Beyoğlu Sinemaları


Oturup düşünüyorum, kafamda sayıyorum eski (çocukluğumun, gençliğimin) ve yeni (bugünün) Beyoğlu sinemalarını. Bugüne kadar tüm hayatımı Beyoğlu’nda geçirdim diyebilirim. Önemli bir kısmını da Beyoğlu sinemalarında. Eski bir seyirci sayılırım; ilk filmimi dört yaşımda iken seyrettim çünkü, 1933 yılında.

İşte eskileri sayıyorum, Tünel’den başlayıp Taksim’e doğru çıkıyorum.

Santral,
Elhamra,
Anfi,
Şık,
Sümer,
Melek,
Ar,
Lüks,
Saray,
Alkazar,
Mulen Ruj,
Taksim.

Toplam 12.

Bir de “yenileri”:

Elhamra,
Ses,
Rüya,
Yeni Melek,
Emek,
Sine Pop,
Lüks,
Saray,
Fitaş,
Dünya,
Lâle,
Taksim.

Toplam 12.
Değişen hiçbir şey yok sayılarda.

Yok mu?... Var, var, eskiler arasında Yıldız’ı unutmuşum çünkü. Demek ki bir sinema eksildi sadece Beyoğlu’nda, önemli bir fark değil bu. Farklılıkları, değişimleri başka yerde aramalı, belki sinemaların programlarında, belki havalarında, belki de “sinemaya gitme” olayında. Kırk yıl önce bir olaydı, bugün olağan bir eğlence. Yıllar geçince değer ölçüleri de değişiyor, beğeniler de; anılar hem bulanıklaşıyor hem de gerçeküstücü renklere bürünüyor. Kaçınılmaz bundan, zamanın, geçen ve geri dönmeyen zamanın oyunları bunlar.

Sinemalarımıza dönelim biz ve dilerseniz Tünel Alanı’ndan başlayıp sol kolu izleyerek Taksim’e doğru ağır ağır çıkalım. Karşılaşacağımız ilk sinema, SSCB Elçiliği’nin karşısındaki Suriye Pasajı’nda bulunan “Santral”, 1911’de açılmış, sonradan Necip Erses Stüdyosu olmuş. Salaş bir sinema idi, çocukluğumda, “duhuliye” beş kuruştu. İlginç filmler gösterirdi, ilkel bir sinema-kulübü gibi. Örneğin, Douglas Fairbanks’ın sessiz “Üç Silahşörler”i ya da Fritz Lang’ın ünlü “M - Mörder”i gibi. “M”in, sinemanın kapısındaki afişi bugün bile aklımda. Küçücük bir kızı saran bir gölge. Peter Lorre’un dehşet verici gölgesi.

Eski “Elhamra” bugün bile yerinde duruyor, 1922 yılında açılmıştı İpekçiler tarafından, lüks bir sinemaydı. Sonradan Cemil Filmer işletti onu, tiyatro oldu, bir süre kapalı kaldı, yeniden açıldı, kapandı vb. İyi hatta çok iyi bildiğim sinema bu. Projeksiyon makinesinde bobin sarmışım, kapısında bilet kesmişim, gişesinde para saymışım. Babam uzun yıllar müdürlüğünü yaptı çünkü. Tarihi günler yaşamıştı Elhamra, ilk Fransız sesli filmi “Les Trois Masques” (Üç Maske) gösterilince camlar, çerçeveler gitmişti. Galaların yapıldığı bir sinema idi, smokinli, kürklü.

Sinemayı işte Elhamra sinemasında keşfettim, sessizi sesliyi, siyah-beyaz ve (ilk) renklisi ile -“The Dancing Pirate”ın (Dans Eden Korsan) dökülen, birbirine karışan renkleri, “Becky Sharp”ın parlak kırmızıları-, ilk filmimi o salonda seyrettim, bu mevsim yeni çevrimi gösterilecek olan “The Island of Lost Souls” (Doktor Moreau’nun Adası); Charles Laughton, Richard Arlen ve Bela Lugosi ile. Sonra Şarlo’nun, Valentino’nun, İvan Mosjoukine’in filmleri, Fred Niblo’nun yönettiği Ramon Novarro’nun oynadığı ilk “Ben-Hur”. İlginçtir bu “Ben-Hur” filmi yıllar yılı gösterildi Beyoğlu’nda, sessiz olmasına rağmen. Beyoğlu, azınlıkların, levantenlerin, tatlısu frenklerinin merkezi olduğu o dönemde (1930’lardan söz ediyorum) Paskalya haftasında vizyona girerdi; ya Elhamra’da, ya Lüks’te ya da Alkazar’da. Acayip yıllardı doğrusu, filmler ya Fransızca gösterilir ya da altlarına Fransızca alt yazılar dizilirdi.

İlanlar ise çoğunlukla;

  • “İstanbul”, “Beyoğlu”, “Le Journal d’Orient”, “La République” gibi Fransızca,
  • “Apoyevmatini” gibi Rumca,
  • “Jamanak” gibi Ermenice gazetelere verilirdi.

Nerden nereye...

Elhamra sinemasındaki filmler diyordum, evet ve bunların arasında bilmem kaç kez izlediğim;

  • Greta Garbo’nun “Camille” (Kamelyalı Kadın),
  • Marlene Dietrich’in “Shangai Express”,
  • Charles Boyer’nin “The Garden of Allah” (Allah’ın Bahçesi) vb.

Galatasaray’ı aşmadan önce Tepebaşı’na uğrayıp, “Anfi” (Şehir Tiyatrosu’nun eski komedi bölümü) sinemasını analım. Sinema seyirciliğine başladığım yıllarda, 1896’dan beri zaman zaman sinema olarak da kullanılan bu salon özellikle yaz aylarında, ikinci, üçüncü bilmem kaçıncı vizyon filmler gösteriyordu.

  • Harry Bauer’un oynadığı “Taras Bulba”dan,
  • Roy Corrigan’ın “Western” filmlerine kadar.

Galatasaray’ı aştık, sol koldan ilerliyoruz ve işte “Ses Sinema Tiyatrosu”.
Ses, savaş yıllarında ve yaz aylarında bir süre Fransız filmlerine ayrılmıştı (bunlara Vichy dönemi filmleri de diyebiliriz).

  • H.G. Clouzot’nun “L’Assassin Habite au 21” (Katil 21 No’da Oturuyor),
  • Marcel L’Herbier’nin “La Nuit Fantastique” (Fantastik Gece),
  • Jacques Becker’in “Fallabalas” başlıcaları sayılabilir anımsadıklarım arasında.

“Ses” sinema olarak pek başarılı olamadı ve tutunabilmesi için son yılların seks salgınını beklemesi gerekti.

“Ses”in biraz ötesinde “Sümer” sinemasına rastlıyoruz. Daha sonra “Küçük Emek” ve “Rüya” adlarını alan bu sinema benim kuşaktakiler için Amerikan Universal şirketinin filmleri ile ün yapmış olan bir salondu.

  • Maria Montez, Yvonne De Carlo, John Hall ve Sabu’nun 1001 Gece türündeki renk renk filmleri,
  • Abbott-Costello ikilisinin güldürüleri,
  • Robert Siodmak’in gerilimli yapıtları gibi.

Avantür - salon filmleri, “Sümer”i izleyen “İpek”te de gösterilirdi.
Ne ki, bunlar M.G.M., 20th Century Fox, Columbia gibi “görkemli” şirketlerin yapımlarıydı.
Ve bunlara ek olarak İpek Film’in yerli filmleri, Muhsin Ertuğrul’un bazen çok tutulan vodvilleri.

Saydığım Amerikan şirketlerinin filmleri bir çeşit yapışık kardeş olan “İpek” ve “Melek” (şimdiki Emek) sinemaları arasında bölüşülürdü. Her iki sinema İpekçi kardeşlerindi. Filmleri getiren de İpekçilerin şirketi Fitaş’tı (benzer bir durum, Fitaş’ın çökmesine kadar, “Dünya” ve “Fitaş sinemaları”nda uygulandı). “İpek” avantür - salon, “Melek” ise müzikli, güldürü, duygusal filmlerde uzmanlaşmışlardı böylece. 1920’lerde “Melek”, “Opera” diye bilinirdi, “Melek” adını 1929’da aldı.

“Melek” sinemasının karşısındaki “Ar” (sonradan “Yeni Ar” bugün “Sine Pop”) 1940’ların ikinci yarısında Amerikan Warner Bros ve Paramount şirketlerinin filmlerini gösterirdi çoğunlukla. “Lâle” ile birlikte 1960’larda ise İtalyanların Masist ve Herkül adlı dizilerinin başlıca temsilcisi oldu, bir ara programsızlıktan bocaladı ve sonunda “Sine Pop” olarak kurtuluşu seks filmlerinde buldu.

Yeşilçam sokağından çıkıp yeniden İstiklâl Caddesi’ndeyiz ve karşımızda 1909 yılında “Eclair” adı ile açılan, sonradan “Şark” ve en sonunda da “Lüks” adını alan sinema. “Lüks” savaş yıllarında ilkin Alman sonra Fransız filmleri ile “nezih” bir seyirciyi çekmesini bilmişti.

  • Marika Roek’un oynadığı müzikli güldürüler,
  • Zarah Leander’in ağır dramları,
  • Agfacolor’un ilk denemeleri (Altın Şehir) o dönemin “Lüks” sinemasını tanımalayabilecek çeşitlerden bazıları.

Sinemanın bir özelliği de salon boyunca, her iki tarafta, uzayan aynalardı.
İsteyen, filmi perdeden değil de aynalardan da seyredebilirdi, gözlerini yormak şartıyla.

“Lüks”ün yanında işte “Saray” sineması ya da 1930’ların “Gloria”sı.
Sürekli olarak “kaliteli” bir seyirciye, “kaliteli” Avrupa filmlerini sunan bir salon.

“Saray”ın sahnesi aynı zamanda İstanbul’a gelmiş birçok ünlü yıldızın merkeziydi de:

  • Josephine Baker,
  • tangolar ustası Eduardo Bianco,
  • Maurice Chevalier,
  • Charles Trenet,
  • Zarah Leander gibi oyuncular, sayısız yorumcular ve tiyatro topluluklarının.

Kuşağımın sinemaseverleri için savaş öncesi yıllarının “Saray” sineması özellikle Fransız “şiirsel-gerçekçi” filmlerinin gösterildiği yerdi.

  • Jean Renoir,
  • Marcel Carné,
  • Jean Duvivier gibi yönetmenlerin yapıtları,

  • Jean Gabin,
  • Michele Morgan,
  • Eric von Stroheim,
  • Charles Vanel,
  • Louis Jouvet,
  • Viviane Romance gibi oyuncuların unutulmaz oyunları bunlar arasındadır.

“Saray”, 1940’larda İngiliz sinemasına bağlı kaderini ve gene sinemaseverlere ilginç filmler sunmayı bildi. Bugün “Fitaş” ve “Dünya” sinemalarının bulunduğu yerde eksiden küçük bir sinema salonu vardı: “Mulen Ruj”. Çoğunlukla “avantür” filmleri oynardı, en büyük özelliği de hasır koltuklarıydı.

Taksim Alanı'na vardık ve 1914 yılında “Majik” adlı altından açılan “Taksim” (sonra “Yeni Taksim”) sinemasına. Yıllar yılı yabancı filmler oynadıktan, kaliteli olanlardan kalitesiz olanlara kaydıktan sonra “Taksim” gerçek kurtuluşunu yerli yapımlarda buldu. Beyoğlu’nun öbür sinemaları yerli filmlere kapılarını sıkıca kapadıkları bir dönemde “Taksim” bir hamle ile ilk kez sürekli olarak Türk sinemasını Beyoğlu’na yerleştirdi. Çocukluk yıllarımda “Taksim” ile ilgili en etkileyici anım, itiraf edeyim, ‘31 kısım tekmili birden’ “Flash Gordon” ya da “Baytekin”in gösterisi ile ilgili.

Taksim’den geri dönüp, bu kez sağ koldan, Galatasaray’a doğru inerken, karşılaştığımız ilk sinema “Lâle” oluyor. İlk açıldığında bir hafta boyunca ücretsiz gösteriler yapmıştı, mevsim içinde sunacağı filmlerden parçalar ve canlı resimlerle.

Benim kuşaktakiler için ağırlığı olan bir sinemaydı, özellikle “Warner”in yapımlarıyla:

  • Bette Davis’i,
  • Eroll Flynn’i,
  • Bogart ve John Garfield’i,
  • John Huston’u hep “Lâle”nin perdesinde tanıdık.

“Lâle”nin biraz ötesinde bugün sadece anısı kalan küçük bir sinema duruyor (bugün Etibank’ın bulunduğu köşede):

Rekorları ile ünlü “Yıldız”.
“Yıldız”da 1940’ların İngiliz filmleri haftalarca, aylarca oynardı.

  • Stewart Granger,
  • Margaret Lockwood,
  • Phyllis Calvert,
  • Patirica Roc gibi “genç” oyuncuların parladığı melodramlardı bunlar:

  • “Madonna of The Seven Moon” (İki Ruhlu Kadın),
  • “Caravan” (Karavan) gibi.

İngiliz “Gainsborough” yapımları bir yana, “Yıldız”, R.K.O. şirketinin seçkin yapıtlarını da sunardı:

  • Jean Renoir’in “The Land is Mine” (Bu Yurt Benimdir),
  • Robert Siodmak’ın TV’de de izlediğimiz “Spiral Staircase” (Merdivendeki Kadın),
  • Orson Welles’in “The Stranger” (Yabancı) vb. gibi.

Gide gide geldik başka bir “ünlü” sinemaya, sinema duygusunu birçok kişiye tanıtan “Alkazar”a. 1920 yılında İpekçi Kardeşler tarafından “Elektra” adı ile açıldığında lüks bir sinemaydı zevkle döşenmiş rokoko stilinde dekoru ile. Kuşağımın “Alkazar”ı ise bambaşka bir şeydi, salt “avantür” oynayan  -üstelik ikişer ikişer-  bir sinema.

Aslan kovboylar;

  • Ray Rogers,
  • Gene Autry,
  • Charles Starret,
  • Ken Maynard

sonra da o unutulmaz “25 kısım - 31 kısım tekmili birden” dizi filmleri:

  • Uçan Adamlar,
  • Maskeli Beşler,
  • Maskeli Süvariler

ve dehşet verici korku filmleri, türün tüm klasik yapıtları:

  • Frankeştayn (Boris Karloff ile),
  • Kurt Adam (Lon Chaney Jr.),
  • Vampirler, Mumyalar ve ilk bilimkurgu filmleri.

Yolculuğumuzun sonuna vardık. “Yeni Melek” ve “Atlas” gibi oldukça yeni sinemaları bir yana bırakıp “Atlas”ın biraz ötesinde, bugün Akbank’ın bulunduğu yerde yükselen “Şık” sinemasının anısını tazeleyelim. Tarihi bir salondu “Şık”, Türkiye’ye sinemayı getiren Sigmund Weimberg tarafından açılmıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ve “pahalı” bir sinemaydı 25 kuruşluk giriş ücretiyle. “Şık” sinemasının son yıllarına rastladım, kırık dökük bir sinema olmuştu artık. İki hatta üç film birden oynardı.

Ne ki, ilginç programları da oluyordu:

  • Julien Duvivier’nin “Pepe le Moko” (Cezayir Batakhaneleri),
  • Barrymore üçlüsünün (Ethel, John, Lionel) “Rasputin”i,
  • İtalyanların üstün yapımı “La Corona di Ferro”su (Demir Taç) gibi.

Anılarda her şey değişik görülüyor, olağandır. Sinemalar değişti, filmler, oyuncular, türler ve beğeniler ve seyirciler de öyle.
Evrim deriz buna ya da değişim; ne ki...
Anılar tatlı şeydir, özellikle sinema anıları.



Giovanni Scognamillo | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 306 - 15 Ocak 1979