Beat Generation’un ünlü yazarlarından Allen Ginsberg, Peter Orlovsky ve genç gitarcı Steven Taylor ile
Stockholm Kültür Evinde iki gün ardarda gösteriler yaptı. Şiirlerini okudular, beat şarkıları söylediler.
Aşağıda Beat Generation’un doğuşu ve Beat Yazını üzerine bir yazıyı, ardından da Allen Ginsberg’le yapılan bir konuşmayı sunuyoruz.
“Beat Generation” yazınıyla, Türk kültür yaşamında hemen hemen yalnızca bizim kuşak ilgilendi.
- Orhan Duru “Yeni Ufuklar” dergisinde, bu kuşağı ve yazınlarını tanıtıcı yazılar yazdı;
- Doğan Hızlan ilgilendi onlarla “Beat Generation” sözünü Türkçe’ye “Dövülmüşler Kuşağı” diye çevirdi.
- Şiirlerini Ferit Edgü ile Orhan Duru çevirdiler, küçük bir kitap olarak yayınladılar.
- Ben, “Yeni Ortam” gazetesinde Jack Kerouac’dan ve “beatnik” yazarlardan söz eden yazılar yazdım.
Kerouac’ın birkaç romanı da sanıyorum son yıllarda yayınlandı ve önemli bir gürültü koparmadı.
“Beat Generation”, 1950 yılından başlayarak ortaya çıkmış bir yazın ve yaşayış biçimiydi.
Bu şairler, yazarlar, yapıtlarıyla olduğu kadar, yaşayışlarıyla da büyük gürültüler koparıyorlardı. Öyle bir yaşayış biçimiydi ki bu, orada sanatın yerleşmiş kuralları, Amerikan yaşama tarzının ilkeleri, yeni bir estetik, yeni bir ahlâk adına alt-üst ediliyordu. Bu yaşayış biçiminin içine, uyuşturucu kullanmak, Tibet’e yapılan hac yolculuğuna benzer yolculuklar, her çeşit çılgınlık, konformizm ve mülkiyetin yadsınması, alkol, eşcinsellik de giriyordu.
Yüzyıl başında Dadacıların ayaklanmasına benzer bir ayaklanmaydı bu.
“Beat Generation” sözü 1952 yılında New York Times gazetesinde yayınlanmış “İşte Beat Generation” adlı bir makaleden doğmuştu. Yazar, yeni başlayan bu edebiyat akımına ve yaşama biçimine dikkati çekiyordu. Yüzyılın 20’li yıllarının “yitik kuşak” sözünü çağrıştıran bu ad hemen tuttu.
“Beat” sözü “to beat” fiilinden geliyor, dövme, dövülme anlamını da taşıyordu.
“Beatnik” sözüyse, bu “beat” İngilizce sözcüğüne “İy-diş” dilinin eklerinden olan “-nik” ekinin katılmasıyla doğmuştu.
Beatnikler Amerikan toplumsal değerlerini yadsıyan bir yaşama tarzı seçiyorlardı, onları da arkadan gelen kuşak “hippi”ler izleyecekti.
“Dövülmüşler Kuşağı”nın bu ilk dönem, belli başlı şairleri arasında,
- Charles Olson,
- Allen Ginsberg,
- Gregory Corso,
roman yazarları arasındaysa,
- Jack Kerouac,
- Alexander Trocchi,
- William Burroughs vardı.
1977’de Vietnam Savaşı’na karşı yüzbinlerce insanla Pentagon üzerine yürüyen Norman Mailer ile,
tiyatrocular:
- Julian Beck ile
- Jack Gelber’i de bunlara katmak gerekir.
- Resimde de “Action Painting” topluluğunu.
Bütün bu yazarlarla şairler, Lawrence Ferlinghetti’nin San Francisco’daki “City Lights” yayınevi çevresinde toplanmışlardı.
Tibet’e, Hindistan’ın başka bölgelerine yaptıkları yolculuklarda bu yazar kuşağı Zen Budizm’le de ilgilendi.
Bir gazetecinin “Beat neyi arıyor?” sorusuna, 1969’da, henüz 47 yaşındayken ölen Jack Kerouac:
“Allah’ı. İstiyorum ki, Tanrı bana yüzünü göstersin” karşılığını verecektir.
Başka bir yazısında da Kerouac,
“beat”i “vahşi bir yaratma, kuralsızlık, varlığın derinliklerinin yüze çıkması, elden geldiğince sanrı” diye tanıtlayacaktır.
“Edebiyatsal karmaşaları, dilbilgisine - sözdizimine ilişkin saplantıları karşısında bir nesnenin düşünü görerek alışkanlık halinde düzene sokmak gerekir.
Sözcükler üzerinde durmak gerekmez; yükselişi duymak gerekir; üflemeli, üflemeli, bir caz trompeti üflermiş gibi” diye yazacaktır.
Bu yüzden sözcükler de uydurur Kerouac; sırasında, kendini uyuşturucuların ya da uyarıcıların dalgasına kaptırmış gibi yazar.
“Beatnik” yazını üzerine yazan eleştirmenlerle kültür tarihçileri bu akımı daha çok Dadacılıkla karşılaştırmakta;
bu yazınsal akımı, resimde kübizm ya da soyut resmin yaptığı devrimle bir tutmaktadırlar.
Romancı Trocchi, bu konuda şöyle söyleyecektir:
“Bir düşkünüm ben, tarihin korkunç bir dönemecinde, bu dönemeci bir yazar olarak ele almakta yetersizim. Ben kişisel Dada’mı yaşadım.”
Jack Kerouac’ın romanlarından söz eden eleştirmenler, romancının öznelliğini ne denli romana döktüğünü belirtecekler;
bununla ilgili olarak da “romansal öznellik” kavramını getireceklerdir roman eleştirisine.
Kendisine “Şiir nedir?” diye soran bir gazeteciye,
Allen Ginsberg, Dadacılar ya da Gerçeküstücüler gibi soyunmakla karşılık verecek, “Şiir çıplaklıktır” diyecektir.
Elbette cazla da ilgiliydiler.
Arkadaş çevreleri,
- aktör James Dean’den,
- saksofoncu Charlie Parker’e,
- şair Bob Dylan’dan,
- boksör Muhammed Ali Clay’e kadar uzanıyordu.
Kendilerinden önce gelmiş yazarlarla şairlerden,
- D. H. Lawrence’e,
- Henry Miller’e,
- Dylan Thomas’a bağlıydılar en çok.
- William Bourruoughs, bir yapıtının imgelerini yakalayabilmek için drog kullanmakta ölçü tanımayacaktı.
Charles Olson, şiir üzerine bir denemesinde “şiir kinetik bir iştir” diye yazacaktır,
“okuyucunun üzerine boşalmak istiyorum ben; o okuyucu benim ritmime katılmalıdır, orgazmla uygunluk gösteren bu ritme”.
Gerçekten Ginsberg’i de, Ostrovsky’yi de dinlerken bunu duyuyordu insan: Kendinden geçme ve boşalma.
BAŞKALDIRI YAZINI
“Beat yazını” bir başkaldırı yazınıdır. Nihilist bir yazın: Dada gibi, Gerçeküstücülük gibi...
Bu nihilizmin kaynakları, bu yazın üzerine yazılmış denemelerde şöylece gösterilmekte:
- Amerika’da varolan anarşist gelenek; “protesto” etme geleneği.
Bu gelenek sürgün protestocularca kurulmuştur: Düşünür Thoreau’dan Henry Miller’a kadar. - 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bir yana atılan iyimserlik ve liberalizm geleneği.
Soğuk savaşı yaratan bunalım. Amerikan toplumunun milliyetçilik ve konformizme doğru itilmesi. - Tüketim toplumu; onun yarattığı “yalnız yığınlar”...
Amerikan insanı sanki bir “robot” ya da “nevrozlu bir kişi” olmak zorunda kalıyordu.
Beat yazını -yazarların yaşayışlarıyla da- işte bu tüketim toplumunu -ve bu “bilimsel toplum”u- protesto ediyordu.
Bu teknolojik kültüre karşı, tribü geleneklerini, zanaatlar dönemini savunuyordu. Beat, varoluşçuluğun da paralelindeydi.
UTANILACAK BİR OLAY
Allen Ginsberg de, Orlovsky de, Kerouac da sayısız yolculuklar yapmışlar.
Ginsberg’e, Tibet’e giderken, Türkiye’den de geçip geçmediğini sordum. Hayır, geçmemişti. Afrika üzerinden Hindistan’a gitmiş. Orlovsky’yse İstanbul’da bir ay kadar kalmış. Önce bir öğrenci yurdunda, sonra da Sultanahmet’te bir otelde. O çevrede “sosyalist” bir Türk şairine rastlamış. İstanbul’u çok görmek istiyorlardı. Ginsberg, şiirlerinin Türk diline çevirmenlerce değil de genç kuşağın modern yazarlarınca çevrilmesine çok sevindi. Karşılaştığım andan başlayarak, onun alçakgönüllü, derin sıcaklığına kaptırdım kendimi. Anlıyorum ki, gurur ya da kendini övüp durma boş yazarlara özgü. Ginsberg’in şiirlerini 60’lı yıllarda “Les Temps Modernes” dergisinde okuduğumda, “İşte güncel bir Rimbaud” demiştim kendi kendime.
İkinci gün “Stockholm Tidningen” gazetesinde, İsveç kültür yaşamının “kurumsallaştırılmış” kesimi adına utanılacak bir olay yer aldı.
Genç gazeteciyle Ginsberg kentin ortasındaki eski kesimde, Gamla Stan’da dolaşırlarken gazeteci, akademi üyesi Arthur Lunkvist’e benzer bir yaşlı zatın akademiye girdiğini görmüş. Hevese kapılmış. “Dur, Lunkvist’e telefon edeyim. Sizle görüşmekten zevk alır herhalde” demiş. Bir dükkâna girerek yüz metre ötedeki akademiye telefon etmiş. Akademi sekreteri, romancı ve doçent Gyllesten çıkmış telefona. “Vaktimiz yok” demiş. Ertesi gün, gazeteci protesto ediyordu bu olayı gazetesinde. Dayanamayıp Ginsberg’in “Uluma” (Howl) şiirinin en az yarım milyon kişiye ulaşmış olduğunu da söylüyordu o yazıda. Yaratıcı kültürün, konformist kurumlarla uzlaşamayacağı, aklı başında İsveçli aydınları da utandıracak biçimde yeniden ortaya çıkıyordu. Kurum, hâlâ Ginsberg’in nihilizminden korkuyordu. Şiir Akademisi üyesi olduğunu da bilmiyordu.
Colorado’da bir üniversite kurmuş Ginsberg ve arkadaşları, orada Beat yazını okutacaklar.
Demir Özlü | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 70 - 15 Nisan 1983
_______________________________________________________________________________________
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 70 - 15 Nisan 1983
_______________________________________________________________________________________
1960’larda doğan yeni kuşaklar,
sizi ilk kez ünlü punk müzik grubu “clash” ile birlikte yaptığınız ortak müzik çalışmalarından sonra yakından tanıma olanağı buldu.
Sözgelişi 68 yılında doğmuş olan bir gence kendinizi nasıl tanıtmak isterdiniz?
Kim olduğumu biliyorum dersem yalan söylemiş olurum. Hiç kimsenin kendi kişiliği hakkında yeterli bilgi sahibi olabileceğine de inanmıyorum. İnsan egosu öyle hiç değişmeyen, durağan bir yapıya sahip değil. Sürekli değişen bir doğanın bir parçasıyız hepimiz. Bu da kaygı değil, mutluluk verici bir durum.
Şiiri çok seven bir insanım. Rusya’dan göçmüş bir Yahudi ailesinin oğluyum. Amerikan Yazarlar Birliği’nin üyesiyim. Kendimi kimi zaman bir ilerici olarak, kimi zaman da bir gerici olarak görüyorum. Kimi zaman eşcinselliğin en büyük savunucularından, kimi zamansa en militan savaş aleyhtarlarındanım. Kimi zaman bir budalayım, kimi zamansa bir dahi.
Biraz önce söylediğim gibi, kişinin kendisini değişmeyen bir doğaya sahip olarak görmesi yanlış bir tavırdır. Dürüstlüğün, yalın düşüncelerini değiştirmeksizin “dışa” açılmanın, kişinin kendi egosunu tanıyarak uyumlu bir kişilik edinebilmesinin, yeryüzünü insanlık tarihi boyunca çürüten hastalıkların yok edilmesinde en doğru adım olduğuna inanıyorum.
Beat kuşağının şiirini, diğer çağdaş şiir akımlarından ayıran özellikler nelerdir?
Biz bireyin yalın düşüncelerinden yola çıktık. “Yerel” konuşmaların, yani bireyin kendi kendisiyle yakın ilişkiler içinde olduğu sosyal grupla kurmuş olduğu ortak iletişimin dilinin şiirimizin özünü oluşturmasına çalıştık. Yani “her kişi kültürünü kendi yüreğinde yaratır.” ilkesinin beat şiirinin temel ilkesi olması için çaba harcadık.
Amacımız, “yalın” düşünceden, “dürüst” düşünceden ya da “çılgın” düşünceden yola çıkarak toplumda açıkça söylenemeyeni söylemek oldu. “Söylenemeyen” sözcüğünü “bilinçdışı”, “gizli” ya da “özel” sözcüklerinden daha açıklayıcı olduğu için kullanıyorum. Biz sürekli olarak herkes tarafından bilinip de bir türlü söylenemeyeni açıkça söyledik. Aile içinde, arkadaşlar arasında, sokak çeteleri içinde özel olarak bilinen şeyler şiirimizin kaynağı oldu. TV’nin, radyonun, “resmi” edebiyatın sözünü edemediği, arkadaşlar arasında konuşulsa da konuşulmasa da her kişinin gece yatağında kendisi ile konuştuğu şeyler.
Charles Risnichov’un şöyle bir dizesi var:
Her kişi
konuşur kendisiyle
gece karanlığında
yatakta.
İşte bizim şiirimiz de bu açıklığı getirmeye çalıştı.
Herkesin bildiği şeyleri yeniden vermeye çalıştınız?
Onunla kalmadık, her kişinin düşündüklerine de dürüstçe sahip çıkması gerektiğini de göstermeye çalıştık. Herhalde her erkek annesiyle sevişmeyi en azından birkaç kere kafasından geçirmiştir. Ancak bu düşünce hiçbir zaman açığa vurulamaz. Oysa bu düşüncenin dürüstçe kabul edilerek, var oluşunun bilincine varılması gerekiyor.
Robert Duncan “şair, insanlara kafalarından geçen imgeleri anlama ve anlatma olanağını açandır”, der...
“Açığa vurulmamış” ya da “söylenmemiş” düşüncelerden garip bir dil ortaya çıkar. Bir çeşit “iç” dildir bu. Yatakta sevgilinizle ya da içkili kafayla dostlarınızla konuştuğunuz bu dile “kestirme” bir dil de diyebiliriz. Bu kişilerle konuştuğunuzda bu “kestirme” dili kullansanız da sizi rahatça anlarlar.
Kişinin gece yatakta kendi kendisiyle konuştuğu şeylere sahip çıkmasının kültürel değişimlere ve siyasal devrimlere katkısı nedir?
Kültürel değişimlerle siyasi devrimler arasında bir çelişki olduğuna inanmıyorum.
Bu konuda Marksçılarla görüş birliği içindeyim.
Bence sorunun çözümü şair William Carlos Williams’ın şu cümlesinde gizli:
“Yeni bir dünya, sadece yeni bir düşünce tarzı ile yaratılabilir.”
Eflatun şöyle der: “Müziğin makamı değiştiğinde kentin duvarları sarsılır.”
Ya da William Blake’in söylediği gibi: “Değişen göz değiştirir her şeyi.”
Yeni bir dünya ile karşı karşıya gelen bir kişi farklı bir davranış biçimi gösterir. Örneğin sokaklarda çaresiz dolaşan öfkeli bir genci alalım. Bu genç bir iş bulabileceğine, dünyanın bir geleceği olduğuna inanmadığından, sevişebileceği bir kız arkadaşı olmadığından, polis peşinde olduğundan, belki de annesinden nefret ettiğinden, kısacası şu veya bu nedenden ötürü sokaklarda dolaşıp evlerin camlarını kırmaktadır.
Ama bir bakarsınız, bu genç evlenince yeni bir perspektif edinir. Düşünce tarzı değişir. Bu gencin en büyük kaygılarından biri cam kıranlara karşı evini, çocuğunu korumak olur. İşte değişen düşünce tarzı, dünyanın farklı biçimde algılanmasını böyle sağlar.
İdeolojik düşüncelerden kaynaklanan kültürel ve siyasal devrimler dış görünüşte bazı değişiklikler getiriyor ama insanları değiştiremiyor. Buna en güzel örnek William Burroughs’un oğlunu gösterebilirim. Çok ağır alkolikti ve sonunda karaciğerini değiştirmek zorunda kaldılar. Fakat Burroughs’un oğlunun fiziksel yapısındaki bu değişiklik kafasını hiç değiştirmedi. İçki içmeyi eskisi gibi sürdürdü. Tıpkı bunun gibi toplumdaki dış değişimler de bireyi etkileyemiyor.
Birkaç yıl kadar önce bir TV programında “60’larda bir deliliği durdurmaya çalıştık, ama artık çok geç,” demiştiniz...
O gün çok karamsar bir günümdü herhalde.
Bugün aynı karamsarlık içinde olanlar için ne diyeceksiniz?
Cenneti yaratma rüyalarının sona ermesi kadar, dünyanın sonunun yakın olduğu saçmalıklarının da sona ermesi gerekiyor.
Bu iki düşünce tarzı elini kolunu bağlayıp hiçbir şey yapmamak için birer özürden başka bir şey değil.
Stockholm Kültür Sarayı’ndaki gösterinizde
kendi şiirlerinizin yanı sıra William Blake’ten bestelediğiniz şiirleri de müzik eşliğinde Peter Orlovsky ile birlikte söylüyorsunuz.
Bu şiirlerin arasında ünlü “Tiger” da var. Yanlış hatırlamıyorsam Blake’in sesini ilk kez 1940’ların sonuna doğru duymuştunuz.
Evet. 1948 yılında Jack Kenouac, Neal Cassady ve William Burroughs kendi köşelerine çekildiğinde bir yalnızlık dönemi geçirdim. Birlikte dört senelik bir arkadaşlığımız vardı. Bir arkadaşımın New York’taki evini kiraladım. Uzun bir süre evdeki kitapları, özellikle Eflatun’un ve Blake’in kitaplarını okuyarak oyalandım. Bir gece yine Blake okurken bir ses halüsinasyonu yaşadım. Blake’in sesi derinlerden “Sunflower” adlı şiiri okuyordu. Öylesine etkilendim ki, uzun bir süre bu sesi bir daha duymaya çalıştım, ama bir türlü başaramadım.
Blake’e olan büyük ilgimi şiirlerini destekleyerek göstermeye çalıştım.
“Naropa Institute” adlı bir eğitim merkezi kurarak burada beat edebiyatı üzerine dersler verenlerin başında geliyorsunuz.
Bu kuruluş hakkında bilgi verebilir misiniz?
“Naropa” aslında bir meditasyon merkezidir. Okulun Tibetli rektörü Trunpa, öğrencilerin fiziksel ve sözlü anlatım biçimlerinin geliştirilmesinden yana olduğundan buraya hem budistler hem de şairler geliyor. Başka bir deyişle, bu okulun açılışı budistlerin dilini, şairlerinse duygularını geliştirmek açısından bulunmaz bir fırsat oldu.
Şiir bölümünü ben ve Annie Waldman yönetiyoruz.
Jack Kerouac’ın şiir ve düzyazı konusundaki düşüncelerinin beat edebiyatının üzerindeki etkisini göstermeyi amaçlıyoruz.
Öğretim nasıl yapılıyor?
150 öğrencimiz var. Sanıldığının tersine yazarlıklarının doruğunu yaşayan birçok beat yazarı da, çalışmalarımıza kılavuzluk ediyor.
Kerouac’la benim çalışma yöntemimiz olan “sürekli yaratma” yöntemi hakkında uzun çalışmalar yapıyoruz. Bu yöntem ilk yaratının en doğru, en geçerli olduğu düşüncesinden kaynaklanıyor. Biliyorsunuz Kerouac romanlarını iki günde yazardı. Yaratma işleminde, yaratılacak olan hakkında çok berrak bir çıkış noktası aramak yeterli. İşte bu noktayı yakaladığınız anda yazma sorununu çözümlemiş sayılabilirsiniz.
Yavuz Baydar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 70 - 15 Nisan 1983