilmemiş, uluslaşma sürecinde son adım atılmıştır. Ama, emperyalizm karşısında kazanılan zafer, yeni bir devletin kurulması için yeterli değildir ve yeni devletin kurucuları bunun bilincindedirler. Bu bilinç, 1924 Anayasası’nın yapılmasından başlayarak, Atatürk Devrimleri adıyla nitelenen ve toplumsal yaşayışı yeniden düzenlemeyi amaçlayan girişimlerin başlatılmasına yol açacaktır.
Atatürk Devrimleri’nin hazırlayıcılığını, yaygınlaştırılmasını ve savunuculuğunu da aydınlarla edebiyatçılar yüklenecektir. Nitekim, Cumhuriyet döneminde, uğraştığı estetik sorunlar ve değişik arayışlar bir yana, edebiyatın Ankara çizgisinde, resmi idelojiyi benimseyerek geliştiği görülür. Ulusallık arayışının savaş yıllarında coşkulu bir kahramanlık edebiyatına dönüşmesi nasıl doğalsa, savaşı destekleyen kalemlerin, yeni devletin kuruluşunda görev almaları da o ölçüde doğaldır.
- Cenap Şahabettin,
- Refik Halit Karay,
- Refi Cevat Ulunay gibi Kurtuluş Savaşı’na ve Ankara Hükümeti’ne karşı çıkan şair ve yazarların sayısı,
bu genellemenin yanlışlığını gösterecek düzeye ulaşmaz hiçbir zaman.
Atatürk döneminde milletvekilliği yapan, devlet yönetimine katılan, Türk Dil Kurumu, Halkevleri gibi kuruluşlarda görev alan edebiyatçıların, yazarların sayısı, nerdeyse genel toplama yakındır. Kurtuluş Savaşı sonrasında Cumhuriyet yönetiminin yerleşmesi açısından başlangıçta olumlu sayılabilecek bu gelişim, Cumhuriyet’ten sonra kendi içinde ileriye dönük bir atılımı gerçekleştiremez. Devletin hizmetine giren edebiyatçı, kolaycı yolu seçerek edebiyat memurluğunu benimser. Bu oluşumun temelinde, tarihsel birikimin koşulladığı kapıkulu psikolojisini armak gerekir. Cumhuriyet hükümetleri de bu psikolojiyi besleyici bir politika güderek, destekçisi olan edebiyatçıları, yazarları çeşitli biçimlerde ödüllendirir.
Bu dönemde siyasal çatışmalar (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka girişimleri, Kadro hareketi) dışında değişik içerikli bir muhalefet Zekeriya ve Sabiha Sertel’in Resimli Ay dergisi çevresinde gelişmiştir. Özellikle Nazım Hikmet’in Resimli Ay’da egemen sanat anlayışlarına karşı açtığı savaş, yalnız şiirde değil, edebiyatın bütün dallarında, düşüncede ve kültürde yeni bir hareketin temelini oluşturur. Bu hareketin edebiyatla sınırlandırılmayıp, ideolojik ve siyasal bir nitelik taşıması, yönetimi önlem almaya götürür. Ceza Yasası’ndaki 141-142. maddeler, bu yılların ürünüdür.
Ama resmi ideolojiden kopuş durdurulamayacak, yazar-yönetim ilişkisi gittikçe gerginleşecektir.
TEK PARTİ VE DP DÖNEMLERİ
Tek parti yönetiminin siyasal örgütlenmeye, düşünce özgürlüğüne karşı olumsuz tavrı, sanatçıların toplum sorunlarını, insan sevgisini, savaşın acımasızlığını ve barış özlemini dile getirmelerini engelleyememektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kurtuluş ve bağımsızlık coşkusunu yaşamış, yeni bir toplum yaratma düşüncesini benimsemiş bir kuşak sahnededir çünkü. Yaşları yirmi ile kırk arasında değişen bu sanatçılar ve yazarlar, hepsi belli bir ideolojiye bağlanmasalar da, çağdaş düşünceyle beslenmişler, dünyada olup bitenleri yakından izler olmuşlar, halkın içinden gelmişlerdir. Bir anlamda sanatın coğragyası değişmiştir. Yazarlık, ileri gidenlerin, toplumun varlıklı kesimlerinin, paşa çocuklarının uğraş alanı olmaktan çıkmış, her sınıftan insanın, eğer yetenekliyse, seçebileceği bir meslek konumuna gelmiştir. Üstelik, Anadolu sürgün yeri ya da halkı tanımak için şöyle bir dolaşılan bir yer değildir artık. Büyünen, yetişilen ya da görev alınan yerdir. Üstelik sanatçı, kimisi devlet memuru da olsa, edebiyat memuru olmaya pek yanaşmamakta, bireysel ya da toplumsal, sanatsal özgürlüğü yaşamak istemektedir.
Bu dönemde iktidar, pek ayrım gözetmeden sanatçıları, yazarları izlemekte, onlardan sürekli kuşkulanmaktadır. Kitaplar toplatılır, dergiler kapatılır, tutuklamaya, sürgüne varan önlemlere yönelinir. İktidar, kendi görüşü, kendi politikası dışındaki düşüncelere -doğru ya da yanlış- bu düşüncelerin yön verdiği yapıtlara karşıdır. Ama toplumdaki dengesiz gelişme, toplumsal farklılaşmanın gittikçe belirginleşmesi düşünsel gelişimi hızlandıracaktır.
İlerici güçlere ve yazarlara karşı baskı, 1950’deki iktidar değişimiyle ortadan kalkmaz. Demokrat Parti, demokrasi yanlısı aydınların da desteğiyle iktidar olur, ama daha sonra iktidarının ilk yıllarında bütün ilerici güçlere karşı tavır alır. Bütün iktidar değişimi dönemlerinde görüldüğü gibi, Demokrat Parti de bu alanda, CHP iktidarının sadık bir mirasçısı olmmuştur. İktidar, kendisi gibi düşünmeyen yazardan, sanatçıdan korkmaktadır.
Bunun en somut örneği, okullarda okutulan edebiyat kitaplarıyla antolojilerde görülecektir. İlerici, çağdaş yazarların, sanatçıların ürünleri, anılan kitaplara alınmaz. Giderek bütün yayın organlarında gizli bir sansür uygulanır. Yasal açıdan suçlanamayacak ürünleri de kapsar bu baskı. Resmi edebiyat tarihi, Türk edebiyatının önemli adlarını ve onların ürünlerini yok sayar bir bakıma.
1960 SONRASI
1960’a gelindiğinde 27 Mayıs hareketi başlangıçta olumlu bir gelişimi başlatır. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük sonucu, yayın alanında bir patlama görülür. Belirli bir programla yürütülmese, ticari kazanca yönelik olumsuz örneklere rastlansa da, çağdaş düşüncenin, özellikle sosyalist literatürün belli başlı ürünleri, birbiri ardına Türkçe’ye çevrilerek yayınlanır. Bu, siyasallaşma sürecinde yeni bir aşamadır. Kültürde, düşüncede, edebiyatta da belli bir siyasal tavrın gelişmesiyle sonuçlanır.
Sözü bağlamadan, bir noktanın belirtilmesi gerekiyor: Sanatçının, yazarın devletle değil, devleti temsil ettiğini söyleyen siyasal iktidarlarla çatıştığı gerçeğidir bu. Devletle siyasal iktidar aynı şey değildir çünkü. Üstelik, kimi zaman iktidarlar devleti temsil etmezler. Böylesi durumlarda yazar-yönetim çatışması doruğa ulaşır. Siyasal iktidarın karşısında gücünü düşünceden alan bir muhalafet oluşur. Amaç, devletin toplumsallaştırılmasıdır. Daha güzel, daha iyi bir dünyaya ulaşmanın yolu budur.
Hem sonra, bu yol özgürlükten geçmektedir. Yazma eylemi, özgür bir ortamda serpilir, gelişir. Bu nedenle, yazarın özgürlük isteği, toplumun özgürlük isteğiyle çakışırken siyasal iktidarların özgürlük anlayışıyla çatışır. Sanatçıyla, yazarla siyasal iktidarı karşı karşıya getiren de bu çatışmadır. Siyasal iktidarların yazma özgürlüğünü sınırlandırmaları, kimi zaman bütünüyle yok etme çabaları, kendi egemenliklerini sürdürme, dolayısıyla devleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanma isteklerinden kaynaklanır.
Atillâ Özkırımlı | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 131 - 1 Kasım 1985
_______________________________________________________________________________________
İsveç Akademisi, Jean-Paul Sartre’ın reddinden tam 21 yıl sonra, Nobel Edebiyat Ödülü’nü, yeniden bir Fransız yazara verdi.
Claude Simon’a verilen bu ödül, aynı zamanda Fransız yazarlara uygulanagelen cezanın kalktığının da habercisi.
Nobel’e ulaşan on ikinci Fransız yazarı olan Claude Simon’a ödülün, “belki istediğimiz, belki istemediğimiz; belki anladığımız, belki anlamadığımız, ama bizimle birlikte yaşayan bir şeyleri tanımladığı için” verildiği, altı çizilerek belirtildi.
YAŞAMÖYKÜSÜ

1936’da İspanya’ya gitti. 1940 yılında, bu ülkede hapse düştü. Artık, bu hapishaneden, bu ülkeden kurtulmak en büyük amacı olmuştu. Başardı. Çocukluğunun geçtiği Perpignan bölgesine yerleşti, güç bir kaçış serüveninin ardından. Bundan sonraki yaşamı, artık sanatının başlangıcıydı.
Claude Simon için, edebiyat hep ayrı bir yaşam biçimi olarak var oldu.
Romanlarında edebiyat ile politikayı karıştırmamayı istediği için 1960 yılında Yüzyirmibirler Manifestosu’na imzasını koydu.
Claude Simon’un adı, 1954 yılında Minuit Yayınevi’nin çevresinde kurulan Yeni Roman topluluğunun yazarları arasında anılır. Yapıtları 18 dilde yayınlanan Simon, öteki Yeni Roman’cılar gibi, Türkçe’de fazla rağbet görmeyen bir yazar. Samuel Beckett ya da Nathalie Sarraute gibi tanınma fırsatı da bulamadı. Yeni Roman olayının dışında, en büyük çıkışı yenilerde, 1981 yılında “Les Géorgiques-Çiftçiler” adlı yapıtıyla yaptı.
Bu romanının yayımlanmasının ardından, bir haftalık dergiye yaptığı açıklamada “roman” olgusunu şöyle dile getiriyordu:
“Roman nedir? sorusu, daha önceleri 1887’de Maupassant’a sorulmuş, yanıt şu: ‘Manon Lescaut, Paul ve Virginie, Don Kişot, Tehlikeli İlişkiler, Candide, Üç Silahşörler, Goriot Baba, Salammbô, Madame Bovary...’den sonra, eleştirmenler hâlâ sormaya cesaret ediyorlar. Bu romandır, bu roman değildir tartışması, bilgisizlikten pek farklı olmayan bir anlam kargaşasının ürünüdür.”
“Bugün Maupassant’ın örneklerine Karamazov Kardeşler’i, Ulysse’i ve diğerlerini ekleyebilir.
Ama, ortak bir tanım da bulmak mümkün: Kurgu kişilerin kurgu olaylardaki eylemleri.”
YENİ ROMANCILARIN EN YALINI
Claude Simon’un romanı, gerçekten de, roman tanımı denli yalın olarak girişti. Yeni Roman yazarları arasında en yalını olarak tanındı. Hatta bazı eleştirmenler, onu yapıtlarını hiçbir zama teorik kalıplara sokmayan bir “eylem” yazarı olarak tanımladılar. Bu eylemler, genellikle yaşamından öykülere yansıdı. Küçük kent yaşamından örnekler, yapıtlarında otobiyografik öğeler olarak belirdi. Örneğin, geçen yıl Miro’nun desenleri üzerine yazılmış metinleri içeren “Bérénice’in Saçları” (Aimé Maeght için hazırlanmış ve lüks bir baskıyla daha önce yayınlanmıştı) adlı öyküsüyle, aynı kitapta yayınlandığı, yine daha önce yayınlanmış “Ot” adlı öyküsü, anası denli yakınlık duyduğu yaşlı bir akrabasının, 1960 yılında yayımlanan ve L’Express Ödülü’nü alan “La Route des Flandes” savaş anılarının, 1962’de yayınladığı “Palas” Barcelona günlerinin yapıtlarında birer şekillenmesidir. Son yapıtı “Les Géorgiques-Çiftçiler”de ise, kurgunun neredeyse tümden dışlandığını görürüz. Bu roman, tam anlamıyla bir otobiyografidir.
Claude Simon, romanlarındaki kurgu olayların otobiyografik öğelere katılımı konusunda da şöyle der:
“Doğal olarak, yazmaya başladığımda, içimdeki yazma isteğimi, bu isteği az çok belirleyecek, yansıtacak bir öyküyle bütünlemek isterim. Gerçekte söyleyecek hiçbir sözüm yoktur. Şimdi yaşlı bir adamım ve yaşlı Avrupa’nın tüm insanları gibi, oldukça hareketli bir yaşamım oldu. Bir devrimin tanığıyım, öldürücü koşullarda savaşa katıldım, hapsedildim, aç kaldım, hasta yattım. Ama en büyük ayıbım, 70 yaşında olmama karşın, Roland Barthes’ın dediği gibi, ‘dünyanın bir anlamı varsa, bu hiçbir anlamı olmadığıdır’ sözünün aksini keşfedemedim. Yaşamın, tarihin, yoksulluğun bir anlamı var mı bilemiyorum: Hepsi, bana harika ya da korkunç, iyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz görünebiliyor. Ama bir mesajı yok. Buna karşın, tüm romanlarımda, yaşadığım şeylere yer vermek hoşuma gidiyor.”
GERÇEK İLE KURGU ARASINDAKİ GELGİT
Claude Simon’un bir başka önemli özelliği, yapıtlarında hemen hemen tüm ayrıntıyı değerlendirmesi. Onun doğaya, insana, yaşama yaklaşımında, çok yönlü bir bakış açısında Proust’un, ama daha çok Faulkner’in yansımasını görmek mümkün. Bu arada bir plastik sanatçısının renkliliğini, çok boyutlu olarak kullanma ustalığını da...
Gerçek ile kurgu arasındaki bu gelgitte, 1946 yılında yayınladığı (yazdığı yıl: 1941) ilk romanı “Le Tricheur-Üç Kâğıtçı”dan son romanı “Les Géorgiques-Çiftçiler”e kadar, Fransız dilinin iki önemli tuzağına düşmemeyi de başardı: Benmerkezcilik ve salt anlatımcılık.
“Palas”, “Route des Flandres”, hatta 1967 yılında Médicis Ödülü’nü kazanan “Historie-Öykü” adlı yapıtlarında, karmaşık olayların arasında, epik boyutlara ulaşan gerçekçi frenkler ördüğü görülür. Bu yönüyle, Fransız edebiyatının çağdaş barok sanatçılarının en önemlilerinden biri olarak nitelendirilir. Yüzyıllarla sınırlar arasındaki geçişi, sanki yazarın (ve romanın kahramanının) düşselliğiyle bilincinin dışında zaman ve yer kavramı yokmuşcasına değerlendirmesi ise, daha çok Asturias’ın, Carlos Fuentes’in yapıtlarında rastlanabilecek bir barok yansımadır. Yazar Tony Cartano, bu özelliklerine de dayanarak Claude Simon’un “20. yüzyıl Fransız yazarları arasında en Güney Amerikalısı” olduğunu söyler.
LİRİK BİR YAZAR
Fransa’nın en büyük lirik yazarlarından biri sayılan ve her kitabında bu lirizmin bir yanılsama olduğunu yineleyen, iki-üç ana temadan yola çıkarak çoksesli bir yazınsallık ve sonsuz değişkenlikler yaratan Claude Simon, gerçek yaşamında durağan, sessiz bir kişiliğe sahip. Onun lirizmini besleyen damar ise, yaralı bir gerçekliği bulmaya yönelik değişmez amacı, arama tutkusu. 1947 yılında yayınlanan, ikinci kitabı “La Corde Raide”in önsözüne yazdığı “öztanımlama”sı, onun “gerçeklik” anlayışını belirlemek açısından iyi bir örnek olmalı:
“Ben öğüt verme düşkünü bir bilgin değilim. Hele bir bilgin olma isteğimse hiç yok. Ben sadece yaşamayı deneyen bir adamım. Bu güç uğraşımda, bu savaşımımda yoluma devam etmemi sağlayacak bir dayanak bulmam gerekli. Pazar ayinlerine gitmiyorum, sigara içmiyorum, kumar oynamıyorum, sarhoş olana dek içki içmiyorum, oltayla balık tutma merakım hiç yok ve hiçbir politik gruba bağlı değilim.
Bunlar bir erdem değil...
Benim dünyam, çok yönlü ve ölçülere yer olmayan bir dünya. Oradaki karıncalar evlerden daha büyük.”
Evet. Yeni Roman topluluğunun üyeleri, edebiyat tarihinin tanıdığı en son ve malzeme olarak en zengin topluluğunun etkinliğini, 30 yıl sonra da sürdürmeyi başarıyorlar. Samuel Beckett, Nathalie Sarraute, Alain Robbe-Grillet değişik biçimlerde bu etkiyi duyuruyorlar. Claude Simon ise, en önemlisini başarıyor, topluluğun Nobel’e ulaşan tek üyesi oluyor. Üstelik, 21 yıllık bir yasağı yıkarak...
Derleyen: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 131 - 1 Kasım 1985