Sinemanın doğuşu da, yaşaması da gençlik sayesinde olmuştur
“Sinema” ile “gençlik”in ne gibi “özel” bir ilişkisi olabileceği ilk anda akla gelebilecek bir sorudur. Çünkü “sinema ve çocuklar”, “sinema ve eğitim”, “sinema ve eğlence sanayii”... gibi yaklaştırmalar da pekâlâ yapılabilir. Sinema daha birçok şeylerle bir arada incelenebilir. Bu bakımdan “sinema ve gençlik” diye bir inceleme, insana ters gelebilir. Fakat, kanımca, böyle bir düşünce yersizdir. Çünkü sinemanın doğuşu da, yaşaması da gençlik sayesinde olmuş, sinema sosyal etkilerini en çok gençlik üzerinde göstermiş ve film sanayiinin kendisi de sürekli bir “gençleşme” çabası ile ayakta kalabilmiştir. Bu nedenle, sinemayı, gençlik açısından incelemede büyük yarar vardır; gelecek planlarının çizilmesi bakımından.
Sinema sanayiinin ayakta kalabilmesi gençlerin ilgisine bağlıdır. Bu nedenle, bu sanayiinin ileri gelenleri, bugün, gençliği tekrar sinema salonlarına nasıl çekebileceklerinin yollarını arama çabası içindedirler.
Konunun iyice aydınlanabilmesi için yazımızı bölümlere ayırmak istiyoruz:
- Sinemanın gelişmesinde gençlik,
- Filmlerde gençlik,
- Filmlerin gençlere etkisi,
- Bugünkü durum, gibi...
SİNEMANIN GELİŞMESİNDE GENÇLİK
Kitle eğlence aracı olarak sinema, kuşkusuz sadece gençler için icad edilmemiş ve sadece gençlere seslenmemiştir. Fakat, özel tarihsel ve psikolojik nedenlerle, sinemaya önce gençler sahip çıkmıştır. Konuyu ayrıntıları ile açıklığa kavuşturmak için biraz gerilere, filmciliğin ilk günlerine dönmemiz gerekecektir.
Sinemanın bulunuşunda hangi ülkenin başrolü olmuştur?
Hiçbir ülkenin.
Fakat, her ülke büyük buluşun şerefini veya en büyük şeref payını kendi ülkesine, ve bu yolla da, kendi propagandasına ayırmaktadır. Hangi ülkenin sinema tarihini açsanız, filmcilikte o ülkenin başrolü olduğunu görürsünüz. Biz burada işin bu ayrıntılarına girmeyeceğiz.
Sinema, Amerika’da, ilk olarak 23 Nisan 1896’da New York kentinde halka sunulmuştur. Bu ilk filmin büyük ilgi toplaması üzerine ülkenin hemen her yanında, özellikle fabrikaların bol olduğu mahallelerde, mantar biter gibi sinema salonları türemiştir.
Fabrika semtleri, işçilerin, genç işçilerin bol olduğu semtlerdir. Sinemaların baş müşterisini bunlar oluşturuyordu. Orta sınıf halk, orta yaşlı insanlar, başka bir deyimle, toplumda az çok oturmuş bir statü sahibi olanlar, ilk zamanlar sinemaya rağbet etmemişlerdir. Karanlık bir salonda, üstü başı kirli gençler ve çocuklarla bir arada oturup film seyretmek, Amerikan orta sınıfına, hatta başka ülkeler orta sınıflarına da “büyük ahlâksızlık”, “kendini bilmezlik” sayılmıştır.
Durmuş oturmuş, toplumda saygınlık kazanmış bir kişinin “karanlık” bir salonda işi ne idi?
Böyle bir yerde olamazdı?
Ama çocukların ve gençlerin böyle bir korkuları yoktu. Bunlar nasıl olsa, kendilerinin, toplumun en alt tabakasını oluşturduklarını biliyorlardı. Bu nedenle bunların, kaybedecek bir şeyleri yoktu.
İlk seyircilerin böyle gençlerden oluşmasının ikinci bir nedeni, Amerika’ya o zamanki göçmen akını idi. Amerika göçmen cenneti ilan edilmişti. Amerikan gemileri Avrupa’nın belli başlı limanlarında sürekli olarak bekliyor, göçmek isteyenleri az bir ücret karşılığı alıp götürüyordu. İzmir’de, İstanbul’da da böyle gemiler sık sık görülüyordu. Dünyanın her yanından gelmiş, her biri ayrı bir dil konuşan kitleler için, “söze dayanmayan film” iyi bir eğlence aracı oluşturuyordu. Tiyatroda dil bilgisi, hem de, çok iyi dil bilgisi lazımdı.
Gençliğin sinemaya bir ilgisi de, ucuzluğundan geliyordu. Tiyatroda bir koltuk onlarca dolara kiralanabiliyordu. Film için ise birkaç kuruş yeterli idi. Hatta, film için pahalı tiyatro binalarına da gerek yoktu; bir garajın bir yanı, metruk bir dükkân... sinema salonu olabiliyordu.
Durum sadece Amerka’da böyle değil, büyük sanayi ülkeleri olan İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, hatta İtalya’da da böyle idi. Bu ülkeler filmlerinin Amerika’ya Amerikan filmlerinin bu ülkelere satılmaları, filmciliği kamçılıyordu. Tiyatroda bir oyunu sadece çevredekiler seyredebiliyordu. Film, bir piyesin sahneye konması fiyatına mal olsa bile bütün dünyada, bütün zamanlarda gösterilip para getirebiliyordu. “Sesli, sözlü, şarkılı” filmle birlikte “dublaj” yönteminin de ortaya çıkması filme rağbeti evrenselleştiriyordu. Amerikan filmleri için İngiltere zaten biçilmiş kaftandı, çünkü bu iki ülke aynı dili konuşuyordu. Aynı dili konuşan ülkelerde de yerel dile çevrilmiş filmler büyük iş yapıyordu. Bu nedenle, film şirketleri kısa zamanda milyonlara kavuşmuşlardır.
“Para akıl, elbise yürüyüş üretir” diye bir atasözümüz vardır ya.
Buna uygun olarak filmciler, daha büyük kitleleri sinemalara çekmenin çabasına girişmişler ve filmleri daha kaliteli hale getirmişlerdir. Bunun sonucu olarak, orta sınıflar ve orta yaşlılar da filmlere gitme alışkanlığını kazanmışlardır.
FİLMLERDE GENÇLİK
Gençliğin, daha doğru bir deyimle, “gençler”in “doğal” güzelliğini kim yadsıyabilir?
Genç bir çiftin görüntüsü mü, yaşlı bir çiftinki mi seyirciyi daha çok etkiler?
Bunu çok iyi bilen filmciler, daha ilk günlerden başlayarak, filmlerinde başrolleri hep “çok yakışıklı, çok güzel” olanlara vermeye başlamışlardır. Bunun doğal sonucu, bütün dünyada “yıldız arama, yıldız bulup çıkarma” avı başlamıştır. Bu konuda çarpıcı ilk örnek erkekler için Rudolf Valentino, kadınlar için Greta Garbo olmuştur. Bilindiği gibi, Valentino İtalyan, Garbo İsveç asıllı idi.
Valentino (1895-1926), bir anda, yalnız Amerika’da değil, bütün ülkelerde, kadın erkek, bütün seyircilerin “put”u haline gelmiştir. Bunun doğal sonucu “star sistemi”nin ortaya çıkması olmuştur; yani, birbirinden güzel, birbirinden yakışıklı gençler bulup seyircinin sevgilisi haline getirmek, sonra bunları astronomik ücretlere şirketlere bağlamak ve yalnız kendi filmlerinde oynatmak. Konuk artist olarak başka şirketlerin filmlerinde oynamaları için başvurulması halinde genci, yine astronomik ücretler karşılığında kiraya vermek. Yani bir tür “genç” ticareti. Valentino’nun oynadığı filmlerin hasılat rekorları kırması, rakip film şirketlerini, başka “Valentino”lar aramaya itmiştir.
Yine İtalyan asıllı Ramon Novarro’nun bulunup yıldızlaştırılması bu çabaların sonucu olmuştur. Bunları, sinemanın başka büyük adları izlemiştir.
Gençler sinemaya yalnız yüz güzellikleri ile değil, çeviklikleriyle de katkıda bulunuyorlardı. “Vur-kırlı, atlamalı, sıçramalı” filmler genç insan istiyordu. Vakıa, ayda milyonlarca dolar ödenen yıldızların canlarının tehlikeye sokulmaması için “dublör” sistemi bulunmuştu. Fakat, artistin de bir dereceye kadar bir şeyler yapması gerekiyordu. Bu tür filmlerin en güzel örneği “Tarzan” filmleridir. On kadar Tarzan çıkarılmış, bunların yanına güzel kızlar, hatta güzel çocuklar katılmıştır. Böylece gençler sadece yüz güzellikleriyle değil vücut güzellikleriyle de büyük ilgiye konu olmuştur.
FİLMLERİN GENÇLERE ETKİSİ
Gençlerin bu kadar çekici hale getirilmesi bunların seyirci gençlere, yalnız gençlere değil orta yaşlılara da örnek olması sonucunu doğurmuştur. Hollywood’un genç ve güzel yüz avına çıkması, dünya gençlerinin Hollywood’a akması modasına yol açmıştır. Bütün ülkelerden binlerce, yüzbinlerce genç, şöhret olmak için Hollywood çılgınlığına tutulmuştur. Bu durum ülkemizde de görülmüştür. 20’li yılların ortalarından 30’lu yılların ortalarına kadar hemen bütün Türk gençlerinin gözü Hollywood’da idi. Bunlardan bazıları ellerine geçirdikleri paralarla gizlice sinema başkentinin yolunu tutuyor, fakat orada sefaletin uçurumuna düşüyordu.
Hollywood tutkusu rahmetli Ahmet Yesari’nin (1895-1945) “Su Sinekleri” adlı romanında gençlerimiz açısından dile getirilmiştir.
Hollywood’un “gençlere” büyük etkileri yalnız kendilerini oraya çekmede değil, giyim-kuşam, saç, bıyık, favori bırakmada da görülmüştür.
- Uzun favori,
- Douglas bıyık modası,
- saçları ortadan ikiye ayırıp tarama modası hep Hollywoodlu artistleri taklitten ortaya çıkmıştır.
Asi gençlerin ortaya çıkışında James Dean’in mi rolü olmuştur?
Yoksa bu gencin filmleri, bu hareketi hızlandırmış mıdır?
- Bizde “Aysel” adı Fitaş’ın çevirdiği “Bataklı Damın Kızı Aysel” filminden sonra yaygınlaşmıştır.
- “Cici Berber” adlı birçok berber dükkânı “Cici Berber” filminin oynadığı zamanların anısıdır.
- Bir “Sayanora” filmi İstanbul’da bir semt çayevine adını vermiştir.
Bir Zigito, bir Şarlo, gençleri az mı etkilemiştir. 20’li ve 30’lu yılların başlarında çocuklar Şarlo gibi paytak paytak yürüyerek arkadaşlarını güldürürlerdi. Laurel ve Hardy filmleri Türkiye’deki ünlerini büyük ölçüde rahmetli Ferdi Tayfur’un tatlı konuşmasından almıştır.
FİLMCİLİKTE GENÇLEŞME
Filmcilik, “körle yatan şaşı kalkar” atasözümüze uyarak, yani, hep gençleri hedef aldığı, gençlerle uğraştığı içindir ki varlığını “gençleşme” ile koruyabilmiştir.
Filmcilikte ilk gençleşme kısa filmden konulu filme geçişle başlamıştır. İlk günler, hareket eden her şey film konusu oluyordu. O zaman için resmin hareket etmesi en büyük olaydı; ağaçların rüzgârda sallanması, dalgaların kıyılara çarpması, bir caddede arabaların geçişi gibi...
Bir süre sonra bunlar bıkkınlık getirince film yapımcıları konulu filmleri ortaya çıkarmışlardır. Bu dönem “sessiz film” dönemidir. Zamanla, bu da bıkkınlık vermeye başlamıştır; çünkü sessiz film hem konuşamıyor; hem de kesintili hareketlerle öykü anlatıyordu. Böylece filmde ikinci gençleşme, bu sakıncaların kaldırılmasıyla oldu. Filmler seslendi.
23 Ekim 1927’de halka sunulan “Caz Şarkıcısı” (Jazz Singer) filmi ilk sesli film değil, başarılı ilk sesli film olmuştur. Bu arada sinema şeridi hazırlama tekniğinde ilerlemeler, hareketleri doğal hale getirmiştir (saniyede 24 kare).
Filmcilikte üçüncü gençleşme “renk” ile başlamıştır. Bunu geniş sahne tekniği izlemiştir. Üç boyutlu film denemeleri dördüncü gençleşme olacakken olamamıştır.
Atlas Sineması’nda 30 yıl kadar önce gösterilen “Mumyalar Müzesi” özel gözlüklerle 3 boyutlu olabiliyordu.
Fakat aynı gözlüğün, müşteriye girişte verilip çıkışta alınması güçlüğü yanında gözden göze hastalık taşıma tehlikesi de vardı. Bu işin kolay yanı henüz bulunamamıştır.
Televizyon rekabeti, filmciliği yeni gençleşme girişimlerine itmiştir. Film şirketlerinin başına, gençleri daha iyi anlayabilecek gençlerin getirilmesi; uzay gibi gençlerin çok ilgilendiği bir konunun filmlere aktarılması, pahalı stüdyolar yerine, bizde olduğu gibi, “doğal dekor”da film çekilmesi, filmde virgül, nokta, noktalı virgül, iki nokta üst üste, soru işareti, ünlem işareti, parantez anlamlarına gelen “geçişler”in hemen her filmde yenilerinin bulunması gibi...
Örneğin “gerçek” sahneden “rüya” sahnesine veya “anılara” geçişte, filmcilerimizin “fondü” dedikleri “sahne içinde sahne eritilmesi” gibi bıkkınlık vermiş yöntemler yerine başka yöntemlerin bulunması gibi. Bunlar anlatıma kıvraklık veriyordu.
Pahalı stüdyoların yerini, bugün iki, hatta üç katlı dev otobüsler almıştır. En üst katta artistlerle teknisyenler yaşamakta, yatıp kalkmakta, ikinci katta bazı gerekli dekorlar, giysiler saklanmakta, birinci katta da laboratuvarlar bulunmaktadır. Gündüz çekilen film hemen oracıkta görülüp kontrol edilmekte, iyi olmamışsa yeniden çekilmekte; montaj, senkron, jenerik hemen hazırlanmakta ve böylece de Merkez’e, hazır bir filmle dönülmektedir.
Gençleşme, yalnız filmcilik için değil bütün sanat kolları için, şaşmaz bir kuraldır. Filmcilik tiyatroyu kaldıramamıştır. Radyo, plağın pabucunu dama atamamıştır. Çünkü, tiyatro kendisini toparlamasını bilmiştir. Bir tek şarkı için tepsi büyüklüğündeki plak yerine “bir plakta beş-on şarkı” yolu bulunmuştur. Bunu teyp bantları ve manyetik ses kayıt yöntemleri izlemiştir.
Bugün filmcilik de, televizyon karşısındaki durumunu, ona karşı çıkmakla değil, onunla elele verme yoluyla kurtarmıştır. Dizi filmler bu gelişmenin sonucudur. Televizyonda aylar süren bir dizi filmin bir haftada, belki daha da az bir sürede çekilmesi, “artist, teknisyen ve malzeme” zamanlamasının ideal denecek incelikte daha senaryo aşamasında birleştirilmesiyle mümkün olmaktadır.
Hangi sahnelerde, hangi artistler, kimlerle oynayacak?
Bu iş için hangi teknisyenlere ve hangi malzemelere gereksinme duyulacak?
Bunlar daha senaryo aşamasında saptanıp ilgililer çağrılmakta ve altı aylık bir dizideki filmlerde oynayacakların işleri birkaç günde bitirilmektedir.
Aslına bakılırsa, “dizicilik” yeni bir şey de sayılamaz.
Düztaban Basti Bacak (Pat ve Pataşon) filmlerinin çoğu dizi filmi gibi çekilirdi:
“32 kısım tekmili birden” sözü o zamanlardan kalmadır.
Televizyon rekabeti bu unutulmuş yöntemi, daha da verimli olarak, gündeme getirmiştir.
Sinemada gençleşme son olmayacaktır.
Vehbi Belgil | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 64 - 15 Ocak 1983
___________________________________________________________________________________
Dünya Sineması, özellikle Hollywood, bebekliğe doğru kayarken
sinemamız yaşlı bir çınar gibi kuruyor
Sinema ve gençlik...
Kuşkusuz sanatların en genci olan sinemayla gençlik sözcüğünün biraraya gelişi son denli doğaldır. Tarihi bir yüzyılı bile bulmayan ve uzun süren bir ‘çocukluk’ döneminden sonra erişkin ve olgun bir sanat dalı haline gelen sinema, diğer sanatlarla kıyaslanamayacak ölçüde genç bir sanattır. Bunun yanısıra sinema gençlere seslenen, diğer sanat dallarından daha çok gençlere seslenen bir alan olma özelliğine sahip. Burada sayılar yok elimde, ama dünyada tüm sinema seyircisinin gitgide daha gençleşen bir seyirci olduğu biliniyor. Bu olgu, özellikle sayılara ve istatistiklere düşkün gelişmiş ülkelerde sayısal kanıtlarla doğrulanabilir. Bizim gibi bu konularda pek meraklı olmayan ülkelerde ise kişisel gözlemlerle yetinmek gereği var.
Sinema, gençlere seslenme özelliğini özellikle son yıllarda pekiştirmiştir. Görsel alan teknolojisindeki son yılların ilerlemeleri, önce televizyon, sonra renkli televizyon ve en son olarak da video olayı, günümüz insanının artık onsuz yapamayacağı görsel eğlence olayını evlerin içine dek getirmiştir. Bu yüzden belli bir yaşın üstündeki kesimler, hemen her ülkede bu tür gereksinmelerini dışarıya çıkmadan, evde kalarak doyurmayı yeğlemektedirler. Oysa yaşı gereği, yaşamı, kendi yaşdaşlarıyla birlikte dışarda geçen genç kesimler, sinemayı da yaşdaşlarıyla birlikte yaşanan toplu bir eğlence, ortak bir tören biçiminde algılamayı sürdürüyorlar. Değişik düzeylerde olsa da birçok ülkede yaşanan bu gerçek, sinemanın yapısın ve özelliklerini günümüzde geniş biçimde değiştirmeye yüz tutmuş gözüküyor.
Artık filmlerin büyük çoğunluğu gençler için tasarlanıyor, yapılıyor. Özellikle Amerikan sinemasında bu çok belirgindir. Son yılların başarı kazanan hemen tüm filmleri, bir zamanların yetişkinlere yönelik dramlarının, ince eleştirilerle bezeli güldürülerinin, toplumsal irdelemelerinin yerini almış, daha kolay algılanabilecek ve daha kolay ve ucuz etkilerle donanmış, biraz ‘grotesk’ yapımlardır. Tüm o bilim-kurgu fantezileri, korku filmleri, fantastik yapımlar, şiddete prim veren serüvenler, gençliğe yönelik müzik ve konser filmleri, hep belli bir yaşa seslenmektedir.
Belli bir yaş derken de iyice anlaşalım:
Bu yaş ‘gençlik’ sözünün akla getirdiği 20’li yaşlar değildir, daha çok Amerikalıların “teen-ager” dediği yaşlardır, yani 10-20 arasında uzanan ilk gençlik dönemi...
Büyük ölçüde ticarî olması istenen tüm büyük ve pahalı projeler, bu yaş kesimine göre tasarlanıp çevrilmektedir.
- “Jaws”,
- “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar”,
- “Yıldız Savaşları”,
- “İmparator”,
- “Gizli Define Avcıları”,
- “Poltergeist”,
- “Superman”,
- “Konan”,
- “Barbarlar” gibi son yılların tüm ‘süper’ filmleri, bu yaş kesiminin beğenisini ve psişik özelliklerini göze alarak çevrilmiştir.
Aynı biçimde, kurbanları hep gençler arasından seçilen son yılların çığ gibi artan ‘korku filmleri’,
- “Yabancı-Helloween”,
- “13. Gün”,
- “Sis”,
- “Çığlık”,
- “Dehşet Treni”,
- “Balo Gecesi”,
- “Suspiria” ve sayısız benzerleri, yine gençliğe yönelik filmlerdir.
Diğer yandan, geçmiş yılların müzikallerini estetik düzeyde mumla aratan müzikaller,
- “Grease”,
- “Grease 2”,
- “Xanadou”,
- “Cumartesi Gecesi Ateşi”, vs.,
gençlerin ilişkilerini konu olarak alan gözü yaşlı aşk filmleri
- “Affedilmeyenler”,
- “Mavi Göl”,
- “Cennet”
veya çocukların çevresinde dönen aile dramları
- “Şampiyon”,
- “Kramer Kramer’e Karşı”,
- “Sıradan İnsanlar”,
- “6 Hafta”, vs. yine belli bir yaş kesimine yöneliktir.
1982 yılının süper filmi, tüm dünyada yeni bir moda yaratan “E.T.”nin kahramanının yeni-yetme bir oğlan çocuğu olması ise, ilk-gençlere yönelik bir yapım politikasının en görkemli bir örneğidir.
Asıl ilginç olan, Amerikan yapımcılarının Amerikan gençliğinin, o da belli bir yaş kesimini hedef alan bu yapımlarının, sonuç olarak tüm dünyaya sinemanın en iyi, en önemli örnekleri diye sunulması ve büyük reklamlarla pazarlanmasıdır.
Böylece biz, uzak ülkelerin aklıbaşında olduğu varsayılabilecek seyircileri de,
13-14 yaşındaki Amerikan veletleri için hazırlanmış ve pazarlanmış filmleri izlemek,
izlemek ne sözcük, onları aylarca, yıllarca merakla beklemek, özlemek durumunda kalıyoruz.
Bu, sinema yoluyla tüm dünya seyircisine uygulanan bir ‘gençleştirme kürü’ müdür?
Yoksa Hollywood’un parasal amaçlarına yönelik, ama sonuç olarak bu amaçları aşan ve dünya sinemaları ve sinema seyircisi üzerinde, Amerikan kültür emperyalizminin tam bir hegemonyasını kurmaya yol açan önemli, ciddî bir olgu mu?
Düşünmeye, tartışmaya değer...
BEYAZPERDENİN YENİ ELEKTRONİK KAHRAMANLARI
Aynı biçimde, sinemanın türleri de, yapımcı ve yönetmenlerin yaşları da değişmekte, gençleşmektedir. Yeni uygulamaya konulan, elektronik yöntemlerle film hazırlama ve elektronik film kişileri yaratma olayı, bu yeni-yetmelere yönelik sinema niteliğini hızlandırmaktadır.
Bir örneğini en son “İmparator” filminin küçük ve sevimli yaratığı, Jedi ermişi Yoda’da gördüğümüz, elektronik yöntemlerle yaratılıp hareket ettirilen bu garip yaratıklar, şu günlerde büyük reklamlarla hazırlanıp piyasaya çıkarılan “Tron”, “Karanlık Kristal” gibi filmlerde de boy göstermektedir.
“E.T.”nin ünü dünyayı tutan küçük uzay yaratığından sonra artık perdede bu tür alışılmamış yaratıkları sık sık görmemiz kaçınılmazdı zaten...
Böylece bu filmlerin ‘masal’ niteliği günden güne pekişmekte, yeni-yetmeler için hazırlanan masallar ise, canı sıkılan ve sürekli yenilik peşinde koşan daha büyüklere de uygun geldiğinden, bunlar “büyükler için masallar”a dönüşmekte ve inanılmaz seyirci yığınlarını karanlık salonlara çekmektedirler. Böylece günümüzde sinema gitgide gençleşmekte, giderek çocuklaşmaktadır.
Bugünün yönetmenlerinin yaşları da gitgide küçülmektedir.
- Coppola 43,
- George Lucas 38,
- Spielberg 37 yaşındadır.
Amerikan sinemasının şöyle-böyle 7-8 yıldır en önemli sinemacıları arasında sayılan bu isimlerin yaşlarının, bulundukları yere oranla çok genç olduğu kuşku götürmez. Bu ve benzeri isimler konusunda kuşkusuz ‘deha’dan, ‘harika çocukluk’tan sözedilebilir. Ama temel sorun, bu yönetmenlerin gençlikleri içinde gençlere ve yeni-yetmelere seslenen filmleri daha iyi düşünmüş, kavramış ve gerçekleştirmiş olmalarıdır bence...
Amerikan sinemasındaki gençleşme olayı, görüldüğü gibi seyirciden yönetmene (veya tersi) uzanan bir zincirin oluşturduğu bir olaydır.
TÜRK SİNEMASI: YAŞLILARDAN GENÇLERE YER YOK
Dünya sinemasında bu ölçüde bir gençleşme olayı pek görülmüyor. Birçok ülkede eski isimler hâlâ işin başındadır. Yürürlükteki ilk filmlere yardım (hasılat üzerinden kredi) sistemiyle ilk filmlerini yapacak yeni yeteneklere fırsat tanımada büyük aşamalar kaydeden bir Fransa bunun dışında sayılabilir. Ama hiçbir sinemada, yeni isimlere ve yeteneklere Türk sinemasındaki denli zorluk çıkarıldığı da görülmüş değildir. Türk sinemasının donup kalmış yapısı, bir türlü topluma, toplumun beklentilerine ve gelişimlerine ayak uyduramayan temposu, kuşkusuz büyük ölçüde sinemamızdaki taze kan eksikliğiyle bağıntılıdır.
Sinemamızda yaklaşık 30 yıldır iş başında olup hep aynı filmleri yapan, kendilerinden artık hiçbir şey beklenemeyecek ve de zaten beklenmeyen bir sürü isim sayılabilir. Bunlar, hâlâ yılda 3-5 film temposuyla çalışmakta, zaman zaman TV’de de arz-ı endam ederek seyirciyi canından bezdirmektedirler. Gençler ise filmlerini yapmak için büyük zorluklarla, engellemelerle karşılaşmaktadırlar.
Bırakınız en yenileri, orta kuşak için de bu zorluk sözkonusudur.
- Düşünmek gerekir ki Zeki Ökten gibi bir yönetmen, “Sürü” ve “Düşman” gibi sinemamızı dışarı açan, her yerde ödüller alan iki filmi yönettikten sonra yeni filmi “Faize Hücum”u yönetmek için üç yıl beklemek zorunda kalmıştır.
Sinema bezirganlarının film üstüne film yaptıkları, ortalığı arabesklerin, pespaye güldürülerin, ahlı vahlı melodramların kapladığı üç yıl boyunca oturmuştur Ökten.
- Feyzi Tuna’nın “Seninle Son Defa”sıyla “Seni Kalbime Gömdüm”ünün arasında altı yıla yakın zaman geçmiştir.
Sinemamıza son yıllarda taze kan getiren filmlerin yönetmenleri, hep benzer zorluklarla karşılaşmışlardır:
- Erden Kıral,
- Ali Özgentürk,
- Yavuz Özkan,
- Korhan Yurtsever,
- Ömer Kavur,
- Sinan Çetin, vs.
Sinemamız kemikleşmiş yapısıyla gençlere fırsat vermede isteksiz davranmakta, işbaşındakiler yenilere yer açmak için kımıldamak istememekte, yeni fikirlere, taze projelere yatırım yapacak yürekli yapımcılar pek az çıkmakta, devlet ise bu konuda en küçük bir yüreklendirme, destek sağlamaya bile gönüllü gözükmemektedir. Sinemamızdaki gençleşme ise, böylece bir türlü gerçekleşmeyen bir başka bahar düşü olup çıkmaktadır...
Amerikan sinemasındaki gençleşmenin, sinemanın ‘akıl yaşı’nı da küçülten, sinemayı çağdaş, olgun, yetişkin ve sorumlu bir sanat alanı olmaktan alıp güncel teknolojik masallar anlatmaya götüren bir akım olduğunu ortaya koymaya çalıştık.
Türk sinemasını, Allah’a şükür, böyle bir tehlike beklemiyor, çünkü sinemamızda ‘masal düşkünü’ çocukların egemen olması olasılığı yok.
Ama buna karşılık sinemamızı başka türlü bir tehlike bekliyor:
Kemikleşme, kısırlaşma, yeni, taze fikirlerden, yeni yeteneklerden, yürekli atılımlardan yoksun kalarak tıknefesleşme, kalıplaşma, donup kalma tehlikesi.
Kuşkusuz bu tehlikeler ‘akıl yaşı’nın küçülmesinden daha ciddî ve önemli değil...
Amerikan sineması belki giderek bebekleşirken, bizim sinemamız ise yüzyıllık bir çınar gibi yaşlılıktan ölüp gidecek.
Yazık değil mi?
Sinemamıza elbirliğiyle bir gençlik aşısı yapmanın zamanı gelip de geçmiyor mu?
Atilla Dorsay | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 64 - 15 Ocak 1983
___________________________________________________________________________________
«Balyoz» ve «Özgürlük»
Baharı simgeleyen kuşlar gibiydiniz. Her türden, her cinsten. Yoksul ve kerpiç köy evlerinin kırlangıçları da vardı aranızda, kentlerin yeniyetme horozları da. Bozkır turnaları, dağların kartalları, şahinleri, sokakların gösterişsiz serçeleri, açık deniz martıları. Sanki aynı nisan mayıs güneşlerinin aydınlığı ile ışırdı yüzünüz. Bu yüzden birbirinize benzerdiniz gene de. Gözlerinizdeki şaşkınlık, merak ve umuttan tanırdık sizleri. Bir de aranızdaki sınıf farklarını silen giysilerinizden. Kız erkek, kadife pantolonlar, kotlar giyerdiniz. Ayaklarınızda hem ucuz hem pratik botlar, lastik ayakkaplar. Bir kazak, bir mont ya da bir parka gecenin ayazında sizi sıcak tutardı. Büyük kentlerin sokaklarını doldururdunuz. Günün tuhaf saatlerinde. Sabahları ortalık henüz alacakaranlıkken ya da geç vakit, geceyarıları. Ellerinizde kitaplar, çantalar, banliyö istasyonlarına çıkan dar yollardan, otobüs duraklarından tartışarak geçerdiniz. Durmadan tartışırdınız. Kaldığınız evler ve yurtlar, okullarınız, gittiğiniz kantinler ve lokaller, yaşadığınız kent, ülke ve yeryüzü sanki büyük bir forumdu. Durmadan yer değiştirirdiniz. Bilinmez bir içgüdüyle ağaç dallarında sürekli yer değiştiren sakalar gibi. Yeryüzünü de aynı hızla değiştirmek isterdiniz. Kolları ve paçaları tarazlanmış, hızlı boy attığınız için kısalmış giysilerinizin ceplerinde pek para bulunmazdı ama gene de kitaplar satılır, tiyatrolar, sinemalar dolardı.
Sinemaya ilginizi, Sinematek’teki, sinema kulüplerindeki tartışmalardan bilirim. Biz, sinema yazarları, yönetmenler, senaristler biraz kızardık size.
Tatlı tatlı giden konuşmaların bir yerinde, salonun bir köşesinden parmak kaldırır, utangaç ama cesur ve tok bir sesle karşı çıkardınız:
“Çözüm nerede?” diye sorardınız çoğu kez.
“Bir gerçeği saptamakla yetinecek miyiz?”
Toplumsal yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi sinemada da ince denge ve kâr hesaplarına, biçim oyunlarına, kariyer kaygılarına aklınız ermezdi. Bu yüzden her yerde yadırganırdınız. Sorularınızın pervasızlığı bizdeki sadist duyguları kamçılardı. Susturmak isterdik nice hoşgörülü olursak olalım. Çünkü her yerde, her türlü rahatlığı bozuyordunuz. Hele bu yüzlerce yıllık otokrat, rahatına düşkün ve sert toplumda. Bir de aceleciydiniz.
Bir şenlikte gösterdiğimiz “Balyoz” adlı kısa Yugoslav filmini hatırlıyor musunuz?
Hani bir “civciv fabrikası”nı anlatan?
“Çağdaş” (!) yöntemlerle her gün binlerce civciv üreten bir işletmeyi gösterir bize film. Üzerinden binlerce civcivin geçtiği geniş bir bant’ın iki yanında “kapo”ları andıran seçici kadınlar durur ve “sağlam” civcivleri ayırırlar. “Bozuk”, sakat ve ölü civcivler bantta bırakılır ve az ilerde yumurta kabuklarıyla karışık olarak bir büyük varile dökülürler. Batın üzerinde sapsarı, birer küçük ışık yumağı gibi yavrular, yaşamak için titreyerek seçilmeyi beklerler.
Birden bir kara civciv görünür aralarında. Sapasağlamdır ama “kurala uygun değil”. Acımasız bir el iterek bant üzerinde bırakır onu. Yürüyen bant, civcivi uçuruma götürmektedir. Geriye doğru hızla koşar civciv. Kurtulmak için. Eller yeniden iter onu. “Sen kuralları bozuyorsun. Git...” Bu umutsuz çaba, küçük civciv yumurta kabukları ile birlikte varile düşünceye kadar sürer. Sonra üstüne, düzenli aralıklarla işleyen bir balyoz iner. Varilde çok yer kaplamasın diye.
Filmin sonu umutsuz değil. Avluda, arabaları yüklenmek için bekletilen varillerden birinde kimsenin farketmediği bir kıpırtı. Kara civciv, yumurta kabuklarının arasından başını çıkarır. Atlar varilden ve güneşe uzanan aydınlık bir yolda koşmaya başlar.
Düş mü gerçek mi, kimbilir?
Filmin yönetmeni A. İliç’le tanışmak, dost olmak fırsatını buldum. Sakin, ağırbaşlı, orta yaşlı bir sanatçıydı.
İlk sorum şu oldu:
“Kara civcivin, bant üzerinde itilerek bırakılınca, geriye doğru koşup kurtulmaya çalışmasını nasıl sağladınız?”
Gülerek yüzüme baktı:
“Civcivler de sıcaklığa ve sevgiye doğru koşarlar” dedi.
“Kara civciv bantın üstüne gelince, filmde göstermediğimiz kısa bir sürede, seçici kadınlardan biri onu sıcak avucunda bir an tutarak okşadı. Sonra onu bıraktığında, hatta eliyle ittiğinde, gene de koşup durdu bu dost sandığı sıcaklığa civciv. Civcivi aldatmak zorunda kaldığımız için üzüntü duyuyorum. Ama ne yapalım, seyirciye istediğimiz mesajı vermek için hile yapmak zorundaydık. Ayrıca küçükler ne kadar kolay aldanıyorlar...”
Yönetmen A. İliç’le, Sıraserviler’de bir lokantada uzun uzun konuştuk o akşam. Bizim “kelaynak kuşları” ile de ilgilendi. Çünkü kuşlar, uzmanlık alanıydı onun. Söyleşirken birden yıllar önceye gitti kafamdaki çağrışımlar.
Krakow Kısa Film Şenliği’nde gene kuşlarla ilgili bir belgesel seyretmiştim. Bir korulukta, tirolien şapkalı, buz suratlı bir avcı, bir teknisyenin titizliği ile sakalara, isketelere tuzak kuruyor, küçük kuşları yakalayarak büyük bir kafese kapatıyordu. Film, yakalanan kuşlardan birinin kafes içindeki gerçek öyküsüydü.
Acaba Bay İliç, “Özgürlük” adını taşıyan bu belgeseli görmüş müydü?
Yönetmen gene gülümsedi. “O filmi ben yaptım” dedi.
Neyse, niyetim sizlere filmler anlatmak değildi. Sokaklarda, arabalarda, gece kulüplerinde ve diskotek kapılarında, lüks semtlerin sinemalarında giysileri, tavırları, gülüşleri sizlere hiç benzemeyen bir sürü genç insanla karşılaşıyorum. Özellikle benim sık sık gittiğim sinemalarda. Ama sizleri göremiyorum. Filmleri ve yeryüzünü doğru dürüst tartıştığımız yok.
Ne oldu size?
Nerdesiniz?
Onat Kutlar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 64 - 15 Ocak 1983
___________________________________________________________________________________
Sinema Canavarı’na Karşı Eleştirel Yaklaşım
“Bugün birçok eğitimci ve ana baba, filmlerin çocukların üzerindeki olumsuz etkileri karşısında ‘eyleme geçmek’ gereksinimini duymaktadırlar. Genelde filmler açık açık genel aktöreye karşı düşünce ve görüşler dile getirmezler ve gangsterlerin veya kötü kişilerin yanında yer almazlar, fakat birçok kişi ve özellikle eğitimciler, günümüzde izlenen birçok filmin, yeterli olgunluğa erişmemiş izleyiciler üzerinde, duygusal veya düşünsel alanda olumsuz etkiler yapan bir ‘hava’ yarattığı kanısındalar.
Gerçekten de, bize sinemanın çizdiği dünya ender olarak gerçekliğe sadıktır. Öylesine ki, birçok film deneyimsiz veya eleştirel bir düşünce yapısında olmayan bir kişide, suçluluk ve cinselliğin dünyadaki en etkin şeyler olduğu izlenimini uyandırabilir.
- Kahramanların çoğunun amaçları iş başarısı, para, ün veya güçlülüktür.
- Duygusal unsurlar çoğunlukla düşünceye ağır basmakta, filmin sonu ise izleyicinin aklından çok duygularının doyumuna yönelmektedir.
- Güçlü veya güzel olmak, genellikle akıllı veya kişilikli olmaya yeğlenmektedir.
- Filmin konusu çoğunlukla günlük yaşamdan uzak yerlerde, yani uçsuz bucaksız kırlar veya lüks gece kulüpleri, boks ringleri veya at yarışları, şatafatlı saraylar veya zengin apartman dairelerinde geçmektedir.
- Filmin kahramanlarından çoğu da öyle zengindir ki çalışmaya gerek bile duymazlar.”
Bu betimlemeler 1961 yılında UNESCO’nun yayımladığı, “Sinema Eğitimi” adlı yapıtın ilk paragraflarından. Yazar J.M.L. Peters, tüm bu olumsuzluklara karşın sinemanın kültürel gücünden yararlanmak için tek yolun kesinlikle sansür değil, özellikle genç kuşaklarda eleştirel bir yaklaşımın yerleştirilmesi için yaygın bir sinema eğitimi olduğunu savunuyor.
Yirmi yıldan fazla geçmiş aradan. Dünya sinema sanayii inadına azmış sanki. Daha da kötüsü, yukarıda nitelenen biçimde yapıtlar, televizyon aracılığı ile ev halkından yapmış J.R. ve Sue Ellen gibi tipleri. Şiddet, sinema izleyicisini sinemalara çekmenin en has yemi olmuş, saldırgan bir cinselliği de koluna takarak.
“ÇOCUKLAŞTIRILMIŞ POP KÜLTÜRÜ”
Bu bombardıman karşısında hangi sinema eğitimi?
Hangi eleştirel yaklaşım yeteneği?
Bırakın gençlere en yaşamsal konularda bile değil eleştiri, söz hakkı bile vermeyen toplumumuzu, yakından izlediğim Batı toplumunun gelişmiş ülkelerinde de bu eleştirel yaklaşıma gençler bir yana, aydınlar arasında bile rastlamak çok zor.
Tecimsel sinema oyununun kurallarını belirleyen Hollywood da aslında çok uluslu şirketlerin kültür müşaviri.
Şaka değil bu. Amerika’nın en büyük film şirketlerinden biri Coca Cola’nın denetiminde şimdi.
Dünya gençliğinin mutluluğunu bir bardak kafeinli ve şekerli suya bağlayan bir şirketten kültürel alanda nasıl bir yaklaşım bekleyebiliriz ki?
Yanıtı geçen yıl, “Dünyayı Hollywood mu Yönetiyor?” diye soran sayısında yine bir Amerikan dergisi, Newsweek vermişti:
“Çocuklaştırılmış Pop Kültürü” diye.
Bu yanıtın yankısı da bir geldi ki. Breh breh breh.
“E.T.”
Bir ayda Fransa’da dört milyon kişi görmüş. Gören bir daha görüyor bu uzay yaratığını. Sağdan sola, soldan sağa tüm sinema eleştirmenleri hayran bu “dostluk” masalına.
Kim demişti unuttum, “Vay o dünyaya ki, dostluk ve sevgi için uzaylılara gereksinimi vardır.”
İşte bugün tüm toplumsal değerlerinden arıtılmış ve soyutlanmış Batı ülkeleri gençlerine, liderleri olan ülkeden gönderilenler:
- Coca Cola,
- McDonald ve
- E.T.
Bunlar uysal ve edilgen gençler için.
Biraz daha hırslı ve sinirli, daha saldırgan veya asi iseniz, yani delikanlı iseniz, sizi de ilgilendirecek olan, dehşet ve “Yıldızlar Savaşı” var. “Mad Max 2” veya “Blade Runner” gibi filmlerde kana doymayacak, “Poltergeiste” veya “Şey” filmlerinde dehşet dalgalarında yükselecek ve her türlü uzay filminde sinema tekniğinin en son trükaj(hile)larına hayran olacaksınız. Artık öyle bir dönemdeyiz ki en çok gözbağcılığı yapan en iyi sinemacı oluyor. Bu mantıkla en iyi gözü bağlanan da en iyi izleyici.
Nerde kaldı “eleştirel yaklaşım”ı gençliğin?
SON ÖRNEK
Son örnek de Miki Fare’nin yaratıcısı Walt Disney’in adını taşıyan yapımevinin filmi “Tron”. Elektronik’ten türetilen bu sözcüğün adını taşıyan film, başımıza geleceklerin bitmediğinin kanıtı. Yapımevi, çocuklar için yaptığı korku (Ormanın Gözleri) ve tarihi serüven (Ateş Gölü Canavarı) filmlerinin uğradığı tecimsel başarısızlıktan sonra herhalde zararını kapatmak için yeni bir izleyici kitlesinin beğenisi doğrultusunda bir deneme yapmış. Paris’te tüm kahveleri dolduran elektronik savaş oyunlarının tutkunu olan gençler için, bu elektronik oyunu sinema ekranına aktarmış. Üstelik filmin on beş dakikası da, “insan eli değmeden”, bilgisayar ile çekilmiş. Bilgisayarlar üzerinde çalışan bir dahinin baş kontrola kızıp kendisini dezentegre ederek, küçük bir elektronik uygarlık olan programlar dünyasına girişini anlatıyor. Doğaldır ki, elektronik dünyasında da acımasız ve ölümcül bir rekabet söz konusu. Konuyu anlayıp anlamamak önemli değil. Renkler ve gözbağcılık numaralarının görkemi, filmin yapımcılarının hedef aldığı gençlik kesimini on ikiden vuruyor. Yani iyi iş yapıyor.
İşte genelde Batı gençliğine sunulan sinema dünyası. Büyük bir kesim kültürel gereksinimlerini yalnızca bu yapay dünyadan karşılıyorlar.
Bu arada özellikle taşralı gençler için hazırlanmış her ülkenin her ülkenin kendine göre, bir de ulusal pop kültürü var. Belmondo’lu “As’ların Ası” veya “Eğlenti 2” (La Boum 2) gibi filmler de yerel duygusal gereksinimleri karşılıyor Fransa’da.
Ve gençler kendilerine sunulan her şeyi deve hamuru gibi yutuyorlar ne yazık ki.
Filmlere kesilen bilet sayısı istatistiklerinden de, deneyimlerimizden de, çarpık değerlerin saniyede yirmi dört kare hesabıyla bombardıman ettiği gençlik kesiminde “eleştirel bir yaklaşım”a ne denli gereksinim olduğuna kesinlikle inanıyoruz.
Yavuzer Çetinkaya | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 64 - 15 Ocak 1983
___________________________________________________________________________________
Gençlerle Sinema Arasındaki İlişkilere Soyut Bir Yaklaşım
Gençler niçin sinemaya gidiyorlar?
Gördükleri filmleri nasıl değerlendiriyorlar?
Onlardan nasıl etkileniyorlar?
Sinema gençlerin yaşamında ne gibi değişikliklere, yeniliklere, gelişmelere ya da olumsuzluklara yol açıyor?
Bu gibi soruların yanıtları, bilindiği gibi, yabancı ülkelerde bilimsel araştırmalarla ortaya çıkarılmaya çalışılır. Üniversitelerin ilgili merkezleri çeşitli soruları içeren anketler düzenleyerek, sinema ile gençlik arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilere değgin gerçekleri saptar. Daha sonra da söz konusu anketlerle ilgili sonuçlar üzerinde yorumlar yapılır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde daha başka yollara da başvurulduğu bilinmektedir.
Hollywood’daki film şirketleri yeni çektikleri filmleri kimi zaman önceden hiç açıklamadan, reklam yapmadan ve herhangi bir yolla kamuoyuna duyurmadan genellikle kent merkezlerinin dışındaki sinema salonlarında gösterime sunarlar. Sinema izleyicilerine salt özel bir film gösterisinin yapılacağı bildirilir. Gösteriden önce de izleyicilere belli sorunları içeren küçük bir soru kâğıdı dağıtılır. Bu sorular bilimsel amaçlardan çok daha fazla tecimsel kaygılarla hazırlanmıştır. Filmi yapan şirketin tek amacı, ürününün tutup tutmayacağını ve gelir getirip getirmeyeceğini ölçmek ve aynı türde yapılması düşünülen diğer filmlerin özelliklerini de bu yolla önceden saptamaktır.
“Sneak Preview” (Türkçeye “Gelecek Programın Gizli Gösterisi” diye çevirebiliriz belki.) denilen bu gösterilerin izleyicilerini çoğunlukla gençler oluşturmaktadır. Böylece Hollywood’un sinema patronları gençlerin eğilimleri, beğenileri, düşleri ve düşünceleri hakkında çok yeterli ve değerli bilgiler aldıklarına inanırlar.
BİR ÖRNEK
Ali McGraw ve Ryan O’Neil’in oynadığı ünlü “Aşk Hikâyesi” adlı Amerikan filminin Amerika Birleşik Devletleri’nde ve gösterime girdiği hemen hemen her ülkede büyük gelir sağlamasının başlıca nedenleri arasında bu “sneak preview”ların ve gençler arasında yapılmış bir başka anketin bulunduğunu, ülkemizi 1971 yılında ziyaret eden San Francisco Film Şenliği’nin yöneticisi bana anlatmıştı.
“Aşk Hikâyesi” özellikle genç sinema izleyicilerine erişmeyi amaçlayan bir filmdi. Bu nedenle, filmi çekmeyi düşünen Hollywood’daki şirket, gençler arasında hiç de bilimsel yanı olmayan bir anket düzenledi.
Söz konusu ankette şöyle sorular vardı:
“İki genç arasındaki aşk hikâyesini içeren bir filmde kimin varlıklı bir aileye sahip olması size daha romantik gelir?
Kızın mı?
Yoksa oğlanın mı?”
(Anımsanacağı gibi, filmdeki genç erkek varlıklı bir ailedendir. Bu durum, senaryo yazarının seçimiyle değil, söz konusu anketin sonucuna göre saptanmıştır.)
“Filmdeki iki genci hangi ortamda görmek istersiniz?
Üniversite çağında mı?
Yoksa üniversiteden hemen sonraki bir çağda mı?”
(Yine anımsanacağı gibi, filmin her iki kahramanı önce üniversitede okumaktadırlar. Bir süre sonra, varlıklı ailenin baskısından ötürü de, genç adam çalışmaya başlar. Böylece, gelen yanıtlara uygun olarak, filmde hem öğrencilik çağının getirdiği romantik etkiler, hem de yaşam sorumluluğunu yüklenmenin verdiği güçlükler birbiri arkasına sıralanmıştır.)
Fakat herhalde anketin en önemli ve ilginç sorusu şudur:
“Filmin sonunda eğer kahramanlardan biri ölecekse, bu kim olmalıdır?
Genç kız mı?
Yoksa genç erkek mi?”
Bu soruya da “genç kız” diye verilen yanıtlar ağırlık kazanmış ve filmin sonunda hastalanarak ölen filmin kahramanlarından genç kız olmuştur. San Franciscolu şenlik yöneticisine göre ankete yanıt veren genç sinema izleyicileri, beyazperdede genç bir adamın yatakta hasta olarak görünmesini ve sonra da ölmesini “yeterince romantik” bulmamışlardı.
Yukarıda sözü edilen küçük örnek, elbette genç sinema izleyicilerine salt tecimsel açıdan verilen değeri gösteriyor. Genç izleyicilerin sinema ile ilgili özlemlerini, yargılarını, beklentilerini ve duygularını belli bir sömürü yoluyla da olsa öğrenmeye çalışan Hollywood’daki şirket böylece filminin “gişe geliri”ni güvence altına almaya çalışıyor.
Bu arada yine Amerikalı şenlik yöneticisinin yaptığı açıklamaya dayanarak şu noktayı da belirtmekte yarar var:
Hepimiz “Aşk Hikâyesi” romanının filmden bağımsız olarak yazıldığını ve sonra da bu romandan yola çıkılarak adı geçen filmin yapıldığını duymuşuzdur.
Oysa roman da yukarda sözü edilen ankete uygun olarak özellikle filmden önce,
ama böyle bir filmin yapılması da gözönünde bulundurularak yazdırılmıştır.
Film şirketi önce romanın geniş bir oyuncu kitlesi tarafından tutulmasını sağlamış,
sonra da bu geniş ilgiden de yararlanarak planının ikinci bölümünü gerçekleştirmiş ve filmi çekmiştir.
Bir başka anlatımla, genç sinema izleyicileri tecimsel bakımdan sömürülse de, bilimsel açıdan değerlendirilse de filmler üzerinde kaçınılmaz bir etki yaratmaktadırlar.
GENÇLER NİÇİN SİNEMAYA GİDİYOR?
Biz ülkemizde bu etkinin pek farkında değiliz. Belki yapımcılarımızla yapılacak konuşmalar, “Aşk Hikâyesi” örneğinde de rastladığımız kimi verilerin gözler önüne, yüzeysel de olsa, serilmesine yardımcılık edecektir. Fakat ülkemizdeki film yapımcılarının özellikle genç sinema izleyicilerini ön planda tutarak film hazırlamayı gözetebilecek bir durumda olduklarını hiç sanmıyorum. Sinemamızdaki kültürel düzeyin bu aşamaya geldiğini ileriye sürmek oldukça zor olsa gerek. Ama Türkiye’de çevrilen “seks filmleri”nin daha işin başından itibaren çocukları ve gençlik çağındaki erkekleri hedef aldığı da görmezlikten gelinemez.
Öte yanda, Türkiye’deki genç izleyicilerin sosyal yaşantıları üzerinde sinemanın etkilerini araştırmak, onların yeğlediği sinema ile ilgili değerleri öğrenmek ve bu konudaki alışkanlıklarını ölçmek çok daha önemli olsa gerek. Bu konuda yaş, cinsiyet, eğitim ve inanç ve gelenekler gibi öğelerin oynadığı rolleri araştırmak ortaya ilginç sonuçlar çıkarabilir.
Belki de önce “Gençler niçin sinemaya gidiyor?” diye sormanın yararı var.
Salt kendi öğrencilerimle yaptığım konuşmalardan ve oldukça dağınık bir biçimde elde ettiğim ve bilimsel dayanakları olmayan verilerden yola çıkarak vardığım izlenimlerimi şöyle sıralayabilirim:
Ülkemizde gençlik başlıca üç nedenle sinemaya gidiyor:
1. Birinci kümede sinemaya “bilinçli” olarak gidenler var.
Hemen hemen hepsi yerli ve yabancı filmleri seçerek sinema izlemeyi bir alışkanlık düzeyine çıkarmışlar. Bu gençlerin çoğu üniversite çağında. İzledikleri filmlerin basında çok az yer alan eleştirilerini de okuyorlar. Kimi zaman filmi görmeden önce bu eleştirilere başvuruyorlar. Ama yine hemen hemen hepsi yeterli bir seçim yapmanın güçlüğünden söz ediyor. Çünkü büyük bir çoğunun sinema ilgisi ve tutkusu var, ama sinema bilgisi yok.
Öyle öğrencilere rastladım ki, “bilinçli” olarak “iyi” filme gitmek istiyorlar ve bulabildikleri az sayıdaki “iyi” filmleri de izliyorlar. Fakat sinemayı yeterince tanımadıkları için de “iyi” filmin nesinin “iyi” olduğunu anlayamamanın üzüntüsünü yaşıyorlar. Aynı kümede yer alan öğrenciler ayrıca sinema açık oturumlarını ve sinemayla ilgili olarak yine az sayıda yapılan diğer etkinlikleri de izlemeye çalışıyorlar.
Fakat bu gibi etkileri izleyenlerin de yakındıkları noktalar aynı yerde toplanıyor:
Konuşmalarda ve açık oturumlarda üzerinde durulan konular yeterince açıklayıcı değil.
Bu izlenimlerin sonucunda ciddî sinema dergilerine, kitaplarına, sinema ile ilgili etkinliklere, basında sinema eleştirilerine ve okullarda sinema derslerine daha çok gereksinim olduğu anlaşılıyor. Ama bunların sayılarını artırmanın ne denli güç, hatta olanaksız olduğunu ayrıca belirtmeye gerek bile yok sanırım.
ZAMAN ÖLDÜRMEK İÇİN SİNEMAYA GİDENLER
2. Sinemaya giden gençlerin ikinci kümesini “zaman öldürmek” isteyenler oluşturuyor.
Bu gençlerin sinemayı bir “sanat dalı”, hatta “iyi bir eğlence” aracı olarak kabul edebildiklerini bile söyleyemeyiz. Hiçbiri “film seçmeyi” düşünmüyor. Amaç salt boş olan zamanı doldurmak. Aralarından kimileri sokakta amaçsız dolaşmakla sinemaya gitmeyi eşdeğerde bulduğunu da söylüyor.
İkinci kümede yer alan bir başka gençlik de var. Onlar film “seçerek” sinemaya gidiyorlar. Gerçek amaç yine “zaman öldürmek”, ama zaman öldürürken niçin “arabesk” müzikli filmlere gidilmesin? Çünkü aynı gençler -üniversite çağında da olsalar, kültürel ve sanatsal değerleri sezebilecek düzeyde de- evlerinde, öğrenci yurtlarında ya da kahvelerde bu tür müzik dinliyorlar. Kişisel sorunlar, işsizlik, geleceğe duyulan güvensizlik ve öğrenim kurumlarının yetersizliği onları “arabesk”e itmiş. Bu nedenleri ben uydurmuyorum ya da sezgilerim sonucu böyle bir yargıya varmış değilim. Kendileri söylüyor ve sıralıyor bu nedenleri. Genel umutsuzluğun sonucu “arabesk” oluyor böylece. Yine bu sonuçtan ötürü de sinemaya salt “zaman öldürmek” için ve “film seçmeden” giden gençlerin kimileri belki de pek sezmeden “gizli” bir seçim yapmak zorunluluğunu duyuyor ve “arabesk” filme yöneliyor. Eskiden “seks filmleri” için yapılan seçimin yerini şimdi “arabesk”in aldığı varsayımına belki de böylece ulaşabiliriz.
3. Üçüncü kümede ise sinemanın “karanlık ortamı”ndan yararlanan öğrenciler var. Genç kızlar ve genç erkekler...
Fırsat bulurlarsa öpüşmek, ama hiç olmazsa birbirlerine fiziksel bakımdan yakın olmak ve en azından el ele tutuşmak için gidiyorlar sinemaya. Onlar için filmlerin “nitelikli”si pek önemli değil. Arada sırada “film seçimi”ni önemsiyorlar ama, gerçek amaç “karanlıkta beraber olmak”. Bu nedenle de aralarında sinemaya “sanat dalı” olarak bakan çok az sayıda herhalde.
Genç kızlar arasında “salt merak ettikleri” için, seks filmlerine erkek arkadaşlarıyla çok ender gidenler de varmış. Ama “seks filmi” türüne girmemekle beraber, içinde oldukça açık saçık sevişme sahnelerinin bulunduğu filmleri özellikle seçen gençlerin sayısının da yüksek olduğu belirtiliyor. Bu türdeki filmlere genç kızlar rahatlıkla gidebiliyorlarmış artık. Ama tek başlarına gidenler yine azmış. Ya erkek arkadaşlarıyla ya da diğer kız arkadaşlarıyla birlikte gitmeyi uygun buluyorlarmış. Bir erkek öğrencinin gözlemine göre, içinde açık sahnenin bulunduğu filmleri birlikte izleyen genç kızlara arkadaşları daha “yakınlaşabiliyormuş”. Acaba ne dereceye değin doğruluk taşıyor bu gözlem?
Bir başka genç sinema izleyicisi de genç erkeklerin özellikle güldürü türündeki filmlerin kahramanlarıyla kendilerini özdeşleştirdiklerini ve onlar gibi gülüp, onlar gibi şakalar yapmaya çalıştıklarını söylüyor.
Salt izlenimlere ve kişisel gözlemlere dayanan bu veriler, ülkemizde gençlerin çok azının sinemayı ciddiye aldığını, sinemayı ciddiye alanların büyük bir çoğunluğunun ise sinemayı yeterince “anlayamadığını” gözler önüne sermiyor mu?
Bir zamanlar, üniversite düzeyinin altında yer alan okullarda bile “sinemayı anlatan” derslerin koyulması üzerinde durmuştuk. Gençlerimiz salt sinemayı “anlasınlar” ya da sinemayı bir “sanat dalı” olarak kabul etsinler diye değil... Aynı zamanda duygularını ve düşüncelerini birtakım görüntülerle anlatmasını ve bu birtakım görüntülerin altındaki ve arkasındaki anlamları yorumlamasını başararak sonuna yaklaştığımız yüzyılımızın gereklerine daha iyi uyum sağlayabilsinler diye de...
Ama gençlerle sinema arasındaki ilişkileri, ülkemizin içinde bulunduğu diğer bunalımlardan soyutlayabilmek de mümkün olamaz elbette.
Mahmut T. Öngören | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 64 - 15 Ocak 1983