Video Olayı



7 Soruda Türkiye’de Video Olayı

1 - Video konusunda bugüne nasıl gelindi?

Demir Baran Sarol
Orta Doğu Video İşletmeleri (ODVİ) Yönetim Kurulu Başkanı

Bütün dünyada giderek yaygınlaşan videoyu ülkemizde tanıtma aşamasında kuruluş olarak ilk amaç büyük otellerde renkli video yayını yapmaktı. Nitekim kısa bir süre sonra İstanbul ve Ankara’daki iki büyük otel, lobilerinde video üniteleri kurulması için bize başvuruyorlardı.

Videonun büyük otellere girmesiyle Türkiye’de ilk kez renkli TV reklamcılığı da başlatılmış oluyordu. Yaratılan bu yepyeni reklam medyası umulanın çok üstünde bir ilgi görünce aynı sistem İstanbul, Ankara ve İzmir’deki büyük mağazalarda da kuruldu.

1977 yılında Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan 10. Dünya Enerji Konferansı sırasında,
bu kez, 25 adet alıcı cihazıyla kapalı devre renkli TV yayını gerçekleştirildi.

Bugün ülkenin görsel iletişim gereksinimini büyük ölçüde karşılayan başlıca video şirketleri,
  • en yeni filmlerden sinema klasiklerine,
  • çizgi filmlerden sevilen TV dizilerine,
  • toplumsal içerikli ve doğayı konu edinen dokümanterlerden eğitici çocuk programlarına,
  • tanınmış pop gruplarının show’larından klasik müzik konserlerine,
  • seçkin opera ve bale gösterilerine kadar zengin bir program çeşitlemesi ile hizmet vermektedir.

  • Henüz tam anlamıyla çağdaş yayıncılığı gerçekleştiremeyen TRT televizyonunun yetersizliği,
  • sinemalarda seyirciyi tatmin edecek yabancı filmlerin gösterilmeyişi,
  • yabancı ülkelerde çalışan işçilerimizin son yıllarda Türkiye’ye çok sayıda video cihazı getirmesi,
  • renkli TV ve video cihazlarının ülkemizde de üretilmesi
  • ve buna bağlı olarak pek çok video şirketinin kurulması videoyu yaygınlaştıran başlıca nedenlerdir.

Videonun sinemaya rakip oluşu, sinemacıları da bu çok etkili görsel iletişim aracına çekmiştir. Video, sinemacıları daha yeni ve iyi filmler getirmeye mecbur etmektedir. İzleyici potansiyeli gözönüne alınarak yerli filmler de videoya alınmaktadır. Bunun yanında sinemacıların Almanya çıkartması da başlıbaşına bir olaydır. Böylece yerli video dizileri ve yerli filmlerin videolarının ihracatına da başlanılmıştır.

İç piyasadaki kaliteli yabancı programlara olan talebi, dışarıda ise özellikle vatan hasreti çeken işçi kitlesinin yerli yapımlara olan gereksinimini karşılayan videonun bu genel yaygınlaşması dışında özel kullanım alanı da gelişmektedir. Kişilerin günlük yaşamında doğumgünü, düğün gibi özel günlerin, iş yaşamında ise toplantı ya da konferansların video çekimleri yapılıyor.


2 - Program yapımcılığı açısından Türkiye’de video endüstrisi ne durumdadır?

Emre Dağdeviren
Yük. Müh. Ulusal Video A.Ş. Yönetim Kurulu üyesi

Ani ve hızlı “video-izleyicisi” artışı, büyük bir kayıtlı kaset ya da video programı talebini doğurrmuş, bu da çok sayıda “video kulübü”nün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Önceleri orijinal dili ile kiralanan kasetler, daha sonraları alt yazılı, giderek Türkçe dublajlı olarak sunuldu. İkinci aşamada yerli filmlerin gösterim hakları da alındı ve istenilen yerli film, video kasette bulunur oldu. Video pazarında sayıları onbinleri bulan video kulüpleri, sayıları yüzbinleri bulan izleyicilerine hizmet götürmektedirler.

Ancak bu pazar, belirsizlikler ve soru işaretleri ile doludur. Çünkü bu pazarı düzenleyen yasal ve ticarî kurallar henüz pek ortada yoktur. Dolayısıyla telif haklarına riayet gibi saygı kuralları da son derece kolay çiğnenmektedir. Yapıtlarının pazara sokulduğu anda, korsan video kulüplerinin eline geçeceğinden emin olan ciddî video kuruluşları, bu nedenle mümkün olduğu kadar az program yapımı yönüne gitmektedir. Bu da, pek az yeni ve yerli video programı üretilmesi sonucunu doğurmaktadır.

TV ya da video yapım olanakları, kullanılan aygıtlar zincirinin belli teknik kriterlere uygunluğu temeline göre sınıflandırılır.

Bu sınıflandırma kısaca aşağıdaki gibidir:
  • Yayın kalitesinde yapım (yurdumuzda yalnız TRT ve Anadolu Üniversitesi’nde var).
  • Profesyonel yapım olanakları (yurdumuzda en çok üç video yapım kuruluşu bu olanaklara sahip).
  • Endüstriyel yapım olanakları (on civarında video yapım kuruluşu bu olanaklara sahip).
  • Amatör yapım olanakları (evlerde kullanılan teçhizat, geriye kalan tüm video çekim ve yapımları bu yöntem ve aygıtlarla gerçekleştiriliyor).

Bugün hemen her video işletme ya da kuruluşunun profesyonel yapım olanaklarına sahip olduğunu ilân etmesine karşın, gerçek anlamda ve yapım - yapım sonrası işlemlerini stüdyolarında gerçekleştirebilecek video kuruluşları ikisi İstanbul’da olmak üzere üç tanedir. Video yapım sektöründen bahsederken, bu üç kuruluşun kapasitelerini değerlendirmek yerinde olur. Kanımızca yurdumuzda video korsanlığı ve profesyonel ile amatör yapım arasındaki farkın henüz anlaşılmamış olması, bu kuruluşların kapasitelerini tam kullanamamalarına neden olmaktadır.

Sözünü ettiğimiz video yapım kuruluşlarının yapıtları, yurt içinde ve özellikle yurt dışında beğeni kazanmakta, uluslararası pazarda kolayca müşteri bulabilmektedir. Ancak bu kuruluşlar yukarıda belirttiğimiz kuşkularla, yerli piyasaya yapıtlarını sunmada çok temkinli hatta tereddütlü davranmaktadırlar.

Kanımızca yurdumuzda özel, TV ya da video program yapım sektörünün gelişmesi ve komşumuz Yunanistan ve Arap ülkelerindeki benzerlerinin düzeyine ulaşması, ancak yasal be ticarî dengenin sağlanmasından sonra gerçekleşecektir. Çünkü ancak o zaman girişimciler planladıkları “yayın kalitesi” yatırımlarını gerçekleştirme yoluna gideceklerdir.


3 - Video tüketim midir? Türkiye’de video aygıtlarının yapımı ve pazarlanması nasıl olmaktadır?

Prof. Tanju Öztürk
İ.Ü. İşletme Fakültesi

Sorunuz video bir tüketim midir?Bu soruya sanırım, tüketimin basitleştirilmiş bir teknik tanımıyla başlamak gereklidir. Teknik bakımdan tüketim terimi ya da kavramı bir mal ya da hizmetteki yararın yok edilmesidir. Herhangi bir mal ya da hizmetteki yarar öğesi ise tketiciler, bireyler açısından farklılık gösterir. En azından tüketiciler tarafından farklı biçimlerde algılanabilir. Bu algılama farklılıkları ise tüketicilerin birbirinden farklı güdülerle videoya müşteri olmaları ile sonuçlanabilir. Sözgelimi bir bölüm tüketici için bir eğlencelik-dinlencelik araç olan video, bir başka tüketici kümesi için öğrencelik olarak kabul edilsin sonuçta video tüketime konu olan bir maldır.

Sorunuzun ikinci bölümüne gelince...
Türkiye’de video araçları nasıl üretilmekte ve pazarlanmaktadır?

Bilindiği gibi video aygıtları başlangıçta Türkiye’ye yurt dışındaki işçilerimiz ya da öteki yurttaşlarımız tarafından getirilmekteydi. Buna ek olarak önemlice bir bölümü de herhalde kaçak olarak yurda sokulmuştu. Bu dönemde videoya tüketici talebinin pek canlı olmadığı söylenebilir. Video talebinin ivme kazanmasında basın, daha doğru bir deyişle bazı gazeteler etkin olmuştur. Bazı gazetelerin bizim teknik dilde tutundurma (promotion), günlük dilde ya da basın mensupları arasında lotarya olarak anılan kampanyalarıyla tüketicilerde video gereksinimi uyandırılmıştır. Bu gereksinimin beslenmesinde TRT’nin tutumu da etkin olmuştur. TRT renkli yayına geçmiş, ancak bunu sınırlı bir zaman süresince gerçekleştirmeyi uygun bulmuştur. TRT’nin renkli yayına geçmesiyle birlikte renkli televizyon talebi patlamıştır. Renkli televizyon sahibi olan tüketiciler, TRT’nin tutumu nedeniyle “araçları”ndan yeterince yararlanamadıklarını görmüşlerdir. TRT programlarındaki nicel yetersizliğin üstüne bunların nitel yönden, içerik yönünden yetersiz olması da eklenince tüketicideki video gereksinimi artmaya başlamıştır.

Gerçekte bu çözülmede bir “takdim tehir” yapmak belki de daha yerinde olacaktır. Çünkü basının tutundurma kampanyalarında hatırlanacağı gibi ilkin renkli televizyon dağıtılmaktaydı. Video bunu izlemiştir... Renkli televizyon ve video teknik bakımdan “tamamlayıcı mal” niteliğindedir. Daha açık bir ifade ile birine olan talep yükselince diğerinin talebi de yükselir. Bu ekonomik yasa işlemiş ve etken olmuştur.

Renkli televizyon ile başlayan olay video ile sürmüş, sürdürülmüştür. Bazı gazeteler satışlarını, tirajlarını yükseltmek amacıyla bu kampanyalara yönelirken değişik reklam ortamlarında yoğun reklam kampanyalarına da girişmişlerdir. Böylece Türkiye’d neredeyse tüm kitle iletişim araçları, tüketicilerde video talebinin, video gereksiniminin yaratılması  -en azından uyandırılması-  için “seferber” olmuşlardır. Video montajı yapan birçok işletme için böylece elverişli bir pazar ortamı yaratılmıştır.


4 - Türkiye’de video sanatsal açıdan hangi düzeyde?

İzzet Öz
Hürriyet Gazetesi Genel Sanat Danışmanı

Video ile sanatın tüm kolları arasında ilişki kurmak için oldukça erken bir dönemdeyiz. Şu anda sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok yerinde video zaman geçirten bir âlet olarak karşımıza çıkmakta. Bu âlet daha uzun bir süre ilgileri üzerinde toplamaya kararlı görünümünde. Bu ilgide en büyük ağırlığı sinema sanatı çekmekte. Ülkemizde gerçekleştirilen filmlerin büyük biri bölümünün sanat ile yakından uzaktan ilişkisi olmadığı da ortada. Bu yüzden ancak bazı yabancı filmler belirli kültür düzeyine ulaşmış kitlelerin gereksinmelerini karşılamakta. Sanatsal değeri olan ve ülkemizde gerçekleştirilmiş filmler ise ne yazık ki video kulüplerimizin arşivlerinde yer almamakta.

Sanatın diğer bir dalı olan müzik ise sadece belirli popüler sanatçıların konserleriyle sınırlı kalmakta. Müzikal ya da tiyatrolar ise hazır olan oyunların, sahneden çekilmeleriyle gerçekleştirilmekte, ki bunlara da sanatsal açıdan yetersiz denecek kadar az. Sanatsal değeri tartışmalı olan moda ise, büyük video kulüpleri tarafından izleyiciye sunulmakta. Görsel sanatın diğer dalları olan bale, resim, heykel v.s. gibi kolları ne yazık ki video kasetlerine girememekte.

Batı ülkelerinde video arşivleme aracı olarak; okullarda eğitim, sanayide tanıtım, evlerde de kütüphane niteliğine bürünürken, ülkemizde videoculuk çoğunlukla kalitesiz film üreten korsan video şirketlerinin tekelinde kalmaktadır. Videonun eğitim fonksiyonuna önem verilmediği, yalnızca eğlendirici niteliklerinden yararlanıldığı bir gerçektir. Alsında bütün bu gerçekler, ülkemizin kültürel, ekonomik ve sosyal düzeyinin açık bir göstergesidir.

Sanatın insanları duygularını incelten, güzellikleri görmesini sağlayan, eğlendirici ve eğitici fonksiyonlarını birleştirici bir kavram olduğunu varsayarsak, sonsuz olanaklara sahip videodan sanat amacıyla da yararlanmak zorundayız.

Yalnız ortada iki ufacık sorun var:
Birincisi, ülkemizde sanata duyulan ilgi;
ikincisi ise, şu video galiba birazcık PAHALI OYUNCAK.


5 - Dışarıdan ithal edilen video programlarının yasal açıdan ülkemizde durumu?

Rekin Teksoy
Hukukçu, sinema eleştirmeni

Yurt dışından getirilen videokasetlerin yasal durumu, tam bir “yasal boşluk”. Yasaların videokaseti öngörmemiş olması doğal, çünkü videokasetin geçmişi çok yeni. Ülkemizde yasal düzenlemelerin genellikle çok uzun sürede gerçekleşmesi, en azından yakın bir gelecekte, videokaset sorununun çözüme bağlanacağı konusunda iyimser olmayı olanaksız kılıyor. Kaç kez tasarısı hazırlandğı halde, Sinema Yasası’nın bir türlü gün ışığına çıkmadığı anımsanacak olursa, olağanüstü bir gelişme olmadıkça, videokaset olayının da daha uzun süre “yasal boşlukta” kalmayı sürdüreceği anlaşılıyor. Yürürlükteki dışalım rejimi, yalnız boş videokaset dışalımını öngörüp, dolu videokaset dışalımına yer vermediği için, yurt dışı kaynaklı dolu videokasetlerin korsan kasetçiliğe yol açtıkları ileri sürülebilir. Korsan kasetçiliğin (müzikte olduğu gibi) haksız rekabete yol açtığı; film dışalımlarıyla yapımcılarının çıkarlarını zedelediği söylenebilir. Çıkarları zedelenenlerin ancak Ticaret Kanunu ile Fikir ve Telif Eserleri Kanunu’nun genel hükümlerine göre haklarını arayabilecekleri, bu hükümlerdeki yaptırımların ise caydırıcı olmaktan uzak oldukları eklenebilir. Ama savunulamayacak tek şey, videokasetlerin de sinema filmleri gibi sansürden geçme zorunluluğudur. Çünkü yürürlükteki sansür tüzüğü yalnızca ve yalnızca sinema filmlerinin denetimini öngörüyor. Videokaset ise sinema filmi değil. İçeriği bir sinema filmi bile olsa, sinema filmi değil; tıpkı o filmin basılı senaryosunun, fotoromanının, tiyatro uyarlamasının, ya da sinema dışındaki görsel-işitsel uygulamaların, TV programlarının sinema filmi olmamaları gibi. Sansürce yasaklanmış bir filmin videokasetinin bile, ayrıca bir mahkeme kararı olmadıkça, dolaşımının engellenmemesi gerekir. Videokasette, sinema filmlerinin denetimine ilişkin tüzüğü uygulamaya kalkışmak “kıyas” yoluyla hukuk uygulaması olur. Böyle bir konuda kıyas yoluyla uygulama yapılamayacağını ise, Hukuk Fakültesi’nin birinci sınıf öğrencileri bile bilir.



6 - Video korsanlığı dışarıda nasıl cezalandırılıyor?

Prof. Dr. Ünal Tekinalp
İ.Ü. Hukuk Fakültesi

Eser sahibinin, eserinin ekonomik yarar sağlama hakkından dolaylı bir tarzda yoksun kalmasına yol açan korsan çoğaltma ve onun günümüzdeki en yaygın türü olan video korsanlığı ile mücadelede, yabancı ülkelerde üç araçtan yaralanılmaktadır.

  1. Mücadelede en etkin araç eser sahipleri birlikleridir. Bu birlikler, eserden ekonomik olarak yararlanmanın yaygınlaştığı, eserin ülkenin hatta dünyanın birçok yerinde ve çok yönlü olarak birçok kişi ve kurum tarafından kullanılmasının örgütleştiği günümüzde eser sahiplerine yardımcı olmakla kalmamakta, aynı zamanda haksız yararlanmaları saptamakta, yararlananları bulmakta, izlemekte, yani “hak”kı çekip çıkarmaktadırlar. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun (FSEK) yayımından bu yana 30 yıl geçtiği, bu birliğin kurulmasını öngören hüküm emredici nitelik taşıdığı, birliğe kanunla görevler yüklendiği, yani eser sahiplerinin bazı haklarını birlik eli ile kullanabilecekleri ve ücret tahsili ile hak koğuşturmasının bu yolla yapılacağı açıkça belirtildiği halde bu kurum ülkemizde kurulmamıştır.

  1. İkinci araç hukukî cezaî müeyyidelerin ağırlaştırılmasıdır. Çok büyük meblağlara varan maddî ve manevî tazminat davaları, korsan mamullerin toplanması ve imhası veya eser sahibine bedelsiz verilmesi, yüksek para cezaları ve uzun süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar gibi... FSEK’de bu müeyyideler var. Çözümler yeterli. Ancak Türkiye’de bir Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu var, fakat fikir ve sanat eserleri hukuku yok. Onun için müeyyidelerin uygulama alanı yok, bunlar işlemezliğe terk edilmiş. Türk kanunkoyucusu bu iki aracıda işletebilmek için FSEK’yi değiştiriyor. Yani gelişme genel eğilime uygun. Ancak değişikliğin genel işlemezliğe takılması tehlikesi mevcut.

  1. Üçüncü önlem çağlatma âletlerine yöneliyor. Bu önlem doğrudan doğruya korsan çoğaltmaya değil, kişisel amaçla çoğaltmanın kötüye kullanılmasına veya eser sahibine zarar vermesine engel olmayı amaçlıyor. Araştırıcılar kişisel kullanma istisnası üzerine eğildiler. İlk bulunan önlem, çoğaltma makinelerinden ek bir vergi alınması oldu. Almanya ve Fransa’da bunu yaptılar. Fransa bu vergiyi kültür amaçlarına kullanacak tarzda bir düzenleme getirdi. Ancak bu eser sahibini tatmin etmiyordu. Çünkü ek vergiden eser sahibi yararlanamıyordu. Oysa çiğnenen hak onun, geliri azalan o. Şimdi yeni önlemin gelişme yönü çoğaltma âletleridir. Ek vergiler bir süre sonra eser sahipleri birliklerine ödenen ücretlere dönüşebilir, kişisel kullanım için band dolduranlar izlenebilir veya eser sahipleri birliklerine ödeme zorunu altına konulabilirler. Bilim adamları bu yönde çalışıyorlar. Amaç önleme yerine eser sahibini tatmindir.


7 - Almanya’daki Türklerde video olayı?

Zeki Sözer
Milliyet Gazetesi Almanya temsilcisi

Dietrich Klitzke adındaki bir Alman yazarın Berlin’de yaptığı bir araştırmaya göre, Türklerden yüzde 53’ünün evinde video-teyp var. Bunu tüm Almanya genelinde uygulayacak olursak, demek ki 300 bin Türk ailesinin evinde video kullanılıyor. Daha doğrusu seyrediliyor. Gene aynı araştırmaya göre Türklerin yüzde 90’ı evinde veya komşusunda video seyrediyor. Aynı örneklemeyi sürdürecek olursak Almanya’da yaşayan yurttaşlarımızdan 1 milyonu hemen hemen her akşam videosunun başında. Araştırma, Türklerin yarısının haftada 5, yüzde 15’inin ise haftada 6 veya 9 film seyrettiğini gösteriyor.

Almanya’da videoculuk 1981 yılında ortaya çıktı ve hızla yayıldı. Bir anda 50’ye yakın üretici firma video kaset satmaya başladı. Ancak bu durum uzun sürmedi, korsan üretim de hızla yayılınca küçük sermayecilerle kurulan bu firmalar birer birer battı. Firmaların kapanmasının bir başka nedeni de Türkiye’deki film şirketlerinin, “işin pazarını görüp” depolardaki filmleri yüksek ücretlerle satmaları...

Buna rağmen, bugüne kadar Türkiye’de çevrilmiş  -siyah beyaz dahil-  filmlerin yüzde 80’i Almanya’ya getirtildi ve seyredildi. Aslında sinema değeri olmayan bu filmler, korsan yapım nedeniyle alabildiğine kalitesiz olarak dağıtılmaya başladı. Üretici firmalarla birlikte sayıları 3 bine varan video kulüp de kaset dağıtımına girişti. Ancak işin kârlı olduğunu gören bazı Türk esnaf video kaseti kiraya vermeye başlayınca ipin ucu kaçtı. Video dağıtımı ve kiraya verme işi, bakkallara, hatta manav ve kasaplara kadar yayıldı. “Tele-Bakkal” veya “Tele-Kasap”lar ortaya çıktı.

Başlangıçta bir kasetin günlük kirası 10 marktı. Ama korsan yapım ve bakkal, manav eliyle dağıtım, günlük kirayı 1 marka kadar indirdi... Bazı video-kulüplerin müşterilerine çay, kahve ve meşrubat ikram etmelerine rağmen “kulüpçülük” fazla ilerlemedi. Tüm bu bozuk uygulamaya Alman ilgilileri ve yetkilileri seyirci kalmadılar... Şimdilerde birkaç üretici firma ve sayıları kestirilemeyen korsan kuruluş, video pazarını ellerinde tutuyor.

Hali vakti yerinde olan büyük video firmaları, Yeşilçam’ın henüz senaryo bile yazılmamış filmleri “kapattıklarını” söylüyorlar.

Bu arada Türk filmleri yerine şarkılı Hint filmleri piyasaya sürüldü. Bunlar da tükenince telif hakkı ödeyip ödemedikleri kestirilemeyen bazı firmalar Amerikan ve İngiliz filmlerini, kendilerine has metotlarla kopya edip, Türkiye’de seslendirmeye gönderdiler. Sonra da piyasaya sürdüler. Ama “arabesk” veya “gır-gır” filmler kadar ilgi görmediler.

Video salgının Türkler arasında bu kadar hızla yayılması, Almanlara da bazı fikirler vermiş olmalı ki Berlin Senatosu eğitim amacıyla hazırlattığı video kasetleri ücretsiz olarak videokulüpler aracılığı ile Türklere dağıtmaya başladı... Öyle anlaşılıyor ki Almanlar bu alanda değişik çalışmalar yapacaklar ve Türklerin evlerine buradan girecekler...



Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983
___________________________________________________________________________________________________________________________



İzleyici-Video İlişkisi ve Bazı Gerçekler

Söze, Türkiye’de ne kadar video var? sorusunu yanıtlamakla başlamak gerekiyor ama bu konuda kesin bir rakam yok. Buna karşılık, bazı tahminler var. Bunlardan birine göre şu anda “Türkiye’de 600 bin video olduğu” söylenebilir. Bir tahmin ise bunu çok aşıyor.

“Şu anda bir milyona yaklaştı” diye başlayıp, şu sonuca ulaşıyor: 1984 yılı sonbaharında 1 milyonu aşar...

Bu tahminlerin nedeni şu: Bu yıl, her marka için montaj 4 bin adetle sınırlandı. Önümüzdeki yıl, böyle bir sınırlama yok. Yani Türkiye’de montajı yapılan videoların sayısında artış olacak. Yılbaşı ve yaz tatili nedeniyle getirecekleri videolar da bunlara eklenecek. Rakam da, 1 milyonu aşacak.

Çok değil, bundan sadece 3 yıl önce “tahminler” çok daha küçük sayılar içeriyordu.

Örneğin, Türkiye’deki ilk video kulübü kuran Demir Baran Serol, Erkekçe Dergisinin Şubat/81 sayısında şöyle diyordu:

Benim tahminime göre Türkiye’de 65 bin video var. Bir arkadaşımın tahminine göre ise 300 bin kadar...

Kesin rakamlar ortada yok ama tahminlerdeki bu büyük artış bile, video konusunda nereden nereye geldiğimizi kanıtlıyor. Bunu tek başına yeterli bir kanıt saymazsanız, o zaman büyük kentlerin “gelişmiş” semtlerinde, neredeyse adım başına açılan video kulüplere bakın. Video kulüplerin artışı da, videonun ülkemizde nasıl büyük bir hızla arttığının kanıtı.

Peki, bu neden böyle?
Neden şu anda bile birçok Batı ülkesinden daha çok video var Türkiye’de?
Neden video birden bu kadar “popüler” oldu?
Bunu sadece “TV programlarının çok kötü oluşu, videonun ise bir seçenek oluşturduğu ile açıklayabilir miyiz?

Hayır, sadece bununla açıklamak “tam doğru” olmaz.
Bu artışın temelinde bize özgü bir sinema gerçeğinin payı da vardır.


BAZI RAKAMLAR

Birçok ülke, video konusunda rakamlarla konuşmaya başladı.

Örneğin Video hangi amaçlarla kullanılıyor diye sorsanız, bunun yanıtı şöyle veriliyor.

  1. Video en çok (yüzde 71 oranında) “film” izleme amacıyla kullanılıyor.

  1. Daha sonra, TV programı kaydetmek için kullanılıyor. Bu da doğal. Çünkü birçok ülkede 3,4,5 kanaldan TV yayını var. Seyirci, aynı saatte iki kanaldan yayınlanan iki programı da izlemek isterse yedek televizyonunu devreye sokuyor; birini izlerken ötekini banda alıp sonra izliyor. Videonun kullanım amaçlarından bu, yüzde 22 ile ikinci sırada.

  1. Üçüncü sırada yüzde 8 ile (tam sayı yüzde 7,56) videonun eğitim amacıyla kullanımı geliyor. (Ancak, Köpek nasıl terbiye edilir?”, “Bahçe çimenleri nasıl kırpılır? türünden kasetler de bu amaç içinde sayılıyor.)

Bizde ise durum hayli farklı... Bizde, video şimdilik sadece film izleme amacıyla kullanılıyor.
TV’de beğendiği bir programı kaydetme, özel çekim yaptırıp bu kasetleri izleme, kişisel arşiv oluşturma gibi amaçlar en iyimser tahminle bile yüzde 2’yi aşamaz sanıyoruz.

O zaman, karşımıza bir başka sorun çıkıyor: Neden bizde “film izleme” amacı yüzde 98 gibi büyük bir oranla?

Bu soruyu yanıtlamadan, bir başka gerçeği anımsamakta yarar var:
Sinema açısından bazı iller gerçekten şanslıdır.
O illerde oturmayanlar, birçok filmi sinemalarda görememektedirler.


BİR SİNEMA GERÇEĞİ

Sanat Olayı Dergisinin bir sayısında, bir okur mektubu yayımlanmıştı.

Eskişehir’den yazan bir sinemasever, Orhan Barlas’a şöyle diyordu:
Sizler, birtakım filmleri bize tavsiye ediyorsunuz ama biz o filmleri hiç göremiyoruz...”

Haklıydı... Bugün aynı mektubu bir daha yazsa, yine haklı olacak.
Çünkü, yabancı filmlerin büyük çoğunluğu Türkiye’de 6-7, bilemediniz 8 ilde gösterilir ancak...

Burada, ortaya bir başka gerçek çıkıyor:
Bu 7-8 ilin dışında yaşıyorsanız ve sinemaseverseniz ne yapacaksınız?

Parasal olanaklarınız elveriyorsa, mutlak bir video edinecek, sinemalarda göremeyeceğiniz filmleri video ile izleyeceksiniz.
Başka çareniz yoktur.

Konu önemli olduğu için, biraz daha üstünde duralım. Eskişehir’de yakın zamana kadar 12 kapalı sinema vardı. Bugün bu sayı yarı yarıya düştü. Gaziantep’in 32 sinemasına karşılık Bursa’da ve Urfa’da sadece üçer sinema var. Nazilli’de nüfus 70 bin, sinema adedi ise 2... İzmit’in en büyük ilçelerinden Kandıra’da sinema yok. Peki, buralarda oturan sinemaseverler ne yapsın: Durumu elveriyorsa video almaya mecbur, başka çaresi var mı?

Bilet fiyatlarının durumu da, bu tabloyu etkiliyor. Örneğin Isparta’da sinema 40-45 lira, Manisa ile Konya’da 65, Kırıkkale-Merzifon’da 50 lira... Üstelik çoğunda iki film oynuyor. 50-70 lira alınacak, yüzde 25-41 arasında değişen rüsum çıktıktan sonra kalan para “salon sahibi-işletmeci-yapımevi” arasında bölüşülecek. Bilet başına altı lira bile kalmaz...

Öte yandan kopya maliyetleri bir milyonu çoktan aştı... Bu yüzden kimse Bir milyon bağlayıp fazladan bir kopya bastırmak, sonra bunu 5-6 liralarla toplamak yolunu seçemiyor. Yerli film için de, yabancı film için de İstanbul “esas” alınıyor. İstanbul’da beş kopya ile mi çalışılıyor, beş kopya yeter deniyor. Sonra bu beş kopya 66 il ve 500 küsur ilçeye dağıtılacak.

Sezon 34 hafta desek, beş kopya ancak 170 sinemaya ulaşabilir.
Peki eğer bu 170 sinemadan biri sizin oturduğunuz kentte değilse ve siz o filmi görmek istiyorsanız, ne yaparsınız?

Yabancı filmlerde durum daha kötü... Birçok film 2-3 kopya geliyor. Tek kopya gelenler de var. Tek kopya gelen film iki ay İstanbul, birer ay Ankara ve İzmir’de kalsa, sezonun dört ayı gitti demek... Geride 4,5 ay ve 64 il var. Tek kopya bu kısacık sürede tüm illeri nasıl dolaşabilir?


VİDEONUN YARARLARI

Videonun yararlarının başında, sinemaseverin, sinemada izleyemeyeceği filmi, video sayesinde izleyebilmesi geliyor.

Ancak, bu yararın ne oranda gerçekleştiği bilinmiyor. Yine tahminlere göre videolar daha çok büyük kentlerde... Oysa o kentlerde “bazı filmlerin hiç gösterilmemesi” gibi bir sorun yok. Öyleyse şu anda bu yarardan ancak bir ölçüde söz edebiliriz. Buna karşılık video yaygınlaştıkça, bir işlevi yerine getirmeye başlayacak. Bazı filmlerin hiç gösterilmediği illere, o filmlerin yasal kasetleri gidecek.

Öteki yararları, zaten biliniyor. Bir filmi tekrar tekrar izleme olanağı... Herhangi bir filmi izlerken çalımlı bir mizanseni veya veya sinema mimarisi olağanüstü boyutlara ulaşan bir sekansı yeniden izleme imkânı... Bazı filmleri banda alıp, kişisel arşiv yaratma olanağı...

Video ile gelen bir olanak daha var. Video, geniş bir özgürlük sağlıyor.

Konuyu, “seyirci” açısından düşünün. TV izleyicisi bizde tek kanallı, dışarıda 2,3,4 kanalı (New York gibi sadece kablolu TV’si 249 olan uç örnekleri saymıyoruz) izlemek zorunda... Oysa, tüm kanallarda programları “başkaları” seçmiş. Seyirci, ancak başkalarının seçtiği 3,4 program arasından birini seçebiliyor. Yani seçimi sınırlı...

Sinemada durum aynı... Diyelim, oturduğunuz semtte 7-8 sinema var (Yani, bu açıdan “talihli” sayılırsınız).
O zaman da yine “başkalarının” seçtiği 8 film arasında bir seçim yapmak zorundasınız.

Videoda ise “başkaları” yok...
Seçimi binlerce kaset arasından siz yapıyorsunuz. “Sınırsız özgürlükten” kasıt bu...


VİDEO, SİNEMA DEĞİLDİR

Bütün bunlar iyi, bütün bunlar güzel ama madalyonun bir de öteki yüzü var.

Bozuk kopyalar...
Türkçeden yoksun, anlamı vermeyen, kırık dökük altyazılar...
Bütün bunlar video izleyicisinin başında olan sorunlar.

Videoda “kafanın” eskimesi, bir filmin en heyecanlı yerde kasedin “sarması” gibi özel sorunlar da var.
Ama temel sorunların yanında, bunlar fazla “özel” sorunlar gibi kalıyor.
Çünkü öteki sorunlar, çok daha geniş boyutlu...

Bunların başında “sinema-video” ilişkisinde ortaya çıkan meseleler var. En önemlisi de şu: Sinema bir “katılma” işi... Bir film, başkalarıyla birlikte izlenir. Böylece aynı anda bir topluluk, aynı duyguları paylaşır. Aynı sahneye güler, aynı sahnede duygulanır, aynı sahnede heyecanlanır vs... Video, sinemanın bu büyük özelliğine ters.

Sinema dış dünyaya kapalıdır. Işıklar kararır, perde aydınlanır ve seyirci filmle (ve o filmde kurulan dünya ile) başbaşa kalır. Video ise dış dünyaya alabildiğine açıktır. Kapı zili, telefon sesi, sokaktan geçen bir arabanın gürültüsü her an “temaşayı” bölebilir.

Birçok film, geniş perdenin olanaklarına göre hazırlanmakta. Bunlardan yararlanmaktadır. O hesapla çevrilen bir filmi daracık bir yüzeyde (TV ekranında) izleme, işin keyfini önemli ölçüde azaltabilir. (Bu dediğim, özellikle bilim-kurgu filmleri için geçerli...  Geniş ekranda pekâlâ izlenebilen bir film, videoda izlendiği zaman insan Yahu bu filmde teknik cambazlıklardan başka bir şey yokmuş diyebiliyor. Buna bakıp, şöyle mi demeli acaba?  Sinemada seyredip “iyi” denen filmler iyi de olabilir, kötü de... Videoda izleyip iyi dediğimiz film ise, mutlaka iyidir.)

Onu bilmem ama bildiğim şu: Film dediğimiz şey “ekranda” değil, perdede izlenir.
Video ise olsa olsa sinemanın “ikame malı”dır. Şeker yerine glikoz yani...
İnsanın ağzını tadlandırsa bile, şekerin tadı başkadır!



Erman Şener | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983
___________________________________________________________________________________________________________________________



Kitapseverler, Frankfurt Fuarı’nda videoyu protesto ettiler

Ekim ayı ortasında açılan ve çeşitli ülkelerden 6 bin kadar kitap ve yayınevinin katıldığı 35. Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda en çok tartışılan konulardan birisi, kitabın yerini video kasetlerinin alıp almayacağı idi. Fuarın başlamasından bir ay kadar önce video karşıtı bazı kitapseverler, kitap satılan dükkânların vitrinlerine videoyu yeren afişler yapıştırdılar. Fuar süresince de dağıttıkları el ilanları ile kitap yerine video bandı üreten yayınevlerini kınadılar.

Ancak bütün bu karşı çıkmalara rağmen, Kitap Fuarı’na katılan birçok yayınevi, kitapları yanında video bantlarını da sergilediler. Ziyaretçiler için gösteriler düzenlediler. Özellikle spor, gezi, dil öğrenimi, yemek ve hatta tarih kitapları birer video band haline getirilmişti. Bu arada çocukların severek okudukları resimli romanların yerini de film haline getirilmiş çizgi video bantları almıştı.

Kitabın yerini, videonun alması olasılığı büyük matbaacılık işletmelerinin sahiplerini de şimdiden düşündürmeye başladı. Olağanüstü güzel baskı tekniği ile yayınlar yapan Time-Life grubunun bir temsilcisi son yıllarda yayınlarının satışında video nedeniyle azalma olduğunu söylüyordu. Kitap ve daha sonra ses bantları ile dil öğreten yayınevleri ise Frankfurt Fuarı’na “20 Derste Video ile Yabancı Dil” kasetleri ile katıldılar.

Basım alanında ise işçi kuruluşlarının temsilcileri de, matbaaların kapanması halinde bu dalda büyük bir işsizlik sorunu ile karşılaşılmasından duydukları kuşkuyu dile getirdiler. Onlara göre matbaa işçilerinin yerini elektronik yayın işçileri, kameramanlar, sesçiler ve stüdyo elemanları alacaktı.

Kitapseverleri ürküten bir başka gelişme de video daha doğru bir ifade ile “elektronik yayın” dalında görülen hızlı gelişme. Çok yakın bir gelecekte video cihazlarının küçük bir el, ses alma cihazı kasetlerinin de bir küçük ses kaseti haline gelmesi bekleniyor. Bu yenilik cihazı taşıma kolaylığı da getireceğinden kitabın yerini video cihazının alması daha hızlanacak gibi.

Bu tehlike, gazeteler için başladı bile.
Şimdi bir merkezden evlere yapılan kablo yayınlarda o günün haberleri evlere anında iletiliyor.

Elektronik beyin (computer) tekniğindeki hızlı gelişme ile video tekniği birleştirildiğinde de
yakın bir gelecekte kitap, dergi ve gazeteciliğin bir buhran içine girmesinden korkuluyor.



Zeki Sözer, Frankfurt | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983
___________________________________________________________________________________________________________________________




Bugün dünya çapında hüküm süren iktisadî durgunluk içinde gelişmesini sürdüren tek iş kolu videoculuktur. Gelişmiş, azgelişmiş bütün ülkelerde video alıcı ve vericileri, video kasetleri, video dergileri, kitapları büyük çapta alıcı bulmaktadır. Sahte veya gerçek videoculuk, radyo kasetçiliğini, filmciliği ve televizyonu çok gerilerde bırakmıştır: “Sonradan çıkan boynuz kulakları aşar” atasözümüzdeki gerçeğe uygun olarak...

Video, bu gücünü, getirdiği köklü yeniliklerden ve TV programlarının kötülüğünden almaktadır.


YENİLİKLER

Bilindiği gibi, film, şeride çekilir. Bir filmde, negatif, pozitif, 100-200 bin metre film kullanılır. Videoda bu işi manyetik bant yapar.
Görüntü ve ses elektromanyetik dalgalar veya laser ışığı ile banda geçer. Buradan da televizyon ekranına.

  • Filmde negatifin pozitife çevrilmesi için banyo gereklidir. Çok uzun zaman alır bu iş. Çok da masrafa mal olur: İlaç, personel, kurutma... masrafları gibi. Videoda ise, çekilen görüntü hemen görülebilir.
  • Sinema filmleri büyük ve ağır makinelerle çekilir ve oynatılır. Video filmleri, topu topu bir-iki kiloluk küçük makinelerle çekilir. Bunların oynatılması için bir TV ekranı yeterlidir.

Bu kısa anımsatmalarımız, videonun ne büyük kolaylık ve ucuzluk getirdiğini açıkça göstermektedir.


TV’NİN KUSURLARI

Videonun yayılmasında TV programlarının kötülüklerinin rolü olduğunu söylemiştik.

Bunları şöyle özetleyebiliriz:

  • Amerika gibi televizyon işletmeciliğinin özel ellerde olduğu ülkelerde şirketlerin gelirleri reklam firmalarından sağlanır. Bu nedenle, her şirket en iyi programları sunmak zorundadır. Tabiî, en iyi program sunan şirketlerin televizyonları daha çok izleyici bulur. Ancak, bunun baş sakıncası, programların sık sık kesilip araya reklamların sokulmasıdır. Bunlar izleyiciyi bıktırmaktadır.
  • TV’de, programlar, ne kadar iyi yapılırsa yapılsın izleyiciyi yine de bıktırmaktadır.
7’den 70’e her yaştan insana seslenen bir program, aslında kimseye seslenmiyor demektir.
  • Görülüp beğenilen bir programı yineleme olanağı yoktur.

Televizyonun bu kusurlarının giderilmesi için iki yöntem bulunmuştur:
Kablolu televizyon ve video.

Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Avrupa’da, izleyicilerin gereksinmelerinin daha iyi karşılanması için kablolu televizyon şirketleri kurulmuştur. Bunlar, stüdyolarından evlere cam telden (optical fiber’dan) kablolar döşemektedir. Cam tel, laser ışığı ile görüntüyü, yani TV programını evlere götürmektedir. İzleyici stüdyoya verdiği talimata göre, isterse sadece seks filmi, isterse sadece spor filmi... görebilmektedir. Yani, her izleyiciye göre ayrı program verilmektedir.

Videonun olanakları daha da geniştir. Çünkü, bunda bir stüdyoya bağlanıp onun verdikleri ile yetinme zorunu yoktur. İzleyici, kendi programını kendi seçip istediği saatte görebilmektedir. Ülkemizde yerli, yabancı, hemen bütün filmlerin video bantları vardır. Bunlar geceliği 300-500 liradan kiralanmaktadır. Bu işi yapan dağıtımcılar türemiştir.

Video bizde sinema filmciliğinin kolu biçiminde gelişmiştir.

Batı’da ise, çeşitli alanlarda kullanılmaktadır:
  • Eğitimde,
  • yönetimde
  • ve tabiî eğlencede.

  • Hemen bütün derslerin video bantları vardır. Personel eğitiminde, yeni bir makinenin kullanılış biçiminin öğretilmesinde, ameliyatların, doğumların tıp öğrencilerine gösterilmesinde videodan yararlanılmaktadır.
  • Çeşitli ülkelerde faaliyetleri olan şirketler zaman zaman getirttikleri video bantları ile oralardaki işlerinin gelişmelerini izleyebilmekte, oralara gönderecekleri personele yerel koşulları video ile tanıtmaktadır. Bir arazide kurulacak tesislerin konumu için yine videodan yararlanılmaktadır.
  • Ev sahibinin evinde bulunmayacağı saatlerde TV’de gösterilecek programlar otomatik olarak videoya geçirilmekte, sonra seyredilmektedir. Başka ülkelerdeki spor, tiyatro, festival... gösterileri, değiş tokuş veya satış yoluyla görülebilmektedir.
  • Ailelerin düğün, sünnet, doğum, ölüm, nikâh... gibi büyük günlerinin anıları da video ile ebedileştirilebilmektedir.

Bunlara daha pek çokları eklenebilir.
Ancak, bir fikir vermiş olmak için bu kadarı yeterlidir sanıyorum.


VİDEONUN PARÇALARI

Video için bir görüntü çekiciye, bir oynatıcıya, bir de televizyona gereksinme vardır.
Görüntü çekicinin, filme çekme makinesinden farkı yok gibidir.
Ancak, film makinesinde görüntü şeride alındığı halde videoda elektrikle banda geçirilmektedir.

Oynatıcıya “video kaset makinesi” (video cassette machine) denmektedir. Televizyon aygıtına bağlanan bu aygıt kasetlerdeki, bantlardaki görüntüleri TV ekranına aktarır. Şimdi, görüntüyü sinemadaki gibi duvara yansıtılan video kaset makinaları da yapılmıştır (Videoprojektör). Son bir buluşla, video plakları da piyasaya çıkarılmıştır. Bunlarda görüntü gramofon plağı gibi plaklardadır.


Video kaset makineleri televizyon görüntülerini de banda alabilmektedir. Bunlar sonradan ekranda görülebilir.

Renkli televizyon yayınları “secam” (séquence à mémoire),
“pal” (phase alternation by line),
“NTSC” (national television system committee) denen yöntemlerle kaydedilir.

Bir yönteme göre banda alınmış bir görüntü öbürü ile seyredilemez.

  • Fransız buluşu secam, Avrupa’da sadece Fransa’da kullanılmaktadır. Bunun dışında, bütün sosyalist ülkelerle Arap ülkeleri de bunu kullanmaktadır.

  • Pal, bütün Batı Avrupa ile Cezayir, Libya ve Sudan’ın kullandıkları yöntemdir. Biz bu gruptayız.

  • Amerikan buluşu olan NTSC bu ülkeden başka Japonya, Güney Kore, Tayvan ve Filipinler’de geçerlidir.

İşte, video programları, bu sistemlere göre çalışan makinelerle kaydedilmeli ve bunlara ait makinelerde ve televizyonlarda kullanılmalıdır. Bununla birlikte, bu üç yöntemi kullanmaya olanak veren makineler de yapılmıştır. Bunlara üç düğme konmuştur.


BİZDE VİDEO

Bizde video 4 yıl kadar önce başlamıştır. O sırada bizde video alıcısı olmadığından yerli filmler geçici dışsatımla dışarı gönderiliyor, orada banda geçirilip iade ediliyordu. Bunlar, sonra, oralardaki işçilerimize kiralanıyordu. Derken, video alıcıları bize de geldi. Bu sefer, film yapımcıları ve dışalımcıları kendi filmlerini kendileri banda geçirip piyasaya sürmeye başladılar. Depolarda kalmış ne kadar eski film varsa hepsi banda geçirildi. Çizgili, yağmurlu, yer yer bozulmuş bu filmler ilk zamanlar hoşnutsuzluk yarattı ise de zamanla işler düzeldi.

Tuhaftır, film yapımcısı ve dışalımcılarımız, banda geçirdikleri filmlerin “bacanak” birahanelerinde oynatılmasına karşı çıktılar: Müşterileri azalırmış. Oysa, bu birahanelerin müdavimleri, bütün İstanbul’da birkaç bini geçmez. Bunlarla mı müşteri azalacak? Ancak, filmcilerin tepkileri de etki yaptı. İş sadece göbek filmlerinin birahanelerde gösterilmesi ile tatlıya bağlandı.

Aynı tepkiyi devlet televizyonunda da görüyoruz. TV’miz programlarının izinsiz alınıp satılmaması için ekranlara “TRT” kaşesi yansıtmaktadır. Oysa devlet yayınlarının bedava olması gerekmez mi? Resmi Gazete’de çıkan yasaları isteyen alıp bastırıp satabiliyor. TV programlarında aynı şey neden olmasın? Sonra, âhım şâhım şeyler mi bu programlar?


VİDEO PİYASAMIZ

1983 başında video ithâli serbest bırakıldığı için şimdi dışardan bol bol video kaseti gelmektedir. Arap ülkelerinden, Batı ülkelerinden bavul bavul video bandı gelmektedir. Hattâ, Arap ülkeleri bunları burada 150 bin lira kadar masraf ederek dublaj da yaptırıyor, öyle piyasaya sürüyorlar.

Hollywood filmcileri de, kendi eski filmlerini videoya aktarıp satıyorlar. Hattâ, birçok filmler sinemada gösterime çıkmadan önce video bantları ile dünyaya yayılıyor. Bunları yayanlar bu filmlerin yapımcıları. “Âlem yapacağına biz yaparız” diyorlar. “Gandi”, bu biçimde, önce video meraklılarınca görüldü Londra’da, Paris’te.

Videoculuk, bizde ve başka ülkelerde büyük boyutlara ulaşmıştır. Video dergileri, kulüpleri hemen her gün birbirini izlemektedir. Bizimki gibi imkânları kıt bir ülkede bile ikisi İstanbul’da (Video Magazin ve Yaşam Video), biri Ankara’da (Video ve TV) olmak üzere aylık üç dergi çıkmaktadır. Video eki veren dergi ve gazeteler de vardır.

Bizde video kulüpleri incelemeye değer.
Kulüplere üyelerden başkaları giremez. Bunlar, bu yüzden, bazı vergi kolaylıklarından yararlanırlar.
Acaba bizim video kulüpleri gerçek anlamda kulüp mü yoksa dağıtım kuruluşları mıdır?


TELİF HAKKI SORUNU

Videoculuğun gelişmesi “telif hakları” konusu ile “sansür” konusunu gündeme getirmiştir.

Bir eser, sahibinin izni olmadan çoğaltılıp satılamaz, kiraya verilemez.
Ülkemizde hemen hiç uygulanmamış olan bu yasak şimdi daha da kolaylıkla çiğnenmektedir.

25 yıl kadar önce İstanbul’a gemi ile gelen Mısırlı müzisyenler, limanda, gemilerinde bir konser vermişler, bunda, Türk kompozitörlerinin eserlerini icra etmişlerdi. Sonra, bunların sahiplerine verilmek üzere telif hakkı bedellerini İstanbul Radyosu Müdürlüğü’ne göndermişlerdi. Bizde bunu kim yapmıştır?

Ses sanatkârlarımızın şarkıları bandlara doldurulup işportalarda okka ile satılmaktadır.
Şimdi aynı şey video filmleriyle yapılmaktadır. Bunun önüne geçme olanağı kalmamıştır.

Sansür de yeniden ele alınmak gerekmektedir. Evvelce, sansürün yasakladığı filmler yurda sokulmazdı.
Şimdi, video yolu ile getirilip halka dağıtılmaktadır: Lavrens ve Gandi filmleri yasak olduğu halde getirilip gösterilmiştir.

“Hakkâri’de Bir Mevsim”i halk sinemalarda makaslanmış olarak görecektir. Ama filmin videosu acaba gelmedi mi ülkemize?
O zaman, yasak önlemi, Nasreddin Hoca’nın her yanı açık türbesindeki kilide benzemeyecek midir?

Halk, kiraladıkları filmleri komşularına verip banda aldırmaktadır.
Onlar da karşılığında kendi kiraladıkları filmin bandını almaktadır. Bunlar nasıl yasaklanabilir?

Sinemada gösterilen filmleri bile seyirciler banda alabilmektedir. Bu durumda polis yasaklarının anlamı kalmamaktadır.
Bu konunun da ele alınması gerekmektedir.
Bence, tam serbestlik en iyi çaredir. Ancak, siyasî propagandayı önleyen önlemler alınabilir.

İşte bu kadardır ol hikâyet,
Bâkisi düruğ-u bî-nihayet”.



Vehbi Belgil | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983
___________________________________________________________________________________________________________________________



Videonun Toplumsal Açıdan İşlevi

Her toplum, kendini oluşturan bireylere, ortak değerler, inançlar, kurallar aktarır.
Bir toplumu toplum yapan öğe, bu “aktarma” sürecidir.

Önce aileden başlar bu “aktarma” süreci.
Sonra sokaktaki arkadaşlar, daha sonra okul, öğretmen ve kitaplar işin içine karışır.

Çocuk, “doğru ile yanlışı”, “iyi ile kötüyü”, hattâ “güzel ile çirkini” ayırt etmeyi bu “aktarma” süreci sonunda öğrenir.

İşte basın, radyo, televizyon, film ve hatta kitaplardan oluşan “kitle iletişim araçları”, toplumun bireye aktardığı bu kuralları, değerleri, inançları taşıyan en önemli kanallardan biridir. Kitle iletişim araçlarının, öteki “aktarmak mekanizmalarına” göre farkı, tüm ömür boyunca etkilerini sürdürmeleridir. Çocuk bir süre sonra aileden ayrılır. Belli bir yaşta okul biter. Fakat, radyo, televizyon ve basın ömür boyu insanı etkiler. Toplum ile birey arasındaki ilişkiyi sürdürür.

Kitle iletişim araçlarının, birey ile toplum arasındaki ilişkiler açısından gelişmesi, iki aşamalı olarak düşünülebilir. Birinci aşamada iletişim araçlarının kitleselleşmesi “merkezileşmeye” yol açmış, böylece toplumun bireyi denetleme gücü çok artmıştır. İkinci aşamada ise, teknolojinin gelişmesi sonucu kaset imalâtı gerçekleştirilmiş, bireyin özgür tercihleri daha ön plana çıkmıştır. Böylece teknolojinin ikinci gelişme aşaması bir “bireyselleşme”yi simgelemektedir. Kanımca, “kitle iletişim devrimini” “kaset öncesi” ve “kaset sonrası” devrim diye ikiye ayırmak anlamlı olacaktır.

“Kaset” ile hem ses, hem görüntü kasetlerini kastettiğimi belirtmeliyim. Birey ile toplum arasındaki ilişkileri etkileme bakımından, önemli olan kasetin yalnız ses ya da hem ses hem görüntü kaseti olması değil, bireyin malik olabileceği ve istediği zaman, istediği kadar izleyebileceği bir kaynağı edinmiş bulunmasıdır.

“Kaset öncesi devrim”in temel özellikleri şöyle sıralanabilir:
  1. Mesajların bireye ulaştırılmasında “okuma-yazma” gibi bir “önkoşul”dan kurtulunmuştur.
  2. Mesaj hem kulağa hem göze hitap ettiği için daha “etkili” bir nitelik kazanmıştır.
  3. Ulaşılan kitleler son derece “geniş” boyutlar kazanmıştır.
  4. Mesajların istendiği zaman, istendiği kadar tekrarlanma şansı ortaya çıkmıştır.

Bütün bu gelişmeler sonunda, toplumun ya da onu yönetenlerin bireyi etkileme gücü çok artmıştır. Mesajlar genellikle tek kaynaktan verildiği ve iktidar tarafından da kontrol edildiği için, bu “etkinlik” merkezî otoritenin etkinliği haline dönüşmüştür. Faşist ve komünist ülkelerdeki “iktidar propagandası”nın çok etkili olması, doğrudan doğruya bu gelişmelere bağlıdır. Basın yanında, radyo ve televizyonu da tek elden denetleyen tüm ülkelerde bu “merkezileşme” eğilimi çok belirgindir.

“Kaset öncesi devrim”, kitle iletişim araçlarını tümüyle iktidarın eline verirken, toplumbilimsel olarak da, “bireylerin bir örnekleşmesi” yönünde bir etki yaratmaya yönelmiştir. Böyle bir toplumun eleştirisi Orwell’in 1984 adlı kitabında görülebilir. Bu kitapta, kitle iletişim araçları kanalıyla tüm bireyleri “robotlaştıran” bir yönetim biçiminin eleştirisi yapılmaktadır.

Kitle iletişim araçları devriminin birinci aşamasında merkezî otoritenin başarısı büyük ölçüde bu araçları kullanabilme yeteneğine ve bilgisine bağlıdır. Özellikle “sosyo-psikolojik” bilgi ve becerilere bağlı olan bu yetenek, önemli ölçüde “teknik olanaklar ve teknik bilgi”den de etkilenmektedir. Fakat ne olursa olsun, “kaet öncesi devrim” merkezî otoritenin gücünü büyük ölçüde arttırmakta ve bireyin “toplumsallaşma” oranını yükseltmektedir.


“KASET SONRASI” KİTLE İLETİŞİM DEVRİMİ

Önce ses, sonra da görüntü ve ses kasetlerinin geliştirilmesi, kitle iletişim devrimine apayrı bir boyut getirdi.
Artık, “toplumun egemenliği” dönemi kapanıyor, buna karşılık “bireyin yeniden özgürleşmesi” dönemi açılıyordu.

Kaset sonrası kitle iletişim devrimi, merkezî otoritenin denetimini zayıflattığı için, bireyin özgürleşmesi yanında başka kültürel ve siyasal sonuçlar da doğuruyordu. Örneğin, Humeyni, İran Devrimi’ni gerçekleştirmek için ses kasetlerinden yararlanmıştı.

Sonuçları, ister kültürel, isterse siyasal olsun, kaset sonrası kitle iletişim devrimi, bireye, “mevcut kitle iletişim yapısının” dışına çıkma şansını getirmiştir. Buradaki “mevcut kitle iletişim yapısı” deyimi ile, toplumu yönetenlerin kontrol ettiği “merkezî yapıyı” kastettiğimi belirtmeliyim.

Aslında “çoğulcu demokrasilerde”, “mevcut yapı”, bireye, bir ölçüde, “dışarı çıkma arzusu bırakmayacak derecede zengin” ya da yeni gelişmekte olan “özel aboneli kanal” uygulamaları, bu tür yapıtların zaten sahip oldukları çok kaynaklı seçeneklere, “özel isteğe uygun” yeni seçim olanakları da eklemektedir. Bu nedenle, “kaset sonrası devrim”, genellikle Türkiye gibi, radyo ve televizyonu devlet tekelinde tutan ülkeler açısından büyük önem kazanmaktadır.


VİDEONUN BİREYSELLEŞTİRİCİ İŞLEVİ

Ses ve görüntüyü birlikte veren kaset, insanı bir anda yaşadığı toplumdan başka bir âleme götürebilir. Sinemanın büyüleyiciliği, artık evimizin rahatlığı ile birleşmiş ve “bizim olan bir adacık” üretmiştir. Unutmayalım ki, olay “evimizde” yani, dış dünyadan olanaklı olduğu ölçüde “korunmuş” ve “bize özgü” bir mekânda geçmektedir.

Dış dünyayı  “düşman” gören bir kişi, artık rahatlıkla ondan kopabilmekte, kendini saatlerce bir düş dünyası içinde tutabilmektedir.

Birey, günlük yaşamın sıkıntılarından kurtulmak için alkole, uyuşturucuya sığınır gibi videosunun başvurmaktadır.

Video olayının ardında, sinema dünyasının büyüleyiciliği yatmaktadır.
Hem de kişisel zevke göre seçilmiş ve düzenlenmiş bir sinema dünyası.
Maceradan belgesele, seksten spora kadar, “kişisel bir sinema”.

Toplumdan kaçmak isteyen için ideal bir araç gibi görünmektedir video.
Gir evine, koy kaseti, ertele dış dünyayı.


VİDEONUN TOPLUMSALLAŞTIRICI İŞLEVİ

Tüm, “bireysel kaçış” olanakları yaratmasına karşın, video önemli ölçüde “toplumsallaştırıcı” bir işleve de sahiptir. Her “kaset” belli bir içerikle birlikte belli “mesajlar” taşır. İyi, kötü, çirkin, güzel, doğru ve yanlış, kimi zaman çok belirgin, kimi zaman ise belli belirsiz, kasetten bireyin bilincine akar gider. İşte bu “değerler, inançlar, görüşler”, videonun “toplumsallaştırıcı” işlevini belirler.

Buradaki sorun, olaya salt sanat ve kültür açısından bakıldığında bile (çünkü olaya siyasal açıdan bakmak da olanaklıdır) “toplumsallaştırmanın”, hangi değerlere ve kurallara göre yapıldığıdır. Bu işlev, kaseti seyreden bireyin içinde yaşadığı topluma uygun olarak yapılabileceği gibi, yapısı o toplumdan tümüyle farklı bir topluma göre de yapılabilir. Klasik örnek, Müslüman Doğu toplumlarında, yaygın olarak Hıristiyan Batı filmleri gösterilmesidir. Böyle durumlarda birey, içinde yaşadığı toplumdan tümüyle kopacak, fizik izolasyona, duygusal ve zihinsel yabancılaşma da eklenecektir.

Toplumsallaşma, bireyin içinde yaşadığı topluma uygun olarak yapılıyorsa, o zaman bireyin “toplumdan kaçış” gibi görünen “video seyretme” eylemi, aslında “topluma bağlanış” süreci haline dönüşecektir.

Her kaset, bir ya da birden çok mesaj içerir. Bu mesaj ya da mesajlar, bireyi toplumsallaştırır.
Bu toplumsallaşmanın hangi topluma uygun olduğu, kaseti üreten ile izleyen arasındaki ilişkide belirlenir.


DEVLETİN ROLÜ

Türkiye’de her konuda olduğu gibi, video konusunda da “devletin rolü” söz konusu olduğu zaman ilk akla gelen önlem, “yasak” koymak olacaktır. Ne yazık ki, yapılacak en yanlış ve dolayısıyle en etkisiz işlem, video olayına devletin müdahalesini bir “yasaklar düzeni” çerçevesinde görmektir.

Devletin buradaki rolü, ne sansür olmalıdır, ne de yasak. Yapılacak iş, telif haklarını güvence altına almak, kaliteli üretimi teşvik etmek ve özellikle kültür varlıklarımızın korunmasıyla iligli konularda (belgeseller ve benzeri çekimler) bizzat üretimde bulunmaktır.

Devletin video konusunda yapacağı başka bir olumlu girişim, “kaset” olayını örgün ve yaygın eğitimde kullanmanın yollarını aramak ve bulmaktır.

Bu arada yine devletin yapabileceği bir başka olumlu iş, yurt dışındaki işçilerimizin yurt özlemlerini karşılayacak kaliteli “kasetler” üretmektir.


SONUÇ

Kitle iletişim araçları “kaset sonrası devrim” aşamasını yaşamaktadır.
Bu aşamada, bu araçlar “kitle” adının tersine “bireysel” tercihlere göre, kişisel kullanıma açılmışlardır.

Kaset, son derece etkin bir kanaldır. İzleyiciyi çabuk ve derin bir biçimde etkiler.
Bunun en önemli nedenlerinden biri, bireyin seyredeceği kaseti kendisinin tercih etmiş olması, yani etkilenmeye açık bulunmasıdır.

Bu etkin silahın kullanılmasını önlemek hem olanaksız, hem de gereksizdir.
Yapılacak iş, bu silahı olumlu ve toplumsal amaçlara uygun bir biçimde kullanmaktır.

Günümüzdeki tehlike ise, videonun da “arabesk kültürün” egemenliğine girmesidir.
Devlet neyi nasıl saklayacağını değil, arabeskle mücadele etmek için sanat değeri yüksek “kaset” üretimine nasıl yardımcı olacağını düşünmelidir.



Emre Kongar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983
___________________________________________________________________________________________________________________________



Nasıl Bir İnsan İçin Video?

Kitle iletişiminin hayat’tan soyutlandığı; kitle iletişimi araçlarının tekniğin işba noktasına gelinmeden yenilendiği; toplumdaki iletişimin komut verme, eğlenim oluşturma, brütalleştirme ve yıldırmaya yöneldiği bir ortamda videonun kültür hayatımızdaki etkilerinin neler olacağını derinden düşünmemiz gerekiyor. Video, sanat ve eğitim olanaklarını ucuzlatıp kolaylaştırarak, bu olanaklardan yararlanabilmiş olma ayrıcalığının bunlardan yoksun kalmış çoğunluk üzerinde yılgınlık yaratıcı bir statü kazanma aracı olma konumuna son verebilecek mi? Sanat ve eğitimi toplumdaki hegamonik ilişkilerin taşıyıcısı ritüel alanları olmaktan çıkarıp hayat’a katkıda bulunacak nitelikteki yaşam etkinliklerine dönüştürebilecek mi? Yoksa, geniş kitlelerin kendi gerçeklikleri hakkında bilgilenmekten, hayat’a sahip çıkma coşkusu kazanmaktan, kendilerinin ve toplumlarının geleceğini biçimlendirip belirleyebilen “homo politicus” olmaktan alıkoyan bugünkü parazitik kültürel ritüellerimize eklenmiş büyüleyici bir sözde-yenilik olarak mı kalacak? Gerçek anlamda iletişimin olanaksızlaştığı bir ortamda bile kitle iletişimi araçlarının toplumun belirli bir kesiminin elinde kalması için sürdürülen sözde-iletişim sürecinin içinde yer alıp, 1970’lerin sonlarına doğru moda endüstrisinin kitle toplumu insanını betimlemek için kullanmaya başladığı bir deyişle, “homo idioticus americanus”lar mı üretecek?


RAKI, ÇİĞKÖFTE VE PİJAMA İLE YAKALANDIK

Video’nun olası kültürel etkilerini düşünürken, öncelikle, bugünkü kültür yaşamımız üzerinde durup düşünmemiz gerekiyor. ilindiği gibi, geleneksel toplum yapısının hızla yıkıma uğradığı; bunun yerine, “modern toplum” kültürel yaşamının oluşturulmaya çalışıldığı bir geçiş sürecini yaşıyoruz. Bu geçişi rakı, çiğköfte ve pijama ile yaşayabildiğimiz iç-mekânlarımıza çekildiğimiz akşamları, tatil günleri, ya da iş’ten eve gelirken uğradığımız birahanelerdeki saatlerimizde daha az sancılarla yaşamaya çalışıyoruz. Dertlerimiz, gerçekleşmeyen beklentilerimiz, bitmeyen umutlarımız, maaşlarımıza uygulanacak göstergelerimiz, banker alacaklarımız, zabıtaya kaptırdığımız lahmacun arabalarımız, hastalarımız, sevdalarımız, borçlarımız, dolmuşlarımız, yağmur bekleyen barajlarımız, odun-kömür derdimizle bu iç mekânımız sayesinde başa çıkabiliyoruz. Modern Batılı toplumların gelişkin kültür yaşamından, örgütlü toplum yaşamından, özgürlükçü siyasal yaşamından uzağız.

Çalışarak kazanmak, okumak, “adam olmak” gibi ideallerimiz ise, on beş yirmi yıldan beri iyice inandırıcı olmaktan çıkmış bulunuyor.

Evlerimize giren gazeteler, dergiler, magazinler toplum için ideal tipler diye;
başarılı müzisyenleri,
kadın tarım mühendislerini,
sanatçıları,
kültür etkinlikleriyle topluma yararlı olabilmiş kimseleri değil,

TV’deki komiklik yarışmasının şampiyonlarını,
“Ses Müsabakası” kazanmış yandan yırtmaçlı ses sanatçılarını,
yirmi bir yaşında milyarlar toplamış banker çocukları,
devleti dolandırmış kaçakçıları gösteriyor, önümüze koyuyor...

Fırsatını bulup “köşeyi dönenlerimiz” banyolarına altın kaplama musluklar taktırıyor, vakıflar kuruyor... Acımasız çelmeledikleri kalabalıkların kültür ve sanattan yoksun kalarak kabalaşmışlıklarının, çarşılarda, yolculuklarda karşılarına çıkıp kendi “nezih” ortamlarına bir şeyler bulaştırmaya başladığını görmezlikten geliyor...

Yaşadığımız bugünkü geçiş süreci üzerinde demokratik bir iletişim ortamı oluşturup bütün bir toplum olarak tartışıp düşüneceğimize, televizyonumuzla, gazetelerimizle, magazinimizle, plak ve kaset endüstrimizle, gazino ve diğer eğlence endüstrimizle; yaşadığımız realiteye karşı zihinsel ve duyusal bir hissizleşme, körleşme sürecine girmiş gibiyiz. İçine çekildiğimiz rakılı, çiğköfteli, pijamalı iç-mekânlarımızda bu hissizleşmemizi kendi ellerimizle yoğunlaştırıyoruz. “Homo politicus” olmaktan uzaklaştıkça, bu iç mekânlara çekilmemiz de yetmez oluyor. Bizden başka herkese ve her şeye husumet duyuyor ve herkesten ve her şeyden ürküntü duyuyoruz. En zayıfımızdan en güçlümüze kadar hepimiz yaşadığımız bu ortam yüzünden kurtulamadığımız “gerçekleştirilememiş insan” kimliğimizle sado-mazoşistik bir kültürün hem tüketicisiyiz, hem de malzemesi...

Video’nun bizi rakı, çiğköfte, pijama üzerine kurulmuş bir iç-mekânda yakalayıvermiş olması bu nedenlerledir...


BÖYLE OLMAYABİLİRDİ...
BELKİ OLMAYABİLİRDİ DE...

Video’ya böyle yakalanmayabilirdik? “Resmileştirilmiş” bir TRT karşısında bir şeyler aramak, sığınmak için çekileceğimiz rakılı, çiğköfteli, pijamalı iç-mekânlarımızı video’larımızın uzaktan kumandalı, otomatik ayarlı teknik harikalar yaratan maharetleri ile yabanlığın karanlık mağaralarına dönüştürme tehlikesi ile karşı karşıya gelmeyebilirdik. Bu, belki, hâlâ bir imkân olarak önümüzde durmaktadır.

Ama, bunu yapabilmek için şunları gözönünde tutmamız gerekiyor:

  • Toplumsal hayatta iletişim sorunlarını çözümlemek için kitle iletişimi konusunda paradigmatik bir değişiklik yapmak zorundayız. Ekonomik, siyasal ve kültürel yanları ile toplumsal iletişim bir bütündür. İletişim özgürlüğü, yalnızca gazete alabilmek; radyomuzun, TV’mizin, videomuzun tuşlarına basabilmek özgürlüğü değildir. Bu iletişim araçlarını buyruklayandan, güdümleyenden kitlelere doğru tek yönlü ileti aktarması yerine; bu araçların aynı anda hem yayımlayıcı, hem de alımcı olarak çift yönlü bir akış içinde kullanılması; üretim ve kullanımda toplumun demokratik katılımının sağlanması gerekmektedir;

  • Bu araçların, birer iletişim tekniği olarak “işba noktasına” gelmeden yerlerini yenilerine bırakmakta oluşu üzerinde de durmamız gerekiyor. İşlikte ve işlik-dışı yerlerde fragmanlara ayrılmış bir realite algılamasının başat duruma geçtiği günümüzde kitabın derinden ve bütüncül algılamayı gerektiren bir iletişim aracı olarak kazandıracağı zihinsel yeteneklere geniş kitleler bugün muhtaç durumdadır. Görselleştirilmiş algılama, amprisistik ve pozitivistik algılamayı başat duruma geçirmekte; bu durum geniş kitlelerin reel hayatı, görünüşünün ardındaki gerçekliği ile idrak edebilmesini önlemektedir. Sonuçta, yaşanan bugünkü hayatın değişmez, akıl ermez, düzeltilmez bir “vakıa” olduğuna inanılmakta; hayatın sorunları karşısında, bunların toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesiyle çözümlenmesine yönelmek yerine şansa, yıldızlara, führer-elit’lere, özgürlüğü bütünüyle ortadan kaldırabilecek tehlikeli reçetelere yönelinmektedir. Bu arada, gündelik hayatta, trafiğinden müziğine kadar, sado-mazoşistik bir kültür oluşmaktadır.

    Toplumdaki hegemonik ilişkiler yumuşatılabilse, “işba noktasına” gelinmeden “eskimiş” diye bir kenara bırakılan iletişim tekniklerinin bile kitleler için ne derece kullanılmadan durmakta olduklarını göreceğiz;

  • Video’nun, yalnızca toplumun belirli yerlerinden toplumun diğer kesimlerine enformasyon, duygu, kanaat ve değer akıtıp aşılayan ya da pekiştiren bir araç olmak yerine kitlelerin kendi yaşam-deneyimlerinin hayata katkıda bulunacak bilgilere, yetilere dönüşmesine yardım edecek biçimde kullanılması ile, kendisinin ve toplumun geleceğinin kendi ellerinde olduğunu hisseden “citoyen”ler oluşturulabilir. İletişimin, siyasetin, hayatın gerçek özneleri haline gelebilir insanlarımız. Kültür ve sanattan nasiplerini alabilirler. Kentlerimiz lahmacun kokularından, çöplerden, şiddetten, umutsuzluktan, kayıtsızlıktan kurtulabilir... Müziğimiz, gerçeklik karşısında kendi-söylemini geliştirebilen insanlarımızla, değişik görüşlerin iletimlenebilmesiyle birlikte, gelişebilir, çok-sesli bir müziğe evrimlenebilir. Arabesk, belirleyici bir form olmaktan çıkıp; küçük sıkıntılarımızı ifade eden bir “kenar süsüne” indirgenebilir...


Evet, bütün bunlar hâlâ olabilir. Yeter ki, videonun toplumumuzdaki bu ilk yaygınlaşmaları ve “kapıdaki” kurumlaşması ile birlikte demokratik ortam oluşturulabilsin. Video’nun kurumlaşmasında ülkenin sanatçıları, çalışanları, düşünürleri, yazarları çizerleri de etkin olabilsin, yer alabilsin. Video’nun kurumlaşmasında bütün bir “meydan” bundan önceki talihsiz TV serüvenimizde olduğu gibi, çoğunlukla “abicim kültürü” içinden devşirilmiş kişilere kalmasın...



Ünsal Oskay | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983
___________________________________________________________________________________________________________________________



Yeni Bir Sanat Türü: Video Sanatı

Video, sanatçının üretimini, elektronik olanaklarla,
öteki media’larda bulunamayacak renk ve biçimlerde sağladığı görüntülerle etkileyen bir araç.

Ancak “video sanatı” adı altında yeni bir sanat türünden söz edebilir miyiz?

Video sanatı, 1970’lerin araştırmacı sanat anlayışının kapsamında ele alınabilir ancak. Bu yıllarda sanatçı, artık araştırıcı haline geldi. Kamera ve bant, sanatçı için boya tübü ve fırçaları denli önemli. Yaratıcı güç de, teknoloji ve elektronik araçlarla doğrudan doğruya bağımlı.

Video’nun özellikle plastik sanatçıların ilgisini çektiği söylenebilir ilk bakışta. Oysa sinema, reklamcılık, edebiyat, eğitim, müzik ve hatta televizyon ile ilgilenen, bu alanlarda ürün veren kişilerin de videodan yararlandığı sık sık görülüyor. Hepsi görsellik, iletişim, estetik ve daha geniş bir kapsamda yeni teknolojinin getireceği olanaklar üzerine yeni bir şeyler bulma çabası içinde. Çünkü yeni görüntüler yaratmanın yollarını, görsel anlatımla yeni kavramlar önermeyi video yoluyla öğrendiler.

Ancak videoya, bu gözle bakan sanatçılar bile onu özgün sanatlarından ayırırlar, hatta tüm sanat türlerinin dışında tutarlar.
Videonun sanata değgin en önemli işlevi, video olayını gündeme getiren psikolojik ve insansal unsurları işlemesidir.

Video sanatı üzerine yazılan teorik ve eleştirel yazıların büyük bir bölümü, onu öteki iletişim araçlarının da dışında tutmak gereğini duymuştur. Çoğu çok belirgin olmamakla birlikte, içerdiği özgün nitelikler videoya böyle bir tanım getirmeyi zorunlu kılıyor. Bir sanat yapıtına gerçek değerini veren öğenin izleyicinin yapıta bakışı olduğu varsayımından yola çıkarak sosyoloji, psikoloji, sinema vb. alanlarında etkinlik gösteren bilim ve sanat adamlarının da videodan en üst düzeyde yararlanabileceklerini söyleyebiliriz.


VİDEO VE GERÇEK-DÜŞSEL İMGE

Burada bir parantez açıp gerçek imge ile düşsel imge kavramlarının zıtlığına göz atalım.

Düşsel imge, gerçek olmayan ya da gerçeküstü olan imgedir. Ancak düşsellik, toplumun duyarlı olduğu kimi olguları ele alan kültürel koşullarda bir gerçeklik oluşturabiliyor. Örneğin, soyut dışavurumcu ressamlar algılama olayının salt gözlere özgü olmadığını kanıtladılar. Artık bazı insanlar, bakıştan kaynaklanan gerçekliğin, asıl gerçeğin ancak çok küçük bir parçacığı olabileceğini kabulleniyorlar. Videodan yararlanan sanatçılar da bu anlayış içinde mutlak gerçekliğin arayışına doğru yola çıkarlar. Böylece video, görme ve bilinç evrelerini değiştirmeye yöneliyor, tıpkı değişik özelliklerinin sıradan gerçekliği değiştirebileceği gibi. Nitekim birçok kameranın kullanımıyla oluşturulan renkler ve görüntülerin gözlerimize bağımlı gerçekliğimizde hiçbir yeri ve anlamı yoktur.

Video sanatı, gerçekten yararlanarak, kendine özgü düşsel bir dünya yaratır. Bu dünyaya bakış şekli sanatsal bir üretim olarak ele alınır. Video sanatındaki verimler bütünü, nesneyle olan ilişkilerine ve iletişim yöntemine bağımlıdır. Bu iletişim bazen birçok sanat dilinin bileşimi olarak ortaya çıkabilir. Değişik sanat dallarından; dans dünyasından, müzik dünyasından, sinemadan, sosoylojiden, reklamcılıktan gelen görüntülerin karışımıyla elde edilen görüntü ve sesler, bir özümleme sonucu yeni bir sanat türünün kaynağını oluştururlar. Ayrıca değişik sanat dallarının birbirlerine olan etkilerinin olumluluk düzeyleri de videoyla ölçülebilir. Örneğin bir müziğin, herhangi bir görüntünün görsel değerini artırıp artırmadığı video yoluyla sınanabilir.

Ne televizyonun ne de videonun olduğu bir yüzyıl öncesinde sanatçılar bugün de yararlandıkları kâğıt, kalem, fırça, tuval gibi gerçeklerden yararlanıyorlardı. Ancak bugün, tüm bunlara ek olarak, düşleneni akıcı zaman içinde gösterebilecek olanaklar vardır. Bu olanaklar, sanatçının düş dünyasının varabileceği gerçek derinliği bulmasına yarıyor. Bir başka deyişle tuval önünde düşleyen, imge arayan sanatçı, kamera arkasına geçtiğinde de bu arayışını sürdürüyor. Böylece elde ettiği, gerçekten kaynaklanan görüntüler, aynı zamanda öznellik taşıyor. Diyebiliriz ki, video da en az öteki sanat dalları kadar özneldir.

Sanatçıların teknolojik olanakları kullanarak, bugünün ve özellikle dünün sanat anlayışını çürütmeyi zorladıkları görülüyor. Amerikalı sanatçılar arasında, “deneysel” olarak adlandırılan, oysa şekilci bir sanat anlayışının devamı niteliğinde çalışmalar yapanlar çoğunlukta. Sanat geçmişi görsel ya da plasitğe dayananların videoya duydukları ilginin yoğunluğuna karşın, bu sanat dalında uyum göstermekte güçlük çektikleri de görülüyor. Ama bir yazar (örneğin Acconci), bir matematikçi (örneğin Bruce Naumann), bir müzisyen (örneğin Nam Juna Paik) videonun simgeselliğine ve sürekliliğine çok daha kolay uyabiliyorlar.



VİDEO VE SİNEMA-TELEVİZYON

Kendi kendimize sorabileceğimiz bir soru var: Teknoloji yeni sanatsal biçimlerden mi esin alıyor, yoksa fotoğraf, sinema, televizyonda bir aşama gerçekleştirmek isteyen sanatçıların yola çıkış noktası yeni teknoloji mi? Sanat ve teknolojinin bu çıkmazı günümüzde sürekli tartışılıyor. Burada, sadece yeni sanat türlerinden, sinetik ya da sibernetik sanatın yeni teknolojiyle birlikte doğduğunu anımsatmakla yetinelim.

Video sanatı, geleneksel sanat tarihiyle televizyondan doğan bir sistemin içindedir. “Videogramme” olarak adlandırılan video sanatçısının bantları bir sanat yapıtı olarak nitelendirilir ve sanat trafiği içinde yerini alır. Bu yapıtlar aynı zamanda, iletişim teknolojisinin ve televizyona bağlı bilgilenme sisteminin de ortak ürünleridir. Sanat-teknoloji-iletişim bağlamı, birbiri içinde ve süreklilik çerçevesinde yer alır.

Video bantları belirli bir mekân ve zaman dilimi içinde doğar ve ölürler. Bu sanatı kullanan sanatçıları en çok etkileyen özelliği de budur. Çünkü bir tabloyu ya da bir yontuyu tanımlamak için zamanı kullanmak olanaksızdır. Videonun sağladığı bu olanak, sanatçının en önemli çıkarlarından biridir.

Videonun önemli özelliklerinden biri de, “enstantane” olayıdır.
Videoda herhangi bir görüntüyü yaşanılan anda, yani görüntünün doğduğu anda görebilme olanağı vardır.

Filmde olduğu gibi, video da sekanslardan oluşan ve ses eşliğinde az ya da çok hızla hareket eden görüntü serisinden oluşur. Yine filmde olduğu gibi, video görüntüsü görsel bir metin üzerine, üç boyutlu bir gerçekliği ekran üzerine yansıtır. Monitörün küçük ekranına yansıyan bu uyumlu büyüklükteki görüntüler, izleyiciye küçük kuklalardan oluşan bir tiyatro izlenimini verir. Büyük ekran çalışmalar ise gerek yapısı, istediği özenle sinemayı andırır. Ancak sinemayla arasındaki bu benzerlikler, ürün aşamasına gelindiğinde, değişik özellikleri de getirir.



GELENEKSEL TELEVİZYONA KARŞI ALTERNATİF

Video sanatının doğuşu 1960’lara dayanıyor. Ana vatanının ise Amerika olduğu söylenebilir. Tıpkı Hollywood sinemasına karşı deneysel bir tür olarak ortaya çıkan “underground" sineması gibi, video sanatı da pasif ve gelenekselci televizyon anlayışına bir karşı alternatif olarak kendini gösterdi. Boston televizyon istasyonunun 1950’li yıllarda başlayan deneysel çalışmalarının sonucunda 1964 yılında “Jazz-Images” (Caz-Görüntüler) adlı, müzik ve elektronik olarak elde edilen soyut görüntülerin bileşiminden oluşan programla video sanatına doğru bir adım atıldı. Video sanatının babası sayılan Nam June Paik de bu televizyon istasyonunda görevliydi.

Nam June Paik, video sanatının Avrupa’ya sıçramasında da önemli bir rol oynadı. Wolf Vostell ile birlikte Almanya’da yaptığı çalışmalar videonun Avrupa’daki başlangıcı kabul edilebilir. Daha sonra Kanada’dan Kore’ye hemen hemen tüm Avrupa ülkelerini de içine alarak bir etki alanı oluşturan video, türünün sanatçılarını da yarattı.


Paik ve Vostell’in yanı sıra,
  • İngiltere’de David Hall,
  • İtalya’da Luciano Giacciari,
  • Fransa’da Paul-Armand Gette,
                   Françoise Janicot,
                   Christian Boltanski ve bir Türk sanatçısı Nil Yalter dikkati çeken başarılı çalışmalar yaptılar.

Özellikle Nil Yalter’in yeni bir anlatım arayışı ve kadınların yaşam kouşlları üzerine yaptığı araştırmalar sonucu gerçekleştirdiği
  • “Başsız Kadın” adlı çalışma, bugüne değin Fransa’da gerçekleştirilen en iyi bantlardan biri olarak kabul ediliyor.

Yalter’in, Nicole Croiset adlı bir Fransız video sanatçısının da katkılarıyla gerçekleştirdiği toplumsal, politİk ve eleştirel içerikli çalışmalarından
  • “Kadınlar Hapishanesi” ve
  • “Türk Kadını Rahime”nin de başarılı çalışmalar olduğu belirtiliyor.



VİDEO SANATININ ÜRÜNLERİ

Video sanatını üç ana türde ele alabiliriz:
  1. Deneysel çalışmalar,
  2. bir sanat olayını banda almaya yönelik çalışmalar (video-enregistrement) ve
  3. videoda düzenleme (video-sculpture).

Deneysel çalışmaların kökenini daha çok elektronik düzenlemeler oluşturuyor. Burada renk ve eşyaların ekrandaki karışımını elde etmeyi sağlayan “synthétiseur”ün (birleştirici) büyük önemi var. Sweeney’in “Untitled” adlı yapıtı şekillerin, Ron Hayes’in “Video Light Music” adlı yapıtı da renklerin deforme edilmesiyle oluşan deneysel çalışmaların en önemli örnekleri sayılır. Nam June Paik’in “Global Groove” adlı çalışması ise hem renk, hem şekil değişimini aynı anda verir. Bu bantlar sesin gücüne orantılı olarak, dansçıların görüntüleri hem renk, hem de şekil değişimiyle yansır ekrana.

Salt banda almaya yönelik çalışmalar ise, videonun yaşayan bir bellek olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bunun yanı sıra, insana değgin olguların değerlendirilmesi, sosyolojik, psikolojik değerlendirmeler de bu çalışmanın kapsamındadır. Burada kamera arkasındaki sanatçı, ya kendi sanatını ya da bir başka sanatçının sanatını değerlendirme (örneğin bir konser, bir bale gösterisi, vb.) durumundadır.

Özetle, video ya da görüntülerin elektronik olarak tanımlanması olayı, çağdaş sanat arayışının tüm düzeylerde  -kavramsal ve görsel yaratı, belgeleme, bilgilenme, eleştiri, vb.-  teorik ve pratik olarak uygulanmasıdır. Yeniden oluşturulan olay ve belge arasındaki sessizlik ve durağanlığın, bir bakıma yeni kavramlarla yer değiştirmesidir: Hareket, boyut ve zaman gibi...



Dany Bloch (Türkçesi: Bülent Berkman) | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983
___________________________________________________________________________________________________________________________




Labirentin ortasında video-canavar oturuyordu, soğukkanlı, kendine güvenli, ve besleniyordu küçük çocukların beyinleriyle, soğancık ve omurilikleriyle. Böylece emiyordu iliğini ve kemiğini, sıkıyordu toplumun ümüğünü. Görülmemiş bir video-canavardı bu, aynı zamanda Secam, PAL ve NTSC, ayrıca Beta, VHS, VHS-C ve 2000. Olağanüstü ya da olağan bir olguydu ilerde belki de bilimsel betiklere geçecek ya da büsbütün tarih sahnesinde silinecek... Labirent ise korkunç, ürkünç ve heybetli bir yapıydı uzaktan belli belirsiz. Bir tünelden giriliyordu buraya. Çıkışına gelince, yoktu çıkışı...

Bütün olasılıklara hazırdım artık. Olabildiğince bilgi toplamıştım video-canavar konusunda. Kocakarılardan dinlemiştim ağızdan ağza dolaşan söylentileri, dedikoduları, masalları ve efsaneleri. Bilgisayara başvurmadım. Başvurmam da. Asla. Aram bozuk onlarla. Anladığım kadarıyla yüzyıllar önce yerleştirilmişti canavar buraya, ses alan şeritlerden ve solucanlardan sonra. Doğal gelişmesiydi bu doğanın. Ya da öyle söyleniyordu ve sanılıyordu. Nükleer günâhlardan sonra tanrısal bilginlerce yeni bir belâ salınmıştı insanoğluna ve insanlık âlemine. Ama, insanlık da pek kalmamıştı ortalıkta. Yalnızlığım yoğunlaşıyordu bu yüzden. Uzakbatının biricik kovboyu Red Kit gibi.

Böylesine moral bozucu duygulardan, yeraltı faaliyetlerinden ve kökü dışarda ideolojilerden uzak kalmalıydım. Kafam bozulmamalıydı. Bozulsa bile yapılmalı, o olmazsa bakıma alınmalıydı. Yoksa nasıl çarpışırdım video-canavarla, canavardan üstün ve gaddar kemirgenle?

Zırh yeleğimi giydim.
Plastik miğferimi kafama geçirdim.
Laser tabancamı kuşandım.
Ve banda mızıka eşliğinde dramatik bir ezgiye ayak uydurarak yürüdüm labirente doğru.
Yok edecektim bu canavarı artık.
Canımı sıkıyordu.
Kesin kararlıydım.

O sırada çıktı karşıma bir çocuk, gözleri cin gibi fırıl fırıl, saçları darmadağınık, yanakları pembe pembe.

- Nereye gidiyorsun amca? diye sordu bana hemen.

- Labirente ve video-canavarın başını ezmeğe...

- Ha... ha... diye güldü ufaklık.
 Boşuna çaba...

Başımı gökyüzüne kaldırdım. Soluk aldım.

Bilgelik taslayarak şu yanıtı verdim:
- Evet...
 Hımmm.
 Evet hem boşuna, hem de boşu boşuna bu çaba.
 İşin güzelliği de burada.
 Ben az bulunur kahramanlardan biriyim, belki de niyaziyim.
 İnsanlığı bu müsibetten kurtarmaya and içtim.

Çocuk birden başka gözlerle bakmaya başladı bana.

- Beni de götürsene...
- Sakıncalı olur. Hem bu canavar senin gibi çocukları yer.
- Belki biraz uzay oyunu oynarım videoda.
- Yani korkmuyor musun video-canavardan ve onun sayısız düğmelerinden, yanıp sönen lambalarından?
- Hayır! dedi.
 Korkmuyorum.
 Hem ben arada bir bilgisayarımla savunma ağının elektronik beynine girip füzeleri bile ateşliyorum.
 Sonra zor durduruyorlar beni.

Birden durumu anladım.
Çıkar yok yoktu:
- Demek sen yeni video ve bilgisayar kuşağındansın. Öyleyse gel bakalım. Gel de gör neler oluyormuş...

Bunları söylerken kendimi çok yaşlanmış sandım birden ve gerçeklerden uzaklaşmış...

İlerledim labirentin karanlık ağzından ve tünelinden içeri. Küf kokuyordu ortalık, sular damlıyordu tavandan ve bir yandan otobüsler, kamyonetler, kamyonlar, dolmuşlar, taksiler, özel taşıtlar, özel olmayan taşıtlar, ağır vasıtalar, uzun vasıtalar, TIR’lar geçiyordu tüm gürültüleri, kornaları ve ekzos gazlarıyla yanımdan. Kimse aldırmıyordu bana. Herkes bir an önce ulaşmaya çalışıyordu evine, ve kavuşmak istiyordu sevgili TV’lerine ve videolarına. Üstelik maç da vardı o akşam.

İçimde bir kuşku uyandı. Arkama baktım. Çocuk izliyordu beni önüne çıkan taşları tekmeleyerek. Büsbütün korktum.
Kimse yoktu arkamda. Desteğim ve torpilim de yoktu. İnsanlığı kurtaracaktım ama haberi olmayacaktı insanlığın bundan.

- Keşke bu işin biraz PR’ını yapsaydım daha önce, diye düşündüm.

Artık çok geç. Yeniden belimi doğrulttum, göğsümü kabartarak yürüdüm video-canavara doğru ya da onun bulunduğunu sandığım yöne, karanlık dehlizlere... Yavaş yavaş değişmeye başladı içinde bulunduğum ortam. Yepyeni bir bölgeye erişmiştim. Her köşede bir video kulüp bulunuyordu burada. Her çeşit kaset satıp kiraya veriyorlardı evlere. Beni görürlerse durum hiç de içaçıcı olmazdı. Haber verebilirlerdi. Binbir güçlükle video kulüpleri, baran sarolları, saran barolları ve daha da önemlisi Odvi’yi atlattım. Bunu binbir güçlükle başardım. Çocuk engelliyordu işimi ille de bir uzay savaşı kiralamak istiyordu kulüplerden. Onun yaygarasını bastırabildim büyük güçlüklerle ve özveriyle.

Birden sarsıntı geçirdim ve video-canavara yaklaştığımı sezdim garip biçimde ve anlatamayacağım bir duyguyla. Midemin ağrısı tuttu ve barsaklarım gaz yaptı. Canavar da aynı anda benim geldiğimi anlamış olmalıydı, toprağın derinliklerinde yaşadığı yuvasında. Ama yuvasını yapacaktım onun.

Hiç beklemediğim bir şey oldu. Tavan açıldı ve yıldızlı gökyüzünden uzay gemileri ve uzay canavarları saldırmaya başladı sessizce. Hazırlıklıydım bu gibi olaylara seslice. Hemen zırhlı yeleğimin cebinden çıkardım saatimi ve saate baktım. Sabahın 7’sini gösteriyordu. Belki de akşamın. Orası önemli değil. Sonra bir düğmeye basarak koruyucu güvenlik örtümü harekete geçirdim.

Çocuk ise, Kaç!.. Kaç!.. diye bağırdı ve geçti bir ekranın başına, başladı karşılık vermeye Atari saldırganlarına. Belki de oyuncak sanıyordu bu olayı. Ama becerikliydi, refleksleri ve tekniği benden ileriydi doğrusu. Birkaç gemiyi yok etti FMS ışınlarıyla. Sonra birkaç uzay mekiği yolladı boşluğa, savunma amacıyla. Karşı saldırıya geçti hemen ardından bir baraj ateşiyle. Benim ise, kaçacak bir deliğim yoktu. Güvenlik örtümün enerjisi bitiyor, kalem pillerim zayıflıyordu. Son çözüm olarak laser tabancamı çıkardım ve karşıma gelen ilk uzaylı yaratığını temizledim gövdesinde korkunç bir iz bırakarak. Kendimi kaptırdım. Oradan oraya zıplayarak, ileriye ve geriye koşarak, köşeleri dönerek uzaylılar arasına bir ölüm simgesi gibi daldım. Ama bitmek bilmiyorlardı. Birbiri ardından dalgalar halinde saldırıyorlardı.

Umutsuz bir savaş, korkunç bir dövüş oldu.

Oysa korkacak bir şey yokmuş.

Ölümsüz bir Jedi şövalyesi olduğumu çok sonradan anladım.




Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983



[Dergideki bilgiler ışığında evimize giren video materyalleri]