İstanbul’da esen Basın Özgürlüğü fırtınası
9 Mayıs Pazartesi sabahı, Uluslararası Basın Enstitüsü IPI üyesi 400’e yakın yerli yabancı gazeteci Atatürk Kültür Merkezi’nde toplanmıştı.
IPI 1949’da kuruluşundan bu yana ikinci kez İstanbul’da bir Genel Kurul toplantısı yapıyordu.
Basının özgür olduğu ülkelerdeki gazetelerin genel yayın müdürleri ile önde gelen yazar ve yorumcularıyla, basının zor koşullar altında çalıştığı ülkelerde, ne pahasına olursa olsun basın özgürlüğünü savunan gazetecilerin üye olduğu örgütün amacı basın özgürlüğünü ve ülkeler arasında özgürce haber akışını savunmaktı.
DEĞİŞİK ORTAM
IPI, 1963’te İstanbul’da ilk genel kurul toplantısını yaptığında 1950-60 döneminin çileli günleri geride kalmıştı.
Türk basını ciğerlerini 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlüklerle dolduruyordu.
- IPI’nın 12 kurucusu arasında yer almış Ahmet Emin Yalman,
- daha sonra IPI Yönetim Kurulu’nda onun yerini alacak Abdi İpekçi,
- devrin başbakanı İsmet İnönü’nün konuşmasını dinlerken, bu özgürlüklerin kazanılmasında basının oynadığı rolün gururunu yüreklerinin derinliklerinde duyuyorlardı.
Bundan çeyrek yüzyıl sonra IPI ikinci kez İstanbul’da genel kurul toplarken, hava hayli farklıydı. Türkiye bir askeri yönetimi daha geride bırakmıştı. Ama askeri yönetimin basına getirdiği sınırlamalar hâlâ sürüyordu.
Gerçi artık gazete kapatma, telefonla bazı haberlere yayın yasağı koyma geride kalmıştı. Yazı işleri müdürleri artık sıkıyönetim karargahlarını arayıp belli bazı haberleri yayınlayıp yayınlamama konusunda görüş sorma gereğini duymuyorlardı.
Ancak mevcut yasalarda yapılması istenen değişiklikler, Muzır Yasası’na dayandırılarak verilen milyonluk cezalar basının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi asılı duruyordu. Üstelik bazı gazeteler izledikleri yayın politikasından ötürü, bazı kamu bankalarının reklam ambargosuna hedef olduklarını, kendilerine bu yolla dolaylı ekonomik baskı yapıldığını söylüyorlardı.
Basının büyük bir kısmı ise gazete kâğıdına üst üste yapılan ve ülke çapındaki enflasyonu çok aşan zamların amacının gazeteleri “hizaya getirmek” olduğu görüşünde birleşiyordu, IPI Genel Kurulu yaklaşırken, gazeteler sürmanşetlerinde Başbakan’a hitaben yazılmış eleştiri mektupları yayınlıyorlardı.
SERT ÇIKIŞLAR
Böyle bir ortamda İstanbul’da bir araya gelen IPI Genel Kurul delegeleri örgütün bu yıl görev süresi sona eren Yönetim Kurulu Başkanı Juan Luis Cebrián ve IPI Müdürü Peter Galliner’in ağzından, basına yapılan bu baskılardan ötürü duyulan kaygıları dinlediler.
IPI yöneticileri Türkiye’nin demokrasiye geçiş aşamasında olduğunu, ama bu şartlarda bile bu gibi baskıların kabul edilemeyeceğini vurguladılar.
Bu arada hapisteki gazetecilerin bir afla salıverilmesini istediler.
Ancak Türkiye’ye belli bazı önyargılar ve beklentilerle gelen IPI üyelerini en çok şaşırtan,
- evsahibi sıfatıyla Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nezih Demirkent ile
- IPI Yönetim Kurulu üyesi Cumhuriyet Genel Yayın Müdürü Hasan Cemal’in yaptığı konuşmalar oldu.
Türkiye’yi hâlâ yarı-askeri bir yönetim altında, suspus insanlar diyarı sanan bazı yabancı gazeteciler Demirkent ve Cemal’in basın özgürlüğü açısından istekleri sıralayan ve hükümeti baskılar konusunda eleştiren konuşmalarını hayli şaşkınlıkla dinlediler. Daha sonra da üç gün süren Genel Kurul boyunca ne zaman Türkiye konusu açılacak olsa, Demirkent ve Cemal’in “cesurca” çıkışlarını ve Türk basınının haklarına ve özgürlüğüne sahip çıkmadaki kararlılığını vurgulamayı ihmal etmediler.
...YUMUŞAK KARŞILIK
Bu dört sert konuşma ardından kürsüye gelen Başbakan Turgut Özal ise dünyanın en etkili yayın organlarının üst düzey yöneticilerini bir arada bulma avantajını Türkiye’de izledikleri ekonomik politikayı anlatarak kullandı. Henüz tam demokrasiye geçilmediği görüşlerine dolaylı bir yanıt verdi. Türkiye’de demokrasinin tam olarak işlediğini söyledi.
Bu arada basın mensuplarına kendi silahlarıyla bir karşı saldırıda bulundu. Basının da hiç eleştirilmekten hoşlanmadığını söyledi. Bu sözleri salonda bazı gülüşmelere yol açtı. Ama bu gülüşmelerin tam amacı anlaşılamadı, üç gün boyunca değişik yorumlara konu oldu.
Bu açılış salvosu ardından Özal, IPI Yönetim Kurulu’nu kabul etti, her üye ile ayaküstü birkaç dakika görüştü. “Esnek Başbakan” imajını güçlendirdi.
IPI ise kendi iç işleyişine yöneldi. Önce süresi dolan Hasan Cemal’in süresini uzattı. Nadir Nadi’yi ömür boyu onursal üyeliğe seçti.
-Böylece Nadir Nadi sayıları en fazla otuzu bulan dünyanın en saygın gazetecileri arasına katıldı-
Ayrılan Cebrián’ın yerine ilk kez üçüncü dünya ülkesinden bir gazeteciyi, Perulu Enrico Zileri’yi başkanlığa getirdi.
HOŞGELDİN GLASNOST
Ama bu, 37. IPI Genel Kurulu’ndaki ilklerin sadece bir başlangıcıydı.
En önemlisi ise bu defa Sovyetler Birliği’nden gazetecilerin bu toplantıya katılmayı kabul etmeleriydi.
Gerçi, bunların en ünlüsü, Sovyet Dış İşleri Bakanlığı Sözcüsü Genadi Gerasimov son dakikada katılamayacağını bildirdi.
Ama gene de Glasnost ve Etkileri konulu panel,
- Novosti Ajansının Genel Yayın Müdür Yardımcısı Vladmir Milyutenko ve
- Novoe Vremya dergisinin yöneticilerinden Aleksandr Pumpyansky’nin de katkısıyla Genel Kurulun en ilginç olaylarından biri oldu.
Gorbaçov sonrasında Sovyetler Birliği’ne gitmemiş gazeteciler diğer meslektaşlarının yardımıyla radyo, TV veya gazetelerden izlemeye çalıştıkları değişiklikleri kısmen de olsa kendi gözleriyle görmek, kendi kulaklarıyla duyma olanağı buldular.
Özellikle Pumpyansky’nin rahat ve esprili konuşması bile değişikliğin boyutları konusunda yeterince ışık tutuyordu.
Tabii bu tartışmaya Çin Gazeteciler Birliği Başkanı Fei Wang’ın da katılması yeni bir boyut kazandırıyordu.
Glasnost ve Perestroika’yı olumlu ama yetersiz bulan Fei Wang’ın varlığı, Pekin’in Moskova’ya bakış açısını ortaya koyması bakımından da bir katkıydı.
Cunta zamanında çok eziyet çekmiş,
sonunda kendi ülkesinden kovulmuş ünlü Arjantinli gazeteci Jacobo Timerman ertesi gün, Glasnost’un daha Küba’ya ulaşamadığını anlatacaktı.
Arjantin’den atıldıktan sonra -Musevi olduğundan- gidip İsrail’e yerleşen Timerman,
burada da İsrail’in Lübnan’ı istilasını çok sert bir dille eleştirdiği için büyük tepkilere hedef olmuş ve sonunda New York’a yerleşmek zorunda kalmıştı.
Yurduna ancak cunta devrildikten sonra dönebilen Timerman, zamanını çevre ülkeleri dolaşıp onlar hakkında kitap yazmakla geçiriyor.
Son yayınladığı iki kitaptan biri Küba, diğeri Şili üzerine.
Timerman konferansında basın özgürlüğünü tanımamada iki ülkenin ne kadar benzeştiğini anlatırken,
Şili’de basın özgürlüğü için mücadelenin sürdüğüne, Küba’da ise henüz kavramın ortaya çıkmadığına işaret etti.
Kübalı gazetecilerin en sıradan bir haberi bile “Granma”ya koymak için partiden işaret beklediklerini, kendi ilginç iğneli üslubuyla anlattı.
İSLAM VE HABER
Toplantının Türkiye’de yapılması
ve Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle programına konulmuş “Müslüman Ülkelerde Habercilik” paneli ise hayli çarpıcı noktaları ortaya çıkardı.
Türkiye’den de Cengiz Çandar’ın katıldığı panelde konuşanlar,
bu dünyanın haberlerinin Batı basınında sağlıklı bir biçimde yer almadığında görüş birliği içindeydiler.
- Ama Londra İktisat Fakültesi’nden Prof, Eli Kedouri’ye bakacak olursanız, bunun nedeni İslam ülkeleriydi. Çünkü bu ülkede veriler sağlıklı olarak toplanamıyor, bu bilgiler resmi ağızlardan doğrulatılamıyordu.
- Los Angeles Times yazarı David Lamb ise Batılı gazeteciliğinin İslamiyetle terörü özdeşleştirdiğini, bu yüzden konuya önyargılı baktığını söylüyordu.
- Cengiz Çandar da kişisel gözlemlerine dayanarak, Batılı gazetecilerle birlikte izledikleri bazı olayları Batı basınında yayınlanmış biçimi ile okuyunca nasıl şaşkınlık geçirdiğini aktarıyor, uygulanan çifte standartlara dikkat çekiyordu.
Son zamanlarda Medeni Kanun’da yapılmak istenen değişiklikle Türkiye’de de gündeme gelen özel yaşamın korunması
IPI panellerinden birine konu olmuştu.
- Türkiye’den Prof. Dr. Çetin Özek,
- İngiltere Yüksek Mahkemesi Başkan Yardımcısı Sir Nicolas Brown-Wilkinson,
- Amerikalı hukukçu Floyd Abrams ve
- İspanyol gazeteci Pedro Ramirez, bu konuyu tartışırken kişinin özel yaşamı korunmaya çalışılırken, halkın haber alma özgürlüğünün,
konuşmacılardan birinin tanımıyla “haber alma görevi”nin engellenmemesinde görüş birliğindeydiler.
İngiltere’de eski istihbaratçı Peter Wright’in “Casus Avcısı” adı altında yayınlanan anılarının yarattığı fırtına bu panele yansımakla kalmadı,
İngiltere de basın özgürlüğü kısıtlandığı için ayrıca ele alınan ülkelere katıldı.
İngiliz Observer Gazetesi Genel Yayın Müdürü Donald Trelford, demokrasinin beşiği İngiltere’de basın özgürlüğünün
zaman zaman ne gibi çağdışı bazı yasalara dayanılarak nasıl sudan gerekçelerle ayaklar altına alındığını sergiledi.
Hindistan’daki durumu aktaran Chushow İrani, Rajiv Gandi için “Anasını da arattı” diyor,
- basının çok zor koşullarda çalıştığını,
- 70’ini aşkın IPI yönetim kurulu üyesi Ramnath Goenka’nın genel kurula gelebilmek için pasaport almasının engellendiğini söylüyordu.
Güney Afrika’da da ırk ayrımına, baskıya, sömürüye karşı çıkan gazetecilerin susturulması için her yönteme başvuruluyordu.
ORDU VE BASIN
Toplantının en ilginç panellerinden biri ise “Ordu-Basın İlişkileri” üzerine olandı.
- İspanya’da Yarbay Tejeiro’nun parlamentoyu basarak düzenlediği darbe girişimine karşı tek başına direnen,
eski Faşist yeni demokrasi kahramanı emekli general Manuel Guiterrez Mellado,
- İsrailli kadın gazeteci Hanna Semer,
- Türkiye’de ordu konusunda tek ciddi incelemenin yazarı Mehmet Ali Birand,
konuyu ele alırken iki tarafın da sorunlara çok farklı yaklaştıklarını, anlaşmazlıkların da buradan kaynaklandığını söyledi.
- Mellado bir askerin nasıl yetiştirildiği, nasıl bir formasyon verildiğini anlattıktan sonra, soruları yanıtlarken verdiği “Ben burada orduyu eleştirtmem” yanıtıyla bu formasyonun ne denli derinlere işlediğini ortaya koyuyordu.
- Mehmet Ali Birand ise, “Ordu kışlasında oturduğu sürece biz orduyu çok severiz” diyerek ülkesinde çok yaygın olan bir duyguyu dile getirdi.
- Hem İsrail’in politikasını savunan, hem de basına yapılan baskılara, uygulanan sansüre karşı çıkan Hanna Semer de sansürü sağduyu ile aştıklarını anlatıyordu.
YILDIZLAR... YILDIZLAR...
IPI’nın bu yılki genel kurulu, Peter Galliner’e göre şimdiye kadarki en kalabalık genel kurul toplantısıydı.
Bu kadar büyük ilgiyi sadece toplantının Türkiye’de yapılması ya da konuların ilginçliği ile açıklamak yetmezse,
o zaman konuk konuşmacılar listesine bakmak yeterliydi.
Toplantı açılmadan hemen önce yapılan Fransa seçimlerinin galibi François Mitterand’ın danışmanı, eski gerilla yazarı Régis Debray,
Paris’ten gelmiş, ayağının tozuyla bundan sonraki olası gelişmelere ışık tutuyordu.
Bu arada Debray,
- Fransa’da “aşırı” kanadı artık solun temsil etmediğini,
- Mitterrand’ın üstüste kazandığı zaferlerle Fransız Komünist Partisi’nin korkulan “aşırı kanat” olmaktan çıktığını,
- aşırılık bayrağını son seçim sonuçlarının da ortaya koyduğu biçimde Jean Marie Le Pen başkanlığındaki sağın ele geçirdiğini anlatıyordu.
Davos havasının Türk-Yunan ilişkilerini nasıl etkileyeceğinin bütün dünyada tartışıldığı sırada,
yıllar sonra Türkiye’ye ayak basan ilk Yunanlı bakan olma onurunu da üstlenerek İstanbul’a gelen Melina Mercouri elbette ilginç olacaktı.
Yılların sahne ve perde sanatçısı, edebi bir üslupla kaleme alınmış konuşmasını irticalen yapıyormuş gibi sunarken, Türkiye’ye daha önce iki kez geldiğini, ilkinde Topkapı Sarayı’ndan mücevher çalmaya çalıştığını (Topkapı filmi), ikincisinde ise albaylar tarafından gaspedilen ülkesini biraz daha yakından görmek umuduyla Kuşadası’na gittiğini anlatıyordu.
Mercouri’nin bu defaki niyeti kalpleri çalmaktı.
Toplantıdan sonra geçtiği Ankara’da el ele tutuştuğu bakanların sayısı, amacına yaklaşmış olabileceğini gösteriyordu.
UNESCO’nun eski Başkanı M. Bow’u devirmek için elinden geleni yapmış gazeteciler topluluğu olan IPI’nın karşısına çıkan
bir başka ünlü konuk da UNESCO’nun yeni yakışıklı başkanı Mayor Zaragoza’ydı.
Biyolog olan Mayor, [.?.] gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında haber akışında dengeyi sağlamayı amaçlayan, ama sonunda Üçüncü Dünya ülkelerindeki baskıcı yönetimlerin devlet denetimindeki haber ajanslarının “tarafsız” kabul edilmesine yol açan “Uluslararası Yeni İletişim Düzeni”nin geleceği en büyük merak konusuydu.
Türkiye’nin hemen hiçbir şekilde katılmadığı, hatta farkında olmadığı bu on yıllık mücadele konusunda soruları yanıtlayan Mayor, zaman içinde UNESCO’ya manevra yaptıracağını, gelişmişlerle gelişmekte olan ülkelerin haber ajansları arasında yarışta dengeyi, gelişmeleri engelleyerek değil, gelişmekte olanlara daha fazla yardım yaparak sağlayacağını anlattı.
SAHNEDE TÜRK SİYASETİ
IPI üyelerini en heyecanlandıran yıldız konuşmacılar ise Erdal İnönü ile Süleyman Demirel oldu.
İki lider ilk kez yabancı gazetecilerin karşısına birlikte çıkıyor ve Türkiye’deki durumla ilgili gözlem ve eleştirilerini sıralıyorlardı.
Yabancı gazetecilerle konuşmanın vatana ihanetle eşanlamlı görüldüğü bir dönemin ne kadar geride kaldığını göstermesi açısından çok çarpıcı olan bu oturumda beklenen soru geldiğinde iki lider Türkiye’de yeni bir askeri darbe olup olmayacağına ilişkin görüşlerini açıklama olanağı buldular.
- İnönü, kesinlikle bir daha darbe olmayacağını söylerken,
- Demirel Türkiye’de bu tür müdahalelerin bir tür alışkanlık haline geldiğine işaret etti,
daha önce olduğuna göre artık olmayacağını söylemenin olanaksız olduğunu belirtti,“Kesinlikle olmayacak diyemem, umarım bir daha olmaz diyebilirim” dedi.
- Son derece rahat bir havada, parlak bir İngilizce ile konuşan İnönü, bunun dışında genel olarak hak ve özgürlüklere sahip çıkan konuşmasıyla etkiliydi.
- Demirel ise daha makro planda demokrasiyi savunurken, özgürlüklerin daha da genişletilmesi konusunda kendisini yükümlülük altına sokabilecek bir söz söylemekten kaçınır gibiydi.
Bir Türk gazeteci, “Hem oruçlu, hem de aklı yaklaşan Büyük Kongre’de” yorumunu yaptı.
Toplantı sonunda,
- Türkiye’de basını sınırlayan yasaların kaldırılması,
- yeni yasa değişikliklerinden vazgeçilmesi,
- basına kâğıt fiyatlarını arttırarak veya ilanı keserek baskı yapmaktan vazgeçilmesi,
- hapisteki gazetecilerin salıverilmesi için çağrı içeren bir bildiri yayınlanırken,
IPI üyesi gazeteciler,
- Türkiye’de gazetecilerin her şeye rağmen görüşlerini serbestçe dile getirebildiklerini,
- ülkede büyük görüş farklılığının varolduğunu bizzat görmenin,
- bu görüş ayrılıklarının özgürce tartışmalara yol açtığına tanık olmanın keyfini tatmış olarak ülkeden ayrılıyorlardı.
Üyelerin önemli bir kısmı, eski başkanlardan İrani’nin görüşüne katılıyorlardı.
İrani, “Eğer olimpiyatlar sürekli aynı yerde düzenlenecek ve bunun için Atina seçilecek olursa,
o zaman ben de IPI Genel Kurullarının sürekli İstanbul’da toplanmasını öneriyorum” diyordu.
Bu kadar iyi yiyip içtikleri, bu kadar hoş tartışmalar izledikleri kente her yıl dönebilmeye IPI üyeleri çok fazla itiraz etmeye niyetli değillerdi.
Ama Almanlar Yönetim Kurulu’nun gönlünü çelmiş ve gelecek yılki IPI kongresinin 7-14 Mayıs tarihleri arasında Batı Berlin’de yapılmasını kabul ettirmişlerdi. Doğu-Batı ilişkilerinde büyük değişiklikler yaşandığı bir ortamda, bu değişiklikler için büyük bir laboratuvar niteliği taşıyan bu kentte toplanma herkese daha da çekici gelmişti.
Sel gidip geride kum kalırken, Türkiye’de basının sorunları bir kez daha ortaya dökülmüş, Türk basın mensupları özgürlüklerini savunmak ve yeni mevziler kazanmak için verdikleri mücadelede önemli bir dış destek elde etmişti.
Ama bu toplantıdan en kazançlı çıkan Başbakan Turgut Özal’dı.
Çünkü bütün eleştirilere, Batı basınında yayınlananlara rağmen,
- her şey değilse bile çok fazla şeyin özgürce tartışıldığı,
- en katı tabuların bile yıkılma yolunda olduğu bir ülkeyi yönettiğini dünyanın en etkili gazetecilerine gösterme olanağını bulmuştu.
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988
_______________________________________________________________________________________
IPI Yönetim Kurulu Başkanı ile Söyleşi
Juan Luis Cebrián: Tarihi insanlar yazar
Mayıs ayında İstanbul’da toplanan Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Yönetim Kurulu Başkanı Juan Luis Cebrián ile
Avrupa Topluluğu, İspanya ve Türkiye konularında yaptığımız uzun, içten ve dostça söyleşiyi -ne yazık ki kısaltarak- sunuyorum (1):
Sayın Cebrián, özellikle içinde bulunduğumuz tarihsel anda İspanya’nın en yetkili aydınını İstanbul’da ağırlamak onurlandırıcı, önemli bir olay.
Siz İspanya’da demokrasiye geçiş sürecinin en etkin kişilerinden oldunuz ve biz o süreci büyük ilgiyle izledik,
çünkü sizin deyişinizle “örnek olabilecek yanları da vardı.”
Şimdi 1988 yılında, hem Avrupa hem İspanya açısından belki bir dönüm noktası olan 1992’ye dört kala,
bize ülkenizin durumunun kişisel bir değerlendirmesini yapar mısınız?
Siyasal açıdan durum istikrara kavuştu, demokrasi rayına oturdu, İspanya AT ile bütünleşti, artık geleceği için çalışıyor diyebilirim.
Ekonomik açıdan hükümet politikası çok başarılı: Enflasyonun önü alındı, GSMH artışı tüm OECD ülkelerinin üstünde.
Bununla birlikte bazı sorunlarımız var:
Politikada sorun Sosyalist Parti’nin alternatifsizliği, bu sağ kesimde umutsuzluk yaratıyor, siyasal tartışmayı yozlaştırıyor, öte yandan sosyalistleri, yerlerini alacak kimsenin bulunmayışına güvenerek zorbalaşmaya yöneltiyor; Bask terörizmi sürüp gidiyor, soruna İspanyol politikasının genel çerçevesinde bir çözüm getirilemiyor. Ancak son zamanlarda durumda önemli düzelmeler sağlandı.
İspanya bütünüyle modern bir ülke görünümünde, hâlâ toplumsal sınıfları arasında büyük ayrılıklar var. Bu yakınlarda sendikalar ekonomik büyümenin alt sınıfların özverileriyle sağlandığını ileri sürerek hükümete karşı kampanya açtılar.
Gelişmiş ülkelere özgü, eskiden bilmediğimiz sorunlarla da karşılaşıyoruz, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması, büyük kentlere göç edenlerin toplumda dışlanmaları gibi.
Batı Avrupa ülkelerinden biri sayılıyor, ama kendine özgü yanları, Avrupa’nınkinden çok ayrı bir siyasal ve kültürel tarihi var, geçmişte daha çok Kuzey Afrika’ya ve Latin Amerika’ya dönük yaşamış, ulusal birliği de bir garip, kıtanın birliğini en eski tarihte kurmuş devletlerdeniz, ama beş yüz yıllık birlikten sonra Bask ülkesi ve Katalonya’da ayrılıkçılık eğilimleri çok güçlü; milyonlarca İspanyol’u ilgilendiren dilsel kimliğimiz sorununu da çözebilmiş değiliz.
AVRUPA’NIN SORUNLARI ÇOK
1992 yılı, İspanyollar için Amerika’nın keşfinin 500. yıldönümü olarak önem taşımasının (2) yanı sıra,
büyük bir kapitalist ülke görünümdeki ‘Avrupa Birleşik Devletleri’nin başlangıcı olacak.
Sizin deyişinizle ‘Batı Avrupa ülkelerinde sosyal demokrasi yıkılmakta ya da tanınmayacak kadar değişmekteyken,
sosyal demokrasi deneyimini yeni yaşayan İspanya” nın bu çerçevedeki konumu ne olacak peki?
Doğrusu ben 1992’nin Birleşik Avrupa’nın başlangıcı olacağını söyleyecek kadar iyimser değilim, ancak yeni uygulama birçok sınırın kaldırılmasına yarayacak.
Ben bu birleşme sürecinin hem ekonomide hem politikada temel önemi olduğuna inanıyorum:
ABD ve Japonya’nın endüstriyel gücü karşısında Avrupa kendi çapını genişletmiş olacak, dünyanın öteki güçleriyle rekabet edebilecek boyutlara ulaşacak. Politik açıdan daha da önemli; özellikle güvenlik ve savunma sorunları bugünkü Avrupa kavramımızı yeniden gözden geçirmemizi gerektiriyor.
Ne yazık ki Avrupa derken “yarım Avrupa”dan söz ediyoruz, bizim tarafta kalan Avrupa’dan. Gorbaçov’un açtığı yeni perspektifler, Yugoslavya, Macaristan, Polonya’daki az çok özgürlük yanlısı hareketler hep bir Avrupa’nın daha varlığını ortaya koyuyor; ve biz, XXI. yüzyıl başlarken, onu ekonomik geriliğe, politik ve kültürel boyunduruğa terk edemeyiz.
Demek istiyorum ki Avrupa’nın önünde birçok sorunlar var, belki de en önemli sorunu oturup kendi sorununu ciddiyetle tartışmak, ta Yalta ve Postdam’dan bu yana yaptığı gibi, Avrupa kimliğinin ne olması gerektiği masalını anlatmaktan vazgeçmek. Özellikle kültür açısından gerekli bu; dillerin ayrılığı birleşmenin karşısında güçlü bir engel oluşturuyor, akıl ermez durumlara yol açıyor, örneğin Avrupa’nın değişik ülkelerindeki hatırı sayılır bir okur kitlesi bulunan iki Avrupa gazetesi aslında Amerikan gazeteleri (3). Tek Avrupa ordusu büyük ölçüde ABD tarafından yönetilen NATO’nunki. Para birimi ecu değil, kıtaya yabancı olan dolar. Demek istiyorum ki Avrupa birliğini bir bakıma ABD yürütüyor; tıpkı “öteki Avrupa”da Sovyetler Birliği’nin yürüttüğü gibi. Aslında şaşılacak yanı yok, çünkü tarihte yasaları büyük imparatorluklar koymuşlardır, Avrupa’yı ilk kez birleştiren Roma-Cermen İmparatorluğu’nda olduğu gibi. O zamanlar kültür birliği Latince ile sağlanmış, Roma Katolik Kilisesi ulusları kaynaştırmıştı.
Şimdi tüm bu etmenler bunalımda, çünkü büyük değişikliklerin yaşandığı bir çağdayız.
Bu Avrupa’nın içinde İspanya’nın konumu, diyorduk...
Batı Avrupa’nın içinde İspanya’nın konumu kendine özgü:
Bir kere İspanya Avrupa’ya beş yüz yıllık bir kopukluktan sonra dönüyor, tarihte İmparator Carlos din savaşlarından yenik düştüğünde Amerika’yı sömürgeleştirmeye yönelmiş, kültürde Avrupa’ya sırt çevirmişti. Aydınlarımız son iki yüzyılda “Avrupalılaşalım mı, Avrupalılaşmayalım mı?” diye tartışıp durdular. Şimdi Avrupa’ya çoğu Avrupalının yitirmiş olduğu bir inanç ve heyecanla gidiyoruz ki, ben sanıyorum bunlar Avrupa kıtasının yapılaşmasında büyük bir katkı olabilir.
Tutucu hükümetlerin çoğunlukta bulunduğu Avrupa’ya sosyal demokrat bir hükümetle girmemize gelince,
bunun öyle büyük bir anlamı olduğunu sanmıyorum:
İktidarda hangi parti bulunursa bulunsun, ekonomik programlarda önemli bir değişiklik olmuyor, zaten Avrupa’da eski ideolojik ayrımlar kalmadı. Sanırım tüm Avrupa solu bir kimlik bunalımına düştü, solcu olmanın ne anlama geldiğini soruyor kendi kendine.
Bu tartışmada verilen yanıt şu:
Solcu olmak ne anlama geliyor, bilmiyoruz, ama sağcı olmanın ne anlama geldiğini biliyoruz, buna dayanılarak kendimizde solcu olmayı yeğ tutma hakkını buluyoruz. Ama durum pek açık değil.
İspanyollar Avrupa’yı gözlerinde fazla büyütmüyorlar mı, ne dersiniz?
Evet, dediğim gibi, biz İspanyollar uzun süre içimize kapalı yaşadık, Avrupa’yı gözümüzde efsaneleştirdik, ama Avrupa’nın gerçeğiyle yüzyüze geldikçe duruma daha uygun düşen bir gerçekçi değerlendirmede karar kılarız herhalde.
TÜRKİYE ÇOK ÖZEL BİR ÜLKE
Bir de Türkiye’nin durumunu değerlendirir misiniz? AT’na katılmasının bedeli ne olacaktır?
Hepimizin bildiği tarihsel önyargılarına ve olumsuz güncel değerlendirmelerine karşın
bundan olası bir şeymiş gibi söz eden Avrupa temsilcilerinin içtenlik ve ciddiyet oranları nedir sizce?
Türkiye’nin durumunu iyi bilemiyorum, ancak şunu söyleyebilirim:
Roma Anlaşması’nın her ülke için Topluluğa katılma koşulu olarak öngörülen özgürlükçü demokrasi koşullarını tam olarak yerine getirmesi gerekli. Özel bir durumda, bir geçiş dönemindesiniz ve bu bakımdan Türk politik kurumlarında hatırı sayılır değişiklikler yapılması gerekecek. Diyelim ki bu gerçekleşti, o zaman Onikiler’in gündemine Türkiye’yi topluluğa almanın yerinde bir iş olup olmayacağı sorunu gelecek. Ben birçok güçlük çıkacağını sanıyorum, güçlüğün her çeşidi.
Jeopolitik güçlükler:
Türkiye uluslararası politika açısından çok duyarlı bir bölgede, öteki uluslar onu topluluğa almayı Topluluğa neredeyse düşmanlık etmek gibi görebilirler.
Türkiye’nin aşırı nüfus artışı, Avrupa’da 4 milyon Türk’ün varlığı:
Hiç kuşkum yok, bazı Avrupalılar bunu işgücü şeklinde bir yeni Türk istilası olarak görüp ürkeceklerdir; Avrupa’da Türklere ve İspanyollara karşı varolan ırkçılığı gözardı edemeyiz.
İspanyollara karşı hâlâ var mı?
Hâlâ var; 60’lı yıllarda vardı, bugün azaldı, çünkü göçmen işçilerimizin sayısı azaldı.
Güçlükler, diyordum, Türkiye katılırsa Topluluğun hem Müslüman hem Avrupalı, hem Asyalı hem Avrupalı tek üyesi olmak durumundadır.
Sizce olası mı bu? Temelden çelişkili gözükmüyor mu?
Temelden çelişkili mi bilemem, ama benzersiz bir durum, Türkiye’yi çok özel bir ülke yapan şey bu. Bana kalırsa, evet, olası. Olası, çünkü Türkiye Cumhuriyeti din ile politikayı birbirinden ayırmada oldukça başarılı. Geçmişte Katolik ülkeler de, İspanya da bu süreci gerçekleştirdiler. Böyle yapınca dinler ne oranda özünden uzaklaşıyor bilemem, ama devletler böylelikle kendini buluyor. Zamanında Hıristiyan radikalizmi Müslüman ya da Musevi radikalizminden beter oldu.
Hıristiyan radikalizmi Avrupa’da varlığını modern politik kurumlarla birlikte sürdürebildiyse,
Türkiye’nin o denli içine işlememiş olan İslam radikalizmi neden modern kurumlarla yan yana yaşayamasın?
Avrupa için çok büyük bir yenilik olur elbette; ama Avrupa için asıl büyük yenilik tarihte hep başka kıtalara göç eden, sömürgeci bir kıta olarak yaşamışken, şimdi başka kıtaların, özellikle Kuzey Afrika’nın göçüne uğraması.
Tarihte din yoluyla sağlanan birliğin şimdi başka türden kurumlardan gelmesi gerekiyor. ABD’de her çeşit inanışın yan yana varlığını sürdürmesi kimseyi şaşırtmıyor ve bu demokratik anayasal çerçeve içinde oluyor.
Ama ABD’de Avrupa’daki gibi kökleşmiş önyargılar yoktu.
Öyle, ama gün olur, tarihsel önyargılar bite, İspanya’da bitti, ben tarihi insanların yaptığına inanırım.
Demek istiyorum ki, Türkiye’nin AT’na tam üyeliğini olanaksız bir düş saymıyorum:
Çok büyük somut güçlükler var, bu güçlüklerin olması da çok ilginç beklentiler yaratıyor. Ben İslam kültürünün birçok görünümüyle Avrupa kültürüne son derece ilginç bir katkısı olacağına inanıyorum. Eğer herkesçe benimsenen sivil toplum yasaları varsa ve bunlar değişik grupların dinsel inanışlarını devletin yapılaşmasını etkilemeden geliştirmesini sağlıyorsa, sorun kalmaz. Elbette ki bu şimdi çok güç, ama insanların olayların gidişini değiştirme yeteneğine inancımız olmalı.
68 MAYIS’INDA NEREDE İDİYSEM ORADAYIM
Sizin deyişinizle
“Katolik etkisinin ve dinsel hortlakların tüm düşünce okulları üstünde ağırlığını taş gibi duyurduğu bir ülkede laikliği ilke edinmiş”
bir gazeteyi yönetmek nasıl oluyor?
Aslında o ağırlık bugün artık o denli duyulmuyor, çünkü buna boyun eğmeyen aydın kesim giderek genişlemede. Başlangıçta daha güç oluyordu, bazen hâlâ güç oluyor, ancak şu anda Katolik Kilisesi İspanya’da çok önemli bir gerileme içinde.
İç savaş arifesinde Azana’nın (4) millet meclisinde söylediği ünlü tümcenin doğru olduğuna inanıyorum:
“İspanya Katolik olmaktan çıktı.”
O zaman doğru değildi, şimdi doğru:
Evet, kilisenin toplumda hâlâ hatırı sayılır bir ağırlığı var ve bunu gereğince hesaba katmalıyız,
ama İspanya kesinlikle kilisenin dilediği anlamda Katolik bir ülke sayılmaz artık.
Dünya çapında 68 kuşağının “iktidara gelmiş” en ünlü temsilcilerindensiniz
ve basın söz konusu olduğuna göre, en çok istenebilecek iktidar biçimi bu.
Bize Juan Luis Cebrián’ı anlatır mısınız, 68’de neredeydi, 88’de nerede olduğunu düşünüyorsunuz?
Tam yirmi yıl önce, 68 Mayıs’ında, rastlantı sonucu Paris’teydim, Informaciones gazetesinin yazı işleri müdürü olarak.
İdeolojik açıdan o gün bulunduğum noktadan pek uzaklaşmış sayılmam:
- Ötedenberi olasılıklara açık, pragmatik biriyimdir.
- Franco döneminde reformcuydum, demokraside de reformcuyum.
- Her zaman ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına inanmışımdır.
- Oluşumumda önemli oranda Katoliklik ve Marksizm bağnazlığa kaymadan birleşmiştir diyebilirim.
- Hayatta başkalarına karşı da, kendime karşı da oldukça hoşgörülü davranmaya çalıştım.
Sonuçta, o zaman nerede idiysem şimdi de aynı yerdeyim sanıyorum; mesleki durumum şimdi daha iyi, o zamanlar sahip olmadığım bir etkileme gücüm var.
Kesin inancım demokrasiden yanadır, demokrasinin tüm ülkelerde gerçekleşebileceğinedir inancım. Demokrasi özel durumlara olanak tanır, değişik kültürleri barındırabilir. Sonuçta demokrasiyi güçlü yapan tek şey yönetenlerin yönetilenlerce belli zamanlarda gizli oyla seçilmesi olayıdır.
Bunun da temelinde belli bir irade yatar:
Tüm rejimler gibi, demokrasinin de yozlaştırılması, birtakım emellere alet edilmesi olasıdır, işte temeldeki irade
aydınların, toplumsal kuruluşların, demokrasinin yozlaştırılmasını engelleme, bozuk yanlarını ayıklama yolundaki iradeleri olmalıdır.
Ya desem ki, o zamanlar inandığınız değerler toplumda hâlâ ayakta kalabildi mi,
yoksa yaşayabilmeleri için uygun ortamı her gün gazetenizde siz kendiniz mi yaratma peşindesiniz?
Ve desem ki, eğer öyleyse, bu da yine tipik İspanyol işi bir “quijotismo” (Don Kişot’luk) örneği değil mi, ne dersiniz?
Derim ki, yanıtlamadan önce uzun uzadıya düşünmem, sonra da çok açık bir yanıt vermem gereken bir soru bu. Bana kalırsa hepimiz, siz, ben, hayatı yaşamak isteyen insanlar tümümüz çevremizde dileğimize uygun ortamı yaratalım diye çalışıyoruz...
Bu Avrupa’da giderek eksilen bir duygu, Avrupalılar ideallerini giderek yitirmedeler, ya da en azından öyle gözükmede yarar görüyorlar...
Bilmem, daha inançsızlar belki, ama yine de pek çok yaratıcı güç görüyorum çevremde, sanırım yine Güney Avrupa’nın katkısı büyük. Türkiye’ye geldiğimde de açık seçik duyduğum bir şey bu, şuracıkta Akdeniz’in tadı, kokusu.
İtalyanlar, Yunanlılar, Türkler, Lübnanlılar, İspanyollar, bir ortak yanımız var: Akdeniz.
Başlıbaşına bir hümanist kültür bu, insanların kendi çevrelerini kendileriyle tutarlı olarak yaratmak isteyişleri. Ben de her ne kadar Kastilya doğumluysam da, bütünüyle bir Akdenizli olarak, çevremde bir dünya yaratmaya eğilimliyim.
Yani: Biraz Don Kişot’luk evet, ama ille İspanyollara özgü değil, bir hayli Akdeniz işi...
Sanırım öyle.
____________________
(1) Juan Luis Cebrián’ın görüştüğümüz konuları inceleyen son kitabı El tamano del elefante’den bir bölümü “Yitik kimliğin ardından” başlığıyla dergimizin 15 Nisan 1988 sayısında (s. 16-17) yayımlamıştık.
Söyleşimizin yapıtları ile ilgili bölümünü ise ilerde yayımlayacağımızı umuyorum.
(2) Bkz. G. Işık, “Amerika’nın keşfinin 500. yılına doğru”, Milliyet Sanat, 15 Mart 1988, ss. 22-24.
(3) J. L. Cebrián. A.g.y.
(4) Manuel Azana: 1936’da İspanya’nın ilkin başbakanı, ardından cumhurbaşkanı.
Gül Işık | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988
_______________________________________________________________________________________
Juan Luis Cebrián kimdir?
Kral Juan Carlos’tan sonra ülkenin en etkili adamı
Günümüz Avrupa’sında varlığını duyuran bir aydın,
kamuoyunu oluşturan bellibaşlı kişilerden biri olan Juan Luis Cebrián İspanya’nın en önemli gazetecisi,
1976’dan beri Madrid’de yayımlanan El Pais gazetesinin Genel Yayın Müdürü,
İtalyan La Stampa gazetesi, onu, ülkesinin kralı Juan Carlos’dan sonra en etkili adamı sayıyor.
Franco’nun ardından demokrasiye geçiş döneminde somut ve etkin bir rol üstlenen El Pais
hafta içinde 385 bin, pazar günleri 750 bin satıyor ve çağdaş İspanya’nın en yetkili sözcüsü sayılıyor.
Yaratıcısı Cebrián onu “Le Monde’a ve New York Times’a benziyor ama, aslında yalnızca ‘kendi kendisi’” diye betimliyor.
Le Monde gazetesi ise kuruluşu sırasında kendisini örnek alan El Pais’in “bugün kendisini kıskandıracak durumda” olduğunu belirtiyor.
Juan Luis Cebrián 1944’te Madrid’de doğdu. Felsefe ve gazetecilik eğitimi yaptı.
Daha 18 yaşındayken, diktanın çetin yıllarında etkin bir gazeteciydi.
Madrid’de yayımlanan El Pueblo ve Informaciones’de yazıişleri müdürü, İspanyol TV’sinin birinci kanalında Haber Dairesi Müdürü olarak çalıştı.
70’li yılların sonundaki çalkantılar sırasında evinde polis koruması altında yaşamak zorunda kaldı,
El Pais’e sabotaj yapılmış, çalışanlardan biri ölmüş, ikisi ağır yaralanmıştı.
Şimdilerde ise, yine Le Monde’un deyişiyle “Kader Juan Cebrián’a gülüyor”:
- Avrupa’da basın alanında son on yılın en başarılı kişisi sayılması,
- 1983’te İspanya’da Ulusal Gazetecilik Ödülü’nü alması,
- Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Başkanlığına getirilmesi bir yana,
- çeşitli kitapları ile de ün saldı.
Beş deneme yapıtından en önemlileri Crónicas de mi Pais (Ülkemin Günlüğü) ile,
geçtiğimiz yıl İspanyol ve Avrupa toplumlarının politik ve kültürel sorunlarını irdelediği El Tamano del Elefante (Filmin Biçimi):
Cebrián burada İspanyol demokrasisinin ilk on yılını değerlendirirken,
“Bu bilançonun çelişkiler içermesi kaçınılmaz, diyor,
çünkü ülkenin kurumlarında ve yasalarında büyük değişiklikler gerçekleştiren iktidarın yapısı toplumun yeni eğilimlerinden hiç etkilenmedi,
neredeyse olduğu gibi kaldı.”
Başbakan Ganzález ile diyalog içinde olmasına karşın, Cebrián zaman zaman hükümete de sert eleştiriler yöneltiyor, çünkü basının ilk işlevinin siyasal gücü elinde tutanların “eleştirel bilinci” olması gerektiği düşüncesinde.
Cebrián yazarlık ününü özellikle dış ülkelerde 1986’da yayımladığı La Rusa (Rus Kızı) başlıklı aşk ve casusluk romanına borçlu. Ülkesinde şimdiye değin 80.000’in üzerinde satan, Latin Amerika’da büyük ilgi uyandıran bu roman Avrupa’nın belli başlı dillerinden başka Japonca ve Türkçeye çevrilmekte.
- Sivil toplum ile iktidar arasındaki ilişkileri,
- cinsellik ile siyasal güç arasındaki bağlantıları irdeleyen La Rusa’yı Cebrián kendini bir yazar olarak kanıtlamak için yazdığını belirtiyor,
“Bir yazarın etkisi bir politikacınınkinden çok daha büyük ve çok daha uzun sürelidir” diyor.
Romanında özyaşamından bazı esinlenmeler var ama, Juan Luis Cebrián genelde kendinden ve yaşamından elinden geldiğince az söz ediyor,
az resim çektiriyor, olayı yaratan değil, yorumlayan kişi olmayı yeğliyor.
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988
_______________________________________________________________________________________
Bildirişim/İletişim ve Şiir
“Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerin kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epiyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.”
(Orhan Veli)
Nedir Orhan Veli’nin anlatmak isteyip de anlamadığı?
Neyi aktarmak istiyordu da insanoğullarına aktaramıyordu yeterince?
Bu sorularla birlikte şu sorular da geliveriyor usuma hemen: “Kim, kime, niçin, neyi, nasıl aktarmaktadır?”
Yukarıdaki soruları yanıtlamaya girişmeden önce, insanın “siyasal bir hayvan”, “toplumsal bir hayvan” diye nitelendirildiğini anımsayıverelim.
Bergson’a göre insan ilkin “homo faber”dir, araçların yapımcısı ve “teknikler” türeticisidir.
Lévi-Strauss da insanı “makineler yapan” varlık olmadan önce “konuşucu”, “konuşan bir varlık” olarak tanımlıyor.
“Toplumsal varlık”ın ayırıcı niteliği, ayırıcı göstergesi söz’dür.
André Martinet de, “İşlevsel Genel Dilbilim” adlı yapıtında şu bilgileri veriyor bize:
“İnsan kurumları toplum yaşamının bir ürünüdür.
Her şeyden önce bir bildirişim aracı olarak düşünülen dilyetisi de öyledir.
İnsan kurumları çok değişik türden yetilerin kullanılmasını gerektirir.
Bu kurumlar çok yaygın olabilir; dilyetisi gibi, bir toplumdan öbürüne özdeşlik göstermemekle birlikte, evrensel bir nitelik de taşıyabilir:
Örneğin aile belki de tüm insan toplaşmalarının belirgin niteliğidir; ancak, çeşitli yerlerde değişik biçimlerde ortaya çıkar. Dilyetisi de, işlevleri açısından özdeş kalmakla birlikte, bir topluluktan ötekine değişir; öyle ki ancak belli bir topluluktan kişiler arasında işlevini yerine getirebilir. İlk veri niteliği taşımayıp toplum yaşamının ürünü olduklarından kurumlar değişmez değildir, çeşitli gereksinmelerin baskısı ve başka toplulukların etkisiyle değişime uğrayabilirler. İşte, dilyetisinin değişik biçimleri olan diller için de durumun aynı olduğunu göreceğiz.
Ancak, dilyetisinin bir kurum olduğunu söylemek de bu olgunun özniteliği üstüne yeterli bilgi vermez. Bir eğretileme de olsa, bir dilin araç ya da gereç olarak nitelendirilmesi çok yerindedir ve dikkati, dili öbür birçok kurumdan ayıran özelliğe çeker. Bir dille özdeşleşen bu aracın başlıca işlevi bildirişim işlevidir.
Dilyetisi denilen bu aracın başka işlevleri de var:
Örneğin:
- anlatım işlevi,
- büyü işlevi,
- güzelduyu (estetik) işlevi.”
Okul kitaplarında da karşılaşılan bu bilgileri yinelemek gereğini neden mi duydum?
Şundan:
“Ancak ortak bilgilere dayanarak bildirişimi sağlayabiliriz.
Çünkü birini anlamak demek, anlığımızda, bizimle konuşan kimseninkine benzer kavramlar oluşturmak demektir...
Bunu da ancak daha önceki bilgilerimizle gerçekleştirebiliriz...
Sözcükler ancak ortak bilgileri canlandırır.
Bu ortak bilgilerle, birtakım kişisel düşüncelerimizi de bizi dinleyenlere iletebiliriz.
Ama bu düşünceler ancak bizi dinleyenlerin yaşadığı deneyimlere dayanıyorsa böyle bir durum gerçekleşebilir...
Eğitbilimcilerin genel ekin dedikleri şey de, belli bir uygarlık biçiminin ürünü olan ortak bilgilerin bütünüdür.
Neden önem veririz genel ekine?
Çünkü bireylerin her durumda kolayca birbirini anlamasını sağlar.”
“Gülün Adı”nı bilsek de, “adını koyamadan” da insanlar anlaşabiliyor birbirleriyle.
Böyle bir durumu şöyle dile getiriyor Nahit Ulvi Akgün:
“Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden
Dalıveriyoruz arada bir
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki
Gülüşerek başlıyoruz söze
Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda
Senin gözlerinde ışıldıyor
Benim dilimin ucunda.”
Genelgeçer tanımların gerekli, dahası yararlı olduğuna inandığımız için bildirişim (iletişim de denir) kavramının da tanımını vermek istiyoruz.
Evet, Berke Vardar şöyle tanımlıyor bildirişimi:
“Sözcüğün en genel anlamıyla bildirişim,
bir kişi ya da yer ile bir başka kişi ya da yer arasındaki bilgi alışverişi, karşılıklı olarak bildirimde bulunma eylemidir.”
Burada bir ayraç açıp şu kısacık bilgiyi de ekleyiverelim:
“Birçok düzlemde olduğu gibi burada da dilimiz Batı dillerine oranla ayrıcalıklı durumdadır.
Çünkü, bildirişim eyleminin kapsadığı iki süreçten her birini bildirim terimiyle anlatabiliyoruz.
Oysa, örneğin Fransızca bu olanaktan yoksundur.
Söz konusu dilde, hem tek yönlü, hem de ikili süreci belirtmek için communication terimini kullanmak gerekir.”
Daha ayrıntılı bilgi edinmek istersek, bu konuda Prof. Dr. Özcan Başkan’ın yenice yayımlanan “Bildirişim, İnsan Dili ve Ötesi” adlı yapıtına başvurabiliriz.
Birlikte bir göz atıverelim:
“‘Bildirişim’ terimi veya ‘haberleşme’ sözcüğü, genel olarak ‘karşılıklı bilgi alışverişi’ anlamına gelmektedir.
Oysa her değiş-tokuş, iki ayrı yönde yapılan birer aktarım sayılır.
Bu bakımdan, ‘bildirişim’ eylemi, önce bir yöne yapılan, sonra da o yönden geriye, ters yöne yapılan iki tane ‘bildirim’ işleminden oluşmuş kabul edilebilir.
Öte yandan, ‘bilgi’ dışında başka şeyler de ulaştırıldığını belirtmek üzere, ‘bildirim’ tanımını şu biçimde genişletmek mümkündür:
‘Herhangi bir şeyi, belli bir amaç ile, başka bir yere aktarma eylemi.’
Böyle alınınca, taşıt araçları ile yapılan ‘ulaştırma’ eylemi de bir tür bildirim olmaktadır. Bunun gibi, ‘Tanrı Sözü’ de, ‘yalvaçlar’ yani peygamberler aracılığı ile insanlara ulaştırıldığı zaman, ortaya gene bir bildirim durumu çıkmaktadır. Böylesine geniş bir çapta tanımlandığında, ‘bildirim’ işlemi, yaşamın hemen hemen her kesiminde yeni bir yorum getirebilecek bir geçerlilik kazanmaktadır.
Bildirim işleminin bu alanlar-üstü özelliğini ve niteliğini belirtmek üzere,
şu biçimde çok daha geniş kapsamlı bir tanım yapmak doğru olacaktır:
‘Bir gönderici tarafından, öte yandaki bir alıcı üzerine belli bir etki yaratmak amacı ile,
adına ‘gösterge’ denilen, anlam yüklü birimlerden yararlanarak, karşı tarafa belirli bir ‘bildiri’ ulaştırılması eylemi.’
‘Bu tanıma göre, bildirim işlemindeki iki temel öğe şunlar olmaktadır:
Önce belli bir ‘amaçlılık’, sonra da bu doğrultuda bazı ‘anlamlı göstergeler’ kullanma.’”
Nereden estiyse, tam olarak pek kestiremiyorum,
birden, Nusret Hızır’ın, “Bilim Işığında Felsefe” adlı yapıtında ortaya attığı bir soruyu anımsayıverdim:
“Biz nasıl anlaşırız?
Dille değil mi?
Sefertası gibi tabaka tabaka birbirinin üzerine kurulu konu dilleri ve üst-dillerle. Konu dilleri, günlük dil ve bilim dili olmak üzere ikiye ayrılır. İşte bu dillerle iletişimin temiz yapılabilmesinde üst diller, yani bu dillerin üzerine kurulu, bu dilleri konu edinen, eleştiren, arıklayan diller yardıma koşarlar.
Mantık özel bir üst-dildir.
Tam olan, yani hem bir sentaksı, hem bir semantiği olan üst-dil, felsefedir.”
Hep biliyoruz dil yok, diller var.
Örneğin çiçeklerin dili var:
“Beni baştan çıkardı arabın kızı
Ölüyorum, a dostlar, Didima için!
Karaysa, ne var sanki, kömür de kara;
Hele bir kez tutuştur da o zaman gör:
Yanar durur, ışıl ışıl, güller gibi.”
(Asklepiades / Oktay Rifat)
Arıların dili var, gözlerin dili var:
“Nedir bu tasa Filenis?
Neden saçların darmadağın,
Gözlerin yaşlarla buğulu?
Anlat bana derdini, çareler bulayım;
El koynunda mı yakaladın yavuklunu?
Sen istediğin kadar, ‘hayır’ de, güzelim,
Gözyaşların söylüyor olanı biteni.”
(Mekius / Oktay Rifat)
Biz yine dilsel bildirişime dönelim ve dilsel bildirişimin gerçekleşebilmesi için gerekli öğelerin ya da etmenlerin neler olduğunu görelim:
“
- Konuşucu,
- Dinleyici,
- Bildiri,
- Oluk,
- Gönderge,
- Düzgü ya da dizge.”
- Gönderge terimi yerine bağlam,
- oluk terimi yerine bağlantı da denilebiliyor.
R. Jacobson’un yukarıda anılan bildirişim örneğinden başka, burada M. Bahtin’in kuramsal örneği de belirtilebilir:
“
- Konuşucu,
- Dinleyici,
- Konu,
- Sözce,
- Metinlerarası ilişki,
- Dil.”
Bildirişim/iletişim araçlarının kamuoyu oluşturmasındaki etkinliklerini
günlük yaşamımızın hemen hemen her konumunda, her durumunda görüyor, duyuyoruz.
Prof. Dr. Altay Gündüz, “Kitle İletişim Araçları Üzerine...” başlıklı yazısında bize şöyle bir çağrıda bulunuyor:
“Toplumların kamu toplumu olmasını isteyenler, her şeyden önce; toplumsal kuralların, değerlerin, algılama biçimlerinin nasıl ortaya çıktığını irdelemelidirler. Bu irdelemeler, kuralların doğal olmayan değişiminden kimlerin yararlandığını ortaya çıkaracak ve bu değişimi önleyecek yolların bulunmasını kolaylaştıracaktır.
Güdümleyicilerin aracı olan üst yöneticilerin olumsuz eylemlerini, yalnızca bunların kişisel tutkularına ve çıkarlarına bağlamak doğru olmaz. Daha açık anlatımla; bunların bulundukları görevlerinden uzaklaşmalarını ve etkisiz bırakılmalarını sağlayacak kamuoyu oluşturulması gerekli, ama yeterli değildir. Bu Sisyphus’un sonuçsuz çabasına benzer. Biri gider, birkaçı gelir. Asıl yapılması gereken; perdenin kaldırılması, bunları sahneye çıkaranların kimliklerinin açığa vurulması, kamunun durumu algılayabilmesinin sağlanmasıdır.
Toplumsal bilinç sahibi olanlar, bu yönde kendilerine düşeni yapmalıdırlar. En baskıcı koşullar altında bile toplumların güdümlenmeye karşı direnme gücü ve örgütlenme yeteneği vardır.”
(Cumhuriyet, 9 Şubat 1988, s. 2)
MacLuhan’a göre türetilen her araç, bulunan her aygıt bir insan duyusunun uzantısıdır.
Prof. Dr. Özcan Başkan, düşünürün bu görüşlerini şöyle belirtiyor:
“
Sözgelimi,
- giysiler derinin uzantısı;
- radyo kulağın uzantısı;
- televizyon da gözün uzantısı olarak düşünülebilir.
- Elektrik ise, insandaki sinir sisteminin bir uzantısı olarak kabul edilmelidir.
Böylece, belli bir ortamda yeni olarak beliren her araç, insanların gerek o ortamı, gerekse dünyayı algılamalarını değiştirir.”
…
“Şiirler akılda kalsın diye ölçülü ve uyaklı söylendikleri halde, yazılı şiirleri ezberlemek çok daha kolay olduğu için,
zamanla bu şiirsel yordamlar ortadan kalktığı ölçüde, uyaksız şiirlere geçilebilmiştir.”
Bireysel, kişisel deneyimin, yaşantının bütünüyle, tümden aktarılamadığını ozanlar iyi bilirler. Onların bütün çabaları söylenmemiş olanı, söylenemeyen şeyi, söze gelmez olanı dile getirmektir.
Bütün sanatlar dil’in güzelduyusal kullanımıyla (şiir, ezgi, resim, yontu, mimarlık, dans, tiyatro, sinema... vb.) gösterimleri
bildirişimi/iletişimi genişletmek, çoğaltmak, acıları, sevinçleri, özlemleri dillendirmek, paylaşmak için didinirler, yarışırlar...
Bir ozanın sözüyle başlamıştık yazıya, yine bir ozanın sözüyle bağlayalım sonunu:
“ŞİFRE
Kaşın şifre
Gözün şifre
Gülmen konuşman şifre
Yaradan şifre yaratmış
Seni çözmek için
Şifre müdürü mü olmalı?”
(Orhon Murat Arıburnu)
___________________________
KAYNAKÇA:
- André Martinet, İşlevsel Genel Dilbilim, Birey-Toplum, 1985.
- Prof. Dr. Özcan Başkan, Bildirişim, Altın Kitaplar, 1988.
- Berke Vardar, Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri, TDK Yayınları, 1982.
- Mehmet Rifat, Genel Göstergebilim Sorunları, Sözce Yayınları, 1986.
Teoman Aktürel | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988