Haziran ayında Berlin’de Latin Amerika Film Festivali düzenlenirken, ünlü Filarmonide verilen konserin girişinde Berlin Sinemateki yöneticileri U. Gregor ve G. Schoenberner, kalabalık izleyici kitlesine bildiri dağıtıyorlardı. Bu bildirinin içeriği, insanlık tarihinin en korkunç saldırısının başlangıcı olan 50. yıl anma törenlerine Berlin Kültür Senatosunun istenilen ödeneği vermemesi doğrultusundaydı. Gerçekten de bütün 1983 yılını kapsayan törenler için gereken 2,5 milyon DM’ın, ancak büyük çabalarla 1,4 milyonu sağlanabilmiştir. Bu nedenle yalnız Batı Berlin kentinde gerçekleştirilmesi öngörülen 49 projeden ancak 18’i gerçekleşebilecektir.
Berlin Kültür Kurulunun yayımladığı yıllık programda, yönetim kurulu üyesi W. Bruchhaeuser şöyle diyor yazısında:
“Faşizmin sonucu 1945 yılı ile noktalanmış değil. Gerçi geçen yıllarda demokratik bir bünye sağlandı, ama yeni bir tahribatın tehdidi kesinlikle ortadan kaldırılamadı. Bugünkü nüfusumuzun yüzde 50’si bu tarihten sonra doğmuştur. Acınılacak bir tarih anlayışımız nedeniyle, bu yeni kuşağın faşizm ve özellikle nasyonal sosyalizm hakkında bilgisi çok yetersizdir. Bu nedenle, bugün Alman halkının yüzde 13’ünün sorunları faşizan ve gerici çözümlerde aramasına şaşmamak gerekir.”
Gene aynı broşürde yer alan, Heinz-Dieter Schiling’in yazısından, Türk azınlığı yakından ilgilendiren şu önemli alıntıyı aktarıyorum:
“Kentimiz sokaklarında özellikle ‘Türkler dışarı’ yazılarıyla belirlenen yabancı düşmanlığı, son yıllarda giderek güçlenmektedir. Nasyonalist yönetimin de ilk kararı, 1933’de Doğulu Yahudilerin oturma ve çalışma izinlerini iptal etmek olmuştu.”
Binlerce kitapta, resimde, filmde ve belgede insan savaşa karşı mücadelesini vurguluyor.
İnsanlık tarihi kadar eski olan bu ürkütücü konuya ancak Peter Weiss’in iki cümlesini yansıtmakla değineceğim:
“Dünya savaşları Avrupa’nın öldürme kültüründen doğmuştur.”
..
“Kasım ayında zeytinler toplanır.
İnsanları ayıran olgular karşısında birleştiren olgular giderek çoğalıyor. O halde neden savaş?”
(Not Defterleri).
İLK VE EN ÖNEMLİ ETKİNLİK
Berlin’de faşizmin iktidara gelişinin 50. yılı ile ilgili ilk ve en önemli etkinlik, 9 Ocak tarihinde Kunsthalle salonlarında açılan ve 10 Şubat’a kadar sürecek olan “1933 - Diktatörlüğe Götüren Yollar” adlı sergi.
Kunsthalle Yöneticisi Dieter Ruckhaberle, 670 sayfayı bulan sergi kataloğundaki başyazısında şöyle diyor:
“1983 yılında, o döneme oranla başka bir durumla karşı karşıyayız: Faşist macera tüm açıklığı ile gerimizde: 6 milyon öldürülmüş Yahudi, 50 milyon savaş şehidi. Sorunları açık faşizmle yeniden çözmeye çalışmak tehlikesi yok. Güçlü bir faşist parti yok. Ama gizli bir faşizan eğilim, yabancı düşmanlığı … mevcut. Üçüncü bir dünya savaşı artık sonuncu dünya savaşı olur. 30 Ocak 1983’de başlayan olayları ne denli dikkatle incelersek, demokrasinin zedelenmesini o denli başlangıçta önlememiz olanağı doğar...”
Bu sergide faşizmin yayılma ve yerleşme politikasının tüm belgelerini izlemek olası.
- Hitler’in politik pozlarını önünde çalıştığı aynadan, o dönem radyoları,
- Berlin’de kurulu çalışma ve toplama kampları, işkence merkezleri,
- yakılan kitaplar,
- öldürülen direnç cephesi üyeleri,
- sürgünde yayımlanan Brecht, Thomas Mann, Anna Seghers’in kitapları.
- Gene sürgüne giden Kokoschka, Dix, Klee, Grundig, Hofer ve diğer ressamların resimleri,
- faşist dönemle ilgili fotoğraflar, orijinal belgeler, gamalı haçlı bayraklar,
- mankenlere giydirilmiş o dönem üniformaları ve çağdaş sanatçıların da bu konudaki çalışmaları.
Sergide Berlin’de yaşayan Türk ressamı Hanefi Yeter’in de,
- “Sevgilim, Biz Umudun Düşmanlarıyız” ve
- “Kesim İçin” adlı iki röliyefi yer almakta.
Hiçbir sergiyi, bu denli çok izleyicinin böylesi bir sessizlik içinde izlediğine tanık olmadım.
Ancak, eleştirmen Ingrid Heinrich Jost sergiyle ilgili yazısını şöyle bitiriyor:
“Gamalı haçlı bayrakların canlı renkler lekesine dönüştüğü, eski radyolardan parazitle propaganda nutuklarının yankıdığı bir ortamda, bilinç oluşturulacağı yerde, ancak duygular kamçılanıyor.”
Eleştirmen bu yargısında gerçekten haklı.
Sergiyi bütünleyen bir etkinlik de Zoo Palast sinemasında düzenlenen konuyla ilgili konferanslar ve tartışmalar.
Federal Almanya’nın çeşitli kentleri üniversiteleri, profesörleri ve bilimcilerinin konferansları, 10 Şubat günü bir tartışma ile sona erecek.
Batı Berlin, 1,5 milyon nüfusuna karşın çok geniş bir alana yayılan bir kent. İkinci Dünya Savaşı başlangıcında yayıldığı alan olarak dünyanın en geniş kenti. Hitler, yazının başlangıcında da değindiğim gibi, Berlin’i dünya başkenti yapmak amacındaydı. Bu konu ile ilgili Alman Mimarlar Birliği’nin hazırladığı bir sergi 21 Ocak ve 1 Şubat tarihleri arasında Volksbühne Tiyatrosu Fuayesinde yer aldı. Bu sergi kapsamında olayın tanıklarından Pierre Vago (Paris), Julius Posener ve Hardt-Waltherr Haemer’ın katıldıkları “Olayın Tanıkları” konulu bir oturum düzenlenecek.
TÜRKLER DE KATILACAK
- Theater Manifaktur, Brecht / Eisler ikilisinin “Yuvarlak Kafalar, Sivri Kafalar” adlı oyunu Ekim 1983’den itibaren sahneleyecek.
- Gene bir başka sahnede Brecht’in “3. Reich’ın Korku ve Sefaleti” sahnelenecek. Türk Derneği’nde de aynı oyunun birkaç bölümü Türkçe olarak oynanacak.
- Gene aynı dernek Nazım Hikmet’in Taranta-Babu’ya şiirlerini içeren bir akşam düzenlemeyi öngörüyor.
- Diğer önemli sergilerden birini Alman Sendikalar Birliği 2 Mayıs 1983’de açacak. “2 Mayıs 1933 - Sendikaların Yokedilişi” adını taşıyan sergide, yalnız arşivlerden değil, olayın tanıklarının anılarını yansıtmasıyla da bütünlenecek.
- “Seksüel Bilimler Enstitüsü’nin Naziler tarafından tahribinin 50. yılı” da Magnus Hirschfeld Derneği tarafından düzenlenen toplantılarla vurgulanacak. Bu derneğin amacı, o tarihten bu yana henüz açılamayan Seksüel Bilimler Enstitüsü’nü yeniden Berlin’de kurabilmek.
- Berlin Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda da “17.2.1933: Devlet Güzel Sanatlar Okulu’na SA - Saldırısı” konulu belgesel bir sergi açılacak.
- Hemen her semtte, özel galerilerde 50. yılın dehşetini anma etkinlikleri yer alıyor. Nasyonal sosyalizm döneminde kadın, müzik, eğitim, çeşitli semtlerde Nazilere direniş...
- Önemli etkinliklerden biri de Akademie der Künste’de açılacak olan “1933 Kitap Yakma Girişimi” adlı sergi ve sergi süresince düzenlenecek okumalar...
- Berlin Sinematek’i Üçüncü Reich ile ilgili film gösterilerini tüm yıl programına dağıtarak gerçekleştirecek.
Bu arada gösterilecek filmler şu ana konularda programlanmış:
- Weimar Cumhuriyetinden Hitler’e,
- 3. Reich,
- Antifaşist ve Demokrat (Falk Harnack toplu gösterisi) ve
- İsrael Sineması.
ÜLKE ÇAPINDAKİ ETKİNLİKLER
Mutlak Berlin’in o dönem başkenti oluşu ve bu tür etkinliklerde Alman kentleri içinde bir kültür merkezi oluşturması bu etkinliklerin gene burada yoğunlaşmasına neden oluşturuyor. Ancak bu ürkünç 50. yılın ülke doğrultusundaki etkinliklere gelince, Federal Alman televizyonlarının her hafta bir temerküz kampı filmi gösterdikleri ve savaş tanıkları yaşlılarla yaptığı söyleşiler dikkati çekmekte. Geçen hafta birinci programda izlediğim Auschwitz ile ilgili bir program, gene Türk azınlıktan görüntülerle son buldu... Ancak bu görüntüler üzerine düşen konuşmalarda, program yapımcıları, gene Türklere karşı güdülen yabancı düşmanlığını eleştirerek, kendi gençlerini ikna ediyorlardı.
Alman yayınevleri de bu yıldönümü dolayısıyla konuyla ilgili yayınların yeni baskılarını, ya da cep kitabı baskılarını hızlandırdı, çoğalttı.
Bir yandan Mart ayındaki seçimlere hazırlanan Federal Almanya’nın neden olduğu acıların yalnız Almanlara değil, tüm dünyaya özgü olduğunu söylemek gerekir mi?
Yazıyı, tüm yaşam ve yapıtını nasyonal sosyalizme karşı mücadele veren Peter Weiss’dan iki alıntıyla bitirmek istiyorum:
“Auschwitz’de 6000 SS görevli bulundu.
A blokunda 15.000 Sovyet tutsak öldürüldü.
A blokunda 405.000 insan numaralandı
(doğrudan doğruya gazla öldürülenler hariç)
100.000’in üzerinde numara alan tutuklulara ‘milyoner’ denirdi.
Kampta dünyaya gelen bebekler hemen su kovalarında boğulurdu.
Auschwitz’de 2 milyon ile 4 milyon arasında insan öldü.”
“Gerçi ben kaçtım.
Ama kaçtığım ve saklandığım gerçek beni her zaman izledi.
En yakınımdan da daha yakınımda kaldı.
Bu acıyı algıladım, duydum, dinledim, bu acıya kulak verdim,
bu acıda boğuldum.”
(Not Defterleri).
Tezer Özlü Kıral, Berlin - Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 65 - 1 Şubat 1983
______________________________________________________________________________________
Haldun Taner öğrencilik yıllarının Hitler Almanya’sını anlatıyor
Oskar Kokoschka der ki:
“Viyana Resim Akademisi imtihanına beraber girdik. Ben kazandım, o kazanamadı.”
İsabet diyenleriniz olabilir. Kazanamasa dünya “Kokoschka’sız kalırdı.”
Ama bizzat Kokoschka başka türlü düşünür. “Keşke kazansaydı” der.
“Belki o zaman başımıza bu belaları açmazdı.”
Hitler’den söz ediyorum.
Politikacı olmadan ressamlığı deneyen hassas bir adamdan...
Politika girdabı onu sonra ne korkunç bir sanat ve kültür düşmanı yaptı, hep gördük.
İktidara geçtiğinin beşinci ayında,
Alman fikir hayatının yüzakı onbinlerce kitabı, Berlin’deki Franz Josef Meydanı’na yığdırıp köküne kibrit çakan o olmadı mı?
Tarihte toplu olarak kitap yaktırma şerefi (!) eski Çin diktatörü Shi-Huang-Ti’ye aittir. Kendisi Taohist olduğu için Konfüçyüs ilkelerinin amansız düşmanı idi. Yurdunu taştan bir duvarla nasıl dışarı dünyadan ayırdı ise, aklı sıra bir sansür duvarı ile işine gelmeyen fikirlerden korunacağını sanıyordu. Sonunda kafası kızdı, birer el yazma nüshaları hariç, tümünü toplayıp yaktırdı. O tek nüshaları da eczanedeki zehirli ilaçlar misali, kütüphanenin ayrı bir köşesinde kilit altında tutuyordu.
Shi-Huang-Ti’nin son taklitçisi işte Hitler oluyordu.
Hitler’in kültür politikası neydi konusundaki konuşmaya Haldun Taner böyle girdi.
Öte yandan,
- “Kitap millî gücün kaynağı”,
- “Kitap düşüncenin kılıcı”, gibi sloganlar atan,
- her yıl bir “Kitap Haftası” düzenleyen de yine Dr. Göbbels’in Kültür Bakanlığı idi.
Ne var ki bu kitaplar rejime yakın kitaplar olmalı idi.
Kitapların kitabı da Hitler’in “Mein Kampf”ı idi. Varın kıyas edin.
Edebiyatçıların, aydınların ve sanatçıların yeni rejimdeki tutumları ne oldu?
Berlin’deki Preussische Akademie der Literatur diye bir edebiyat akademisi vardır. Bu akademi Almanların bir çeşit Academie Française’i gibidir. Oraya seçilmiş olmak bir Alman yazarının varabileceği en büyük onurdur. Hitler bazı yazarlardan bu onuru geri almaya kalktı...
- Alman romanında bir dönüm noktası sayılan “Alexander Platz” romanının ünlü yazarı Alfred Döblin,
- Ludwig Fulda,
- Thomas Mann,
- Heinrich Mann,
- Franz Werfel,
- Georg Kaiser,
- Stefan Zweig,
- Leonard Frank ve adlarını şimdi hatırlayamadığım birçok yazar akademiden çıkarıldı.
Kalanlar için de Ricarda Huch adında ünlü bir şair vardı. İstifayı bastı. İstifasında mealen şöyle diyordu:
“Her Alman ister istemez Alman gibi duyar ve yazar. Ama ‘Almanlıktan’, ‘Alman ruhundan’ kasıt nedir, bu insandan insana değişir. Bu konuda resmi görüşten başka türlü düşünenler olabilir. Bugünkü hükümetin milliyetçi bilincin mümessili sayıp örnek gösterdiği kişiler benim Almanlık kavramıma girmez. Merkeziyetçilik, başka düşüneni aşağılamak, kendi görüşünü tek görüş sayıp, saydırmak yararlı bir yol değildir. Bu konuda çok farklı bir görüş sahibi olduğum için Akademi’de kalmamın anlamı yoktur. İstifamın kabulünü rica ederim.”
İşbirlikçi yazarlar da vardı her halde?
Olmaz olur mu?
Bunların çoğu böyle durumları fırsat bilir, ön sıralarda açılan gedikleri arka sıradan gelip doldurmaya kalkarlar.
Göbbels bir süre sonra tüm yazarları ve sanatçıları evet-hayıra vurup sınadı. Evet diyenler içinde Gerhardt Hauptmann da vardı.
Hayret.
Hayret ki ne hayret.
Ama Karl von Ossetzki sonuna kadar dayandı. Hani şu Nobel’i alması Nazilerce engellenen Yahudi yazar. Ossietzki o sırada temerküz kampında hasta ve bitkindi. Nobel’i reddettiği taktirde derhal hapisten çıkacağı, kendisine saygın ve refahlı bir hayat sağlanacağı vaad ediliyordu. Adam fikri uğruna hapiste kalmayı tercih etti.
Bir yanda böyleleri, bir yanda da iyi romancıların piyasadan çekildiği ortamda rejimin sevgilisi olduğu için tiraj rekorları kırmaya başlayan Hans Carossa gibi oportünistler vardı.
Bu yeni kültür politikasının etkileri, tiyatro alanında ne oldu?
O alan da allak bullak oldu...
5000 kişilik kitle tiyatrosundan, 200 kişilik kabare tiyatrosuna kadar her çeşit mekânda çeşitli tiyatrolar kuran, çeşitli reji üslupları geliştiren tiyatro imparatoru Max Reinhardt Almanya’yı terk ederken, 35 yıldır hazırlandığım zeminden, ektiğim tohumlardan, arkadaşlarımdan, seyircilerimden, yurdumdan ayrılırken, canımın yarısı gidiyor diyordu.
Devrin en büyük aktörlerinden Albert Bassermann, Yahudi karısından ayrılmak zorunda bırakılınca intiharı tercih etti.
Joahim Gottschak’i da aynı yazgı bekliyordu.
- Bertolt Brecht,
- Lotte Lenya,
- Kurt Weil da Almanya’yı terkedenler arasında idiler.
Elizabeth Bergner
-ki Strindberg’in “Fraulein Julie’sinde ve daha nice oyunlarda anılardan çıkmayan kompozisyonlar yaratmıştı- o da gidenler arasında idi.
Alman tiyatro dünyası bir anda boşalmış gibi olmuştu.
Ünlü aktör ve Intendan Güstav Grüdgens’e “işbirlikçi” damgası vurulmuştu.
Ama adamcağız az Yahudi ve Alman sanatçıyı Nazilerin şerrinden korumamıştı.
Herhalde sinema dünyası da?
Emil Jannings “Kırık Testi” filminde topal yargıç (Adam)ı oynuyordu. Jannings’in özel yaşamında Göbbels’den hep “Topal” diye söz ettiğini duyan propaganda ve kültür nazırı, o filmde kendini alaya alıyor sanmıştı. Zampara bakanın güzel aktris Olga Tschekova’ya asılışı br onun dostu Gustav Fröhlich başına gelebilecek belalardan sanatçıların hamisi geçinen Goering’e sığınıp kurtulmuştu.
1937’de zamanın en değerli kadın artisti Renate Müller de kökenleri siyasî olan bir olaydan ötürü intihar etti. Yahudi düşmanlığını körükleyen “Jud Süs” filmi için Werner Kraus, Heinrich George, Ferdinand Marion seferber edilmişlerdi. Filmin rejisörü Veit Harlan göze girmişti. Otto Gebühr’ün Friederich Rex filmindeki rolü, Alman sinemasında on yılı aşkın saltanat süren jön prömiye Hans Albers’in ve Paul Hartmann’ın filmleri revaçta idi. Hilde Krahle, Stephan George’nin çevirdikleri “Postacının Kızı” da başarılı filmlerden sayılıyordu. Bu Stephan George ile Heidelberg’te tanışmıştım. Onunla ilgili ilginç bir anımı 1959’da “Merian” dergisi istedi, yazdım. Sonradan Hitler’le işbirlikçilik ettiği için çok çekti zavallı.
Bu sıralarda Marlene Dietrich yurt dışında yaşamayı tercih ediyor, Göbbels’in bütün ikna çabalarını boşa çıkarıyordu.
Müzik alanına da karıştı mıydı Naziler?
İdeolojik sansür oraya da yetişmişti...
Resim alanında olduğu gibi orada da tutulan ve yasaklanan sanatçılar vardı.
- “Müzik ve Irk Bilgisi”adlı bir eserde Bach, nordik besteciliğin doruğu sayılıyordu.
- Mozart’la Haydn nordik ve dinarisch karışımı, Anton Bruckner ostich nitelikte diranisch bir besteci sayılıyor ve övülüyorlardı.
- Ama Nazilerin asıl baştacı ettikleri Richard Wagner’di.
- Modern bestecilerden Richard Strauss ve orkestra şeflerinden Furtwangler en gözde olanlardı.
Buna karşılık bir sürü kompozitör, müzisyen, orkestra şefi, solist, operacı aforoz edilmişti.
Ya Yahudi olduklarından ya da yeteri derecede nordik özellikler(!)den yoksun olduklarından,
- mesela Mendelssohn,
- mesela Gustav Mahler bunların arasında idi.
Bir zamanların çok ünlü operet tenoru Viyana’nın sevgilisi Richard Tauber de soysuz sayılanların başında geliyordu.
Bu sansür herhalde resim alanında da hissediliyordu?
Ona ne şüphe.
Yeniden birçok isim vererek başınızı ağrıtmayacağım.
Ama siz kendiliğinizden,
- Klere’nin,
- Picasso’nun,
- Chagall ve
- Kandinsky’nin kara listede olduğunu tahmin edebilirsiniz!
Bunların eserleri yasaklandıktan başka
“Soysuzlaşmış Resim Sergileri” adı verilen gezici sergilerle her yere götürülüyor, her çeşit halkın önünde akıllarınca aşağılanıyordu..
Sizce bütün bu baskıların sonucu ne oldu?
Diktatörlük milleti çocuk yerine koyup ona vasi olmaya kalkmaktır.
Diktatörlük hele sanat alanında daha da absürd bir hareket olur. Çünkü bu sansürü ve baskıyı buyuranların zevki, kendi basit kültür seviyeleri ile orantılı olur. Dünyada baskıya gelmeyecek çok şey vardır. Düşünce ve yaratma özgürlüğü bunlardan sadece ikisidir. Bilim ve sanat ısmarlama yapılamaz.
Eskilerin deyimiyle tabiatı eşyaya aykırıdır. Hitler ve hempaları bir süre terörle, baskı ile, temerküz kampları ile bu özgürlüğü sindirir gibi oldular. Ama sonunda tüm hesapları gibi bu hesapları da iflas etti. Bu dönem dünya sanat tarihine ancak gülünç, ibret oluşturan bir olay olarak geçti. Ama ne oldu ise Almanya’da oldu. Bu kısırlıktan sonra Alman sanatçı koşullarının uyanması, çağa ve dünyaya ayak uydurması gecikti.
Nobel’e dünyada Heinrich Böll’den daha lâyık insan mı yoktu. Ama Böll’e verilen Nobel, Alman sanatçı kuşaklarına bir teşvik olsun istendi. Böll’ün şahsında Alman edebiyatına yapılan bu jestle 33’den 45’e kadar faşizmin aleti yapmak istenen bir edebiyatın uyanışı kutlanıyordu.
Bugün Almanya’da fikir, söz, yaratma, özgürlüğü büyüktür. Uygar ortam sağlanmış bulunuyor ama, büyük eserlerin ortaya çıkması için biraz daha beklemek gerekecektir. Diktatörlerin bir ulusa zararı sade onlar uğruna ölen insanların sayısı ile ölçülmez. Bilim ve sanat alanında açtıkları gedikler, yaptıkları tahribat daha az acıklı değildir.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 65 - 1 Şubat 1983
______________________________________________________________________________________
Hitler’in Kültür ve Sanat alanında öğrettikleri
Diktatörler, bilimi, yargıyı, kültür ve sanatı sevmezler. Politikayı severler.
Çünkü diktatörler bilimi, yargıyı, kültür ve sanatı kolay denetleyemezler.
Politikayı denetlerler.
Bilim, yargı, kültür ve sanat kendi evrensel doğrultularında gelişirler.
İnsanların, doğa ve birbiri ile olan ilişkilerinde gerçeği, adaleti ve güzelliği yansıtırlar.
Bir birikimdir bu: İnsanlığın yüzyıllar boyunce geliştirdiği bir birikim.
Ardında acıların, gözyaşlarının, kanların yattığı, ama yine de gerçeğe, adalete ve güzele doğru gelişen bir birikim.
İşte diktatörler, kendilerinden bağımsız gelişen, kendi yalanlarını, adaletsizliklerini ve çirkinliklerini sergileyen bu etkinliklerin amansız düşmanıdırlar. Var güçleriyle bunları denetim altına almaya, kendi sapıklıklarına alet etmeye çalışırlar. Bir yandan da, bilimin, adaletin, kültür ve sanatın kendilerinden sonra bile yaşayacaklarını bilirler. Bu açıdan umutsuz ve sonuçsuz bir çabadır bu denetim çabası. Diktatörlüğün gücüne bir de bu umutsuzluk bilinci eklenince, artık saldırının acımasızlığına sınır tanımaz olur.
Hitler de bir diktatördü. Belki de en acımasızı, en sapığı idi diktatörlerin.
Hitler de bilime, yargıya, kültür ve sanata düşmandı.
- Bilimi insanları yoketmek için teknoloji üretimine, bilim adamlarını da (üniversitede verilecek her dersten önce hocaların kollarını kaldırarak Führer’e selam vermesini zorunlu kılacak ölçüde) kendine köle etti.
- Yargıyı “tek yasa bin yıllık Alman İmparatorluğunun Nasyonal Sosyalizm İlkesidir” diyerek yok etti.
- Kültür ve sanatı ise tüm insanlığın ve Alman ulusunun yüzlerce yıllık birikimini yadsıyacak biçimde kısırlaştırdı, yozlaştırdı.
CİNAYETE GİDEN YOL: ÇOĞUNLUĞUN BASKISI
İnsanoğlu tüm cinayetlerini, ne yazık ki, yine “insanlık” ya da bir grup insan için işler.
Barbarlığa, vahşete gide yol, “din”, “ahlak”, “milliyetçilik”, “insanlık”, “hürriyet” gibi soyut ve süslü terimlerle süslenmiş bir yoldur. Cinayetler bu “üstün idealler” uğruna işlenir ve işletilir.
Bölye soyut ideallerin ardına çoğu zaman bilinçsiz kitleler de takılır. İşte katiller bir de “çoğunluğun” desteğini aldılar mı arkalarına, o zaman insanlığın yüzü kızarır gerçekten. Hıristiyanları arenalarda aslanlara kurban eden Romalılar da, Protestanları Sen Batelemi gecesi kesen Katolikler de, altı milyon Yahudiyi yok eden Hitler de, arkalarında “çoğunluğun desteğini” duydukları için bu barbarca cinayetleri işleyebilmişlerdir. Unutmamalı ki, baskıların en korkuncu çoğunluğun baskısıdır. Çünkü ona karşı sığınılacak yer yoktur. Hele bir de devlet gücünü, şu ya da bu biçimde ele geçirenler, bu gücü , “çoğunluk adına” kullandıkları iddiası ile eyleme geçerlerse, sonuç tam bir “soykırıma” dönüşebilir.
Çağdaş demokrasi anlayışı bu yüz kızartıcı eylemlerden sonra, “çoğunluğun yönetimi” kavramına “bireyin hak ve özgürlükleri” kavramını da ekleyerek insanlık birkimini günümüze aktaran bir siyasal rejim haline dönüşmüştür.
Nitekim Hitler’e mal edilen kıyıcılığın, acımasızlığın, hayvanlığın ardında, yine “çoğunluk” kılığına bürünmüş kitlelerin desteğini görmemek olanaksızdır. Bu konuda pek çok düşünür ve tarihçinin pek çok çözümlemesi vardır.
Örneğin Reich şöyle yazıyor:
“Faşist hareketin bir kitle girişimi haline gelebilmesi ve siyasal gücü eline geçirebilmesi ancak orta sınıfların yarattığı kitle hareketiyle açıklanabilir.”
Hitler’den ilk öğrendiğimiz acı ders, yirmici yüzyılda hâlâ cinayetlerin çoğunluk adına ve hatta ondan destek alarak işlenebildiğidir.
HİTLER VE MÜZİK
1933 Ocağından 1945’e dek uzanan dönem, insanlığa en üstün yapıtları kazandırmş olan Alman müziği açısından tam bir verimsizlik dönemidir.
Hitler’in ilk işi Alman müziğinin tam bir tasfiyesidir.
Dodekofani (oniki sesli müzik), atonalizm, kabare şarkıları gibi türler, “soysuz” ve “Yahudi” damgası yer.
Devlet bir “Yahudi Besteci ve İcracıları Sözlüğü” hazırlar ve bu hainlere (!) dikkat edilmesi için müzikle uğraşan tüm kurumlara dağıtır.
Wagner yenide keşfedilmiştir.
Hitler “Milliyetçi-Toplumcu (Nazi) Almanya’yı tanımak isteyen, Wagner’i tanımalıdır” der.
Mendelssohn,Schoenberg, Hindemith yasaklanmıştır.
Mendelssohn’un heykelleri bile ortadan kaybolur.
Nazizm, ülke kültürüne ve bu arada müziğe tam anlamıyla el koymuştur.
Ne kadar yeteneksiz, üçkâğıtçı, başarısız kişi varsa, “müzik temizliğinin” gerçekleştirilmesi için göreve getirilir.
Alkolik Havemann, Berlin Orkestrası’nı “düzeltir”.
Taşralı, kötü eleştirmen Hinkel, “Alman Kültürünü Koruma Derneği”nin başına atanır.
Çeşitli işleri arasında, büyük bir başarıyla! Yüksek Müzik Okulu’ndaki temizliği (!) de gerçekleştirir.
Her diktatörlük döneminde ortaya çıkan soytarılardan biri olan Hanfstaengel, Hitler’in müzik danışmanı olur.
Sanat, hele müzik, diktatörlük baskılarını hiç kabul edemez, hemen ölür.
Nitekim Almanya’dan hemen bir göç başlar.
Kaçanlar, canlarını kurtarabilenlerdir:
- Paul Hindemith,
- Hans Eisler,
- Kurt Weil,
- Arnold Schoenberg,
- Adolf Bush,
- Rudolf Serkin,
- Lotte Lehman,
- Kleiber,
- Klemperer,
- Bruno Walter ve
- Marlene Dietrich kaçanlar arasında ilk akla gelenlerden.
Bu arada,
- Pablo Casals,
- Huberman,
- Thibaud,
- Menuhin,
- Toscanini Almanya’ya konser vermek için çağrıldıklarında, meslektaşlarının yanında yer alırlar
ve Hitler’in artık gülünecek yanı kalmamış olan Milliyetçi-Toplumcu maskaralığını açıkça kınarlar.
Dünya tarihi, insanî değerleri korumak için dikatatörlerle uzlaşmaya çalışan safdillerle doludur.
Müzik alanında nasyonal-sosyalist Almanya’da Richard Strauss aynı çabanın içine girer.
Fakat bir süre sonra, o da bu işin üstesinden gelemez ve bir kenara itilir.
Stefan Zweig’a bir mektupta
“... benim için iki çeşit insan (sanatçı) vardır: Yeteneği olanlar ve yeteneği olmayanlar. Bana göre halk ancak seyirci topluluğu olduğu zaman var olur. Bir seyirci topluluğunun Çinlilerdeni Bavyeralılardan, Yeni Zelandalılardan ya da Berlinlilerden oluşması benim için farketmez” demektedir.
Mektup polisçe yakalanır ve Strauss görevinden uzaklaştırılır.
Hitler’in bu konuda bize verdiği ders,
diktatörlerin, bir ulusun müziğini egemenlikleri altına alamadıkları, fakat yeterince gayret harcarlarca onu öldürebildikleridir.
HİTLER VE EDEBİYAT
Edebiyat diktatörlerin kâbusudur.
Çünkü edebiyat, tüm insanlığın birikimini, tüm güzellikleri ve çeşitlilikleriyle yansıtır. Hem de yok edilemeyecek biçimde.
Truffaut’un ünlü filmi “Fahrenheit 451”deki gibi, kitap yakmak için itfaiye örgütü de kursanız, yine o filmde gösterildiği gibi, onları yok edemezsiniz.
Çünkü edebiyat, hiçbir dikatatörün gücünün yetmeyeceği bir varlığın, insanlığın malıdır.
Hitler 30 Ocak 1933’de iktidara geldi.
10 Mayıs 1933’de, iktidara gelişinden henüz altı ay geçer geçmez, kitapları yakmaya başladı.
Hem de törenlerle. Hem de kitap yakma olayını bir “ideolojik âyin”e dönüştürerek.
10 Mayıs’da Yahudi yazarlar tarafından yazılmış yirmi beş bin kitap bir araya toplandı.
Berlin Üniversitesi’nin önündeki alanda, kırk bin kişinin gözü önünde törenle yakıldı.
Diktatöre karşı çıkan herkes “haindir”.
Yahudi değilse, mutlaka Marksisttir. Komünisttir.
Nitekim, Yahudi yazarlardan sonra sıra “Marksist” yazarlara geldi.
Marksist olduğu iddiası ile yakılan kitaplar, gençler tarafından “resmî törenlerle” izlendi.
Bu sırada gençlere şu öğüt veriliyordu:
“Alman düşmanı kitapları yakan bu ateş, kalplerinizde de vatan sevgisini tutuştursun!”
Diktatörlerin ortak stratejisidir; Mutlaka bir ortak düşman yaratılır.
Yaratılır ki kendilerini desteklemesi istenen o “çoğunluk” böyle bir düşmana karşı birleşsin. Çünkü diktatörler insanları sevgi, kardeşlik, mutluluk gibi kavramlar yerine, nefret, düşmanlık gibi kavramlar etrafında bütünleştirmek isterler. Çünkü diktatörler ancak o zaman kitleleri cinayetlere sürükleyebilirler.
Şimdi dikkatle, kitapları yakılan yazarlar listesinde aşağıya aktardığım isimlere bakılsın.
Bakalım hangileri “Yahudi”, hangileri “Marksist”?
- Ünlü kör kadın yazar Helen Keller.
- Sigmund Freud.
- Ernest Hemingway.
- Alfred Adler.
- Thomas Mann.
- Heinrich Mann.
- Erich Maria Remarque.
- Albert Einstein.
- Heinrich Heine.
- Jack London.
Peki sonuç ne oldu?
Müzikte olduğundan biraz farklıydı buradaki sonuç. Müzikte, Wagner ekolünün çiçeklenmesini bekleyerek yaratılan kısır ve sonradan ölü bir nitelik kazanan müzik dünyasından değişik olarak, kitap dünyası çiçeklendi. Ama Alman milliyetçi-toplumculuğunun mucizesine inanan yazarlar tarafından değil. Yakılan kitaplar aracılığı ile.
Hemen hemen iki yıl sonra, 1935 yılı Şubatında, Hitler’in yaktığı kitaplardan oluşturulan bir kütüphane Birleşik Amerika’da Einstein tarafından açıldı.
Bu konuda Hitler’in bize öğrettikleri şu satırlarda çok güzel açıklanır:
“Yasaklanan, lanetlenen kitaplar diktatörler gelip geçtikten sonra, birden ortaya çıkmışlar,
çok sayıda basılarak en çok okunan kitaplar olmuşlardır.”
(Orhan Öcal, “Kitapların Evrimi” Ankara, 1971, s.199)
SONUÇ
Hitler’in bize verdiği dersler, ne yazık ki, sanat, edebiyat ve kültür alanıyla sınırlı değil.
Ne yazık ki, insanlık Hitler’in yönetiminde çok daha acı dersler aldı.
Ve yine ne yazık ki bu dersleri henüz gereğince özümleyememiş durumda.
Hitler’in bize öğrettiği en önemli gerçek, insanları öldürerek bir toplumun kurtarılamayacağı. Osmanlı-Türk tarihinde nasıl “Kuyucu Murat Paşa” Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak için iki yüz bin kelleyi kesip kuyulara doldurmuşsa, Hitler de altı milyon Yahudi’yi “bilimsel”! usullerle yok etmiştir.
Aslında “Kuyucu Murat”ı “muhallebi çocuğu” derecesine indiren bir cinayettir Hitler’in yaptığı.
Sonuçta her iki çaba da boşuna çıkmıştır.
Ne iki yüz bin kelle Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarabilmiştir, ne de altı milyon Yahudi Üçüncü Reich’i.
Bu satırları, birkaç yıl öncesinde “ülkeyi kurtarmak” için günde otuz kişinin öldürüldüğü bir aşamaya gelmiş bir toplumun üyesi olarak yazmak ne acı. Acıma acı katan bir başka gerçek, ülkemin halkımdan bazılarının hâlâ “sallandırırsın üç kişiyi, düzeltirsin durumu” anlayışına iltifat etmesi. Hitler bize, insanlığa, hiçbir şey öğretmedi ise bile, böyle “kelle alma yöntemleri” ile ülkelerin kurtuluşa değil, batışa gittiğini öğretmiş olmalıydı.
Emre Kongar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 65 - 1 Şubat 1983
______________________________________________________________________________________
______________________________________________________________________________________
Çek yazar Jaroslav Haşek 1923 yılında öldüğünde, geriye tamamlanmamış bir roman bırakıyordu ve herhalde yarattığı roman kahramanının başını alıp nice yollar katedeceğini, günün birinde tiyatro repertuarının baş kahramanlarından biri olacağını hiç mi hiç bilmiyordu. Egemen güçlere karşı gelen “küçük adam” Şvayk’la ilk ilgilenen ünlü tiyatro adamı Piscator oldu. Çünkü bu basit, kendi halindeki küçük adam, istemeden, elinde olmayan nedenlerle sürüklendiği savaşta, biraz saflığıyla, biraz da kendi saçmalıklarıyla savaşın dehşetini, akıl almazlığını, insan dışılığını ortaya koyuyordu. Piscator’un isteği üzerine eserin oyunlaştırılmasına ilk çalışan Max Brod (Kafka’nın arkadaşı ve yayımcısı) oldu. Piscator sonuçtan tatmin olmadı, Brecht’ten yardım istedi ve 1928’de Berlin’de Şvayk’ın Birinci Dünya Savaşı’ndaki serüvenlerini sahneye koydu. Yıllar sonra 1941-44’de İkinci Dünya Savaşı sırasında Brecht eseri yeniden ele alacak ve “Şvayk İkinci Dünya Savaşında” oyununu yazacaktı...
Türkiye’de Şvayk ilk kez 1963’de Arena Tiyatrosu’nda sahnelendi. Şvayk’ı Genco Erkal oynuyordu.
Genco Erkal 1971’de yeniden Şvayk’tı...
Bu kez Umur Bugay’ın yönetiminde izlediğimiz Şvayk ise Şener Şen’di.
Şimdi Şvayk bu kez Şan Tiyatrosu’nun dev sahnesinde Başar Sabuncu’nun yönetiminde.
Bugüne dek yerli ve yabancı müzikallerin sergilendiği, tiyatrodan çok müzik dünyasında ya da gazino sahnelerinde ünlenmiş yıldızlar üzerine kurulu gösterilere yer veren Şan Tiyatrosu’nda ilk kez tiyatroya daha yakın bir “iş”e tanık oluyoruz. Eseri “Sade Vatandaş Şvayk Hitler’e Karşı” adıyla yeniden kurgulayan Başar Sabuncu, Can Yücel’in çevirdiği Brecht’in oyununu bir yandan kısaltmış, kimi bölümleri dışarda bırakmış, ayrıca Haşek’in eserinden kimi bölümleri eklemiş. Çalışmanın bu aşamasında bir dil kargaşası var. Can Yücel’in kendine özgü Türkçesiyle oyunun onun çevirisi olmadığı belli olan bölümleri arasında bir aykırılık, oyunun yorumlanışında Can Yücel’in kimi yerdeki deyişlerinin sivriliği göze çarpıyor... Başar Sabuncu “...yeni kurgu, Brecht’i düzeltmek gibi bir edepsizlikten değil (çünkü bunu yapanlar da var) oyunu izleyecek sade vatandaşa eleştirisel yaklaşımını kolaylaştıracak daha az dolaylı çağrışımlar sağlama kaygusundan doğdu” diyor. Evet, yeni kurguyla (metinde okuduğum biçimiyle) oyun sadeleşmiş. (Tenkiye sahnesinin niye bunca uzatıldığını hiç anlamadım.) Ancak sahne üzerindeki uygulamada eleştirel yaklaşımı değil kolaylaştıracak, anımsatacak bir şey yok.
Şöyle ki: “Svayk Hitler’e Karşı” Brecht’in diyalektik yöntemi en başarılı uyguladığı oyunlardan biri değil. Ancak Şvayk’ın kişiliği çok iyi belirlendiği, Kupa Birahanesindeki insan ilişkileriyle buranın dışındaki (üst kademeler, sınır boyları, cepheler, uçsuz bucaksız kazanılan ya da yitirilen topraklardaki) ilişkilerin insan dışılığı, akıl almazlığı “korkunçluğu” arasındaki çelişki netleştiği oranda eleştirisel bir yaklaşımla izleyebiliriz oyunu Şan’daki prodüksiyonda bu ilişkiler ve çelişkiler yeterince belirlenmemiş. Başta Şvayk olmak üzere, oyun kişileri en kalın, kaba özellikleriyle ele alınmış. (Şvayk’ın zekâsı, saflığı, kışkırtıcılığı, olur efendim”ciliği, oportunistliği değil “komik”liği ön planda). Şarkılara, danslara, müziğe, koreografiye ağırlık verilirken, oyunda itici güç niteliğindeki anlamları içeren şarkı sözleri biraz da “play-back”in getirdiği sorunlarla yok olup gitmiş. Oyunun başındaki “Erin karısı ne aldı acep” şarkısından, oyunun sonundaki “Moldova Türküsü” ne dek bu böyle..
Oyunun sonunda Şvayk şöyle diyor:
“Eskiden otuz yıl savaşları falan yapılırmış. Oysa, bakın bu savaş ancak beş yıl sürdü. Bundan sonraki ise, değil beş yıl, beş gün, belki beş dakika bile sürmez! Zorba’ya gelince... Bir yerlerde mantar gibi boy atar nasılsa günün birinde. Bizler zorbanın ardına takılmayacak kadar kafamızı kullanabiliyor muyuz.. Bütün mesele bu.”
İşte Şvayk’ın “bütün mesele bu” dediği şeyi oyun boyunca hissetmeyip, duymayıp, oyunun sonunda Şvayk’ın ağzından duyunca o zaman bu iyi niyetli çabanın, başlangıçta kendine hedef seçtiği amaca ulaşamadığını görüyoruz.
Şvayk, Şener Şen; Hitler, Ahmet Gülhan. Özellikle Şan Tiyatrosu seyircisinin koşullanmışlığı kanımca ikisinin de aleyhine işliyor. Sahnede görünmeleri bile seyircinin bol bol gülmesine neden oluyor. Oyuncuları sorumlu tutamayacağımız (Şener Şen zaman zaman bu durumdan yararlanmıyor değil) bu olgu sonucunda kâh kahkahalar arasında hedefine ulaşamayan sahneler, kâh sessiz uzun sahneler birbirini izliyor. Ergun Köknar (yıllar sonra sahneye dönmesi sevindirici), Gülümser Gülhan, Ertuğ Koruyan ve birkaç rolü birden üstlenen çeşitli sanatçılar (en “küçük” rollerdekiler bile) rollerini disiplinle, sorumlulukla yerine getiriyorlar. Ama bir de oyundaki şu “mesele” ortaya çıkabilseydi...
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 88 - 15 Ocak 1984