Türkiye'de Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı

11. Uluslararası İstanbul Festivali çerçevesinde “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı” konulu bir dizi konferans da yer alıyor.

Üç konferanstan oluşan dizide,
  1. Doç Afife Batur “Erken Dönem: Cumhuriyet İçin Bir Mimarlık”;
  2. Doç. Mete Tapan “1940-1960: 2. Ulusal Mimarlık - Uluslararası Akım Dönemleri”;
  3. Doç. Atilla Yücel de “1960-1983: Çoğulcu Akım Dönemi” konulu bildirilerini sunacak.

Aşağıda kendi kalemlerinden bu bildirilerin özetini sırasıyla sunuyoruz.


1923-1940: Cumhuriyet İçin Bir Mimarlık

"Cumhuriyet Mimarlığının Kuruluş Dönemi” olarak adlandırılabilecek olan 1923-1938 yılları, problemleri, ürünleri ve biçimleriyle içinden çıktıkları tarihî koşullara derinden bağlıdır. Uzun süren ve yenilgiyle biten 1. Dünya Savaşı’ndan ve çetin koşullarda kazanılmış Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, ilk yıllar, doğal olarak, onarım ve yeniden kuruluş çalışmalarıyla geçmiştir. Harap olmuş bir ülke üzerinde çökmüş bir ekonomi ve yorgun bir halkla gerçekleştirilmek durumundaki bu çalışmalar, o günün koşullarında önemli sayılabilecek bayındırlık ödenekleriyle desteklenmiştir. Altyapı tesislerinin millileştirilmesi, ulaşım ağının geliştirilmesi vb. ile ilk belediye hizmetlerine eşlik eden yapı programları ilk yılların öncelikleri arasındadır.

Mimarlığın kendine özgü anlatım ve biçim sorunları, bu dönemde ilgi ve tartışma konusu olmamış,
dönemin egemen üslubu olan “Osmanlı Revivali” devam etmiştir.

Yeni teknik olanakları reddetmeden,
klasik dönem Osmanlı mimarlığının biçimlerini yeniden canlandırma yoluyla özgün bir mimarî yaratma savını taşıyan bu akımın,
  • M. Vedat,
  • A. Kemalettin,
  • A. Hikmet ve
  • G. Mongeri gibi tanınmış ve düzeyi olan temsilcileri de vardır.

Başta yeni başkent Ankara’dakiler olmak üzere 20’li yılların kamu yapıları, bu tarihsel üslupla tasarlanıp inşa edilmiştir.

Özel yapılarda ve daha çok İstanbul mimarisinde çeşitli üsluplarda canlandırma örneklerinin yanı sıra,
  • Art Nouveau,
  • Art Deco gibi daha çağdaş eğilimlerin yer aldığı serbest bir ortam gözlenmektedir.

30’lu yıllara doğru, rejim ve siyasî iktidar olarak kendini kabul ettirmiş olan genç Cumhuriyet’in toplumsal gelişme hedeflerini daha açık olarak aradığı ve belirlemeye çalıştığı bir evreye girilmektedir. Bu yıllarda kültürel - ideolojik, siyasî ve ekonomik planda bir dizi karar ve seçmelerle rejimin kimliğini, yönünü tanımlama ve yapısal kuruluşunu gerçekleştirme yönünde radikal kararlar alınmaktadır.

“Devrimler Dönemi”nde her kesimde benimsenmesi öngörülen hedef “çağdaş uygarlık düzeyine erişmek”tir. Bu hedef için, ulusal kimliğin yeniden tanımlanması, kurumlaşması ve laik düşüncenin yükselişi, sanayileşmiş Batı uygarlığına kesin ve kararlı bir yönelmeye eşlik etmektedir.

Bu ideolojik çizginin mimarlık düşüncelerine yansıması iki önemli kararla doğrudan etkilenmiştir.

  1. 1929 büyük ekonomik bunalımı, kuruluş çabaları içindeki Cumhuriyet’i şiddetle etkilemiş, 1923’te benimsenmiş olan liberal ekonomik anlayışın yerine “devletçilik” ön plana geçmiştir. Bu modele bağlı olarak büyük ve etkili yapılar devlet eliyle gerçekleştirilmiş ve yapılarda artık Osmanlı imajı veren biçimler değil genç Cumhuriyet’i temsil edebilecek çağdaş bir anlatım aranmıştır.
  2. İkinci karar, Atatürk’ün direktif ve açık desteği ile, Ankara’nın modern bir başkent olarak düzenlenip kurulması girişimidir.

Ayrıca Sanayi Teşvik Yasası (1927) 1. Sanayi Planı ve sanayi ile daha yakın ilişkiler, akılcı ve ilerlemeci eğilimleri güçlendirmiştir. III. Reich’in yükseliş yıllarında Türkiye’ye gelen çok sayıda Bilim adamı ve sanatçı, Orta Avrupa’nın rasyonalist çizgisini taşıyıp tanıtmışlar, çevrelerinde etkili olmuşlardır.

Bu ortamda, eskiye bağlılığı reddeden
ve “Cumhuriyet İçin Bir Mimarlık” ve anlatım arayan genç ve devrimci mimar kuşağı için Batı ülkelerindeki öncü girişimleri özellikle,
  • Le Corbusier’nin Modernizm’i,
  • Viyana modernistleri ve
  • Bauhaus düşüncesi, aranan yanıt niteliğinde görülmüştür.

Ankara uygulamalarıyla mimarlık ortamına giren ve genç kuşağın benimseyip çoğu kez başarıyla kullandığı,
  • akılcı ve işlevci Modern Akım ve
  • ölçülü bir Ekspresyonist mimarî, Türkiye mimarlığının 30’lu yıllarını karakterize etmektedir.

  • Bakanlıkları, TBMM kompleksini, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü ve önemli kamu yapılarını tasarlayan etkili C. Holzmeister’den,
  • mimar ve öğretim üyesi olarak çalışan E. Egli ve B. Taut gibi tanınmış yabancı mimarlardan sonra,
  • ana köşk dışında tüm Cumhurbaşkanlığı yapılarını tasarlayan S. Arkan başta olmak üzere,
  • Z. Sayar, S. H. Eldem, Ş. Balmumcu, A. H. Holtay ve diğerleri, Cumhuriyet mimarlığının kuruluşuna katılan ilk mimar kuşağı olmuştur.

Büyük emek ve para ile yaratılan ve erken dönemin mimarî olayı olan başkentteki uygulamalar, yalnız Ankara’nın kentsel mimarisini değil, aynı zamanda Cumhuriyet için modern bir kent imajını da biçimlendirmiştir.

  • Ankara’dan sonra İzmir’in imarı ve genel olarak Anadolu kent ve kasabalarına kent imajı getirecek ilk girişimler,
  • halkevleri ve istasyon binaları,
  • Cumhuriyet meydanları,
  • parklar,
  • Gazi okulları vb. bu dönemin uygulamalarıdır.

Büyük kentlerde tek ev ve apartmanların yanı sıra toplu konut ve sosyal konut projeleri ve uygulamaları ile mahalle veya site ölçüsünde yerleşim grupları, değişmekte olan toplumsal yapının yeni gereksinmelerine işaret etmektedir.

Yapı teknolojisinin ve malzemesinin büyük ölçüde hâlâ dışalım konusu olduğu; arsa spekülasyonunun, örneğin Ankara’da çok büyük boyutlara ulaştığı ise yalnız teknik belgelerde değil, günlük gazete yayınlarında bile gözlenmektedir. Bu açıdan planlı ve bilinçli bir yapı yatırımı politikasının geliştirilebildiği konusu tartışmaya açık görünmektedir.

Buna karşılık, mimarlık yayınlarının başlaması, özellikle Mimar ve daha sonra değişen adıyla Arkitekt dergilerinin yayına girmesi ve yasa koruyuculuğunda etkin bir örgütlenmenin sağlanması ile 30’lu yıllarda aynı zamanda Türkiye mimarlığının meslekî kuruluşu gerçekleştirilmiştir.

Gerek bu örgütlenme gerekse gerçekleştirilen mimarlık yapıtlarının niteliği ve özellikle ulaşılmış düşünce düzeyi, devrim yıllarının Türkiye’sinde canlı bir mimarlık ortamının var olduğunun göstergeleri olarak görülmeli ve gelişmelidir.



Doç. Dr. Afife Batur | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 75 - 1 Temmuz 1983
______________________________________________________________________________________



1940-1960: Mimarlık Alanındaki Gelişmeler

Ülkemiz 1940-60 yıllarında politik ve ekonomik yönden büyük gelişmelere sahne olmuştur. Özellikle Atatürk’ün ölümünden ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Türkiye dış ülkelerle olan ilişkilerinin biçimini büyük oranda değiştirmiştir. Ayrıca ülkenin iç politik yapısındaki gelişmeler, örneğin çok partili sisteme geçiş gibi veya o günlere dek süregelen ekonomik sistemden uzaklaşılması ve onun yerine liberal ekonomik sistemin benimsenmesi, ister istemez ülkenin fiziksel biçimlenişini etkilemiş ve Türkiye mimarisi de yeni sentez arayışları içine girmiştir.

Sözü edilen dönemde bu arayışları genelde gene iki ayrı zaman diliminde izleme olasılığı vardır.

  • 1940-50 yıllarında Türkiye mimarisi ikinci kez ulusçuluk hareketi etkisi altında kalmış
ve dolayısıyla bu yıllar “ikinci millî mimarî dönemi” veya “ikinci ulusal mimarlık akımı” olarak değerlendirilmiştir.

  • 1950-1960 döneminde ise mimarlıkta serbest biçimlerle çözüm getirme düşüncesinden hareket edilerek
uluslararası mimarlığın ülkemizde yerleşmesine çalışılmıştır.

Bildiride her iki dönemin mimarlık etkinliklerini etkileyen sosyal, politik ve ekonomik öğelerin neler olduğu üzerinde durularak,
bunlar arasından en etkili olanlarının örneklerle değerlendirilmesine çalışılacaktır.

Kuşkusuz 1940-50 dönemini hazırlayan otuzlu yıllarda yeni yetişen genç Türk mimarlarının o günlerde ülkede uygulama yapan yabancı mimarlarla giriştikleri mücadele, ayrıca 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla toplumda birlik ve beraberliğin kuvvetlenmesi gibi psiko-sosyolojik etkenler, 2. ulusal mimarlık akımının doğmasında büyük rol oynamıştır. Ancak ulusun kendi kültür benliğine dönmesi için, eski Osmanlı yapılarındaki motiflerin yeni sanat ürünlerinde kullanılması gibi eğilimleri ele aldığımız 40’lı yılları Cumhuriyetin ilk yıllarındaki sanatta ulusçuluk anlayışından farklı kılmaktadır. Biçimsel olma niteliği ağır basan bu akım, Türk mimarisini bilimsel temele oturan sentez arayışlarından uzak tutmuştur.

1950’lilerden sonra uluslararası ilişkilerin yeni boyut kazanması, eğitim modellerindeki ve ekonomik alandaki değişiklikler, Türkiye mimarlarını mimarlık alanındaki sorunlara yeni yöntemlerle çözüm aramaya itmiştir. Her çeşit biçim doğmacılığını reddeder bir görünüm veren 50’li yıllar daha sonraki yıllarda ülkemizde gelişen mimarlık etkilerinin hazırlayıcısı olmuştur.

Serbest piyasa koşulları, batı ve özellikle ABD ile olan ilişkilerin güçlenmesi Türkiye’de mimarlık alanında yeni modellerin gelişmesine olanak vermiştir. Bu yeni modellerle üretilen yapıtların ortak niteliği bölgesel biçim simgelerinden arınmış olması ve yapıların dünyadaki benzer fonksiyona hizmet eden yapılarla, teknolojinin olanak verdiği oranda en az biçim açısından koşut olmasıdır. Bu eğilimde de dolayısıyla biçimciliğin zaman zaman ağır bastığı görülmektedir. Ancak, Türkiye mimarlığının dışa açılması çabası içinde olduğu bu dönemde, salt uygulamada değil, aynı zamanda mimarlık eğitimi alanında da bu yönde büyük atılımlarda bulunulmuştur. Bir yandan yeni eğitim kurumları kurulurken, öte yandan da gene eğitimde, kurumların ve öğretim kadrolarının farklılığından dolayı değişik eğitim yöntemleri denenmiştir.

Bildiri, yukarda değinilen öğelerin oluşturduğu bağlam içinde 1940-1960 mimarlık etkinliklerini irdelemeyi ve ondan sonraki yaklaşık 25 yıllık sürede ülkemizde gelişen mimarlık etkinliklerini doğru değerlendirmeye yardımcı olmayı amaçlamaktadır.



Doç. Dr. Mete Tapan | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 75 - 1 Temmuz 1983
______________________________________________________________________________________



1960-1983: Çağdaş Türk Mimarlığında Çoğulculuk

1970 yılında Türkiye Mimarlar Odası’nın yayın organı “Mimarlık” dergisinin yayınlandığı bir soruşturma,
1960-1980’lerin ortalarından Türk mimarlarının iki konuya özel bir duyarlılıkla eğildiklerini göstermekteydi:

  1. Mimarlığın toplumsal sorunlarla ilişkileri ve
  2. Bir önceki dönemin -yani 1950’lerin- “Uluslararası Mimarlık” anlayışının genel-geçer kabullerine yönelen eleştiri ve tepkiler.

Gerçekten de bu iki eğilim çeşitli görünümler altında da olsa,
80’li yıllardan bu yana, mimarlığımızı belirli ölçülerde etkileyen bir sürekliliğe sahip olagelmiştir.

Mimarlıkla ilgili kuramsal tartışmaların toplumsal bir boyutu içermesi, 60’lı yıllarda Türk toplumunun genel demokratikleşmesi ve toplumsal yaşamın siyasallaşması olgusuyla ilişkilidir. Geneldeki siyasal ve toplumsal tartışmaların tüm toplum yaşamına egemen olduğu; akademik, sendikal ve meslekî kuruluşların parlamento dışı muhalefet odakları oluşturdukları bu dönemde mimarlık gibi toplumsal ilişkileri güçlü bir mesleki etkinliğin bu tartışma dışında kalması beklenemezdi.

Öte yandan, yine 60’lardan başlayarak ülke yeni bir ekonomik anlayışın ve yeni ekonomik ilişkilerin gelişmesine tanık oldu:

  • Planlı ekonomiye dönüş,
  • AET ve OECD gibi kuruluşlarla yoğun ilişkiler,
  • artan büyüme hızı,
  • tüketime yönelik sanayi alanlarındaki gelişmeler, bir yandan yerli kapitalizmin ve firmaların serpilmesine neden olurken,
öte yandan da Batı’yla daha yoğun ilişkileri ve çoğulcu bir dünya görüşünü besleyen bir kültürel alışverişi beraberinde getiriyordu.

Bütün bu etkiler sonucunda 60 ve 70’li yıllar kentleşmenin büyük bir ivme kazandığı, tüketim tüketim eğilimlerinin tüm toplum kesimlerini kapsayacak şekilde yaygınlaştığı ve bunun sonucunda kentlerin fiziksel görünümünün hızla değiştiği yıllar olmuştur. Bu hareketsizlik, ülke mimarlığı için de yeni ve büyük yapı programları, yeni malzeme ve teknik olanakları gibi uyarıcı etkilerin doğmasına neden teşkil etmiştir.

70’leri izleyen dönemse, ekonominin -enerji bunalımının ve dünya ekonomik krizinin de etkisiyle- tıkandığı, kitlelerin beklentileriyle yaşama koşulları arasındaki farkın büyüdüğü, konut ve yapı sektöründeki canlılığın yitirildiği; mimarların da bu genel bunalım ve yoksullaşmadan paylarını aldığı yıllardır. Bu koşullar, 70’li yılların sonlarına doğru Türk mimarlığını yeni arayışlara itecektir.

Son olarak 60-80 döneminde, mimarlık yaratısını doğrudan doğruya etkileyen başka gelişmeler olmuştur:

Çoğulcu kültürel ortam, ulusal mimarlık düşüncesinin dünyadaki çeşitli gelişmelerden çok daha yoğun biçimde etkilenmesine olanak vermiş
ve örneğin uluslararası mimarlık akımına karşı çıkan çeşitli eğilimler:

Organik Mimarî,
Organsı Mimarî,
Yeni Bölgeselci ve Tarihçi eğilimler,
Yeni Brutalizm,
Metabolizm,
ya da Katılımcı ve Korumacı mimarlık görüşleri,
Türk mimarlık ortamına da yansımış ve çok yönlü bir tartışma zemini yaratmıştır.

Bu tartışma, sayıları bir anda artan mimarlık okullarının belki tümüne yansımamış ve daha seçkin bir akademik ve meslekî çevrenin malı olarak kalmıştır. Ancak, hem öğretim kurumlarının eğitim anlayış ve programlarındaki değişmeler, hem de mimarlık yayınlarındaki yeni kuramsal ve eleştirel görüşler, Türk mimarlık ortamının -dolaylı da olsa- bu çok yönlü tartışmalardan etkilenmesine neden olmuştur.

Bu etkilenişi, dönemin belli başlı uygulamalarında ve bunların yansıttığı biçimsel tercihlerde bir ölçüde izlemek olanaklıdır.

Dönemin başında, Uluslararası Mimarlık akımının dik açılı “tarafsız” geometrisinin karşısında “organik” ya da “organsı” mimarilerin serbest geometrik anlayışlarının yansımalarına tanık oluyoruz.

Bunlar doğa ve çevreyle daha “yumuşak” ilişkiler kurmaya çalışan, daha uyumlu anlatımlar peşinde koşan anlayışlar olarak görünüyor:

  • AHE grubunun Shareton Oteli,
  • Dora ve Demirarslan’ın New York Fuarı için geliştirdikleri öneri,
  • Şevki Vanlı,
  • Vedat Özsan ve
  • Nezih Eldem’in kimi yapıtları bu eğilimin bazı örnekleridir.

Bu yapıların serbest açılı geometrisi yanında tanınmış Finlandiyalı mimar Alvar Aalto’nun eğrisel çizgilerinden etkilenen kimi tasarımlar da
yine aynı “daha yumuşak”, “daha az endüstriyel” ve “daha uyumlu” arayışları yansıtıyorlar:

  • A. ve B. Çinici’nin ODTÜ Anfi Blokları,
  • Ş. Hadi ve H. Başçetinçelik’in İÜ Kütüphanesi yapıları gibi.

Bütün bu örnekler bir önceki dönemin “saf, monoblok, prizmatik kutu”lar esasına dayanan estetiğin dayandığı geometrik ilkelerden birine;
dik açılı prizmaya karşı gelenek değiştirmeye çalışırlar.

Bu değişimin bir başka yöntemiyse prizmatik kutuyu “parçalamak” olmuştur:

Yani tek bir dikdörtgenler prizması içinde biten yapıyı parçalara bölmek ve böylece daha küçük ölçekli, eklemlenmiş ve parçalardan oluşan bütünler elde etmek. Sonuç yine kendi içinde biten “tarafsız ve evrensel” bir estetik yerine çevreyle daha “munis biçim ve ölçek ilişkileri kuran” bir mimarî oluyor.

  • Tekeli-Sisa-Hepgüler grubunun Manifaturacılar Çarşısı ve Antalya Müzesi uygulamaları,
  • Özsan-Bektaş-Vural’ın TMO yapıları,
  • nihayet Çinici’lerin ODTÜ Kampüsü’nün özellikle Mimarlık Fakültesi binası,
1960’ların genel-geçer bir kabul gören bu eğilimin ilk önemli örnekleri arasında sayılabilir.

Yapıda bütünlüğün yanında ya da karşısında parçanın ve malzemenin de özerk bir önem kazanması demek olan “Yeni Brutalizm”, bu tabloya katılmakta gecikmemiştir. Yapı artık cam ya da beyaz sıvalı yüzeylerden oluşan bir kutu değil, çıplak betonun, sıvasız tuğlanın, saklanmamış -giderek abartılmış- taşıyıcı elemanların, merdiven ve tesisat kulelerinin ön plana çıktığı bir organizmadır.

  • Yine ODTÜ Kampüsü’nün çoğu yapılarında,
  • Ertur Yener’in Ankara Anadolu Kulübü’nde,
  • G. Çilingiroğlu ve
  • M. Tunca’nın yapılarında olduğu gibi.

1920-1930’lardan başlayarak gelişen
ve 50’lerde en yaygın uygulamaya kavuşan Çağdaş Mimarlık hareketinin uç ürünü “tarafsız ve saltık” bir prizmatik geometri ise,
bunun altında yatan ideolojik tarih ve -dolayısıyla- çevre öğelerini yadsıyan bir köktenciliğe dayanmaktaydı.

1960’lı yıllardan başlayarak ülkemizde de gelişen bir başka güçlü akım ise,
özellikle bu iki öğenin çağdaş mimarlık yaratısında yeniden güç kazanmasını ön plana aldılar,
  1. 60’larda Yeni Rejyonalizm,
  2. 70’li yıllarda “Yeni Ulusal Mimarlık” tartışmalarıyla dile getirilen konu
1960’lı yılların ortalarından günümüze kadar çok sayıda uygulamayı somutlaşan canlı bir eğilim oluşturdu.

  • T. Cansever,
  • S. H. Eldem,
  • B. Çinici,
  • E. Gürsel ve daha birçok mimarın yapıtlarında;

  • kimi zaman plan ve biçim elemanı düzeyinde tarihsel alıntılar,
  • kimi zaman çevreyle uyum araştırmaları,
  • kimi örnekteyse bölgesel karakter ve geleneksel özelliklerle ilişki kurma doğrultusunda kendini göstermekle devam ediyor.

  • Cansever’in Tarih Kurumu binası,
  • Eldem’in yalı ve elçilik yapıları ve Zeyrek SSK kompleksi,
  • Çinici’nin TBMM ek yapısı ve
  • E. Gürsel’in kimi tatil köyü uygulamaları, bu eğilimin önde gelen örneklerinden birkaçı.

Bu gelenekselci, çevreci, tarihçi ve yerelci eğilimin, tarihsel çevrenin korunması, kent ölçeği ve daha genel bir estetik çerçevede Post-Modernizm gibi konularla ilişkileri olduğu belirtilmeye değer.

Bütün bu eğilimlerin bir ölçüde karşısında, ileri teknoloji ve büyük yapı programları verilerinden yola çıkan ve biçimin yeniden yapı ölçeğinde saltık bir gerçek olduğu uygulamaları belirtmek gerekir. Bunlar kimi zaman prestij imajının ve hemen her zaman ileri bir yapım teknolojisinin yansıdığı anıtsal boyut ve görünümler kazanan yapılardır.

En önemli örnekleri arasında,
  • Ankara’da A. Böke ve Y. Y. Sargın’ın İş Bankası gökdeleni,
  • İstanbul’da M. Konuralp’in Karayolları idari binası ve
  • yeni endüstriyel ölçek ve estetiğin ifadesi olarak da Tekeli-Sisa grubunun Lassa Fabrikası verilebilir.
  • E. Elmas - Z. Gülçur - E. Yener grubunun Ankara’daki büyük yönetim merkezi projeleri de bu arada anılmalıdır.

Tüm bu farklı örnekler, canlı ve gerçekten çoğulcu bir eğilimler ortamının kanıtlarıdır. Ancak 60’lardan başlayan tartışmaların toplumsal boyutunu pek yansıtmazlar. Gerçi son yıllardaki örneklerde tartışılan enerji, çevre ve tarih boyutları, koruma konusunun gündeme getirdiği kavramlar belirli bir toplumsal boyutu içermektedir. Ancak hızla gelişen kentsel çevrenin geneldeki kaotik oluşumu içinde konut sorununun kapsamlı bir planlamadan ve özgün mimarî çözümlerden yoksun kalışı, toplumsal ve biçimsel boyutların bu çoğulcu ve çok tercihli mimarlık ortamı içinde buluşmaları konusunda en önemli engeli oluşturmuştur. Bunun sonucu olarak da yerellik-evrensellik, tarih-çağdaşlık temaları, 1960’dan günümüze, mimarî ürününe yansıyan tartışmaların belkemiğini teşkil etmişlerdir. Çağdaş kültür yaşamımız açısından unutulmaması gereken bir son nokta, bu tablonun plastik sanatlar, yazın ve hatta müzik gibi kültürel etkinliklerle ilgili eleştirel tartışma ortamının çok uzağında kalmadığıdır.



Doç. Dr. Atilla Yücel | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 75 - 1 Temmuz 1983