TRT, “Özgürlük” İstemiyor!
TRT Genel Müdürü Tunca Toskay’ın Türkiye radyo ve televizyonlarında 200 dolayında sözcüğün kullanılmasını yasaklamasına tepkiler hâlâ sürüyor.
İstenmeyen öteki sözcüklerden bazıları:
Anı,
Başyapıt,
Devrim,
Doğa,
Etkin,
Kuram,
Olanak,
Örneğin,
Öykü,
Söyleşi,
Söylev,
Ulus,
Yanıt,
Yaşam,
Zorunlu
TRT Genel Müdürü Tunca Toskay’ın Türkiye radyo ve televizyonlarında pek çok sözcüğün kullanılmasını yasakladığı yolundaki haberler, Ocak ayı ortalarında gazetelerde yer aldı. Yasaklanan sözcük sayısı kimi gazetelere göre 195, kimisine göre 205’ti.
Genel Müdür, kendisini “Yasa kolay anlaşılır, doğru, temiz, güzel bir Türkçe kullanmamızı istiyor”, “Biz dili dengede tutmaya çalışıyoruz” diye savunuyordu ama, basının geniş bir kesimi bu dil yasakçılığına sert tepki gösteriyordu.
Bu arada bir gazetenin yazarları Tunca Toskay’ın yanında yer alıyor, onu savunuyorlardı. Öte yandan, yasaklar listesini hazırlayanın TRT Yönetim Kurulu, YÖK, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu üyesi Prof. Zeynep Korkmaz olduğu da basında rastlanan haberler arasındaydı.
Gazete ve dergilerde yer alan bu konuya ilişkin görüşleri aktarmadan önce TRT’deki dil yasağının tarihçesine bakalım:
1973 VE 1980 YASAKLARI
TRT’yi çok yakından izleyen Mahmut Tali Öngören, Cumhuriyet gazetesindeki yazısında şu bilgileri veriyor:
“TRT’deki dil yasaklarına ilk kez rastlamıyoruz, 12 Ocak 1973 günü TRT Genel Müdürü Musa Öğün (kendisi bugünkü TRT’yi kimi bakımlardan beğenmediğini açıklamaktadır) yayınladığı 580 sayılı genelgeyle radyo-TV yayınlarında çeşitli sözcüklerin kullanımını yasaklamıştı.
21 Nisan 1973 günlü Tercüman gazetesinin İnci adlı ekinden öğrendiğimize göre de TRT Televizyonu için hazırladığı ‘Doğa ve İnsan’ adlı izlencesinin adını, eski Afyon Milletvekili Haluk Nurbaki, Öğün’ün genelgesine uyarak, ‘Tabiat ve İnsana’ çevirmiş.
TRT’ye ikinci dil yasağı 14 Şubat 1980’de geldi ve o dönemin TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu da (kendisi bugünkü TRT’yi kimi bakımlardan beğenmediğini açıklamaktadır) bugün Toskay’ın yasakladığı sözcüklerin çoğunun kullanımını yine bir genelgeyle engelledi.
Bu sözcükler arasında ‘ulus’ ve ‘uluslararası’ da vardı.
Hatta, Kasaroğlu’nun yakın dostu Hüsamettin Çelebi bile 19 Şubat 1980 günlü Günaydın gazetesinde bu iki sözcüğün TRT’nin yasak listesinde yer aldığını ‘hayretle’ gördüğünü yazmıştı. Ama gerçekte hayret edilecek bir başka davranış, bu yasaktan sonra TRT’deki konuşucu, yapımcı, yardımcı yapımcı, yapım görevlisi, bildirmen(muhabir) ve araştırmacılar için dil kurslarının açılmasıydı.
Bu kursları kim veriyordu?
Tercüman gazetesinin ‘Yaşayan Türkçemiz’ adlı sayfasını düzenleyen Hacettepe Üniversitesi Türk Dili Bölümü doçentlerinden Ahmet Ercilasun...”
24 Nisan 1980 günü Cumhuriyet’in bir haberinden “TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu’nun dil konusundaki genelgesine uygun olarak düzenlenen bu kursta, yayımlarda ‘Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ yerine, ‘Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı’ sözcüklerinin kullanılmasının istendiği”ni öğreniyoruz.
“TUTUK DİL”
Mümtaz Soysal sözcük yasağının hemen ardından, 15 Ocak günlü Milliyet’te yayınlanan “Tutuk Dil” başlıklı yazısında görüşlerini şöyle dile getirdi:
“İnsanlarımız zaten zor konuşur. Yüzyıllar sürmüş ezikliklerin ve her gün konan yasakların süzgecinden geçip meram anlatmak kolay iş değildir.
Okullarda, hem de en yüksek okullarda, gençleri serbestçe konuşmaya alıştırabilmek için, nerdeyse taş plaklı ve borulu gramofonların yay kolunu çevirircesine, sürekli çaba harcamak gerekir.
Çocukluktan beri ‘o ayıp, bu günah’ uyarılarıyla yetişmiş, ‘büyüklere öyle denmez, böyle denir’ azarlamalarıyla sindirilmiş insanlar pek konuşkan olmaz.
(...)
Bütün bunları aşıp dil konusunda artık belirli bir rahatlığa ve olgunluğa erişmemiz gerek.
İki noktayı unutmadan,
Düşünmek kavramlar yoluyla olduğuna ve her kavramın bir adı bulunması gerektiğine göre, dilin de bir düşünme aracı olarak gitgide berraklaştırılması asla vazgeçemeyeceğimiz bir çabadır.
Doğru düşünmek istemeyen, diline özen göstermez.
Ama, dil aynı zamanda bir iletişim aracı. Bu görevini yerine getiremeyecek duruma soktuğumuz zaman da düşüncenizi aktaramazsınız.
Anlaşılmak istemeyen, anlaşılmaz bir dil kullanır.
Emirlerin ve yasakların yerini sağduyu almalıdır.”
“DİL ONARIM HAMLESİ”
Aynı gün Ahmet Kabaklı, Tercüman’daki yazısında TRT’nin “Dil onarımı (tamiri değil!) hamlesi” yaptığını öne sürerek şunları yazdı:
“İşte, halkın diline ve zevkine uygun, doğru, anlaşılır ve canlı bir Türkçe’yi devlet dili haline getirmeye çalıştığı için TRT’ye saldırıyorlar. Onun için TRT, bu yaptığının rastgele bir yasaklama değil, bir ‘ilim, zevk ve demokrasi’ meselesi olduğunu, herkese anlatmalıdır.
(...)
Doğrusu, uydurukçadan mezun bazı kimselerin dilinden ve ettiklerinden Sultan Abdülaziz memnun olmadığı gibi, bunların ‘burjuva devrimcisi, salon reformcusu’ dedikleri Atatürk de aslında memnun değildir.
Bu kafalar ne kadar da geri kalmışlar böyle. Hâlâ, 1948’lerin, 1960’ların silahlarına sarılıyorlar...
Oysa, Sultan Hamid, tarihteki yerine çoktan oturmuştur; Atatürk ise artık, olur olmaz politikacı ve partizanın âleti yapılmayacak katlara yükselmiştir.
Fakat, milletin dilini bile ‘devrimleyen’ kimseler, onun geçmiş büyüklerine olan saygısını nasıl anlayabilsinler?”
“HAKSIZ REKABETİ ÖNLEMEK”
Aynı gazetede aynı gün Ergun Göze imzasıyla yazılanlar daha da ilginçti:
“TDK BABALARI oturur kelime icat ederlerdi.
Şu ‘kelime’yi bile yasaklamışlardı, onun yerine önce ‘tilcik’ dediler tutmadı, sonra ‘sözcük’ dediler yine tutturamadılar.
(...)
Yalan söylüyorlar, TRT kelimeleri yasakladı diyenler.
Bunlardı kelimeleri yasaklayanlar.
Millete tepeden emir yağdıran:
‘Vatan deme, yurt de.’
Sanki talebe yurduydu şehitler armağanı vatanım...
‘Millet deme, ulus de.’
Sanki Ulus gazetesine reklâm yapıyorlardı...
‘Akıl deme, us de.’
Millette akıl bırakmamaya kararlıydılar...
‘Ruh deme, tin de.’
Milli ruhu unutturmaktı niyetleri...
(...)
İşittiğimize göre uydurulan her kelime için para da alınıyormuş.
Hem para al, hem millete kök söktür, emir ver senelerce, bu dil diktasını devam ettir.
Şimdi sen kalk senin uydurduklarının yerine gerçek kelimeler konunca feryadı bas.
(...)
Bu hareket bir yasaklama değil, çok eski ve çok haksız ve çok insafsız bir yasaklamayı kaldırmaktır...
Uydurukçacıların haksız rekabetini önlemektir.
Uydurukçacıların dil diktasını yıkmaktır.”
ATATÜRK’ÜN DİLİ...
18 Ocak günlü Milliyet’te, Almanya’nın günlük gazetelerinden Frankfurter Rundschau’nun bu konudaki yorumu yer aldı:
“Atatürk’ün dil konusundaki çabaları üst düzeydekilerle halk arasında dil birliği sağlamaya yönelikti.
Bundan sonra da Türkçedeki yetersiz kelimelerin yerini İngilizce veya Fransızcadan bazı kelimeler almaya başladı.
Fakat, 1950’lerden sonra durum değişti.
Muhafazakârlar Osmanlıcaya geri dönülmesini isterlerken, tutucu ve katı bir muhafazakâr olarak tanınan TRT Genel Müdürü Tunca Toskay’ın yasaklama kararı da kendi ideolojisine uygun olsa gerek.”
HAKKI VAR MI?
Refik Erduran, 18 Ocak günlü Güneş gazetesinde yayımlanan yazısında şöyle dedi:
“Bir hukuk devleti olduğu söylenen Türkiye Cumhuriyeti’nde TRT’nin dil açısından ufacık bir hizbin aleti gibi davranmaya,
dışalım,
dışsatım,
devrim,
doğa,
etkin,
olanak,
ödün,
özgür,
söyleşi,
ulus,
yandaş,
yanıt,
yapay,
yasal,
örneğin türünden sözcükleri -ya da herhangi bir sözcüğü- yasaklamaya hakkı var mıdır?
Ne demektir, nasıl konulur, nasıl uygulanır sözcük yasağı?”
Sözü televizyondaki konuşmaları dil açısından TRT sansürüne uğrayan Gülriz Sururi’ye getiren ve Sururi’nin programına son vermesini güzel bir örnek olarak değerlendiren Erduran yazısının sonunda Gülriz Sururi’ye şöyle seslendi:
“Üzülme, tatlı Gülriz!
TRT kapılarını senin yüzüne kaparsa kendi zararlı çıkar.
Toplumumuzun onur kapıları açık sana.
Sağduyunun, hukukun, insancıl bilincin ağır basacağı, başı dik insanlarımızın o kapıların ardındaki koridorlardan TRT’ye de, ortak varlığımız T.C. devletinin tüm nimetlerine de ulaşacağı günler gelecektir.”
KÜLTÜR İLE YASAK
Oktay Ekşi, Güneş gazetesinde yer alan başyazısında görüşlerini şöyle açıkladı:
“Önce bir noktayı belirtelim:
Türkiye’de ‘dil’ devrimi -inkılabı değil, devrimi- hiç kimsenin geri çeviremeyeceği kadar büyük mesafeler kazanmıştır.
‘Hiç kimse’ derken neyi kastettiğimizi belirtmek için söyleyelim:
Değil 1982 Anayasası veya Anavatan Partisi iktidarı, 10 tane 12 Eylül arka arkaya yapılsa, Türk dil devrimini artık, bugün ulaştığı noktadan bir adım geri götüremez.
Çünkü, modern Türkiye’nin halk tarafından en çok benimsenmiş, en çok özümsenmiş devrimi ‘dil devrimi’dir.
Nitekim ona karşı görünenlerin de kullandıkları dilin belki %80’i ‘yeni’ dedikleri ve beğenmiyor göründükleri kelimelerden oluşmaktadır.
(...)
Onun için, şimdi TRT Genel Müdürü -üstelik genç bir adam- Tunca Toskay’a bakıp gülüyoruz. Çünkü yarın o makamdan ayrıldığı gün ‘suyu tersine akıtmaya çalışmakla ne büyük hata yapmışım’ diyeceğini şimdiden biliyoruz.
Bu zavallı genç adama hiçbir yakını ‘kültür’ kavramı ile ‘yasak’ kavramının yanyana olmayacağını, onları yanyana getirmeye çalışanın yenik düşeceğini söylemiyor mu?
TRT’NİN ARAPÇASI
19 Ocak günlü Günaydın gazetesinde Tekin Aral, “TRT’nin Arapçası” başlığı altında TRT diline şu “katkı”yı getirdi:
“Biz de sayın Toskay’ın bu vatanperverane girişimine katkıda bulunalım dedik.
Bazı televizyon programlarının isimlerini yeniden düzenledik.
Kendisine arzediyoruz.
- Tedrisat ül-aleniye (Açık Öğretim)
- Havadisler ve ahval-i Heva (Haberler ve Hava Durumu)
- Nevm-il Evvel (Uykudan Önce)
- Teşrif ül Perşemba (Perşembenin Gelişi)
- Zevcenizle Teşerrüf Eyliyor musunuz? (Eşinizi Tanıyor musunuz?)
TRT’nin Arapça’sını ise size başlığımızda yazmıştık.
‘Ot yemenin Arapçası’ nedir, onu öğrenemedik yalnız!”
VE TRT’NİN TÜRKÇESİ
Aynı gün Tercüman’da Mukbil Özyörük, “TRT’nin Türkçesi Şâhâne Olmalıdır” başlığı altında şunları yazıyordu:
“Bizdeki gibi bir ‘dil felâketi’, bir ‘dil kavgası’ tarih boyunca hangi milletin başına gelmiştir?..
Ne fâciadır bu?..
Kesim kesim, bölüm bölüm, zümre zümre herkesin dili bir başka...
Hepimizin konuştuğu, yazdığı, telâffuz ettiği Türkçe başka.
Bu tahripkârlık nasıl TRT ve TV’nin eliyle yürütülmüşse, ‘onarma, düzeltme ve sağlam, doğru, gerçek, zengin ve âhenkli Türkçe’yi yeniden ortaya koyma ve yaşatma’ da, elbet, evvelâ TRT’ye ve TV’ye düşer.
Ancak, TRT’nin ve TV’nin de desteğe ve takviyeye ihtiyacı vardır.
Kullanacağı malzemeyi tedarik edeceği bir ‘kaynağa’ da TRT-TV muhtaçtır.
Bu kaynağı, yeni Anayasa tesis etmiştir.
Bu kaynak, kısaca Yeni Dil Kurumudur...”
BİR “İDDİA” - BİR GÖRÜŞ
Bu arada Tecüman’da Ahmet Kabaklı, 1971 yılında yayımlanmış ‘TRT Sözüğü’ adlı kitapçıktan söz ederek ‘Bir zamanki TRT Müdürü’nün (Adnan Öztrak olmalı) 661 sözcüğü yasakladığını ileri sürdüyse de, yazısındaki alıntılardan, bu kitabın sözcük yasakladığına ilişkin bir kanıt edinilemedi.
Öte yandan, 27 Ocak günlü Nokta dergisinde, TRT Genel Müdürü Toskay’ın özellikle karşı olduğu “sel-sal” ekli sözcüklerden bazılarının (geleneksel, toplumsal, bilimsel) TRT 1985 Genel Yayın Planı’nda yer aldığı belirtiliyor; Toskay’ın bu ‘sızmaları’ gazetecilere “zühul eseri olarak girmiş” diye yorumladığı bildiriliyordu.
Derginin dil yasağı konusundaki görüşü ise, şöyleydi:
“Nokta dergisi yaşayan, gelişen, zengin Türkçe’den yanadır.
Hiçbir sözcüğün kökeni ya da ideolojik kokusu nedeniyle dilimizden atılmasını istemiyoruz.
Tam tersine değişen dünyaya ayak uydurmak zorunda olan dilimizin bilnçli çabalarla zenginleştirilmesini destekliyoruz.
Bilgisayar terimlerinin türetilmesinde gösterilen başarı, istenirse neler yapılabileceğini ortaya koyuyor.
Türkçe’nin bir bilim dili haline gelmesinden kıvanç duyuyoruz.
Bize “hayat” da lazım, “yaşam” da, “yaşantı” da. Türkçe’nin kalp atışlarına kulak verebilenler bu üç sözcük arasında anlam ve işlev farkları oluşmakta olduğunu seziyorlar.
Tunca Toskay gibiler, Türkçe’yi sevmeyen ve iyi kullanamayan sözüm ona Türkçe uzmanları, ne kadar ayak direrlerse diresinler dilimizin çağdaş ve zengin bir dil olma çabası devam edecek.
Kafamızda sözcük boşlukları açarak düşüncemizi yoksullaştıracaklarını umanlar gene yanılıyorlar.”
“OSMANLICILIKTIR”
Cumhuriyet gazetesi yazarları, genellikle “bu gibi olaylarla ortaya çıkan Arapça düşkünlüğü, laikliğin ortadan kaldırılmasının öncü girişimleridir” (Melih Cevdet Anday) değerlendirmesini benimsediler. Nitekim Mehmed Kemal de 31 Ocak günlü Cumhuriyet’te tepkisini şu cümlelerle dile getirdi:
“Hiçbir dilde özingilizce, özalmanca gibi bir deyim yoktur.
Ama bizim dilimizde öztürkçe diye bir deyim vardır.
Bu deyim Atatürk devrimleri arasında geçmektedir.
Dil özleştirmeyi, arılaştırmayı, sadeleştirmeyi amaçlar.
Arı Türk dilini Osmanlıcadan kurtarmak ister.
Dildeki öztürkçe sözcükleri atmak, yerine Osmanlıcalarını getirmek, düpedüz Osmanlıcılık olmaz mı?
TRT Genel Müdürü’nün dil üstündeki oyunları Osmanlıcılıktır.
Gerçi kendine sağcılık süsü veriyor ama, bu eylemin sağcılıkla ilgisi yoktur.
Osmanlıcılık yapıyor, Abdülhamit sağ olsaydı buna çok sevinirdi.
Atatürk sağ olsaydı, Genel Müdür bu sözcüklerin kılına dokunmaya cesaret edemezdi.
(...)
Kendini sağcı diye ilan ederek bulunduğu makamın tarafsızlığını bozmuş, dille yetkisi dışında oynamaya kalkmış bir Genel Müdür’ün bulunduğu makamda oturmasında, devletin işlevi bakımından sayısız sakıncalar vardır.
Çünkü, Anayasa’ya göre bu makamda özellikle tarafsız bir kimsenin oturması gerekir.
Anayasa işliyor mu, işlemiyor mu?
Toskay’ın durumu belirleyecektir.
‘Türkiye’de yasalar var’ diyenler haklı çıkmalıdır.”
1-15 Şubat günlü Yeni Gündem dergisinde ise, Prof. Dr. Tunca Toskay’ın TRT Genel Müdürü olmadan önce İ.Ü. İktisat Fakültesi öğretim üyesiyken yazdığı “Turizm - Turizm Olayına Genel Yaklaşım” adlı kitabı ele alınarak bir karşılaştırma yapılıyordu:
“Toskay TRT’de bazı sözcüklerin kullanılmasını yasaklamadan önce, yazdığı kitaba şöyle bir baksaydı herhalde Genel Müdür olarak yayınladığı genelgeyi kitabına uydurur ve ‘turizm alanındaki’ engin bilimsel bilgileriyle turizm bilimine ‘bir katkı’ olan bu kitabı ile genelge arasında kalmazdı.
Böyle yapmayınca biz de ne yapalım, kitabına uymayan ‘Genelge’ ile Toskay’ın ‘Turizm Olayına Genel Yaklaşım’ kitabına bir bakalım dedik.
‘Ulemadan’ Toskay’ın yayınladığı genelgesinde yasaklar kapsamında bulunan sözcükleri çıkardık:
‘- kuramsal,
- yaklaşım,
- karmaşık,
- bilim,
- bilimsel,
- bilgi,
- gözlem,
- toplumsal,
- tanım,
- yorum,
- olağan,
- kavram,
- kavramak,
- uluslararası,
- oluşum,
- doğal,
- varsayım,
- bünyesel (cümlede kullanıldığı yere bakılırsa herhalde yapısal demek istiyor),
- soyut,
- görünüm,
- eğilim,
- gelişim,
- ulaşım,
- yönelme,
- kültürel,
- öğrenim,
- olağan,
- olağanüstü,
- geleneksel,
- yaşantı,
- yöntem,
- yerleşim,
- kırsal,
- tarımsal,
- sayısal,
- dikey’...
(...)
Toskay, TRT’de bazı sözcüklerin söylenmesini yasaklayan ‘Genelge’sine bu kitabını önsöz olarak koyarak, genelgenin altına da şöyle bir dipnot ekleyebilir:
Hatasız kul olmaz!..”
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 114 - 15 Şubat 1985
_____________________________________________________________________
5 Soruda Dil Sorunu
1 - Dil konusunda hangi dönemlerde, ne gibi sorunlarla karşı karşıya geldiniz?
Cahit Külebi: Özleşmeye karşı girişimler
Her dilin özleşmesi ulusal bir olaydır. Bir uygarlık koşuludur. Atatürk bunu bildiği için, en başta dil ve tarih konularını ele almıştır. Çok iyi işleyen birer çalışma düzeni kurmuştur. 1928’de yazı devrimini gerçekleştirip 1931’de Türk Tarih Kurumu’nu, 1932’de Türk Dil Kurumu’nu kurmuştur. Akçal varlığını bu iki kurumun yaşatılması için adamıştır.
Geçen elli üç yıl boyunca, ara ara yoğunlaşarak başgösteren Dil Devrimi’ne karşı çıkmalar, temelde din konusu olmaktan çok uygarlık konusuna dayanmaktadır. Günümüzde, Dil Devrimi halkımızın bütün katmanlarınca benimsenip gözönünde bulunduğu için çatışmada dil özleşmesine karşı çıkanlar büyük tepki ile karşılanıyor. Aslına bakılırsa, Atatürk’ün tarih anlayışı ve Türk Tarih Kurumu’nun çalışmaları da yine bir ulusal konu ve uygarlık sorunu olduğu halde, o kurumun çalışmalarının kösteklenmesi gözden kaçmakta ve yeterli tepki görmemektedir.
1932’de toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı’nde, Atatürk’ün huzurunda, Dil Devrimini savunan Prof. Fuat Köprülü’nün şu sözleri, hem gerçeğin yansıması hem de sonraki aşamalardaki dönüşümler bakımından kulaklarda küpe olmalıdır. Tarihsel bir derstir:
“Son asırlarda türlü yabancı tesirler altında tabii yolunu şaşırmış olan dilimize tekrar o eski zenginliğini, istiklalini kazandırmak ve bugünkü manasıyla en ileri, en geniş bir medeniyet dili haline getirmek için ilk Türk Dili Kurultayı toplanmış bulunuyor...
Milli şuura ve milli imana dayanan insan iradesinin şu son asırda milli lisanların inkişafına, hatta bazı ölü sanılan dillerin bile yeniden yaratılışına nasıl muvaffak olduğunu siz de bilirsiniz.”
(......)
“Türk dilinin tekâmülünü yani değişmelerini on asırdan beri pek iyi takip ediyoruz:
Ve görüyoruz ki, bu tekâmül, muayyen bir zamandan sonra, İslam medeniyetinin türlü tesirleri altında dilin zenginliği ve istiklali bakımından ‘ileriye doğru bir tekamül’ değil, ‘geriye doğru bir tekamül’ olmuştur.
Bu tesirlerin en başında münevverlerin ‘ilmi vicdan’dan, ‘milli şuur’dan mahrum olduklarını söylemek hiç de yanlış değildir.”
(......)
1932’den 1950’ye değin, ara ara karşı davranışlar olmuşsa da silik kalmıştır. Bunun nedeni, Türkçenin özleşip zenginleşmesi bilimsel bir olgu olduğu halde, karşıtların çıkış noktalarının siyasal olması ve o gibi tutucuların tek parti döneminde sinmiş bulunmalarıdır. 1950’den sonra her siyasal aşamada karşıt görüşlüler amaçlarına ulaşma girişimine geçmişlerse de, uzun süre başarısız kalmışlardır.
Tarihsel dilim içinde karşılaşılan ilk önemli olay, 1945 Anayasası’nın dilinin değiştirilmesi, “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu”nun geri getirilmesidir. Bu kez, Prof. Fuat Köprülü önayak olduğu öneri gerekçesinde şöyle demekteydi:
“Mektepteki çocuklar evde ana ve babalarıyla anlaşmakta güçlük çekmeye başladılar.
Diğer taraftan, Türk dilinin kendi bünyesi içinde gelişmesinin ve sadeleşmesinin hızını kıran bu yapmacık dil, nesiller arasında bir uçurum yaratmaya başladı.
(...)
Medeni cemiyetlerde dil, mensup olduğu milletle birlikte kemalini bulur ve nesiller arasında köprüler kurar.
Tarih, hars ve güzel sanatlar bakımından birtakım bağlar vücuda getirir.”
(......)
Prof. Fuat Köprülü’nün yüz seksen derece dönüşle ileri sürdüğü bu savlar, yıllar boyunca özleşme karşıtlarınca yinelenmiştir. Bugün de yinelenmektedir.
Yine, bu görüşmeler sırasında, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in:
“...Türkçenin beş tane çirkin sesi vardır.
Bütün fiillerin sonunda -mek, -mak vardır.
‘K’ korkunç derecede çoktur.
‘K’ da yetmez. Lisanımızda bir de ‘ı’ vardır, ‘ç’ vardır. Ağırdır.”
(...)
sözleriyle, Türkçe sözcüklerden verdiği örneklerle ana dilimizi aşağılaması, hatta o güzelim “çiçek” sözcüğünü bile çirkinliğe örnek göstermesi yeryüzünde benzeri görülmemiş bir olaydır, büyük bir sapınçtır.
27 Mayıs 1960’tan sonra yönetim, dilimizin özleştirilmesi amacına önem verdiği, 1961 Anayasası’nda özleşmiş dilimize özen gösterdiği halde, karşıt tutumcular bu kez de başka bir yol denemişlerdir. 1961 Ağustos’unda, Türk Dil Kurumu’nun yok edilmesi, mallarının elinden alınması önerisiyle hükümete bir akademi tasarısı sunmuşlardır. O sırada başarıya ulaşamayan dört girişimciden üçü Türk Dil Kurumu üyeliğinden çıkarılmış, biri ise, kendisini gizleme yolunda başarı sağlamıştır. Bir süre sonra, durumu anlaşılmakla birlikte, küçük bir uyarı cezasıyla bağışlanan bu girişimci, daha sonraki süre dilimi içinde Türk Dil Kurumu içinde kaldığı, bilimsel açıdan etkinlik sağlayamadığı halde, bugün de Türk Dil Kurumu’nun ve TRT’nin üst düzey görevlerinde dilimizin özleşmesi, Türk sağcıl yazın sanatının yoksayılması yönünde girişimlerde bulunmakta, etkin de olmaktadır.
Bilindiği üzere, 1982 Anayasası’nın 134. maddesi uyarınca kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu içinde Türk Dil Kurumu da yer almıştır. Anayasa’nın 134. maddesinde, “Atatürk’ün vasiyetnamesinde belirtilen mali menfaatlerin saklı” olduğu ve “kendilerine (Türk Tarih ve Dil Kurumlarına) tahsis edileceği” hükmü bulunmaktadır. Bugün, önemli olan, 134. madde hükümlerinin ve amacının gerçekleştirilmesidir.
Bir gazetenin dört yıla yakın bir süre boyunca canlı tuttuğu “Yaşayan Türkçe” kampanyası ve onun sonuçları üzerine uzun tartışmalar yapılıp birçok yazı yazıldığı için o olayın ayrıntılarına şimdilik inmekte yarar görmüyorum.
Geçen ay içinde TRT Genel Müdürlüğü’nün yasakladığı 205 sözcüğün dizelgesi basında açıklandı. Tepki ile karşılandı. Yasaklanması istenilen sözcüklerden birçoğunun 1982 Anayasası’nda bulunduğu kanıtlandı. Bunun karşısında TRT Genel Müdürlüğü’nün girişimini açıklayıp savunmaktan kaçındığı, Türk Dil Kurumu’nun ise varlığının nedeni olan bu konuda susmayı yeğlediği gözlemlendi. Daha önce, 1973’te, 1980’de TRT Genel Müdürlüğü iki kez yasak dizelgeleri çıkarmış, ne var ki uygulayamamıştı. TRT’nin bu üçüncü ÖZTÜRKÇE yasaklaması da öncekiler gibi güçsüz ve etkisiz kaldı. TRT’nin yeni yöneticileri bir süreden beri haber yayınlarında, çeşitli seyirlik izlencelerinde Osmanlıcaya eğilim gösteriyordu. Geri tepen 205 Türkçe sözcüğün yasaklanması girişiminin, söz konusu TRT yöneticilerini girişimlerinden caydırıcı olumlu bir etki yapacağını umabiliriz.
Aziz Nesin: Çocukluğumdan günümüze, dönem dönem dil sorunları
Dört yaşımdayken bana Arapça öğretmeye başladılar. Çünkü, Arapçayı öğrenmeyen Osmanlıcayı bilemezdi. Ama Arapça öğretilenlerden hiçbiri, Arapçayı öğrenmiş olmazdı.
Peki, Osmanlıcayı öğrenebilir miydi? Hayır!
Ne denli Arapça ve Farsça öğrenirsen öğren, yine de Osmanlıcayı tam öğrenemezdin.
Ben dokuz yaşına dek Arap “sarf ve nahv”ini, “emsile, bina, maksud” hatta “avamil” denilen bölümlerini okumuştum, yani Osmanlıcayı iyi bilenlerden sayılırdım. O yaşımda sınava girecek imamlara Arapça dersi bile verirdim.
Yine de Cumhuriyet Gazetesi’nin o zamanki köşeyazarı Abidin Daver’in yazısının sürekli başlığını “Hem na’lene Hem Meyhane” diye okur, bundan bir anlam çıkaramaz, bilgisizliğim ortaya çıkmasın diye de bu başlığın ne demek olduğunu kimseye soramazdım. “Hem na’lene Hem Meyhane” diye okuduğum yazının ne olduğunu, doğru okunuşunu ancak yeni ABC’nin alınmasından sonra o başlığın yeni ABC’yle basılmasıyla öğrenebilmiştim:
“Hem Nalına Hem Mıhına”. Ne çok utanmıştım.
Osmanlıca hiçbir zaman tam olarak öğrenilemeyen yapay bir dildi.
Babam beni saygın kişilere,
- Mahdum bendeniz!.. diye tanıtırdı.
Niçin, oğlum, demiyor da “Mahdum bendeniz” diyor diye yerin dibine geçerdim. Salt babam değil, herkes böyleydi. Konuşma dilinde en çok kullanılan söz “bendeniz”le “zatıailiniz”di.
Erkekler, incelik olsun diye eşlerini,
- Refikam cariyeniz... diye tanıtırlardı.
Niçin böyleydi? Günlük yaşamda anadilimizle konuşur, ama yazarken ve saygın kişilerle konuşurken Hacıvatça konuşulurdu. Çocukluğum, bu Hacıvatçadan utanmakla geçti.
Çocukluğumun dil sorunu, Hacıvatçadan utanmaktı.
- Lisedeyken birçok arkadaşım, ezberleyerek söyledikleri Arapça terimin anlamını bilmedikleri için sınıfta kalmış ve okuldan atılmışlardır.
Örneğin “teşrih” ve “vücud-u beşer” denilen fizyoloji dersinde bir arkadaşımızı “akciğer” dediği için öğretmenimiz “Burası ciğerci dükkanı değil, defol” diyerek derslikten kovmuştu. Akciğeri bilmek yetmez, akciğerin “rie” demek olduğunu da bilmek gerekirdi. Ama hiçkimse “Riem hasta, riem ağrıyor” demez, “Ciğerim ağrıyor” derdi herkes.
Bu ikili dil, ikiyüzlü insan yetiştiriyordu. İkiyüzlü ve kafası iki bölmeli insan..
Benim gençliğim, ikiyüzlü insan yetiştiren ikiyüzlü eğitimle geçti.
“Zaviyetan-ı dahiletan-ı mütecaviretan”,“zaviyetan-ı haricetan-mütecaviretan”...
Bunları ezberlemek bilgi edinmekti. “İç bitişik açılar”, “Dış bitişik açılar” demek, Türkçe olduğu için bayağı görülüyordu. Gençliğimin dil sorunu, dilde ve dilden tüm yaşama geçen ikiyüzlülüktü. - O zamanlar gerçekten Atatürkçü generaller vardı. Kendilerine paşa denilmesine kızarlardı. Çünkü yasa onlara general diyor ve onlar da yasalara uyuyorlardı. Çünkü paşalık, Osmanlılıkla birlikte geride kalmıştı ve onlar ilericiydiler.
Önce “cemaziyülevvel, cemaziyülahır”dan kurtulmuştuk.
Sonra “teşrinievvel, teşrinisani, kânunuevvel, kânunusani ve mülazımıevvel, mülazımısani”den kurtulduk.
Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nda “mülazım”ları, yüzbaşıları olan o generallerin ben teğmeniydim. Hepsi de dil özleşmesinden yanaydı.
Bir General Kurtcebe vardı ki, bütün yaşamımda O’ndan daha coşkulu bir dil özleştirmecisi ve özdilin uygulayıcısı görmedim. Yemekten sonra “Afiyet olsun” mu diyelim, “Yarasın” mı? Ben o zaman ki alışkanlığımla hâlâ “Yarasın” diyorum, yadırgansam bile...
Çünkü aklım “yarasın”ı, “afiyet olsun”dan daha doğru, daha güzel ve daha benim buluyor.
Bugün hâlâ “Bay-bayan”ın salt mektup zarflarında kaldığını söyleyenler var. Bay ve bayan, soyadları içindir, küçük adlar için değil. Soyadını kullanmazsan, elbet bay-bayan da zarflarda kalır. General Kurtcebe, herkesi soyadıyla çağırırdı.
Gazi Paşa, paşaydı.İsmet Paşa, paşaydı.Fevzi Paşa, paşaydı.
Çünkü onlar tarihti. Ama coğrafyamızda paşa yok, general vardı.
Gençliğim, Türkçenin özleşmesi coşkusuyla, sevinciyle geçti. Sorunum, daha öz, daha yalın konuşup yazarak halkımla bütünleşmekti, kendi dilimi arayıp bulmaktı. - Yazar oldum. 1945 yılında, daha otuz yaşımdayken Tan gazetesinin köşeyazarıydım. (O zaman, ancak yaşını başını almış olanlar köşeyazarı olabilirdi.)
Bir köşeyazarının konusu şuydu: Üç kuşak, dede, oğul, torun konuşuyorlar, ama dil kargaşası yüzünden birbirlerini anlayamıyorlar. Yazım gülmece değil, gülünçtü. Sözde dil özleşmesiyle alay etmiştim. Bu yazım büyük yankı uyandırdı. Telefonlar, mektuplar geldi. Bu yazım için beni kutluyorlardı. Eski kuşaktan, kimi eski yazarlar da beni kutlamışlardı. Ama bu gazete yazarları, benim yazılarını sevdiğim, düşüncelerini beğendiğim, dünya görüşlerini doğru bulduğum kişiler değillerdi. İşte o zaman düşündüm: Ben nasıl bir yanlış yaptım ki, bu tutucular, gericiler beni beğeniyor?
Bu, çok önemli bir ölçüttür: Karşıt oldukların seni beğeniyorlarsa, bir yanlış yöne saptın demektir.
Bu kutlamalar beni uyardı. Dil konusunda okudum. Dilde özleşmeden yana olanlarla karşıtı olanların düşüncelerini öğrendim. Doğruyu yanlışı seçtim. O dönemde dil sorunum: Salt Arapça, Farsça değil, İngilizcesiyle, Fransızcasıyla bütün yabancı sözcüklerin, terimlerin, deyimlerin yerine zorlayarak değil alıştırarak, sevdirerek, en uygun, en benimsenen Türkçelerini koymaya çalışmak... - Gelelim günümüze: İki türlü inat vardır, biri kör inat, halkımızın “İnadım inat, kıçım iki kanat” dediği aptal inadı, dediğim dedik inadı, yanlışından dönmeme ve ders almama inadı, inanç inadı; öbürü de aydın inadı.
Nedir aydın inadı?
Düşüne düşüne, araştıra araştıra, kuşkulardan geçe geçe ulaştığın doğruyu, bütün tehlikeleri göze alarak sonuna dek savunma inadı...
Bugün dildeki sorunum işte bu aydın inadı çizgisidir.
Hem de Atatürk adına Atatürk’ün dil ilkelerini -bütün öbürleri gibi- tersyüz ediyorsunuz, öyleyse ben daha da çok arı dilden, öz dilden yanayım. Ne iyi ki, böyle inatçılıklarımızın sayıları hiç de az değil. Bugünün dikenli telli radyosunda ve televizyonunda insanlar yasaklanmış sözcüklerle konuşuyor, saçma yasakları çiğniyorlar. Ne güzel...
Ancak anlamadığım bir şey var: Kapatılan TDK üyeleri nerde ve ben nerdeyim?
TDK’nın her kurultayında yollukların, gündeliklerin artırılması için söylev çekenler şimdi nerde?
Atatürk’ün kesesinden (kalıtından) devrimcilik yapan paralı askerlerle Türk diline gerçekten gönül verenlerin ayırt edilmesinin tam zamanıdır. Çağımızda örgütsüz insan, insanlığından çok şey yitirir. İnsanları örgütsüz bırakmaya çalışmaları boşuna değil ki...
Ve her koşulda yapılması gereken doğru bir çıkış yolu vardır.
İşte şimdiki dil sorunum da bu.
2 - “Yaşayan Türkçe” kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Yaşayan Türkçe”yi bilim-kültür-sanat kavramlarının ortaya konması için yeterli görüyor musunuz?
“Yaşayan Türkçe”yi bilim-kültür-sanat kavramlarının ortaya konması için yeterli görüyor musunuz?
Melih Cevdet Anday: Osmanlıca oldum bittim bir ölü dil idi
“Yaşayan dil” sözü dilbilim alanında, “ölü dil” karşıtı olarak kullanılır. Ölü dil, artık konuşulmayan dil demektir. Bu sözün bizdeki anlamı ise, bugün, özleştirmeciliğe karşı olanların ağzında, Osmanlıca’ya dönüştür. Demek onlar Osmanlıca’yı yaşayan dil sayıyorlar. Oysa, Osmanlıca, oldum bittim bir ölü dil idi, konuşulmazdı, bilenlerce yazılırdı, o kadar. Biz Genç Kalemler ve Ziya Gökalp’ten beri yaşayan dilin ardına düştük, onu yazı dili durumuna getirmek için çabaladık, çabalıyoruz. Osmanlıca’dan konuşma diline girmiş kimi sözcüklere ve bunlarla kurulmuş deyimlere dayanarak özleştirmeciliği yaşayan dile karşı saymak ciddiye alınır bir yaklaşım değildir. Bütün Osmanlı döneminde, medreselerde Arapça okutulmuştur, Türkçe değil. Bu yüzden Arapça, grameri ile girmiştir dilimize, yalnızca sözcükleri ile değil. Konu sadece “yabancı sözcük” ile bitseydi, işimiz çok daha kolay olurdu. Bugün, “bir hadise meydana geldi” yerine “bir olay alana geldi” diyenler, Osmanlıca düşünmekten kurtulamayanlardır. Sorun, bir çeviri sorunu değildir, Türkçe’nin yapısını bulmak ve sentaksına uymak sorunudur; neden “olay çıktı” demeyelim?
Özleştirmeciliğe karşı bugün gördüğümüz tepkiyi uyandıranlar, öztürkçeci “kelimeci”lerdir. Onlar, “Bunun yerine ne diyeceğiz, şunun yerine ne diyeceğiz?” diye düşünürler, sorun bununla çözülür sayarlar. İşte Osmanlıcacılar da böyle düşünürlerdi. Türkçe sözcüğün yerine ille Arapçasını, ya da Farsçasını ararlardı. Batı’da yazın, ulusal dillerle başlamıştır.
Özleştirmeciliğe karşı bugün gördüğümüz tepkiyi uyandıranlar, öztürkçeci “kelimeci”lerdir. Onlar, “Bunun yerine ne diyeceğiz, şunun yerine ne diyeceğiz?” diye düşünürler, sorun bununla çözülür sayarlar. İşte Osmanlıcacılar da böyle düşünürlerdi. Türkçe sözcüğün yerine ille Arapçasını, ya da Farsçasını ararlardı. Batı’da yazın, ulusal dillerle başlamıştır.
Cervantes, Castilla şivesini;
Boccaccio, Toscano şivesini yazıya geçirdi.
Ama “yaşayan dil” dönemden döneme gene de değişikliğe uğrar.
“Dili yazarlar yapar” sözü çok yaygındır. Birinci Türk Dil Kurultayı’na Atatürk’ün davetlisi olarak gelen Hüseyin Cahit Yalçın da söz aldığında bunu söylemişti ve “Siz karışmayın” diye eklemişti. Oysa, yazarlar, bilimsel terminleri (ben terim demiyorum) yapamazlar. Bilimsel terminleri bulmak, o bilim dalının uzmanlarına düşer. Bunun için de ana dil bilinci ve ana dilden sözcük türetme sevgisi gerekir. Konuşulan dil bunun için her yerde, her zaman yetersiz kalmıştır. Yeni düşünleri anlatmak için yeni sözcükler gereklidir. Dil geliştirilmeden felsefe, bilim, yazın da oluşamaz, gelişemez. Konuşulan dilin sınırlı oluşuna bakılarak onu küçük görmek yanlıştır. Her dil konuşma olarak sınırlıdır ve her dil, kökleri, ekleri işletmek bakımından içinde sonsuz bir zenginlik taşır. Şunu söyleyerek bitireyim; biz bugün Arapça’dan yararlanamayız; çünkü Arapça, çağdaş terminler karşısında kendini yenilemek zorundadır, geri kalmış bir dildir.
Tarık Buğra: Uyduralım... Yakıştıralım... Tutan tutar, tutmayan tutmaz...
Geniş soruşturmanızın bütünüyle ilgilidir diye, bir kere daha söylüyorum:
İnsanlık tarihinde, anadil’ini kavga ve bölünme, cepheleşme konusu yapmış, bizden başka bir ikinci millet yoktur; bu saçmanın bir ikinci örneğini gösteremezsiniz.
Konuya ancak bu açıdan bakılınca sorunuzun -ve sorularınızın- amaçladığınız yararlı ve beyhûde yıpranışları önleyecek gerçeklere yaklaşma şansı doğacaktır.
Türkçe’yi arap saçına döndüren ve bu duruma düşüren bir yanılgı da, dil’i bir kelimeler ambarı saymak ve sanmaktan ileri geliyor. Arındırma gibi gönül çelen bir iddiaya dayanan bu yanılgıdır sözünü ettiğim saçma’nın sebebi. Oysa, Avustralya ve Orta Afrika kabilelerininki de dahil, Dünya’da bir tek arı dil olmamıştır ve olmayacaktır. Hele hele, söz konusu olan ve önemsenen edebiyatsa, bilimse, kültür ve sanatsa, bunun aksine inanmak, bu konularda, yâni uygarlaşmada, kendi kendine yeterliği ve sımsıkı kapalı bir toplum olmayı istemekten başka anlam taşıyamaz.
Yaşayan Türkçe kavramına bu genel görüşlerden bakılmalıdır:
Yaşayan Türkçe’nin kimimiz için Yahya Kemâl,
Ahmet Hâşim,
Nazım Hikmet,
Refik Halit,
Karacaoğlan,
Pir Sultan,
Emrah sözlüklerini de kapsaması,
kimimiz için de daha dün kaybettiğimiz Sait Faik’i,
Ahmet Hamdi’yi,
Necip Fazıl’ı,
Ahmet Muhib’i ikinci defa öldürüp yararlanılamaz hale düşürüşü işte o saçma ile o yanılgı yüzündendir.
Sorunuzun ikinci bölümüne gelince; yukarıda söylediğimi sanıyorum, ama gene de açıklayayım:
Yetmez; yalnız Yaşayan Türkçe değil, hiçbir dil yetmez. Nitekim yetmiyor. Bir atom bombası patlıyor ve bütün dillerin üzerine, onun külleri gibi, o bombayı patlatanların dilinden yepyeni kelimeler, kavramlar yağıyor. Sonunda da canla başla korunan dillere bile yerleşiyor; üçüne karşılık bulunsa bile, beşi -söyleyiş farklarıyla da olsa- sızıyor.
Her şey buna göre: Edebiyat’ta, felsefe’de, psikoloji’de, bütün sosyal veya müsbet ilimlerde buluşlar, teoriler, denemeler, görüşler Dünya’nın üzerine kavram yağdırmaktadır. Uyduruluyor bunlar elbette. Öyle olduğuna göre, biz de uyduralım denecektir. Ben de böyle diyenlerdenim. Ve uydurma’yı, yakıştırma’yı gerekli, hattâ şart saydığım konu da işte budur. Tutan tutar, tutmayan tutmaz diyebildiğim tek konu, evet, budur. Bu doğrultuda çalışan konu uzmanlarına saygı duyarım.
Ama bambaşka bir şey daha vardır: Şu veya bu konudaki bir kavram, öteden beri kullanılan, yâni bilim ve edebiyat eserlerinde yer almış, onların doğumuna yardımcı olmuş bir kavram, sâdece Arapça veya Farsça asılldır diye ipe çekilince Türkçe’nin kazanmayacağına, tam aksine, Yaşayan türkçe’nin fakirleşeceğine inanırım.
Ve, böyle bir çabanın Yaşayan Türkçe ile eser vermeyi, yâni gerekli kavramlara erişebilmeyi engellemekten başka bir işe yaramayacağına inanırım.
İsmail Parlatır: “Sadeleşme”deki başarı “gelişme”de görülmedi
Dil, her çağda, o dönemin düşünce, kültür ve sanat dünyası çerçevesinde sahip olduğu söz varlığı ile canlılığını korur. Bundan dolayı onu, zamanın getirdiği bilim, kültür ve sanat alanındaki yeniliklere ve değişikliklere bağlı olarak kendisini yenileyen bir varlık olarak değerlendirmek gerekir.
“Yaşayan Türkçe” kavramı, buna göre, yaşanılan zaman içinde konuşulan ve yazılan Türkçe olarak nitelenebilir. Bununla birlikte, yaşayan dili, yalnızca konuşulan ve yazılan dönem içinde de sınırlamamak gerekir. Onu geçmiş, hal ve gelecek zaman içinde düşünmek yerinde olur inancındayım. Dilin geçmişle ilgisi ne kadar önemli ise onu geleceğe hazırlamak da bir o kadar önemlidir.
Buradan günümüz Türkçesine, yani yaşayan Türkçeye gelebiliriz. Gene bir gerçek şudur ki Türkçe, zaman içinde “değişme” ve “gelişme” kuralına bağlı olarak kendisini yenileyebilmiştir. Ancak, “değişme” noktasında yani “arı Türkçeye yöneliş” daha doğrusu “sadeleşme” yolunda dilimiz, bir hayli yol alırken “gelişme” noktasında aynı başarıyı, kanaatimce, gösterememiştir. Elbette burada sözünü ettiğimiz “gelişme”, bilim, kültür, ve sanat açısındandır. Bilim alanında hızla gerçekleştirilen ilerlemeler, özellikle teknolojik alandaki yenilikler karşısında günden güne artan bir terim yetersizliği ile karşı karşıya kalmamıza yol açmıştır. Aynı durum, kültür ve sanat terimleri için de söz konusudur.
Dilde sadeleşme çalışmaları sonunda eski kültür ve sanat değerleri ve terimleri unutulmaya terk edilmiştir. Ancak, yaşayan Türkçenin zenginleşmesini, çağdaş bilim ve kültür değerlerinin ifade edilebilmesini sağlamak için bu eski kültür ve sanat kavramlarına eğilmek ve bunların değişmez sözlükleri (terim sözlükleri)nin yapılması gerekir. Bu yoldaki titiz çalışmalar, bize aynı zamanda bütün terimleri ve kavramları karşılayacak geniş kapsamlı bir Türkçe sözlük kazandıracaktır. Böylelikle dilimiz, yalnızca yaşadığı dönem içinde sıkışıp kalmayacak, gelecek kuşaklara sağlam ve sağlıklı bir nitelikle ulaşmış olacaktır.
3 - Dil sorununun çözülmesi için hangi organların, ne yolla çalışmasını uygun görüyorsunuz?
Neler öneriyorsunuz?
Akşit Göktürk: Bu dil daha çok Hacivatlar eskitir
Bir toplumun uygarlık ülküsü ile söz varlığı birbirinden ayrı şeyler değildir. Dolayısıyla, toplumumuzda çağdaş uygarlık kavramını Atatürk gibi tanımlayanlar için, bugün bir dil sorunu olmaması gerekir. Dilin tarihsel gerçekliği, kesintisiz bir gelişmenin ta kendisidir. Cumhuriyetin Türk insanının yaşamında duygu, kavrayış, algı kalıplarında başlatmış olduğu değişmenin, yenileşmenin dile de yansımasından doğal ne olabilir?
Üstelik çağımızın ünlü dilbilimcisi Chomsky’nin de belirttiği gibi, genel olarak her dilde yenileşme eğilimi, o dili kullananlarca üretilebilecek, daha önce örneği olmayan sonsuz sayıda doğru sözcükle, tümceyle sürer gider. Kimi dilde daha hızlı, kimi dilde daha yavaş bir süreçtir bu. Uygarlık açısından, Cumhuriyetle bir çağ değişimini yansıtan Türkçe’de hızlı olması kaçınılmazdır. Bağımsızlığını 1930’larda başlatılan Türk Dil Devrimi ile kazanmış olan Türkçe’nin şimdi üzerinde fırtınalar koparılan son elli yıllık değişmesi, gelecek elli yılda geçireceği yenileşme yanında, denizde kum tanesi gibi kalacaktır belki. Nitekim Aşık Paşa’nın altı yüzyıl önceki “Türk diline kimsene bakmaz idi” yakınmasından bu yana da, her türlü horlanmayı, yasaklanmayı atlatarak büyük değişmelerle günümüze gelmiştir. Türkçe’nin bundan böyle sağlıklı gelişmesi yolunda çalışmalara gelince:
Okullarda Türkçe öğretiminin, Türkçe’nin kendine özgü söz dizimi, anlambilimi, doğru kullanımı, derme çatma yapay “manzumeler” ezberletilerek değil, duygu, düşünce inceliği, biçem güzelliği taşıyan gerçek örneklerle yürütülmesi gerekir. Özellikle ortaöğretimde, yazın öğretiminde ağırlık Osmanlıca örneklere verilmemeli. Arapça, kendi başına bir yabancı dil olarak öğretilebilir belki, ama din öğretimi Arapça’nın, yazın öğretimi de Osmanlıca’nın güdümünden kurtarılmalı.
Hangi dilden olursa olsun, çağdaş sanat, bilim, düşünce yapıtları, uzmanlarca hızla Türkçe’ye kazandırılmalıdır. Böylece Türkçe’nin çağdaşlaşmak için değişme zorunluluğu kendiliğinden benimsenip, ucuz bir tartışma konusu olmaktan çıkacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar, böyle geniş kapsamlı bir çeviri etkinliğinin zorunluluğunu kırk beş yıl önce (Cumhuriyet, 25 Mayıs 1939) belirtiyordu. Öğrencilerinin kulakları çınlasın!
Üniversitelerdeki Türkoloji bölümlerine çağdaş dilbilim kuramı ile araştırma yöntemleri sokulmalıdır. Yükseköğretimdeki zorunlu Türkçe öğretiminin de şimdiki amaçsız, gelişigüzel durumundan kurtarılması gerekir.
Bunlar önerilebilecek yollardan birkaçı. Ne yazık ki, yakın süre içinde, bunların tam tersi yönünde uygulamalar görüleceğe benzer. Ama, hiç kimsenin kuşkusu olmasın:
Bu dil, daha çok Hacivatlar eskitir!
Mehmet Kaplan: Yaşayan dil hayatın ta kendisidir
Dili, kendi içinde,
- Günlük konuşma dili,
- Kültür ve edebiyat dili,
- İlim dili
olmak üzere başlıca üç kısma ayırabiliriz.
Günlük konuşma dili, halkın günlük hayatta kullandığı dildir. Türkiye’de yüzyıllardan beri Türk vatandaşı oldukları halde, Türkçe konuşmayan vatandaşlar vardır. Onların Türkçe konuşmaları için yapılacak şey, çocuklarını devlet okullarında eğitmektir. Bu da devlete düşen bir görevdir.
Günlük konuşma dilimiz, içinde binlerce yıllık hayat tecrübesini saklayan, çok zengin, ince, nükte dolu güzel bir dildir. Cumhuriyet devrinde bu dil, edebiyat dilinin de esası olmuştur. Yaşanılan hayatın mahsulü olan bu dile hiç dokunmamak, sadece, bitkiler gibi, ilmi olarak incelemek lazımdır. Yaşayan dildeki kelimelerden bazılarını, yabancı kökenli diye atmak ve yerlerine halkın yaratmadığı kelimeleri koymaya kalkmak, onun bünyesini bozar. Türkiye’de dil meselesinin ortaya çıkmasının başlıca sebebi, canlı bir organ olan dile, suni olarak yapılan müdahaledir. Yaşayan dilde, hiçbir şey yanlış değildir; o hayatın ta kendisidir.
Edebiyatçılar, duygu ve düşüncelerini anlatmak için, günlük dilde, işlerine yarayan kelimeleri bulamazlarsa, ya yeni kelimeler icat eder, ya bilinen kelimelere yeni manalar yüklerler, ya da yabancı dillerden kelime alırlar. Edebi bir eser güzel ise, bize dilini de kabul ettirir, zaten onun güzel olması, büyük nisbette yazarın dili kullanmasına bağlıdır.
Edebi eserlerin diline müdahale etmeğe de bizim hakkımız yoktur. Zira, edebi eser de bir bütündür ve bu konuda kimse yazarın kendisinden daha selahiyetli değildir.
Türk milleti yüzyıllar boyunca, sayısız, çok güzel edebi eser vücuda getirmiştir. Onların dilini değiştirmeye kalkarsak, onları bozmuş oluruz. Bize düşen iş onların manalarını öğrenmek ve zevkine varmaktır.
Zamanla, elbette onların dilinde değişiklikler olacaktır. Fakat, bundan dolayı onların dilini değiştirmeye kalkmak, eski mimari eserlerini bugünün zevkine uydurmaya kalkmak kadar yanlıştır.
Kültürlü olmak istiyorsak, tıpkı musiki veya başka sanatlar gibi onların dilini ve üslubunu öğrenme zahmetine de katlanmalıyız.
Devletin vazifesi, okullarda yetişen nesillere tarih, coğrafya, felsefe veya matematik gibi, sanat değeri taşıyan eserleri de okutturmaktır.
İleri ülkelerin yarattığı ilim, sanat ve teknik eserleri olduğu gibi Türkçeye aktarmak için onlarınki kadar zengin bir dile sahip olmamız, en büyük ihtiyacımızdır. Türkçe bu bakımdan son derece fakirdir. Yabancı dillerden Türkçeye çevrilen eserlerde ortak bir dil kullanılmamaktadır. Herkes kendine göre, yeni bir kelime uyduruyor ve birinin icat ettiğini öteki anlayamıyor.
Yabancı dilde yazılmış çeşitli sahalara ait değerli eserleri, onların kesinlik ve inceliklerine uygun ortak bir dille Türkçeye aktaran bir kuruluşa ihtiyaç vardır. Dağınık çalışmalar dildeki anarşiyi arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurum veya Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, ileri ülkelerin dillerini karşılayacak zengin, ortak, çağdaş bir dil yaratma görevini üzerlerine alabilir. Fakat böyle bir kuruluş, varolanları yok etmeye değil, eksik olanları yaratmaya ve ortak dile çekidüzen vermeye çalışmalıdır.
Emre Kongar: Kelime yasaklamak ortaçağ “engizisyon” zihniyetinin bir yansımasıdır
Son günlerde sık sık karşılaşmaya başladığımız “terslikler” dil ve TRT konusunda yine karşımıza çıktı. Dil, sosyolojik bir kavram olarak, yaşayan bir varlıktır: Sürekli değişir ve gelişir. Toplumsal ve maddi yaşamın zenginleşmesiyle birlikte o da serpilir, boy atar, büyür. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu genç Cumhuriyet’in gelişmesiyle birlikte “Türkçe”miz de ilerlemiştir. Her gün, yeni kelimeler, yeni tamlamalar, yeni deyimler katılmaktadır dilimize. Bu teknolojik ve kültürel gelişmemizin, ilerlememizin doğal bir sonucudur.
Kelime yasaklayarak, dil konusuna yaklaşmak, ancak ortaçağ “engizisyon” zihniyetinin bir yansımasıdır. Hele bunu bir “devlet kurumunda” yapmak, toplumun gözündeki “devlet” imajını zedeleyeceği için, çok sakıncalıdır. Yirmi birinci yüzyıla giden Türkiye’nin televizyonunda ağzını açıp kapayan fakat sansürlendiği için sesleri duyulmayan panelistler görmek, yine sansürlendiği için, bazı filmlerde sesi çıkmayan fakat ağzıları oynayan artistleri izlemek bana bir “kâbus” gördüğüm izlenimi veriyor.
Herkes, her kurum kelime üretsin. Herkes, her kurum istediğini kullansın. Canlı bir organizma olan Türik toplumuna layık Türkçe, ancak böyle gelişir.
Şu ya da bu biçimde kudret sahini olanlar, kendilerini bir gün tarihin yargılayacağını unutmasınlar. Kudret geçici, tarihin damgası ise kalıcıdır.
4 - Türkçenin söz dağarcığı yanında söz dizimi ve benzeri alanlarda sizce ne gibi sorunlar vardır?
Bunlar nasıl çözülebilir?
Ahmet Cemal: Dilin zenginleşmesinin en önemli koşulu değişikliklerden korkmamaktır
Sözcük dağarcığı açısından -her şeyden önce bir “çevirmen” olarak konuştuğum unutulmamak koşuluyla- temel sorun, kanımca eşdeğerlik sorunu. Bu sorun, hem yabancı dilden Türkçe’ye yapılan çevirilerde, hem de diliçi çeviride -örneğin, Osmanlıcadan bugünkü dilimize yapılan aktarmalarda- ortaya çıkıyor. İlginç bulduğum bir nokta da şu: Bugüne değin bir “sorun” diye ortaya atılan, ama doyurucu çözümüne bir türlü ulaşılamayan çok sayıda düğüm, gerçekte bu eşdeğerlik sorunundan temellendiği için özümsüz kaldı; çünkü çözüm, eşdeğerlik açısından aranmadı. Yalın bir örnek verelim ve örneği diliçi çeviriden alalım. Bir zamanlar “semere” karşılığı “yemiş” sözcüğü önerilmiş, epey süre de -özellikle bilimsel ağırlıklı metinlerde- kullanılmıştı. Ama çok geçmeden aksayan bir şeyler olduğu sezildi. Aksaklık, gerçekten de vardı, çünkü “yemiş”, kapsam olarak “semere”nin eşdeğerli karşılığı değildir, yalnızca bir semere türüdür. Ve bu tür yanlışlıklar, ancak sözcük dağarcığının yoksullaşması sonucunu doğurur. Durum, yabancı dilden Türkçe’ye çevirme söz konusu olduğunda, belki de daha nazik bir görünüm alıyor. Sözü ve sözcüğü öyle aktaracaksınız ki dilimize, tasarımı da birlikte gelebilsin; bu karşılık, böyle bir karşılık bulunursa, sözcük dağarcığında zenginleşme gerçekleşir. Bunun tersi bir tutum ise -çeviri yanlışlığından başka- genelde Türkçe’nin yetersizliği gibi yanlış bir izlenime kaynak olabilir.
Sözdizimine gelince, bunu anlatım olgusuyla birlikte ele almak gerek. Tümcenin kemikleşmiş kalıplarında direnmek, bence üretkenlikten uzak bir tutum; oysa anlaşmazlık sakıncasından uzak kalınabildiği sürece, klasik kalıplarda her zaman değişiklik yapılabilir ve zaten dilin genelde zenginleşmesinin en önemli koşullarından biri de, bu değişikliklerden korkmamaktır. Bugün bakıyorum, Türkçe’ye ilişkin kimi öğretim yöntemlerinde virgülün, noktalı virgülün, çizginin, ayracın vb. rolleri neredeyse değişmez biçimde saptanmış. Çok yanlış. Bir yerde anlatım noktalama imlerine değil, ama noktalama imleri anlatıma göre yönlendirilmek gerekir. Ama hiç kuşkusuz genelde dil’e, bunu yapabilecek denli egemen olabilmek koşuluyla! Böyle yönlendirme, özellikle biçem açısından yeni boyutlara ulaşabilmek için büyük önem taşır.
Türkçe’nin tüm sorunları açısından çok önemli bulduğum bir noktayı da belirtmeden geçemeyeceğim. Türlü nedenlerle, özellikle de ilericilik-gericilik tartışmalarının fırtınasında, Türkçe uzun süredir bir dil olarak tartışma konusu yapılamıyor. İdeolojik bakış açısının ağır basması, her iki yönden bağnazlıkları getiriyor. Dildışı kökenli suçlamalar bir yana bırakılıp, doğrudan dil olgusunun kendisi bilimsel çalışmanın nesnesi diye tanınabilse, Türkçemizin sorunlarının çözümünde kısa zamanda epey yol alabileceğiz.
Berke Vardar: Sorunlar karşıt eğilimlerden kaynaklanıyor
Dilimizin bugün karşı karşıya bulunduğu başlıca sorun, onun her alandaki üreticiliğini, yaratıcılığını, tartışma konusu yapmaya yönelen yaklaşımlardır. Söz konusu yaratıcılık gerçekte, “sözcük” diye adlandırılan birimlerin sınırlarını aşan, tümceleri de, tümcelerin oluşturduğu daha geniş bütünleri de ilgilendiren bir olgudur; dilin iletişim işlevine bağlı olarak toplumu her yönüyle kucaklayan bir süreçtir. Dilimiz bugün tüm yapıtlarıyla belli bir gelişim aşamasına ulaşmış bulunuyorsa, bunun nedeni, özündeki üretici gücün toplumsal gereksinimlere uyum göstermiş olmasıdır. Bu üretici, yaratıcı gücün kökü ulusal dil bilincindedir. Ulusumuzun anadili bilinci en yüce anlatımını Atatürk’ün Dil Devrimi’nde bulmuştur. Ulu Önder, çağdaş uygarlığa götüren yolun, anadilimizin öz yapılarıyla işleklik ve etkinlik kazanan bir dil kullanımından geçtiğini bilen ve bunun gereklerini yerine getiren büyük bir dilbilimcidir. aynı zamanda.
Günümüzdeki sorunlar gerçekte dilimizde değil, dilimizin akış doğrultusuna karşıt eğilimlerden kaynaklanıyor. Bugün yapılması gereken, geniş kapsamlı dilbilimsel çalışmalardır:
Örneğin, sayılama yöntemlerinden de yararlanılarak, ülke çapında soruşturulara girişilmesi, elde edilecek verilere dayanılarak dilimizin tüm canlılığı içinde nesnel biçimde betimlenmesi çağdaş dilbilimin onaylayabileceği başlıca etkinliklerdendir.
Unutulan bir gerçek var, o da şu: Dil, sesbirimleriyle, sözlüksel öğeleriyle, sözdizimiyle, anlatım ve içerik yanlarıyla bir bütündür, devimsel bir yapıdır. Bu yapı, oluşturucu öğeleri işleyişinin yanı sıra içinde kullandığı durumlar göz önünde tutulmadan kavranamaz; birkaç yüz öğenin, iletişim ağının kimi noktalarında engellenmesi ya da salık verilmesiyle bir sonuca ulaşılamaz. Yapılması gereken, dilbilim diye bir bilimin varlığını göz ardı etmemek, tam tersine bu bilime kulak vermektir. Diliminizin Batı dilleri karşısında savunulması için dilbilimin gösterdiği doğrultuda önlemler almak, Türk dilinin gelişim sürecinin Türk toplumunun evriminden yalıtılamayacağının bilincine varmak kesin bir zorunluktur. Batılı dilbilimciler dilimizin, özellikle bilim ve uygulayım alanlarında gösterdiği canlılığı, yaratıcılığı büyük bir ilgiyle izlerken, bizim bu atılımdan kuşku duymamız gerçekten şaşırtıcıdır.
Sorunların çözülebilmesi için, kanımca, verimsiz tartışmalara bir son verip Türk ulusunun gerçek dilsel kullanımlarını göz önünde tutmak, toplumumuzun her alandaki dilsel gereksinimlerine ve çağdaş bilimin ilkelerine uygun çalışmalara yönelmek gerekir.
5 - Sizce dilin sadeleşmesinde ölçü ne olmalıdır?
Oktay Akbal: Sorun dilin sadeleşmesi değil, Türkçenin yaratılmasıdır
Sorun dilin sadeleşmesi değil, Türkçenin yaratılmasıdır. Bilindiği gibi Türkçe diye bir dil bilinmezdi eskiden. Arap, Acem, Türk karışığı acayip bir dil vardı, Osmanlıca yani...
Arap, Acem, Fransız, İngiliz, İtalyan sözcükler gelişigüzel kullanılırdı. Atatürk Devrimi, güzel dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak savaşına girişti. Bir ululsun düşüncesini kurtarmak gerekliydi. İnsanlar sözcükle düşünürler. Yabancı sözcüklerle düşündünüz mü o düşünce yabancı olur bize...
Dilin sadeleşmesi yanlış bir deyimdir. Türkçenin kurtarılması, yerleşmesi, bağımsız bir güzel dil olarak zenginleşmesi, benimsenmesidir söz konusu olan...
Bir dil ne buyruklarla kurulur, ne yasaklarla önlenir. Bir dili zenginleştiren, o dili kullanan şairler, yazarlar, yani sanatçılardır. Fransız dilinde Montaigne, Alman dilinde Goethe’dir o dillerin gerçek yaratıcıları...
Bizde elli yıldır dil savaşı veriliyor. Başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet kuşakları bu savaşın erleridir.
Osmanlı kafası, ne yapıp edip Türkçenin egemenlik kurmasını önlemeye, hiç değilse hızını kesmeye çalışıyor. Bu ‘kafa’ henüz ölmedi, can çekişiyor. Bilirsiniz, can çekişen canavar daha tehlikeli olur. Osmanlı beğenisi, kafası, düşüncesi de öyle!
Türkçe, gerçek egemenliğine; yani bütünüyle dilimiz Türkçe sözcüklerle yazılır, konuşulur, anlatılır duruma gelene dek bu savaş sürecek. Gelecek kuşaklar aşure, ya da çorba bir dille yazışmayacak, söyleşmeyecek, kullandıkları her sözcük Türkçe olacak...
Hem Arapça, hem Farsça, hem Türkçe karması yazışma, konuşma türü ortadan kalkacak...
Böyle şeyler yasaklarla, buyruklarla olmaz, yazın ve düşün adamlarının üstün çabasıyla gerçekleşir.
Salâh Birsel: Sadeleştirme, zenginleştirme demektir
Dilin sadeleşmesinin ölçüsü herkesin boyuna sözcük üretmesidir. Diller böyle oluşur. Ne ki, türetilen sözcüklerin dile kabul edilmesine tekler değil, çoklar yani halk karar verir. O, istediğini bağrına basar, istemediğine tekmeyi vurur. “Bak şu sözcük tuttu” dediğinizde bir de bakarsınız yuvarlanıp gitmiştir.
Bir zamanlar Ankara’da “Uray otobüsleri” vardı. Yani belediyenin adı “Uray”dı, şimdi yerinde yeller esiyor. Uçak sözcüğü de ilk ortaya atıldığında “havameydanı” yerine kullanılmıştı. Bu işin elbet bir mantığı vardır. Ama kör bir mantıktır bu. 16. yüzyılda Fransa’da şairler Fransız diline bir sürü sözcük tıkmışlardır. Bunların bir bölüğü tutmuş, bir bölüğü de aforoza uğramıştır. Ama Fransızca zenginlemiştir. Yol budur. Sadeleştirme, zenginleştirme demektir. Bu da zorlama ile olmaz. Zor kullanarak hiçbir şeye varılmaz. Ben “kelime” yerine önerilen “sözcük” sözcüğünü kullanmamakta uzun bir süre diretmişimdir. Hoşuma gitmediği için. Ne var ki, gün geldi, onu sevmeye başladığımı anlayarak sözcük dağarcığıma kattım.
Bir nokta daha: Halkın gizli bir dil hazinesi de vardır. Bunlar yerel sözcüklerle insanların kendi tenhalarında kullandıkları ev içi sözcüklerdir. Dil Kurumu’nun “Derleme Sözlüğü” gibi kimi özel sözlüklerde ya da ansiklopedilerde onlara pek rastlayamazsınız. Ama insanoğlunun yaşamında büyük bir yer tutarlar. Osmanlı İmparatorluğu’na ulaşan bir alan vardır. Onun karşısında “şu sözcüğü kullanacaksın, şunu kullanmayacaksın” demenin bir anlamı yoktur. Çünkü kimsenin dilini ve aklını büzemezsiniz.
Necati Cumalı: Dilde özleşme, bağımsızlığına kavuşuncaya dek sürecektir
Önce şu var: Soru, dil olgusunun diyalektiğine aykırı. Çünkü dil canlıdır. Yaşayan bir yapıdadır. Yapısı gereği sürekli olarak gelişir, sınırlarını genişleterek yaşamla uyum sağlar, çağının gereksinimlerine karşılık verir. Ev eşyaları, yapılar, uçak, otomobil modelleri, kentçilik anlayışı değişmesin, dondurulsun diyemediğimiz gibi, dilin gelişmesi de, şu aşamada kalsın, şu ya da bu türlü sınırlansın, diyemeyiz. Derginizin dil konusundaki tutumunu, iyi niyetini bilmesem, sorunuzu geri çevirmem gerekirdi. Sorunun kabulü, dilde özleşmenin pazarlık konusu yapılabileceği gibi bir yanılgıya yol açabilir. Bence, konu tartışılmayacak bir doğrultudadır.
İki: Soruyu kabul edecek olsak bile, dilde özleşmeye ölçü koymak göreceli bir tutumdur. Ölçüyü kime, neye göre koyacaksınız?
Dilde özleşme henüz süresini doldurmamış bir akımdır. Dilimizin bağımsızlığına kavuşmasına dek sürecektir. Akım, bağımsızlık düşüncesinde, yaşamın özünden kaynaklanıyor. Zorla, yasaklarla, kısıtlamalarla önlenemeyeceğini bilmek gerekir. Özleşme süreci şu ya da bu aşamada kesilemez. Öte yandan, dil kullanana göre değerlenir. İyi bir yazarın, bir şairin ya da örneğin işini iyi bilen bir hukukçunun bu sürecin işlemesinde vardığı aşama ile, karışık gelişigüzel bir dille yetinenlerin, dil konusunda yerinde sayanların bulundukları yer birbirinden çok uzaklara düşer. Demek oluyor ki, ölçü bu konuda önde olanların vardığı yerdir. Dilin olanaklarının arttığı yerdir.
Üç: Ben kendimi bildim bileli özleşmeye karşı direnenler, dilin olduğu gibi, kendi öğrendikleri gibi kalmasını isterler. Aradan beş-on yıl geçer, bakarısınz başlangıçta direndikleri, alaya aldıkları sözcüklerin çoğunu kullanmaya başlamışlardır bile. Bu gibilerin dil bilinci yoktur. Bir bakıma, sokaklarda kulktan kapma dil öğrenen çocuklara benzerler, görüşleri ciddiye alınamaz.
Dört: Bir hukuk deyimi vardır: İkrar, bölünemez, bütündür. Dil sorunu da, tümüyle haklı, doğru olan bir sorundur. Şu kadarı Türkçe, şu kadarı Arapça, şu kadarı Farsça ya da İngilizce, Fransızca olsun gibi, görüşler tutarsızdır. Dil sorunu bütün olduğuna göre, bu görüşler nasıl ortaya sürülür? Çelişkileri, tutarsızlığı açıktır.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 114 - 15 Şubat 1985
_____________________________________________________________________
Tanzimatçıların Dile Bakışı
Son 150 yıl boyunca dilin bir sorun olarak ele alınmasının temelinde çağın gerektirdiği yolda bilgi edinme, bilgi üretme, insanımızı bilgili kılma isteği yer almıştır. Dünyamızı yaşanılır duruma getirmek, yaşamın güçlüklerini yenmek, insanlarımız arasında sağlıklı toplumsal ilişkiler kurmak için düşüncenin ve onun anlatım aracı olarak dilin önemi büyüktür. Tanzimat dil konusuna bundan dolayı önem verdi. Bilimin verilerini yaşama uygulamak, bilimde, toplumsal konularda, düşüncede, sanatta gerçekten ilerlemek, bu alanlarda halkı uyandırmak, onunla el ele yürümek isteyenler dili çözülecek bir sorun saydılar. Bütün bunlara karşı çıkanlar, halkın aydınlanmasından korkusu olanlarsa devrimin karşısında durdular. Bugün olduğu gibi dün de böyleydi.
DEVLETİ YÖNETENLER
Aydın, ileri görüşlü, yenilikçi padişah III. Selim’in tarihçi Edip Efendi’den ne yolda çalışmasını istediğini belirten bir “hatt-ı hümayûn”u vardır.
Sadrazamana, “Devlet sırrıdır diye olayları kendisinden gizlemeyin, yazdırın” der.
“Açık ibare ile, tarihçiye yaraşır biçimde, ikiyüzlülük, yaltakçılık göstermeden yazsın.” diye ekler.
“Açık ibare” sözü ne kadar anlamlıdır!
II. Mahmud’un tarihçisi Esat Efendi yöneticisi olduğu resmi Takvim-i Vekayi gazetesinde padişahın Varna’ya yaptığı geziyi ve halkla görüşmelerini anlatan bir yazı yayınlar.
Gazeteyi okuyan Sultan Mahmut, Esat Efendi’nin yazısını gönderdiği bir hatta şöyle eleştirmiştir:
“Pek güzel ve sanatlı olarak kaleme alındığına diyecek yok ise de bu gibi ‘umuma neşr olunacak’ şeylerde yazılacak sözlerin herkesin anlayabileceği yolda olması gereklidir.
Öyle ‘çetr’, ‘gerdune’, ‘tevsen’ gibi şeylerin Türkçe olarak düzeltilmesi gerekir.”
Yeniliğin bu iki öncüsü türk insanının okuyup kavrayacağı yolda yazı yazılmasını zorunlu sayıyor. Olnarın eylemleri de o insanların aydınlatılması, toplumun kalkınması, ilerlemesi yolunda olmuştur.
Yenilik anlayışının karşısında yer alan II. Abdülhamid’in dil konusundaki görüşü ise ibret vericidir. 1876 Anayasası’nın 18. maddesi devletin resmi dilinin Türkçe olduğunu kabul ediyordu ve devlet hizmetine girecek olanların bu dili bilmesini istiyordu. Meclisi kapatarak anayasayı yürürlükten kaldıran Abdülhamid bu 18. madde konusundaki değerlendirmesiyle çağ dışı bir görüşün sahibi olduğunu ortaya koyar. Halkın aydınlanması, bilinçlenmesi için önlemler arayan Tanzimatçılardan abartmasız bin yıl daha geride bulunduğunu gösterir.
İstibdat döneminin yöneticisi Sultan Abdülhamid’in söz konusu görüşü aynen şöyledir:
“Arapça güzel dildir, keşke eskiden resmi dil Arapça kabul olunsa idi.
Hayrettin Paşa’nın sadrazamlığı zamanında, Arapça’nın resmi dil olmasını ben teklif ettim.
O zaman Sait Paşa başkâtip idi, direndi. Sonra Türklük kalmaz dedi. O da boş laf idi.
Neden kalmasın?
Aksine Araplarla daha sıkı bağ olurdu.”
Bu örnekler dil sorununun yakın tarihimizde nasıl sürekli gündemde bulunduğunu, dil özleşmesine yandaş olma ve karşı çıkma edimlerinin dünya görüşüyle ne kadar sıkı ilişkide olduğunu göstermektedir.
Okur bu tarih kesitine bakarken günümüzdeki yöneticilerin tutumlarını da elbette değerlendirmiş olacaktır. Cumhuriyet’i kuranların dil anlayışının yerine devletin TRT organında sözcük yasaklayan tutumun geçmesi ibret vericidir. Ancak tarihin genel akışının sürekli ileriye doğru olduğu da unutulmaması gereken bir gerçektir.
BİR AKADEMİ DENEYİ
Kendi toplumunun sorunlarına Batı dünyasındaki örneklere, kurumlara, uygulamalara dayanarak çözümler getirmeye çalışan Tanzimat, dil sorununa da kendi akademisii kurarak yaklaşmaya koyulmuştu.
1851’de açılan Encümen-i Daniş’in önemli amaçlarından biri “yazı dilinin Türkçeleştirilmesi yoluyla Türk dilinin geliştirilmesi”ydi. Bunu gerçekleştirmek için ilk adım olarak bir dilbilgisi hazırlanmasının zorunlu olduğu kabul edilmiş, üyelerinden Fuat Efendi (Paşa) ile Ahmet Cevdet Efendi (Paşa) derhal Kavaid-i Osmaniye adlı kitabı hazırlamış ve Encümen’in kuruluşunu izleyen üçüncü ayın sonunda kitap satışa çıkarılabilmişti.
Encümen-i Daniş günümüzde Türk Dil Kurumu’nun yerine bir akademi kurulmasını isteyen ve bu yolda bir uygulamayı gerçekleştirmiş bulunan tutucuların aksine devrimci, ilerici bir kuruluştu.
Encümenden beklenen hizmetler belirlenirken “halkın eğitilmesi işinin bizde de yürütülebilmesi, yabancı dillerde yazılıp da herkesçe okumaya değer bulunan kitaplar halkın hoşuna gidecek bir anlatımla Türkçe’ye çevrilerek sağlanabilir.” deniyordu.
Bu çevirilerin ve Encümen üyelerince yazılacak kitapların, “bütün halkın yararlanacağı biçimde kolay anlaşılır bir yolda” kaleme alınması zorunlu sayılmıştı. Burada Osmanlı yazı dilinin halka yabancılığı gündeme getiriliyordu.
Encümen’in kuruluşu sırasında hazırlanan raporda eskilerin dil konusundaki hatalı tutumu şöyle belirtilmişti:
“Bilim adamları güzel Türkçe’yi bayağı bir tarafa iterek, hüner göstermek amacıyla eserlerini ya bütünüyle başka dillerde (Arapça, Farsça) veya Türkçe’ye pek çok Arapça ve Farsça karıştırarak yazmışlardır. O kadar ki, bir sayfanın içinde sadece bir-iki kelimeden başka Türkçe söz bulundurmamayı âdet edinmişlerdir.”
Bu geçmişte sert bir hesaplaşmaydı. İlk dil akademisinin tüzüğünde kuruluş amaçlarından birinin “Türk dilinin ilerlemesine hizmet” olduğu özellikle belirtilmişti.
Encümen-i Daniş’in çalışmaları ancak on yıl kadar sürebildi. Ünlü Tarih-i Cevdet’le birlikte hazırlanan ve bir bölümü basılabilen çalışmaları arasında dünya tarihi ve coğrafyasıyla, temel bilimlerle ilgili kitaplar yer aldı. “Türk dilinin ilerlemesine hizmet”i ise daha bağımsız ve etkin bir kurum olarak basın gerçekleştirmeye koyuldu.
GAZETE DİLİ
Gazetelerin yayınlanmaya başlamasıyla haberi okura iletebilmek, siyasal görüşleri kütleye yaymak, bir kamuoyu oluşturabilmek için halkın anlayacağı dilin kullanılması ihtiyacı ortaya çıktı.
Ceride-i Havadis gazetesinin ilk sayılarından birinde Mustafa Sami Efendi’nin Avrupa Risalesi’ni okurlara tanıtan gazete yazarı, Avrupa’da “kibar ile hamalın” birbirlerinin dilini anlamasına karşılık Türkçe’de bunun mümkün olmadığını vurguluyordu. 1840 tarihli bu yazıda şöyle denmekteydi:
“Avrupa’da okumak ve yazmak pek kolay bir şeydir.
Çünkü yazılanlar bir biçimdedir.
Öyle Türkçe gibi yazı dili başka, konuşma dili başka değildir.
Kibar ile hamalın konuşması birdir.
Bir çocuk okuldan çıktığı anda birden bire yazıcı olabilir.
Öğretmenlerin günden güne kolaylığı çoğalmaktadır.
Yazılışta birbirlerine bitişmeyen harfler kullanıldığından yazı yazmak da kolaydır.
Bir de her bilime ait kitaplar kendi dillerinde var olduğundan başka dile muhtaç olmazlar.”
Şinasi de 1860’ta çıkarmaya başladığı Terceman-ı Ahval gazetesinin ilk başyazısında gazete dili konusunda şunları söylemişti:
“Daha geniş anlatmaya gerek olmadığı üzere, dil istekleri anlatacak bir Tanrı vergisi olduğu gibi, insan aklının en güzel buluşu olan yazı sanatı da kalemle sözün canlandırılması sanatından ibarettir.
Bu gerçek dolayısıyla giderek bütün halkın kolaylıkla anlayabileceği yolda işbu gazeteyi kaleme almanın zorunlu olduğu da yeri gelmişken şimdiden hatırlatılır.”
RESMİ YAZIŞMA DİLİ
Tazimat’ın öncüsü, Şinasi’nin kollayıcısı Reşit Paşa, resmi yazışma dilinde de bir yeniliğin öncüleri arasındadır. Uzun cümlelerden kurulan, anlaşılmaz sözlerle yüklü yazı dili resmi belgelerde büsbütün içinden çıkılmaz görünüm kazanıyordu. Hükümetle kamuoyu arasında bir iletişim kurulmaya başlamıştı. Halka seslenen beyannameler, fermanlar kaleme almak gerekiyordu. Kolay anlaşılır bir yazı biçimine gereklik duyuluyordu. Bunu başarabilenlere devlet aşamalarında yükselme yolu açılmıştı.
Pertev Paşa,
Akif Paşa,
Mustafa Reşit Paşa,
Sadık Rıfat Paşa gibi dönemin büyük siyaset adamları kaleme aldıkları resmi yazılarda sadeliğe doğru gelişmeler gösterdiler. Kendi dairelerinden yetişen gençlere örnek oluşturdular.
1832’de devletin resmi çevirilerinin yapılması için kurulan Tercüme Odası, yazı dilinin işlenmesine katkılarda bulundu. Türkçe’nin sözdiziminde, dilbilgisi kurallarında, sözlüğünde yeni kullanışlar burada başladı.
Kuruluşlardan tam elli yıl sonra, 1882’de, Tercüman-ı Hakikat gazetesindeki bir yazısında Kemalpaşazade Sait Bey, Tercüme Odası’nın çalışmalarını şöyle anlatmıştır:
“O sıralarda Babıâli Tercüme Odası bir akademi niteliğindeydi.
Namık Kemal,
Sadullah Paşa,
Münif Paşa,
Macit Paşa,
Rifat Bey,
merhum Refik Bey, o kurumun üyelerindendiler.
O kurul şiirde ve düzyazıda yeni ün kazanan, çağın yetenekli kişilerinden kurulduğu gibi siyasal görüşler bakımından da devlet yöneticilerine karşı çıkan ve bir bakıma muhalefet partisi sayılabilecek bir topluluk oluşturan kişilerden meydana gelmişti.
Filan ibare Tercüme Odası’nın buluşudur.
Filan konuda Tercüme Odası yine karşı çıkıyor.
Filan deyimi Tercüme Odası benimsemiş diye devlet adamlarının ve büyüklerin toplantılarında konuşmalar olurdu.”
MUHALEFET AYDINLAR
Namık Kemal gibi bazıları Tercüme Odası’nda bulunmuş Tanzimat aydınları Batı dünyasını, Batı’daki toplumsal kurumları yakından tanıdıkça yönetim ve yaşam konusunda yeni öneriler getirmeye başladılar.
Topluma kazandırmayı amaçladıkları yeni biçimlendirmeyi toplumun insanlarına, halka duyurmayı, sorunları onun önünde tartışmayı görev saydılar. Gazete dili halkın anlayacağı niteliğe bürünürken halka seslenen, halkın yaşamını ve sorunlarını konu edinen yeni edebiyat da doğrudan doğruya halkın dilinden oluşmaya başladı.
Muhalefetteki aydınların edebiyatı artık devlet yönetimiyle hesaplaşabiliyordu. Varolan düzeni çağdaş ve ileri bir örneğe göre değiştirmeyi amaçlıyordu. Toplumun bütün bozuk kurumları gibi dil alanında da yeni öneriler getiriyor ve bunun savaşımını veriyordu.
YAZARLARIN GÖRÜŞLERİ
Namık Kemal, bütün eski edebiyatımızn anlaşılmaz dili dolayısıyla nasıl halktan koptuğunu dile getirir.
Şöyle der:
“İstanbul’da okuyup yazma bilenlerin belki onda biri eski yolda yazılmış bir kâğıttan ve hatta haklarını korumayı üstlenmiş yasalardan bile yararlanmayı başaramaz.
Çünkü edebiyatımıza Doğu ve Batı’nın birkaç yabancı dilinden alınma şiveler etki ederek anlatım düzenliliğini bozmuş, edatları, deyimleri, ifadeleri konuşmadan bütün bütün ayrılmış yazı üslubuysa bayağı başka bir dil niteliğine girmiştir.”
Ziya Paşa da toplumun iki ayrı dili olmasının yarattığı aksaklıklara değinir:
“Maliye dairesinden çıkan bir yazıyı yazan okuyabilir; ama elinden yazı alınsa ve yazı konusunu anlatması istense anlatamaz.
Sorgu yargıcı, davacıya konuşulan Türkçe’yle soru sorar ve cevaplar alır. Fakat tutanağını resmi ifadeyle yazar. O biçimiyle onu davalıya okuduğu vakit davalı, sözlerinin Arapça’ya çevrilmiş olduğunu sanarak hiçbir şey anlamaz.”
Ziya Paşa yazı diliyle konuşma dilinin ayrılıklarına değindikten sonra halk kaynağının taşıdığı önemi ve çıkar yolu gösterir:
“Bu yazılar yalnız yazı sanatında alışkanlığı olanlar için midir, yoksa halkın anlaması için midir?..
Bizim tabii olan şiirimiz ve nesrimiz taşra halkıyla İstanbul’un halk kesiminde hâlâ durmaktadır.”
Ali Suavi, medreseden yetişmiş fakat çağdaş dünyayı yakından kavrayabilmiş bir aydındır. Yurdunda sürdürdüğü yazı etkinliği boyunca olsun, Avrupa’ya gittiği dönemde yaptığı yayınlarda olsun dil sorunu üzerinde sık sık durur. Yazı dilinin açık, aydınlık, anlaşılır olması başlıca amacıdır.
Şöyle der:
“Bir adam bir kere ele alıp okuyup anlamadığı bir şeyi bir daha ele alıp okur mu?
Bilim ve tekniğe dair kitapların hepsi bu yolda kaleme alınmıştır. Onun için sanat adamları bu kitapları okuyup yararlanamazlar.
Bu adam sanat kitaplarını nasıl okusun ki; mesela tarıma dair bir kitap okudu, içinde işitilmedik Arapça ve Farsça kelimeler hünerden sayılarak kullanılmış.
Ekinci ve bahçıvan esnafı gibi tarımla uğraşanların işine yarar pek çok şey var. Ama toprak altına gömülmüş hazine gibi.
Söz gelimi ‘telkih’ yazılmış. Ne olurdu ‘telkih’in yerine ‘aşı’ yazılsaydı.
Türkçe okumayı öğrenmiş olan ve tarımla uğraşan bir adam okuyup yararlanırdı...
Dilimiz yoluna konsun. İşte pekâlâ aşı sözünü herkes anlarken telkih yazmanın gereği nedir?
Şimdi göre görse bu işi gazeteler görebilir.
Şöyle ki: Gazeteler bütün olmasa bile elden geldiğince Türkçe deyimler kullanmaya başlasalar ve imlamızı yoluna koysalar...
Ülkemizde Türkçe okuyup yazanlar her okuduğunu güzel anlasa, eğitimin değeri herkesçe kabul edilip eğitim görmüşlerin değeri artar.
Nedir o kitaplarda görülen güzel yazma adına düşünülmüş karmaşıklıklar?
Halkımızı eğitimden habersiz bırakan bütün bu şeyler değil mi?”
Şemsettin Sami, dil sorununun çözülebilmesi için Türkçe’nin tarihsel kaynaklarından da yararlanmak görüşündedir. Kaynağa daha yakın kalmış Doğu Türkçesi’nin taşıdığı zenginlikleri gösterir:
“Bir dil yabancı kelimelerden ne kadar temizlenmiş olursa ve kendi sözcükleri ne kadar çoksa o kadar olgun, o kadar geniş, o kadar zengin sayılacağından Doğu Türkçesi bizim Batı Türkçesi’ne tercih olunabilir.
Dolayısıyla, dilimizin düzeltilme ve zenginleştirilmesini diliyorsak Arapça sözlerin alınmasında aşırılıktan vazgeçip anadilimiz olan Doğu Türkçesi’nin kullanmayı bıraktığımız ve bilmediğimiz sözlerini dirilterek onları alıp kullanmaya çalışmaklığımız gerekir.
Dilimizin Türkçe, Arapça ve Farsça’dan meydana geldiği söyleniyorsa da bu birleşme, başka dillerde olduğu gibi kimyasal bir kaynaşmayla olmadığından dilimizde kullanılan Arapça ve Farsça kelimeler daima yabancı kalarak dilimize bütünüyle karışmamış, dilimizin kuralları ve söyleyişi ana özelliklerini korumuştur. Dolayısıyla ne vakit istersek bu yabancı kelimeleri atarak dilimizi ayırt etmek ve temizlemek elimizdedir.”
Bir halk eğiticisi olan Ahmet Mithat Efendi de dilin kendi dönemindeki durumundan yakınır:
“Yazıklar olsun ki biz şimdiki halde bir dil dilencisiyiz.
Kâh Arapların, kâh Acemlerin ve hele şimdi de Frenklerin kapılarını çalarak söz ve kural olarak bilgi sadakalarını dileniyoruz. İşte bu dilencilik rezaletinden kurtulmak için, kendi dilimizin düzeltilmesini yine kendi dilimiz içinde aramayı dileyip yakarıyoruz.”
Dil sorununu çözecek atılımlar yapılmıştır. Tanzimat yazarlarının özlemleri 150 yıl içinde adım adım gerçekleştirilmiştir. Bilinçli aydınlar, bilim ve siyaset adamları, sanatçılar dil devriminin işçileri olmuşlardır. Onlardan da karşı çıkanlar, oluşumu engellemeye çalışanlar dün de bugün de görülmüştür. Dünkülerin doğruya, iyiye, güzele doğru gidişi kösteklemeye güçleri yetmedi. Bugünkülerin gücü de yetmeyecektir...
Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 114 - 15 Şubat 1985
_____________________________________________________________________
II. Meşrutiyet Döneminde Dilde Yalınlaşma Hareketleri
Tanzimat edebiyatının en belirgin niteliği, bir dil değişimi programını kalın çizgileriyle getirmiş olmasıdır. Eskiye karşı yeni savunulurken tartışmanın merkezinde dil sorunu bulunmuştur hep. Batılılaşma saraydan ve onun çevresindeki yönetici kadrodan geldiği için güçlü bir muhalefetle karşılaşmamış, ilk yıllarda tutucularla yenilikçiler arasındaki savaş dil ve edebiyat çevresinde verilmiştir. İkinciler yenilik olarak benimsedikleri düşünceleri yayabilmek için edebiyatı araç olarak gördüklerinden anlaşılır bir dille yazmak gerektiği üzerinde anlaşırlar. (1)
Ama bu anlaşma toplu, ilkeli, örgütlü bir çalışmaya dönüşmez. Dilde yalınlaşma hareketi, belli konular, sorunlar çevresinde tartışmalar, bireysel çabalarla yürür. Bu açıdan II. Meşrutiyet döneminde dil konusunun gündeme getirilişi Tanzimat dönemine oranla önemli bir farklılık taşır. Dilde yalınlaşma konusunu belli bir bilinçle kavrama ve bu bilinçlenmenin sonucu olarak hareketi bir temele oturtmaya çalışma bu farklılaşmanın en belirgin göstergesidir.
“TÜRK DERNEĞİ” KURULUYOR
Bu yolda ilk örgütlü girişim İstanbul’da bir Türk Derneği’nin kurulmasıdır (12 Kanunievvel 1324/1908).
Kurucuları arasında;
Ahmet Mithat,
Ahmet Hikmet,
Rıza Tevfik,
Bursalı Tahir,
Velet Çelebi gibi adların bulunduğu derneğin amacı 1909’da çıkarılan Türk Derneği Dergisinde yer alan “beyanname”yle açıklanır.
Buna göre, derneğin amacı şöyle özetlenebilir:
- Osmanlı Türkçesi’ni bütün Osmanlılar arasında konuşulan bir dil yapmak;
- Arapça ve Farsça sözcüklerin bütün Osmanlılar tarafından anlaşılması için, yaygın duruma gelmiş olanları arasından seçmek ve en sade bir Osmanlı Türkçesi meydana getirmek;
- Türk diye anılan bütün kavimlerin geçmişteki ve günümüzdeki tüm hallerini öğrenmek, öretmeye çalışmak ve bütün dünyaya yaymak;
dilimizin açık, sade, güzel, ilim dili olabilecek surette ve uygarlığa elverişli bir düzeye gelmesine çalışmak, imlasını ona göre düşünmek; - Türk halkı arasında, çeşitli tarih ve sosyal konulardan başka, Türk dili üzerinde derlemeler yapmak.” (2)
Bu özetten de hemen anlaşılacağı gibi, Türk Derneği kurucuları amaçta ve bu amaca götürücü yöntemde düşünce birliği içinde değillerdir. Kullandıkları kavramların içerdiği çelişkiyi görmezden gelmekte, siyasal nedenlerle geniş kapsamlı bir program önermektedirler. Tek tutarlı yanları dil ile kültür arasındaki ilişkiyi kavramış olmalarıdır.
Ama gerek dil, gerekse kültür sorununa yaklaşımları temelde tutarsızdır. Arapça, Farsça ve Türkçe’den oluşacak “en sade Osmanlı Türkçesi”nin ulusal sıfatıyla nitelenmesinin yanlışlığı bir yana, Osmanlılıktan yola çıkıp “Türk diye anılan bütün kavimlerin” kültürel varlığını ortaya çıkarmayı amaçlamanın birbiriyle bağdaşmayacağı ortadadır.
Ahmet Mithat’ın tanımıyla “Herhangi din ve mezhepten ve herhangi kavim ve milletten olursa olsun Osmanlı bayrağı altında tecemmu ve tahaşşüt eyleyen mütemeddin efrada Osmanlı” (3) denildiğine göre, daha işin başında bir kavram kargaşası söz konusu demektir. Nitekim, dönemin siyasal kouşlları anımsandığında, bu çelişkinin kaçınılmazlığı anlaşılır olmaktadır.
Türk Derneği’nin “nizamname”siyle bu nizamnameyi açıklayıcı “beyanname”si değişik düşünce ve görüşlerin birleşimidir sanki. Kurucular ve derneğe sonradan katılan üyeler arasında Türkçülerin, Osmanlılığı savunanların, Ermeni asıllıların, Çarlık Rusyası’nda yaşayan Türklerin bulunması bir bakıma bunun kanıtıdır. Dil konusunda da dernek üyeleri arasında “tasfiyeciler”den “Arapça-Farsça” yanlılarına ve ılımlılara değişik görüşleri savunanların bulunduğu görülmektedir.
“Sonuç şu oldu: Türk Derneği, amacındaki soyluluk ve doğruluk, bu amacı yaymak için harcadığı emek, yaptığı hayırlı girişimlerle birlikte üyeleri arasında düşünce, hatta amaç birliği bulunmaması, çevrenin ise bu ileri düşünceleri kabule elverişli olmaması yüzünden, bir başarı sağlayamayarak dağıldı.” (4)
Yine de Türk Derneği, dilin yalınlaştırılması konusunda bir ilk adım olmaktan öte, özellikle örgütlenmenin denenmesi açısından önemli bir girişim sayılmalıdır. Dernekçe çıkarılan (7 sayı, 1909-1910) Türk Derneği Dergisi de süreli yayın olarak Türkoloji alanında yararlı bir başlangıçtır. Ayrıca derneğin çalışmaları, Meşrutiyet’in ilk yıllarında dil tartışmalarının yeniden alevlenmesine yol açmıştır.
“YENİ LİSAN” HAREKETİ
II. Meşrutiyet döneminde dil konusu, Selanik’te çıkardıkları (Nisan 1911) Genç Kalemler dergisinde “Yeni Lisan” hareketini başlatan;
Ömer Seyfettin,
Ali Canip Yöntem,
Ziya Gökalp ve arkadaşlarınca bilinçli bir tavırla gündeme getirilmiştir.
“Yeni Lisan” kavramı derginin ilk sayısında yer alan imzasız (Ömer Seyfettin tarafından yazılmıştır) yazının başlığıdır, Yeni Lisan başlıklı imzasız yazılar derginin sonraki sayılarında da sürdürülmüş, beşinci sayıdan başlayarak yazıların altındaki soru işareti yerine “Genç Kalemler Tahrir Heyeti” imzası konulmuştur.
Türk edebiyatı tarihinde “Genç Kalemler” ya da “Yeni Lisan Hareketi” adlarıyla anılan bu girişim “Milli Edebiyat” akımının da gelişmesine yol açmıştır.
Bir anlamda Genç Kalemler hareketinin bildirisi sayılabilecek “Yeni Lisan” başlıklı yazıda Ömer Seyfettin özetle şu ilkeleri savunmaktadır:
“- Milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli lisan ister;
- Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabii bir lisandır.
(...)
Yazı lisanı ile konuşma lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya ve icad etmiş olacağız; - Lisanımızda yalnız Türkçe kaideler hükmedecek;
- Istılahlar (terimler) ya Arapça’nın, Acemce’nin basit lafızlarından, yahut Türkçe terkiplerden teşkil olunacaktır.” (5)
Ama, bu bilinçli çıkışın yanı sıra, kimi konularda Ömer Seyfettin’in yine de çekingen davrandığını, söz konusu yazısında Arapça, Farsça sözlüklerin bırakılamayacağını savunduğu, hiçbir şairin aruzu atıp hece veznini kabul etmeyeceğini ileri sürdüğü, imla sorununu zamana ertelediği görülmektedir.
Agâh Sırrı Levend’e göre, bunun nedeni, Ömer Seyfettin’in “İstanbul’daki Türk Derneği’nin uğradığı başarısızlıktan korkmuş” olmasıdır. Ayrıca, “Genç Kalemler düşüncelerine açıklık verememişlerdir.” (6)
Genç Kalemler’in çıkışına ilk sert tepki Fecr-i Aticilerden gelmiş, Türk Yurdu, Türk Ocağı çevreleri ise, Genç Kalemler’i desteklemişlerdir. (7)
Yeni Lisan’a karşı çıkanlar, benzeri her tartışmada olduğu gibi, Ömer Seyfettin’i ve arkadaşlarını “tasfiyecilik”le suçlamışlar, evrimi savunmuşlardır.
Fecr-i Aticilerden Köprülüzade Mehmet Fuat’la Yakup Kadri’nin başı çektiği bu tartışmada Genç Kalemler’in de tepkisi sert olmuş, Kazım Nami (Duru), M. Nermi, Ömer Seyfettin (Perviz takma adıyla) yöneltilen eleştirileri çürütmeye çalışmışlardır.
Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan ve Çirkin Taarruzlar” başlıklı yazısındaki şu cümle, bir bakıma dilin yalınlaştırılmasında tutulacak yolu göstermektedir:
“Yazarken de tasarruf olunmamış kelimeleri, ıstılahlardan başka Arapça, Acemce kaideleriyle yapılmış yabancı terkipleri, cemileri (çoğulları) kullanmamak, nazımda, nesirde, ahenk ve kafiye için, kendi şivemizi mikyas (ölçü) tanımak...” (8)
Yeni Lisan hareketinin gelişmesinde, İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumi üyeliğine seçilince (1909) Selanik’e yerleşen ve burada tanıştığı Ömer Seyfettin’le Ali Canip Yöntem’in yanında Genç Kalemler hareketine katılan Ziya Gökalp’in etkisi büyük olmuştur. Yeni Lisan hareketi, onun katkılarıyla ideolojik düzeyde Türkçülük düşüncesi üzerine oturtuluyor, Osmanlı, Osmanlıca kavramlarına karşı Türk, Türkçe kavramları savunuluyordu.
Selanik’in Yunanlılarca alınması (1912) üzerine Genç Kalemler’in kapanması, önce Ziya Gökalp ve Ali Canip’in, tutsak düştüğü için de bir yıl sonra Ömer Seyfettin’in İstanbul’a gelişiyle Yeni Lisan hareketi, genelde Türk Ocağı çevresinde yürütülmüştür. Ayrıca, siyasal gelişmeler, Balkan Savaşı’nın yol açtığı yıkım da karşıt görüşlüleri belli bir çizgide birleşmeye itmiştir.
Ziya Gökalp’in etkisi asıl bu yıllarda belirginleşir. İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umum üyesi olduğu için nüfuzu gittikçe artmakta, Türk Ocağı’nın çalışmalarına katılmakta, Türk Yurdu dergisinde yazmakta, Türkçülük ideolojisini sistemleştirmeyi amaçlamaktadır.
Türk Yurdu’nda tefrika edilen (1913) “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” yazısından başlayarak Yeni Mecmua’yı çıkardığı 1917-1918 yıllarında Türkçülüğü geliştirdiği yazılarına kadar, konumuz açısından dilde yalınlaşma hareketinin programını veren kişidir Ziya Gökalp.
Ölümünden bir yıl önce, bütün düşüncelerinin toplu bir değerlendirmesi sayılabilecek “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabını çıkarır (1923). Türk milletinin kurtuluş ve yükselişi için verdiği sekiz bölümlük “Türkçülüğün Programı”nın ilk maddesi “Lisani Türkçülük”tür.
Ziya Gökalp’in “Lisani Türkçülük” konusunda savunduğu düşünceler, bir bakıma Genç Kalemler’de başlatılan “Yeni Lisan” hareketinin sistemleştirilmiş biçimidir. Yeni Mecmua ile Milli Edebiyat kavramı çevresinde sağlanan bütünleşme de bu milli dil ilkesine dayanmaktadır.
Ziya Gökalp’e göre, ulusal dili kurabilmek, Osmanlıca’yı bir yana bırakıp İstanbul halkının konuşma dilini yazı dili olarak kullanmakla mümkündür. Konuşma dilinde karşılığı bulunan yabancı sözcükler atılmalıdır. Ama bu ayıklamada, yalnıca Türkçe kökten gelen sözcüklerin kullanılmasını savunan “tasfiyeciler”in görüşünü benimsemek de yanlıştır. Konuşma diline girmiş, halkça benimsenmiş yabancı sözcükler Türkçe sayılmalıdır. Bu konuda Gökalp’in ana ilkesi “Türkçeleşmiş Türkçedir” kuralıdır. Ayrıca, öteki Türkçe lehçelerinden sözcük alınmamalı, Türkçeye girmiş Arapça, Farsça dil kurallarının hepsi atılmalıdır. Avrupa uygarlığına yönelirken, bu uygarlıktan alınacak yeni kavramları anlatmak için yeni sözcükler gerekeceğinden, bunları önce halkın konuşma dilinde aramalıdır. Orada yoksa, Türkçe yeni sözcükler türetilmeli, bu da yapılamıyorsa, ister istemez Arapça ve Farsça’ya başvurulmalıdır. Bütün dillerde ortaklaşa kullanılan rönesans, roman, vapur, telefon gibi kavramlar ve teknik sözcükler Batı dillerinden olduğu gibi alınmalıdır.
Görülebileceği gibi Ziya Gökalp, dilin yalınlaştırılması konusunda evrimcilerle devrimcilerin düşüncelerinin ortasını bulmayı amaçlar gibidir. Cumhuriyet’e de bu düşüncelerle gelinir. Hattâ 1930’lara, Atatürk dil konusunda kesin tavır alıncaya kadar.
________________________________
- Bu yazıda genel bir özetten çok iki hareket üzerinde durulacaktır.
- Enver Ziya Karal, Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe adlı kitapta, s.82, TTK yay., 1978.
- Üss-i İnkılâb, 1877.
- Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 3. bas., s.302, 1972.
- Genç Kalemler der., c. II, s.1, Nisan 1911.
- A.S. Levend, agy, s.315.
- Türk Yurdu Derneği 18.08.1911’de kuruldu ve dernekçe 24.11.1911’de aynı adı taşıyan bir dergi yayımlanmaya başladı. Türk Ocağı’nın kuruluşu ise, 12.03.1912’dir.
- Genç Kalemler der., sayı 24-25.
Atilla Özkırımlı | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 114 - 15 Şubat 1985
_____________________________________________________________________
Cumhuriyet Döneminde Dilimiz
Gelişme ve değişme, konuşulan, yazılan bütün dillerin ortak özelliklerinden biridir. Donmuş, kalıplaşmış bir dil düşünülemez. Dili oluşturan sesler, seslerin bağlaşımı; sözcükler, sözcüklerin anlam alanı olduğu gibi kalmaz. Gelişir, değişir. Bunun içindir ki her dil, duruk değil devingendir. Bir dönemde, bir zaman dilimi içinde geçerli olan dil birimleri, dilin kendi yapısından gelen etkenlerle kullanımdan düşer. Kullanımdan düşen bu birimlerin yerini yeni biçimler alır. Yeni söz değerleri, yeni sözcük dizgeleri çıkar ortaya.
Dillerdeki gelişme ve değişmeler, iki boyutlu bir nitelik taşır. Birincisi, dilin kendi iç yapısından gelen dilsel değişmelerdir. Doğal değişim de denilebilir buna. Sözgelimi, dilin akışı içinde kimi sözcüklerin seslerinde aşınmalar, başkalaşmalar olur. Bir sesin yerini bir başka ses alır, ya da bir ses, başka bir sese dönüşür. Böylece yeni sözcükler oluşur kendiliğinden:
“Kankı” sözcüğünün hangi,
“bigi” sözcüğünün gibi,
“urmak” sözcüğünün vurmak oluşu gibi...
Bu sessel değişimin yanı sıra kimi sözcüklerin de anlamlarında değişmeler olur.
Örneğin,
“göz” sözcüğünün temel anlamı: “Görme organı” demektir. Öte yandan yan anlamlar da üstlenmiştir bu sözcük:
“Görme ve bakma”,
“kaynak, suyun topraktan kaynadığı yer”,
“delik, iğne ve benzeri şeyler için”,
“içine girilen ya da öteberi konulan ve bölümleri olan bir şeyin her bölmesi ya da birbirine bağlı olan ve bir bütün meydana getiren çanak ve kaplardan her biri”,
“sevgi ve ilgi, gönül bağlantısı” örneklerinde olduğu gibi...
Dilin kendi iç yapısından gelen değişmelerdir bunlar. Dışsal bir nedenle açıklanamaz.
Değişme ve gelişmenin ikinci boyutu ise toplumsaldır. Toplumsal yapıdaki değişmeler dilde de gösterir etkisini. Özellikle dilin söz dağarcığında gözlemlenir bu değişim. İkili, üçlü sözcük dizgeleri oluşur.
Örneğin toplumumuzun İslam uygarlığı alanına girişi, günü gelince de bu uygarlık alanını bırakıp Batı uygarlığına yönelişi sözlüğümüzde olsun, söz dağarcığımızda olsun dilimlenmelere yol açmıştır.
Öyleki bir kavram için hem dokuma demişiz, hem mensucat, hem tekstil.
Bir şey için bizi ilgilendiriyor da diyoruz, alakadar ediyor ya da enterese ediyor da.
Gecikme sözcüğü kullananlarımız olduğu gibi tehir ya da rötar sözcüklerini yeğleyenler de var.
Söz dağarcığında gözlemlediğimiz bu dalgalanma, dilin kendi iç yapısından gelen bir değişim değildir. Dışsaldır bunun nedenleri. Toplumsal yapıyla, bu yapıdaki değişim ve gelişimle açıklanabilir. Bu değişimi bütün boyutlarıyla Cumhuriyet dönemi dilimizde görebiliriz. Dilimizin söz varlığındaki gelişme ve değişmede görürüz.
SİYASAL DEVRİMDEN DİL DEVRİMİNE
Cumhuriyet döneminde köklü bir değişim geçirmiştir dilimiz. Yazın dilinden tüze (hukuk) diline, öğretim dilinden günlük konuşma diline değin her kesimde söz dağarcığı yönünden olsun, anlatım örgüsü yönünden olsun büyük bir doku değişikliğine uğramıştır dilimiz. Bu büyük değişiklik, dilin kendi iç yapısından gelen etkenlerden çok, dıştan yapılan, bilinçli çalışmalarla olmuştur. Terimsel adıyla dil devrimi dediğimiz bu çalışmaları besleyen, yönlendiren temel düşünceyi belirtmek için Cumhuriyet ve Cumhuriyetin üzerinde temellendiği Atatürk devrimlerinden yola çıkmamız gerekir.
Köklü bir düzen ve siyasal yapı değişiklikliğidir Cumhuriyet. Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdışı kurumlarını yıkma, çağdaş uygarlık doğrultusunda Türk toplumunun kültürel örüntüsünü değiştirme atılımıdır. Yalınlaştırarak söylersek bu atılımın kaynağında birbiriyle kesişen iki düşünce iç içedir:
- Ulusalcılık (milliyetçilik),
- Uygarcılık (medeniyetçilik)...
Saltanat ve hilafetin kaldırılması, ulusal egemenliğin halk adına Büyük Millet Meclisi’nde toplanması, ulusal ekonomi, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi gibi girişimler ulusalcılığın ürünüdür gerçekte. Bunun gibi laiklik, kılık ve kıyafette değişim, yeni Türk abece’si, ölçü düzenindeki yenileştirim, Türk tüzesini “skolastik” yörüngeden çıkarma da uygarlıkçılık açısından önemli yönelimlerdir.
Cumhuriyet, ulusal bilince yaslanan yeni ve çağdaş bir Türk toplumu yaratma atılımıdır. Ulusal bilinci emziren, besleyip büyüten dildir. Atatürk, güçlü sezgisiyle bu gerçeği görmüş, bunu şöyle ortaya koymuştur:
“Ulusal duyguyla dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesindeki başlıca etkendir.
Türk dili, dillerin en zenginlerindendir.
Yeter ki bu dil bilinçle işlensin.”
Osmanlıca ise, imparatorluk diliydi. Ulusal nitelikten ırak, yabancı öğelerle yüklü, yoz bir dil. Bu dille Cumhuriyetin getirdiği değerleri yerleştirmek, insanımıza Türk olduğunun bilincini duyurmak güçtü. Öyleyse Türkçeyi yabancı öğelerden arıtma, kendi öz değerlerine kavuşturma Cumhuriyetin zorunlu kıldığı gereksinimlerden biriydi.
İletişim Aracı Olarak Dil: Cumhuriyetin getirdiği temel değerlerden ve düşüncelerden biri de halkla bütünleşme kavramıdır. Halkla bütünleşmek, halkın yarattığı kültürel değerlerden yararlanmak, yeni kültür değerlerini halka indirmektir. Bu da bir iletişim işidir. Düşünce dolaşımını, bilgi alışverişini toplumun her kesiminde işler kılma işidir. Bu da geniş ölçüde bir dil sorunudur. Çünkü bir iletişim aracıdır dil. Osmanlıca halktan kopuk bir dil olduğu için iletişimsel değeri sınırlıydı. Bir bakıma belli bir azınlığın diliydi. Öte yandan çağdaş kültür değerlerini karşılayacak anlatım gücünden de uzaktı.
Görülüyor ki, dil, hem yeni kültür değerlerini yaratıyor, hem bunları değiştirmede ve yaymada bir etken oluyor. Cumhuriyet, Osmanlı kültür-değer düzenini yıkma, bunun yerine ulusal ve çağdaş değerleri yerleştirme atılımı olarak düşünülürse, dil devriminin, daha doğrusu siyasal devrimden dil devrimine yönelişin gerekçesi kolayca anlaşılabilir.
DİL DEVRİMİNİ GERÇEKLEŞTİRME ÇALIŞMALARI
Toplumsal yapıyla dil arasındaki sıkı etkileşim, dilimizi ulusal ve öz benliğine kavuşturma, yabancı öğelerden arıttma gerekliliğini ortaya çıkartmıştır. Aslında dilimizi yabancı öğelerden temizleme özlemi Cumhuriyet’le birlikte doğmamıştır. XIX. yüzyıl ortalarına değin gider bu özlemin doğuşu. Ama özlem olmaktan öteye geçemezdi. Yazarlar, düşünürler dilimizin Arapça ve Farsça’dan kurtulmasını savunurlardı.
Gelgelelim, kendileri de eski alışkanlıklarından kolay kolay kurtulamıyorlardı. Gerek Tanzimat döneminde, gerekse topluma daha yeni bir düzen ve anlayış getiren İkinci Meşrutiyet döneminde ‘bekliyorum’ sözünü bayağı, ‘intizar ediyorum’ ya da ‘muntazırım’ sözlerini edibane deyiş sayanlar çoktu.
Bir türlü ‘bildiğimiz gibi’ denilemiyor, ‘malumunuz olduğu veçhile’ deniliyordu.
‘Ev’ yerine ‘hane’,
‘babam’ yerine ‘pederim’,
‘kızım’ yerine ‘kerimem’ yazmaktan vazgeçilemiyordu.
Sanat yapıtları arasında
Ölü,
Küçük Şeyler,
Ömer’in Çocukluğu,
Yalah,
Niçin Aldatırlarmış gibi yeni dil anlayışına uygun adlar taşıyanların yanı sıra Makber,
Sergüzeşt,
Muktetafat,
Rübab-ı Şikeste,
Evrak-ı Eyyan,
Hayat-ı Muhayyel gibi eski dile bağlı ad taşıyanlar çoktu.
‘Okuma’ kitabına ‘kıraat’,
‘yurttaşlık bilgisi’ne ‘malumat-ı medeniye’,
kadın öğretmene ‘muallime’ deniliyordu.
Görülüyor ki Cumhuriyetten önce Türkçeyi yabancı sözcüklerden arıtma çabaları bilinçli ve yöntemli bir nitelik taşımıyor. Oysa bu bireysel çabalarla ya da dağınık güçlerle gerçekleştirilecek bir savaş değildi. Ulusça bir savaşı gerektiriyordu. Atatürk, bu gerekliliği şu buyruğuyla dile getirmişti:
“Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Arap Yazısının Bırakılışı: Dilimizi yabancı sözcüklerden arıtmanın ilk ve köklü atılımı, Arap yazısının bırakılması oldu. Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçemize girişini kolaylaştırıyordu bu yazı. Yeni Türk abece’siyle bu önlenmiş olacaktı. Ayrıca dilimizdeki yabancı kökenli sözcükler de kendi varlıklarını yeni abece’miz önünde belli edeceklerdi. Nitekim yazı devriminden kısa bir süre sonra dilimizin sözcük dizgesinde çözülmeler, Arapça ve Farsça kökenliler belli oldu. Bunları dilde korumanın olanaksızlığı ortaya çıktı.
Arapça ve Farsçanın Kaldırılışı: Arap yazısının yanı sıra 1 Eylül 1929’da okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı. Sözcüğün tam anlamıyla önemli bir girişimdi bu. Dilimizin kapıları bu iki dilin sözcüklerine yasal bir yoldan kapatılmış oluyordu.
Türk Tarih Kurumu’nun Kuruluşu: Okullardan Arapça ve Farsça’nın kaldırılmasından sonra bir başka girişim de o zamanki adıyla 12 Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”nin kuruluşudur. Bu kurumun ereği, bilimsel yöntemlerle Türk tarihini incelemekti. Dille tarih arasında sıkı bir bağlantı vardı. İkisini birlikte ele almak, birlikte incelemek gerekirdi.
Türk Dil Kurumu’nun Kuruluşu ve Kurultaylar: Türkçemizi yabancı öğelerden arıtma yolunda en köklü atılım, 12 Temmuz 1932’de yapıldı. Eski adıyla “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” bugünkü adıyla “Türk Dil Kurumu” olan ve dil sorununa bütünsel bir yaklaşımla eğilecek yetkili bir örgüt kuruldu. Böylece yıllardan beri süregelen, dağınık ve kişisel çabaları bu örgüt bütünleyecek, dilimizi özleştirme, geliştirme sorununa yön verecekti.
Türk Dil Kurumu’nun kuruluşundan sonra kurultaylar birbirini izledi. Yapılacak işler, dilimizin özleşmesi ve geliştirilip zenginleştirilmesi yönünden saptandı. Bilimsel bir yöntem ve devrimsel bir anlayışla çalışmalar sürdürelecekti.
Türkçeyi Özleştirme ve Zenginleştirme Savaşı: Atatürk, 1 Kasım 1932 günü Büyük Millet Meclisi’ni açarken yaptığı konuşmada dil sorununun çözümüne devletin de yardımcı olmasını isteyerek şöyle dedi:
“Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, alakalı olmasını isteriz.”
Bunun üzerine hükümet bir kararnameyle halk ağzından söz dermele işini, “resmi işler” arasına aldı. Böylece Türkçeyi özleştirme ve zenginleştirme savaşı başlamış oluyordu.
Dil savaşı, üç ana doğrultuda gelişti:
- “Halk ağzından ve eski dil anıtlarından söz derleme, tarama”,
- “dilimizde kullanılan yabancı sözlere öz türkçe karşılıklar bulma”,
- “terimleri Türkçeleştirip bilim dilimizi Türkçenin kendi öz değerleriyle kurma”.
Çalışmalar kısa sürede bir “dil seferberliği” görünümünü kazandı. Ülke ölçüsünde yaygınlaştı. Bilinçle, coşkuyla yürütülüyordu. Yazarlar, ozanlar, düşünürler dilin her bölgesine uzanıyor, Türkçenin olanaklarını işletmek, kendi öz değerlerini bulup ortaya çıkarmak için çabalarını yoğunlaştırıyorlardı.
Hemen belirtmek gerekir ki yürütülen dil savaşı, gücünü devletten alan, devletin arkalamasıyla sürdürülen bir savaş değildi. Toplumun özlemini duyduğu bir gereksinimin ürünüydü. Daha açıkçası uyanan ve dirilik kazanan anadili bilincinin eyleme dönüşmesiydi. Dil bağımsızlığımızı tümüyle kazanma savaşıydı bu.
OSMANLICANIN YENİLGİSİ
Halk Ağzından Gelen Söz Değerleri: Derleme yoluyla halk ağzından gelen söz değerleri, Cumhuriyet döneminde dilimizde gözlemlenen değişmenin en önemli dilimini oluşturmuştur. Türkçenin söz dağarcığındaki büyük yenileşme, gerçekte dilimizde var olan ama yazı dilinde yeğlenmeyen sözcüklerin kullanılırlık kazanmasıyla gerçekleşmiştir. Bugün yazı dilinde kullandığımız şu sözcüklere bakalım bir:
Yankı,
ürün,
çaba,
çağırı,
doruk,
kıvanç,
kınama,
kuzey,
güney,
araç,
gereç,
asalak,
yitirmek,
onarmak,
gönenmek,
giysi,
evmek,
güdüm,
yozlaşmak,
ödül...
Bunları kullanmak, hal duyarlığına, halk düşüncesine yaklaşmaktır bir bakıma. Şöyle de söyleyebiliriz, halkla bütünleşme yolunda önemli bir girişimdir. Nitekim, halk diline yaklaşım, yazınımızın her kesiminde göstermiştir yankısını.
Roman, oyun, öykü, şiir, deneme gibi yazınsal türlerin anlatım biçimleri, söz dokusu yönünden halklaşmıştır. Özellikle köy kökenli yazarlarla bu girişim “halktan aldığını halka verme” biçiminde ilkeleştirilmiş, yapıtlarında ve yaratılarında uygulamaya konmuştur.
Halk ağzından gelen söz değerlerinin yazın dilinde büyük bir çoğunlukla dolaşım kazanması, yüzyıllardan beri süregelen halkla okumuşlar arasındaki, konuşma diliyle yazı dili arasındaki uçurumu kapatma yönünden de önemli bir girişim olmuştur. Hele halk ağzının yazın alanında yansıtılması yerellik, ulusallık, gerçekçilik açısından yazınımızın havasını değiştirmiştir. Çünkü yazınsal yaratıların tümü, her şeyden önce varlıklarını, yaratıldıkları dile borçludur. Sağlıkları, yaratıldıkları dilin sağlığına bağlıdır.
Eski Dil Anıtlarından Gelen Söz Değerleri: Dilimizin söz örgüsü halk ağzından derlenen sözcüklerle kendi öz değerlerine kavuşurken, bir önemli girişim de eski dil anıtlarını tarama olmuştur. XIII. yüzyıldan günümüze değin Türkiye Türkçesiyle yazılmış 227 yapıt taranmıştır. Böylece dilimizin geniş oylumlu bir “söz haritası” hazırlanmıştır. Halk ağzından derlenen sözcükler gibi, bu taramanın ürünleri de sözlüklerde toplanarak yazarlara, ozanlara, kısacası Türkçeye gönül verenlerin yararlanmalarına sunulmuştur.
Eski dil anıtlarından taranan sözcükler, dilimizin dokusu içinde devingenlik kazanmaya, Osmanlıcalarının yerlerini almaya başlamışlardır. Dilimizin söz dağarcığındaki büyük değişikliği oluşturan etkenlerden biri de budur. Şu sözcükler bu yolla edindiklerimizi örnekleyen sınırlı dizidir:
Ağmak,
tanık,
konuk,
arıtmak,
denli,
değin,
nitelik,
esen,
görkem,
yanıt,
evren,
il,
sanı,
kez,
ilenç,
ilenmek,
sonuç,
esrik,
sınamak,
oran...
Halk ağzından derlenenler gibi bunlar da yazı ve konuşma dilimizde dolaşım kazanmıştır. Gündeş ozanlarımız ve yazarlarımızla,
Yunus’un,
Karacaoğlan’ın,
Pir Sultan Abdal’ın söz evreleri arasında bir göbek bağı kurulmuştur.
Yeni Yaratılan Söz Değerleri: Türkçenin toprağını, Arapça ve Farsça sözcüklerden, bu arsız ayrık otlarından arıtmak için, bir yandan derleme ve tarama çalışmaları yapılırken bir yandan da yeni söz değerleri yaratıldı. Türkçemizin sözcük yapma olanakları işletildi.
Nice yıllar işletilmemiş bu yüzden de işlerliğini yitirmiş olan “yapım ekleri”yle bile yeni yeni deneyimler yapıldı.
Türetmeye ve birleştirmeye baş vurularak hem Osmanlıca sözcüklere yeni karşılıklar bulundu hem de Osmanlıcada ve Türkçede bulunmayan yeni kavramlara...
Bugün yazın ve bilim dilinde kullandığımız sözcüklerin kimileri sonradan yaratılan söz değerleridir. Şu örneklerde olduğu gibi:
Durum,
konum,
yatırım,
terim,
gelenek,
yetenek,
basınç,
göçmen,
yazman,
olumlu,
gider,
gelir,
işlem,
dilekçe,
deney,
bilimsel,
uygulama,
yüzyıl,
yerçekimi,
öngörmek,
zamanaşımı,
sıkıyönetim,
önsöz,
akaryakıt,
içgüdü,
önsezi,
uçaksavar,
tekel...
NEREDEN NEREYE GELİNDİ?
Cumhuriyet dönemi içinde dilimizi özleştirme ve geliştirme yolunda yapılan atılımlar, girişimler nasıl bir sonuç doğurmuştur?
Nereden nereye gelmiştir Türkçemiz?
Bugünkü görünüm nedir?
Bu soruları ayrıntılı yaklaşımla ele alıp yanıtlama, geniş oylumlu karşılaştırmaları gerektirir. Ömer Asım Aksoy’un sayısal bir saptayımını buraya alıntılayalım:
“1932’den önceki sözlüğümüzde bulunan 29.000 sözcüğün sadece 11.000’i yani %38’i Türkçe idi. O zamanki yazı dilimizde %35-40 oranında Türkçe sözcük kullanılıyordu.
Bugünkü sözlüğümüzde bulunan 29.000 sözcüğün ise 17.500’ü, yani %63’ü Türkçedir ve şimdi yazı dilimizde %75-80 oranında Türkçe kullanılmaktadır.
Bu karşılaştırmadan şu sonuçlar çıkmaktadır:
- Genel kültür dilimiz, 1932’den sonra 6.500 Türkçe sözcük kazanmıştır. Bu, sözlüğümüzdeki 28.000 sözcüğün %23’ü eder. Yani dil haznemiz Türkçe sözcükler bakımından %23 oranında zenginleşmiştir.
- Eskiden kullanılmasında sakınca görülmeyen, hatta kullanılması yeğlenen yabancı sözcükler yerine artık, ileriden beri dilimizde bulunan Türkçelerinin kullanılması yeğlenmektedir.” (*)
Bu sayılama genel kültür ve yazı dilini ana çizgileriyle kapsamaktadır. Türkçenin toprağında üretilen terimler dizgesi bunun dışındadır. Değişik bilim ve bilgi dallarıyla ilgili yaklaşık 140.000 terim üzerinde çalışılmış, toplumbilimden, uygulayımbilime, kentbilimden aydınlanmaya değin terim sözlükleri yayımlanmıştır.
Türkçenin sözlüğü, dilbilgisi hazırlanmış, Tarama, Derleme gibi anıt sözlüklerle birlikte atasözlerimizi, deyimlerimizi inceleyen, dilimizin söz varlığını belirleyen çalışmalar yapılmıştır.
Bütün bu çalışmalar Türkçeye anlatım ve deyileyiş yönünden halkımızın sesini ve duyarlığını yansıtacak nitelikler kazandırmıştır. Sözdizimi, tümce düzeni yönünden Türkçenin olanakları yoklanıp işletilmiştir. İstendiğinde, arandığında her kavramın Türkçe ile karşılanabileceği gerçeği ortaya çıkmıştır. Yazarlığın da, ozanlığın da gizinin öncelikle dilde olduğu düşüncesi ortak bir tutuma dönüşmüştür. Bu tutumla Osmanlıca tam bir yenilgiye uğratılmıştır.
Baltalama ve Engellemeler: Osmanlıcanın yenilgisi, kimi çevrelerde dilimizdeki özleşme ve gelişme atılımına karşı tepkiler yaratmıştır. Genellikle dilimizdeki yenileşmeye ayak uyduramayanlar, kendini yenileyip geliştiremeyenler hiçbir bilimsel dayanağı olmayan savlarla dil devrimine karşı çıkmışlardır.
Özellikle dilde devrim olamayacağını,
dile dışardan “müdahale” edilemeyeceğini,
dile karışmak gerekirse bunu ancak dil bilginlerinin yapabileceğini,
dilden atılan yabancı öğelerle Türkçenin yoksullaştırıldığını,
kuşaklar arasında anlaşma uçurumunun yaratıldığını,
özleştirme işinin bir “komünist oyunu” olduğunu,
yeni sözcüklerin çirkin ve sevimsizliğini bilinçli ve sürekli biçimde söyleyip yazmışlardır.
Ancak bu bireysel yakınışlar dilimizdeki özleşmenin hızını kesecek bir güç kazanamamıştır.
Bireysel yakınışların yanı sıra kimi kuruluşlar da dilimizdeki özleşme akımına karşı çıkmışlardır.
Muallimler Birliği 23 Ekim 1948’de “dil kongresi” adıyla bir toplantı düzenlemiş, dil devrimini zararlı bir akım olmakla nitelendirip bu akımdan dönülmesi için yetkililere çağrıda bulunmuştur. Bu çağrı yankısını göstermiş, 1945’te Türkçeleştirilen Anayasa dili, 1952’deki hükümetçe eski durumuna getirilmiştir. Devlet dilinde, dil devriminden önceki ağdalı ve karışık dile geri dönülmüştür. Bu yasal girişim de akımın soluğunu kesmemiş, tersine yazarlar, ozanlar ve bilim adamlarının öz Türkçeye olan bağlılıklarını daha da artırmıştır.
Dil devrimine karşı çıkanlar devrimin hızını kesme yönünde değişik yollara başvurmuşlardır. Saldırılar, suçlama ve karalamalar Türk Dil Kurumu üzerinde yoğunlaşmıştır. Kurumun yayınları, dağıttıkları dil ödülleri, yabancı kökenli sözcükler için yaptığı öneriler yaylım ateşine alınmıştır hep. Bu amaçla dil gericileri kendi aralarında toplantılar, seminerler, açık oturumlar düzenlemiş, özleştirmeciliği, bölücülükle eşanlamlı sayan bir imge yaratmaya, bu imgeyi vurgulamaya çalışmışlardır sürekli bir biçimde.
Tercüman’ın sürdürdüğü “Yaşayan Türkçe” yayını, SİSAV’ın aynı savsöz üzerine kurulu sözde bilimsel toplantısı, özleştirmeciliği bölücülükle eşanlamlı sayan anlayışı beslemeye, yaymaya çalışmıştır.
DİLİN DEVLET DENETİMİNE ALINMASI
Özleştirmecilik konusunu tartışma gündeminde tutmayı başarmışlardır dil gericileri.
1982 Anayasası’nın hazırlandığı günlerde saldırı ve suçlamalarını daha bir arttırmışlardır. Nitekim “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” adıyla bir kuruluşun Anayasa’da yer almasında sürüp giden bu tartışmaların da payı olabilir. Daha sonra çıkarılan (17 Ağustos 1983), Türk Dil Kurumu’nu bu yüksek kuruma bağlayan yasada da.
Türk Dil Kurumu bu yeni düzenlemede tüzel kişiliğini yitirmiş, bir devlet kuruluşu kimliğini kazanmıştır.
Yönetim ve Yürütme kurullarına atanan üyelerin büyük bir bölümü, 1932’den 1983’e değin Atatürk’ün dil ülküsünü gerçekleştirmeye çalışan Türk Dil Kurumu’na savaş açmış kişilerdir.
Buna ve yeni Türk Dil Kurumu’nun yapısal düzenine bakarak Türkçenin tarihsel gelişimi içinde yeni bir dönemin başladığını söyleyebiliriz.
Dili devlet denetimine almak isteyen bir dönemdir bu.
Başbakanlıkça devlet örgütüne yayımlanan, “Anayasa dilinin” yarışmalarda ölçü olarak alınmasını isteyen genelge,
TRT’nin kullanımını yasakladığı 205 sözcüklük dizelge,
okul kitaplarında kullanılmaması istenen sözcükler bu döneme özgü ilk uygulamalardır.
Türlü evrelerden geçmiştir dilimiz. Dilin gelişimini denetim altında tutmak isteyen evre de bunlardan biri olacaktır ilerde.
Ancak dili denetim altına almanın olanağı var mıdır?
Engellenebilir mi gelişimi?
Soruların yanıtını Macar yazarı Széhneyi’nin şu sözünde bulabiliriz:
“Uluslarda yaşlılığın ya da ölümün bir belirtisi varsa, o da dillerin ölgünleşmesi ya da artık gelişememesidir.”
_________________________
* Ömer Asım Aksoy, “Gelişen ve Özleşen Dilimiz” s.15.
Emin Özdemir | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 114 - 15 Şubat 1985