Doğumunun 100. yılında
...hiçbir şeye gücüm yok, acılar dışında
“Bütün evin gürültüsünün ana karargâhı olan odamda oturuyorum. Tüm kapıların vurulduğunu işitiyorum, böylece hiç değilse kapılar arasında dolaşanların ayak seslerini duymaktan kurtuluyorum, ama mutfakta açılıp kapanan fırın kapağının gürültüsünü işitiyorum. Babam odamın kapılarını sanki yararcasına gecelik elbisesini yerde sürükleyerek gelip geçiyor, bitişik odada sobanın külünü kazıyorlar, Valli ön odadan kelimesi kelimesine babamın şapkasının temizlenip temizlenmediğini soruyor, benimle dost olmaya çalışan bu vızıltı, kendisini yanıtlayan bir haykırışı da karşılıyor. Sokak kapısının kilidi açılıyor, ve sonra gene hiç kimseyi umursamamanın son aşamasına varan sert, erkekçe bir hareketle kapanıyor. Baba evden çıktı, şimdi daha zarif, daha dağınık, daha umutsuz bir gürültü başlıyor, iki kanaryanın yönettiği gürültü. Daha önceleri de düşünmüştüm ama şimdi kanaryalar derken gene aklıma geliyor, acaba kapıyı azıcık aralasam, yılan gibi bitişik odaya sürünsem ve böylece yerden hiç kalkmayarak kızkardeşlerim ve dadılarından biraz sessiz olmalarını mı rica etsem.”
Franz Kafka
“Büyük Gürültü” adlı kısa öykü Franz Kafka’nın ailesi içinde kendini nasıl duyduğunun çok küçük bir kanıtı.
Yalnız mektup ve günlükleri 3000 sayfayı bulan,
kuşkusuz yüzyılımızın en büyük yazarı Franz Kafka, kavranması olanaksız gibi görünen bu yaşamı kavramamıza yardım eden en büyük kaynak.
3 Temmuz 1883’te Prag’da doğan Kafka, bu kentten her zaman ayrılmak istemişse de, seyahatleri ve sanatoryumdaki dinlenmeleri dışında, ancak yaşamının son yılında (1924) Berlin’e yerleşerek yaşamındaki son kadın, Dora Diamant ile birlikte oturmaya başlamıştır. 1930 yılları başında, Berlin Steglitz semtindeki bu evi basan gestapo, Kafka’nın bazı yazılarını götürür. Bu yapıtlar bugün yitik sayılıyor. 1935’te Almanya’da ilk kez baskısına başlanan tüm eserleri, ilkin engelleniyor, sonra da yasaklanıyor. Çekoslovakya Naziler tarafından işgal olunca, Kafka’nın üç kızkardeşi de temerküz kamplarında depo ediliyor ve orada öldürülüyorlar, birçok arkadaşı ve akrabası da aynı dehşeti yaşıyor.
3 Haziran 1924’te, henüz 41 yaşında veremden ölmesi, Kafka’yı belki de temerküz kamplarının dehşetinden korumuş olmuyor mu?
Naziler tarafından Kafka’nın kitaplığı da tahrip edilip yok olmuş ve bazı mektupları da gene yitmiştir.
Kafka, Milena’ya yazdığı mektuplardan birinde:
“Mektup yazmak, insanın kendisini merakla bekleyen hayaletlere açması demektir.
Yazıyla verilen öpüşmeler, hiçbir zaman yerini bulmaz, yolda hayaletler tarafından emilip bitirilir.”
- İki kez nişanlandığı Felice Bauer,
- daha sonra 1919’da nişanlandığı Julie Wohryzek,
- 1920’de tanıdığı ve sevdiği Milena ile ilişkileri hep mektup ilişkileridir.
Kendi deyimi ile, “bütün öpüşmelerini” hayaletlere vermiştir.
Yetişmesiyle ilgili yargılarını, Kafka’nın günlüğünden okuyalım:
“19 Temmuz 1910, uyudum, uyandım, uyudum, uyandım, ne sefil bir yaşam.
Geriye bakınca, beni yetiştirenlerin bazı yönlerde bana çok zararlı olduklarını söylemem gerek. Herhangi bir ıssız yörede, dağbaşındaki bir harabede yetiştirilmedim, böyle olsaydı sitem edecek bir tek sözcüğüm olmazdı. Gelmiş geçmiş bütün öğretmenlerimin bu durumu kavrayamayacağı tehlikesini de gözönüne alıyorum, keşke harabeler içinde yetişen bir insan olsaydım, yıkıntılar gelişigüzel duragelen duvarlara ve böylelikle bana her yönden yansıyan güneşin kasıp kavurduğu biri olsaydım, başlangıçta kendi niteliklerimin baskısıyla güçsüz de kalsam içimdeki yaban otunun gücüyle olumsuzlukları aşar, yetişir büyürdüm.
Düşününce, yetiştirilmemin bana çok zararlı olduğunu saptıyorum. Bu sitem, birçok insanadır, anama, babama, birkaç akrabaya, evimizin bazı konuklarına, bazı yazarlara, beni bir yıl boyunca okula götüren belli bir aşçı kadına, bir yığın öğretmene (bu öğretmenler yığınını sıkı sıkıya bastırmam gerek, yoksa yığının orasından burasından biri dökülebilir, ama bu yığını öylesine sıkı bastırdım ki, gene bazı yerinde çatlamalar oluyor), bir eğitim müfettişine, yavaş yürüyen yayalara, kısaca bu sitem bir hançer gibi tüm topluma yönelmektedir ve hiç kimse, bir kez daha yineliyorum hiç kimse bu hançerin birdenbire önden mi, arkadan mı, yandan mı saplanacağını bilemeyecektir.
Bu siteme kimsenin itirazını işitmek istemiyorum, çünkü artık fazlasıyla itiraz dinledim ve itirazlarda kendim de itiraza uğradım, bu nedenle sitemimle tüm itirazları geçersiz kılıyor ve yetiştirilmemin bana çok zarar verdiğini böylece açıklıyorum.”
30 Aralık 1910
“Yalnızlık, bana hiçbir an eksilmeyen bir güç veriyor.”
Kafka, babası Hermann Kafka’nın, kendisiyle hiç bağdaşmayan kişiliğinin acısını, ve baba baskısını yaşamı süresince algıladı.
1919 yılında (kitap baskısında 62 sayfa tutan) ünlü “Babaya Mektup”u yazdı. Ama bu mektubu hiçbir zaman babasına göndermedi.
Bir bölüm de bu mektuptan okuyalım:
“...Yemek masasında, yalnız yemekle ilgilenmemize izin verilirdi, oysa sen tırnaklarını temizler, keser, kalem açar, kürdanla kulağını temizlerdin. Baba, beni yanlış anlama, bunlar belki de önemsiz ayrıntılardı, ama örnek almam gereken senin gibi önemli bir insanın bana koyduğu kurallara kendisinin uymaması, bu ayrıntıları ezici öğeler haline getiriyordu. Böylelikle dünya benim için üçe bölünüyordu; birincisi benim için icad edilmiş, ama benim, neden bilmem, hiçbir zaman tam olarak uyamadığım yasaklar dünyasında yaşayan ben, bir esir; sonra ikinci dünya, senin yaşadığın, ve benden sonsuz uzak dünya, senin yönetimin, emirlerin ve emirlerine uyulmamasının verdiği öfke içinde yaşadığın dünyan; ve giderek üçüncüsü, arda kalan diğer insanların, emir almaksızın ve uymak zorunda kalmaksızın yaşadıkları dünya. Ben, her zaman bir utanç altındaydım, çünkü senin emirlerine boyun eğmem utanç verici bir durum, emirler bana özgü olduğundan, diyelim inadım tutuyor bu da utanç, çünkü sana karşı nasıl inatçı olunabilir, ya da çok olağanmış gibi, benden yerine getirmemi istediklerine hiç uyamadım, çünkü bende ne senin gücün, ne iştahın, ne becerilerin var, bu da en büyük utanç oldu. İşte çocukken, düşüncelerimin olmasa bile, duygularımın dalgalanışı buydu.”
Günlükler, bir yazarın kendi kendiyle konuşmasıdır, bu nedenle Kafka’nın günlüğünden birkaç bölüm daha okuyalım:
11 Mart 1912
“Dün dayanılacak gibi bir gün değildi. Neden herkes akşam yemeğinde hazır bulunmuyormuş? Ne güzel olurmuş.”
“Edebiyat matinelerinde şiir okuyan Reichmann dünkü konuşmamızdan sonra, tımarhaneye girdi.”
“Bugün birçok eski, iğrenç kâğıdı yaktım.”
16 Mart 1912, Cumartesi
“Kendimi yeniden toparlıyorum, atılan ve düşerken tutulan top gibi.
Yarın, bugün büyük bir çalışmaya başlayacağım, hiç zorlamadan yeteneklerim doğrultusunda gelişecek bir çalışma.
Gücüm yettiği sürece bu çalışmayı kesmeyeceğim. Ot gibi yaşamaktansa, uykusuz kalmak daha iyi.”
6 Temmuz, Perşembe
“Şu an Flaubert’in mektuplarında şu satırları okuyorum:
‘Romanım benim asılı kaldığım kayadır, ve bu yeryüzünde olup bitenlerden hiç haberim yok.’
Tıpkı 9 Mayısta günlüğüme yazdığım gibi.
15 Ağustos 1913
“Bilincimi yitirene dek kendimi her şeye kapatacağım. Herkesle düşman olacağım, hiç kimseyle konuşmayacağım.”
21 Ağustos
“Bugün Kierkegaard’ın ‘Yargıcın Kitabı’nı aldım.
Algıladığım gibi, durumu temel ayrılıklara karşın, benimkine çok benziyor, hiç değilse onunla yeryüzünün aynı yakasındayız.
Beni, bir dost gibi onaylıyor yazdıkları.”
22 Ekim 1913
“Artık çok geç. Acının ve aşkın tadı. Sandalda onun bana gülümsemesi. En güzeli buydu.
Hep ölmeyi istemek ve kendini ayakta tutmak, işte aşk yalnız bu.”
5 Aralık
“Şu anneme nasıl sinirleniyorum. Onunla konuşmaya başlamamız tepemi attırmaya ve bağırmaya başlamama yetiyor.”
17 Temmuz 1914
“...Travemünde’ye yolculuk.
Kumsala baktım. Öğleden sonrayı kumsalda geçirdim. Çıplak ayakla dolaşmam kötü etki uyandırdı.
Yanımda yapmacıklı Amerikalı. Öğle yemeği yiyeceğime bütün pansiyon ve lokantaların önünden yürüyüp geçtim.
Dinlenme evinin önündeki bulvarda oturup, lokanta haklı bir yönü var. Çevremdeki ledim. [?]”
12 Ağustos 1914
“...Düzenli, bomboş, çılgın delikanlıca yaşamımın da haklı yönü var.
Çevremdeki durgun boşluğa bakmaktansa, kendi içimdeki ikili konuşmayı sürdürebilirim.
Benim için, iyi olmanın yolu budur ancak.”
25 Şubat 1915
“... Yaşamımın akışını gözleyen bir yabancı olsaydım, yaşamımın hiç ile son bulacağını,
korkunç, aralıksız bir kuşku ve yaratmak uğruna sürekli olarak kendine işkence etmekle boşa geçtiğini söyleyebilirdim.
Oysa kendi yaşamıma katılan olarak, umut ediyorum.”
6 Temmuz 1916
“Zuckmantel dışındaki hiçbir kadınla gerçek ilişkim olmadı. Bir de Riva’daki İsviçreli.
İlki kadındı, bense hiçbir şey bilmiyordum; ikincisi bir çocuk, ve ben iyice şaşırıp bocaladım.”
16 Ekim 1921
“Yukarıdaki parkta genç kadınlar arasında. Kıskançlık duymuyorum.
Onların mutluluğunu bölüşebilmek için yeterince imge gücüm böylesi bir mutluluk için zayıf olduğumu bilecek kadar da yargı gücüm var;
onların ve kendimin koşullarını iyice görebileceğime inanacak kadar da çılgınım.
Çılgınlık yeterli değil, bir aralık var çılgınlık içinde ve bu aralıktan rüzgâr esiyor ve tüm yankıyı engelliyor.”
17 Ekim 1921
“İşe yarar hiçbir şey öğrenmemem ve bedensel sağlığımı kapıp koyuvermem arasında bir bağlantı olabilir.
Engellenmek istedim; yararlı ve sağlıklı bir adamın yaşam sevincinin beni engellemesini istemedim.
Sanki hastalık ve kuşkular da aynı oranda bir engel oluşturmayacakmış gibi.”
12 Haziran 1923
“Bu korkunç son zamanlar, saymakla bitmez, kesintisiz. Gezintiler, geceler, günler, hiçbir şeye gücüm yok, acılar dışında.”
Burada acıların artık verem hastalığının verdiği acılar olduğunu söylemeye gerek var mı?
Aynı gün şu yorumu yapıyor Kafka:
“Tek avunu şu olabilir: Sen istesen de olacak, istemesen de. Ve istediğinin yararı algılayamayacağın kadar az.
Ama avunudan da öte bir olgu: Senin de silahların var.”
Kafka için yüzlerce araştırma kitabı yazılmış, bunlardan birkaçını son aylarda karıştırdım. Ne can sıkıcı kitaplar (K. Wagenback araştırması dışında.)
Bir kez daha şu yargıya vardım:
Bir yazarı, ancak o yazarın kendi sözcükleriyle okumak gerek. O sözcükler her şeyi içeriyor.
Hele Kafka’nın sözcükleri. Kafka’nın tümünün yakılmasını vasiyet ettiği yapıtları.
“Milliyet Sanat” okuyucularının Kafka’nın yaşamını iyi bildikleri kanısındayım. Yüzüncü doğum yılında yapıtının tümünün Türkçeye çevrilip basılamamış olması, yayınevlerimizin ne denli büyük bir ihmali. Ülkemizde bu yazara en çok emek veren, çevirmen Kâmuran Şipal olmuştur. Onun Kafka’dan dilimize kazandırdıklarını burada saygıyla anarım. Ayrıca, İstanbul Türk-Alman Kültür Enstitüsü ve Avusturya Kültür Ofisi’nin Kasım 1983’te geniş kapsamlı Kafka Günleri düzenleyeceklerini de duyururum.
19 Temmuz 1914
“Ana babanın mezarında oğulları da yatıyor (Pollak, Ticaret akademisyeni)...”
Geçen yıl, ne büyük rastlantı, 6 Temmuzda Prag’da Kafka’nın mezarını ziyaret ettim. Doğrusu o gün doğum günü olduğunu anımsamıyordum.
Mezarında hiç kimsenin çiçeği yoktu, ama ben çıkarken mezara gelen iki kişi vardı.
Mezar taşında Dr. Franz Kafka, Hermann Kafka, Julie Kafka adlarını okuyunca,
ilk düşündüğüm cümle şu oldu: “Oğullarının mezarında ana babası da yatıyor.”
Tezer Özlü Kıral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 75 - 1 Temmuz 1983