Üniversitede Spor ya da Sanat

YÖK Uygulamasının 4. Yılında Amaçlanan Hedefler Kâğıt Üzerinde Kaldı

27 devlet üniversitesinden 20’sinde sanat eğitimi,
500-600 kişilik amfilerde bir projeksiyon makinesi ve birkaç yüz dia ile gerçekleştiriliyor.

YÖK kanununun 5 ve 67’nci maddeleri, 1983-1984 öğretim yılından itibaren üniversitelerde Beden Eğitimi ve Güzel Sanatlar derslerinden birini zorunlu olarak seçme koşulu getirdi.

Güzel Sanatlar Eğitimi dersinin temel amacı olarak da, “Bu derslerde edinilecek bilgilerle, gençlerin, sanat eserlerine, sanatçılara saygı ve sevgi duymaları ve eski eserlerimizi koruma bilincine ulaşmaları” hedef olarak alındı.

Söz konusu yasayla, öğrencileri Güzel Sanatlar eğitiminden geçirmek için, her üniversitede bir Güzel Sanatlar Bölümü açıldı. Ayrıca YÖK tarafından ayrıntılı yönetmelikler hazırlanarak bütün yökseköğretim kurumlarına gönderildi.

Üniversitelere güzel sanatlar dersi konulması fikri yıllardır sözü edilen ama bir türlü gerçekleşmeyen temel yükseköğrenim reformlarından biriydi.

İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Nurhan Atasoy’un deyimiyle, “kültürsüz, sanattan anlamayan diplomasız cahiller yetiştiren” üniversitelerimize sanat dersinin konulması belki de YÖK’ün en olumlu hareketlerinden biriydi.

Bu ders sayesinde Anadolu’dan sanatın ‘s’sini öğrenmeden üniversiteye gelen öğrenci, doktor, mühendis, iktisatçı, öğretmen olduğunda “sanatsal etkileşimlerden haz duyar” bir hale gelecekti.

YÖK kanununun kâğıt üzerindeki amaçları, ne yazık ki, aradan 4 yıl geçmesine rağmen istenen hedeflere ulaşmış değil. Hatta yanlış uygulamalar sonucu çok sayıda genç, bugün sanat sözcüğünden bile “gıcık” duyar hale gelmişlerdir.


ŞEKERSİZ, UNSUZ HELVA

Üniversitelere sanat dersi konulduğuna ilişkin fakültelere gönderilen YÖK Uygulama Yönetmeliği’nde peş peşe sıralanan amaçların parantez içlerinde hep şu ifade yer alıyor:

(Fakülte ve yüksekokul olanakları uygun olduğu takdirde).

Yani zorunlu Beden Eğitimi ve Güzel Sanatlar derslerinden herhangi biri, “ancak spor tesisleri ve uygulama atölyeleri olduğu durumlarda amaca uygun şekilde yapılır” denilmek isteniyor.

İşte üniversitelrdeki sanat ve spor eğitimi derslerinin daha uygulamaya başlamadan ölmesine neden olan “olanaklar olduğu takdirde yapılır” mantığı, bir çaresizliği, bir aldatmacayı da beraberinde getiriyor. Bugün 27 devlet üniversitesine bağlı 200’e yakın fakülte ve yüksekokuldan 50’sinde dahi spor ve sanat eğitimi yapacak ortamın olmadığını bile bile, bir ön hazırlığa gerek duyulmadan bu derslerin konulması, YÖK’ün birçok konuda olduğu gibi çok hassas bu konuda da gözboyamacılığı tercih ettiğini gösteriyor.

Uygulama yönetmeliğinin yayınlanmasından sonra aradan geçen 4 yıllık süre içerisinde Hacettepe, ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi gibi eskiden altyapı olanaklarına sahip üniversiteler dışındaki diğer üniversitelerde bu zorunlu dersleri geliştirme yönünde hiçbir önlemin alınmamış olması bunun açık kanıtı. Öğrencilerden toplanan milyarlarca liralık harç kredilerinin yarısı dahi  -yasal zorunluluk olmasına rağmen-  öğrencilerin spor, sosyal, kültürel ve sanatsal etkinlikleri için ayrılmış değil.

Üniversitelerimizin 20’ye yakınında sanat eğitimi 500-600 kişilik amfilerde, bir projeksiyon makinesi ve birkaç yüz dia ile gerçekleştirilmektedir. 530 yıllık bir tarihi geçmişe sahip, en eski yükseköğrenim kurumumuz İstanbul Üniversitesi’nde 11 bin öğrencinin sanat eğitimi, şu anda biri profesör, 6’sı okutman 7 kişi tarafından yürütülmektedir. Yani, ortalama olarak, bir okutmana 2 bine yakın öğrenci düşmektedir. İkinci yarıyılda öğretim kadrosunun iki katına çıkartılması amaçlanıyor.

Kâğıt üzerinde,
“Sanat çalışmaları, öğrencilerimizin izleyerek, okuyarak, dinleyerek ve ürün vererek yalnız duygu ve görme kabiliyetlerini kuvvetlendirmekle kalmaz, onların kendi ihtisas çalışmalarındaki duyma, öğrenme, planlama yeteneklerini de çoğaltarak, zihinsel çalışmalarını canlı tutarak, başarılı olmalarını, ve kendilerine güvenmelerini sağlayacaktır” deniliyor.

Ama 4 yıllık uygulama sonucu varılan nokta  -birkaç üniversite dışında-  amaçlananın çok gerisinde.


NELER YAPILIYOR?

Yükseköğrenim kurumlarımızda sanat eğitiminin bugün ne durumda olduğunu belirlemek için, çeşitli üniversitelerde çok sayıda öğrenciyle yaptığımız görüşmeler, insanın içini karartmaya yetiyor. Öğrencilerin çoğu Güzel Sanatlar Eğitimi diye bir dersin varlığından bile haberdar değiller. Olanlar ise bir umursamazlık içerisindeler.

“Yani bütün her şeyi hallettik de, bir sanat dersi eksikti” demeye getiriyorlar.

Hele hele “YÖK gibi bir baş belası, vizeler, okuldan atılmalar, ek bütünleme sınavı” gibi çözülmesi gereken birçok sorunları varken, sanat eğitiminin gerektiği şekilde yapılıp yapılmadığı umurlarında bile değil.

İstanbul Üniversitesi’nden iki öğrencinin bu konudaki görüşleri şöyle:

Kadir Demirkapı (Yabancı Diller Y.O.):
“Sınıflar çok kalabalık, 500-600 kişilik anfilerde sanat dersi hiç de cazip değil..
 Derse devam zorunluluğu olmadığı için kimse gitmiyor. Ben de gitmiyorum.
 Dersler uygulamalı hale getirilirse belki daha cazip olur.
 Sınavlarda da çok basit sorular soruluyor. Bu nedenle sınıfta kalmak da söz konusu değil.

 Bizim asıl sorunumuz YÖK, önce o kaldırılmalıdır.”

Suzan Öz (İktisat Fakültesi 2. sınıf):
“Güzel Sanatlar dersinin adını ilk kez sizden duyuyorum.
 Aynı çekilde Spor Eğitimi dersinin varlığından da haberim yok.

 Aslında güzel sanatlar dersi konulsa iyi mi olur, kötü mü olur onu da bilmiyorum.
 Haftada bir saati geçmemek kaydıyla kabul ederim ama, daha fazlasını kaldıramam.
 Öteki dersler zaten çok ağır, bir de bu dersle uğraşmayalım.”

Öğrencilerin görüşlerinden anlaşıldığı gibi, altyapı oluşturulmadan, birdenbire başlatılan sanat eğitimi gereken ilgiyi uyandırmadı. Eğer bütün üniversitelerimizde de Boğaziçi Üniversitesi’nde olduğu gibi sanatın her kolunun uygulamalı olarak gerçekleştirileceği atölyeler önceden kurulsa ve yeterli öğretim kadrosu oluşturulsaydı bugünkü başarısız noktaya gelinmezdi.

Sanat derslerine eğilimi köstekleyen en önemli  etkenlerden biri de, öğrencilerin ve fakülte yöneticilerinin işin kolayına kaçıp Spor Eğitimi dersine öncelik vermeleridir. Öğrenci sanat dersine girip kendisine yeni bir masraf kapısı açmaktan, yöneticiler ise “İşte iyi kötü spor tesisleri var. Bu dersi seçsinler” düşüncesiyle kendilerini bu işten kurtarmaya çalışıyorlar.

İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü okutmanlarından Ahmet Vefa Çobanoğlu, sanat dersine ilgisizliğin nedenlerini şöyle anlatıyor:

“Öğrenci uygulamalı eğitim istiyor. Teorik dersler onlar için çok can sıkıcı oluyor. Asıl sorun dersane ve uygun zamanı bulabilmek. Bir de öğrenci zorlamayla sanat dersini seçiyor. Bizim fakültelerin çoğunda spor salonu olmadığı için tüm öğrencilere sanat dersi verildi. Şu anda 6 okutman, 11 bine yakın öğrenciye sanat dersi vermeye çalışıyoruz. Böyle olunca ne biz öğrenciyi denetleyebiliyoruz, ne de onlar istekle derse geliyorlar. Uygun saatlerde boş sınıf bulamadığımız için dersleri genellikle akşam saatlerinde yapıyoruz. Okutman olarak yaptığımız iş, daha önce hazırlanan audiovisuel paket programları anfilerde makineyle yayınlamaktır. Çoğu zaman cihazın sesi yeterli olmadığı için, ders cazip olmaktan tamamen çıkıyor.”

Yine okutmandan öğrendiğimize göre, İstanbul Üniversitesi’nde sanat dersleri, uygulamada kolaylık olsun diye, üç-beş sınıf büyük bir anfide toplanarak gerçekleştiriliyormuş. Bu yöntemin mantığını da anlamak mümkün değil tabii. Sınıflar daha da küçültülerek, öğrenciye teorik de olsa sanat olgusunu birazcı da olsa sevdirmek varken, yüzlerce kişilik kalabalıkta öğrenciyi bu dersten soğutmak ne eğitimcilik mantığına, ne de sanatseverlik mantığına sığıyor.

Durum sadece 42 bin öğrenci mevcutlu İstanbul Üniversitesi’nde böyle de diğer üniversitelerimizde farklı mı? Hayır.

Ankara Üniversitesi’nde de, Gazi Üniversitesi’nde de, Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde de durum aynı.


NELER ÖĞRETİLİYOR?

Üniversitelerdeki sanat dersleri önceden de belirtmeye çalıştığımız gibi çok az kısmı uygulamalı, büyük bir kısmı da teorik olmak üzere iki şekilde yapılıyor.

  • Mimar Sinan Üniversitesi,
  • Boğaziçi Üniversitesi,
  • Hacettepe Üniversitesi,
  • ODTÜ gibi uygulama atölyeleri, müzik ve tiyatro salonları olan üniversitelerde seramik, resim, heykel, tiyatro, müzik alanlarında öğrencilere sanat zevki verilmeye çalışılıyor.

Teorik olarak uygulanan üniversitelerde ise Anadolu uygarlıkları, geleneksel Türk sanatları ve dünya sanatları audiovisuel araçlarla ya da projeksiyon makineleriyle anlatılmaya çalışılıyor.

Güzel Sanatlar dersleri sırasında öğrencilere kazandırılması amaçlanan bilgiler şöyle:

  • Güzel sanatlar tanımı.
  • İnsan, sanat, toplum ilişkileri.
  • Sanatların evrimi.
  • Sanatta yöresellik, millilik ve evrensellik.
  • Uygarlık çağları ve sanat (Mısır, Yunan, Roma, Çin, Hint sanatları)
  • Anadolu uygarlıklarında sanat.
  • İslam sanatı.
  • Türk plastik sanatı (resim, heykel), Türk mimari sanatı, geleneksel Türk el sanatları.
  • Çağdaş dünya sanatı, çağdaş plastik sanatları, çağdaş Türk tasarımı.
  • Müzik nedir?
  • Yaşamımızda müziğin yeri ve önemli, çevremizde müzik.
  • Müzikli oyunlar / oyunlu müzikler, bale (dans), opera, operet, müzik, senfonik müzik, tiyatro, sinema ve müzik.
  • Türk müziği, Türk halk müziği, geleneksel Türk sanat müziği, çağdaş Türk müziği.
  • Bölgemiz ülkelerinde müzik.
  • Evrensel müzik ve çağdaş dünya müziğinden örnekler.
  • Dramatik sanatlar, tanımı ve sınıflandırılması.
  • Geleneksel Türk tiyatrosu.
  • Dünya tiyatrosu.
  • Çağdaş Türk tiyatrosu.
  • Sinema sanatı.
  • Dans sanatı.

Belirlenen bu amaçların üniversite öğrencilerine kazandırılması, 4 yıla yaygınlaştırılmış şekilde. Öğrencinin birinci sınıfta başladığı sanat dersine isterse son sınıfa kadar devam edebilir, ya da spor dersini seçebilir. Aynı şekilde spor dersini alan bir öğrenci, sanat dersinin yapılmasına uygun ortamın oluştuğunda bu dersi almaya başlayabilir.

YÖK uygulama yönetmeliğine göre üniversitelerdeki sanat dersi haftada bir, yılda 28 saat olarak programlanmıştır.


SANAT DERSİ İÇİN NE DİYORLAR?

Prof. Dr. Nurhan Atasoy (İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü Başkanı):
“Sanat dersi ihtiyaç duyularak konulan bir derstir. Hemen sonuç alınması da mümkün değildir. Yeni yetişen kuşaklar sanata uzak kalmasın diye konuldu. İlk ve ortaöğretimde sanat eğitiminin bugünkünden iyi olması gerekir. Halkın da sanata alıştırılması gerekir. Ama zorlama olmadan öğrencilerimizi sanatsever, entelektüel hale getiremeyiz.”

Prof. Dr. Mustafa Usluer (Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı):
“Biz güzel sanatlar eğitimi yaptığımız için öğrencilerimiz sporu seçtiler. Üniversitemizin diğer fakültelerinde sanat dersini seçenlerin oranı ise yüzde 50 civarında. Biz yıllardır diğer fakültelere de sanat dersi konulsun diyorduk. Şimdi ders konuldu. Bu dersi elbirliğiyle oturtmamız gerekir. Batılı ülkelerde öğrenci üniversiteye geldiğinde sanat eğitimiyle dolu geliyor. Bizde ise tam tersi.”

Nilgün Bilge, Sakine Çil, Dilek Ulusoy (Boğaziçi Üniversitesi sanat dersi okutmanları):
“Öğrencinin kendisi ile dış dünya arasında, koşullanmalarla yaratılan yabacılaşmayı ortadan kaldırmak sanat eğitiminin en önemli amacıdır. Dersimizde öğrencileri her alanda yaratıcılığa yönelten, çağımızın hızlı gelişimine uyumu kolaylaştıran etkinlikler kazandırmaya çalışıyoruz. Üniversitelerimizin seramik, heykel ve resim atölyelerinde 500 öğrenci çalışıyor. Kendilerine bu dersi sevebilmeleri için hem malzeme yönünden hem de teorik yönden her türlü yardım yapılıyor. İçlerinde sanat eğitimini öylesine sevenler çıkıyor ki, üniversitemizi bırakıp, Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gidenler oluyor.”

Prof. Dr. İbrahim Aykaç (Dicle Üniversitesi Rektörü):
“Öğrencilerimizin çoğu spora ilgi duyuyorlar. Ayrıca mimarlık fakültemizin bünyesinde açılan heykel atölyelerinden yararlanan öğrenciler de var. Mimar Sinan Üniversitesi’nden profesör arkadaşlar gelecekler. Onların hazırlayacağı programlarla, sanat eğitiminin ileriki yıllarda üniversitemizde daha da yaygınlaşacağını sanıyorum.”

Yahya Şeyla (Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencisi):
“3 yıldır sanat dersi alıyorum. Heykel atölyesinde çalışıyorum. Ders saatlerinin dışında da sık sık geliyorum.”

Klelia Oziel (Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğrencisi):
“Bu yıl heykel çalışıyorum. Geçen yıl resim almıştım. Sanata karşı büyük bir sevgim var. Haftada 10 saat kadar bu atölyeye geliyorum. Burada çalışmayı çok seviyorum. Bizde olduğu gibi bütün üniversitelerde de böyle güzel atölyelerin olması, bence derse hiç ilgi duymayan arkadaşların bile dikkatini çekecektir.”



Abbas Güçlü | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 162 - 15 Şubat 1987
________________________________________________________________________________



Kafa Eğitimi Yerine Beden Eğitimi

En değerli öğretim üyelerini işten çıkaran; ya da, hazırladığı elverişsiz ortam dolayısıyla, üyelerden birçoğunun da kendiliklerinden meslekten ayrılmalarına yol açan YÖK, sonunda, kafa eğitimi yerine beden eğitimine yönelmiş.

Üniversitelere gönderdiği Türkçesi bozuk bir genelgeye göre, “Her öğrenci beden eğitimi veya güzel sanat dallarından birini zorunlu ders olarak seçer”miş (madde 2).

“Beden eğitimi” ile “güzel sanatlar” birbirinin “alternatif”i olarak alınmış. “Güzel sanat dalları”nın neler olduğu da açıklanmamış.

Acaba resim, heykel vb’nin yanında musiki de var mı? Onsuz olmaz.

Onu alınca da, 1950’den bu yana iktidara gelen hükümetlerin tutumuna uyarak, alaturka musikiye ağırlık vermek gerekir.

Bakın, nereden nereye geldik. Biz yine başa dönelim.

Acaba beden eğitimi yerine edebiyat ya da kompozisyon konamaz mıydı?

Bir kere, bu dersler, hem güzel sanatlara yakışan bir “alternatif” olur; hem de, ileride yayımlanacak genelgeleri düzgün bir Türkçe ile yazacak memurların yetişmesini sağlar.

Edebiyat yahut söz sanatı, Atatürk’ün ölümünden sonra iş başına gelen bütün tutucu iktidarların aforoz ettiği bir sanattır.

Gözümüze çarpmıştır elbette, kültür anlaşmaları çerçevesinde devletçe dışarıya gönderilen (ya da dışarıdan çağrılan) sanatçılar arasında bir tane edebiyatçı var mı?

Hep çalgıcılar, şarkıcılar, resimciler gönderilir ya da çağrılır.

Söz sanatı sakıncalıdır. Adamın şiirinde, öyküsünde, romanında vb. ya eşitlikten, sosyal adaletten, barıştan söz ediliyorsa; ya zulümden, işkenceden, baskıdan yakınılıyorsa?..

Devlet sanatçılığı’nın da bol keseden dağıtıldığı son dönemde hiçbir edebiyatçı devlet sanatçısı olamamıştır.

Oysa, birkaç müzikçi dışında, dünyada tanınan (şiirleri, öyküleri, romanları çeşitli dillere çevrilen) yalnız onlardır.

Tutucu iktidarların doğrultusunda giden, kafa eğitimini başaramayınca beden eğitimine yönelen YÖK’ün de, söz sanatlarını dışlaması doğaldır.

Genelgede bir nokta daha dikkati çekiyor:

“Beden eğitimi ve güzel sanatlar eğitiminde temel amaç, öğrencileri, bu alanda belirli bir düzeye yükseltmek değil”miş (madde 6).

Böylece, bilim alanlarında olduğu gibi bu seçmeli ders alanlarında da, düzeysiz eğitim “temel amaç”mış.

Buna tam bir itiraf demek gerekir.
Şu “itiraf” sözcüğünün de Türkçe karşılığı bulunamadı hâlâ, acaba “baklayı ağızdan çıkarmak” deyimi onun yerini tutar mı?



Cevdet Kudret | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 162 - 15 Şubat 1987
________________________________________________________________________________



“Seçmeli” spor ve müzik üzerine “zorunlu” saçmalar

Türk uleması ve aydınları, “münevveran” takımını gammazlayarak, seyfiyye sınıfının palazlarının gölgesine sığınan sübyancı bir çömez tarafından gerçekleştirilen “reformlar” karşısında, dillerini yuttular.

Yüzyıllar boyunca sürüp giden “hırlı”, “hırsız” ve “uğurlu”, “uğursuz” karşıtlığı da böylece bir sonuca vardırılıyordu:

Kendilerinin “ilmi” güçlerini yeterli bulmayan, “bilimsel” olmaktan çok “filmsel” yetenek sahibi çömezler, sonunda tarihsel, “ilmiyye-seyfiyye” ittifakını paramparça ettiler. İyi mi ettiler, kötü mü ettiler, orasını Allah bilir.

Yalnız “hır” çıkarmadığı için değil, aynı zamanda, Amerikalı sübyancıların yazdığı kitapların altına kendi imzasını attığı, yani “intihal” yaptığı için de “hırsız” bir sübyancı çömez “pseudo-münevveran”dan olmasının getirdiği avantajları kullanarak ve her türlü “illüzyon” ve “halisünaasyonlardan” da yararlanarak ehl-i kılıç taifesini, ehl-i kalem taifesi üzerine kışkırttı.

Bu olayın (ki tarihe “vak’ay-ı kahkahay-ı ihsaniye” adı ile geçmiştir) en büyük zararı doğrudan milletimize ve devletimize dokundu.

Aslında gerek ulema, gerekse onun büyük kısmını oluşturan aydınlar, kendilerine “sübyancılar takımı” diyerek, infiratçılık, tefritçilik ve tüccarlık yapanlar karşısında her ne kadar “vallahi billahi biz münevveran takımı bir bütünüz” diye tevhitçilikte ve ittihatçılıkta direndilerse de, sonunda “hayır siz ‘münevver değil, aydın’sınız’, bu sebeple de tenevvür etmeniz için ıstırap çekmeniz gerekiyor” diyen yeteneksiz fakat hırslı çömezler karşısında yenik düştüler.

Kavga aslında ulemanın, yani ehl-i kalem takımının kendi arasında kalsaydı, bu denli görkemli bir tarihsel ve anıtsal nitelik kazanmayabilirdi. Fakat ne zaman ki, tarihte, Padişah “halletmiş”, Padişah “cülus ettirmiş” olan seyfiyye-ilmiyye ittifakı, “ilmden” çok “teşebbüs-ü şahsi”ye inanan, devletin kasası ile kendi cebini birbirine karıştıran ve bunun adına “harekât-ı vakfiye” diyen “tahsin” sahipleri tarafından dinamitlendi ve “Genç Osman’dan” “Çoban Sülü’ye” dek tüm “hal” edilmiş olanların ulemaya duyduğu intikam hissi ehl-i seyfiyye tarafından “kuvveden fiile” döküldü, işte o zaman, “vak’ay-ı kahkahay-ı ihsaniye”, geçmiş Türk tarihinin en şanlı ve en kanlı sayfaları arasında yer aldı.

Sevgili öğrenciler, değerli gençler, aslında artık tarihin karanlıkları içinde yitip gitmeye başlamış olan böyle sayfaları sizlere anlatmamızın nedenleri, halkımızın ve gençlerimizin tarihten ders alma konusunda gösterdikleri üstün yeteneklere olan inancımızdan kaynaklanmaktadır.

Biliyorsunuz artık ne padişahlar var, ne de onları tahttan indiren ya da tahta çıkaran yeniçeri-ulema ittifakı.

Allah’a şükür, iktidar sorununu, barışçı bir yöntemle, demokrasi ile çözdük.

Bugün ülkemizde,
  • insan haklarına dayalı,
  • azınlıkta kalmış olan düşüncelerin de kimseden korkmadan anlatılıp savunulduğu,
  • iktidar olabilmek için örgütlenmenin ve propaganda yapmanın herkese açık olduğu,
  • seçim sonuçlarına herkesin saygı gösterdiği,
  • çoğunluğun azınlığı ezmediği ve diktatörlüklerin en korkuncu olan çoğunluğun diktatörlüğüne kaymadığı,
  • buna karşılık azınlıkta kalmış olanların da öteki seçimlere dek iktidarın meşruiyetini tartışmadığı,
  • kaba kuvvete ve silaha başvurmayı kimsenin aklına getirmediği,
  • halk iradesinin parlamentoda eksiksiz ve sapmasız yansıdığı,
  • mevcut yöneticilerin hepsinin halkın özgür ve bağımsız iradesiyle serbestçe seçildiği,
  • insanların mutlu oldukları,
  • emeğe saygının yaygın olduğu,
  • üçkâğıtçılığa, köşeyi dönücülere prim verilmeyen,
  • kumarın insan ve devlet yaşamında yerinin olmadığı,
  • herkesin günlük işi ve geleceği açısından toplumsal güvence içinde yaşadığı,
  • bütün vatandaşların kendilerini özgürce ve yetkince geliştirdiği,
  • çoluk çocuğuna eğitim ve sağlık hizmetlerini uygar düzeylerde sağladığı bir demokrasi içindeyiz.

Bugünkü bu güzel demokrasimizin hem en güzel örneği, hem de ideolojik kaynağı, bugünkü üniversitelerimizdir.

Ülkemizdeki demokrasinin en güzel uygulamalarını, ülkenin en iyi yetişmiş evlatlarının yer aldığı üniversitelerde bulmuş olması doğaldır. Hemen hemen yarısı okuma-yazma bilmeyen seçmenler yüzünden ülkedeki demokraside bazen pürüzler ortaya çıksa da, seçmenlerinin tümü öğretim üyesi olan üniversitelerimizdeki demokrasi, çok mükemmel, çok pürüzsüz, çok “örnek” bir nitelikte işlemektedir.

Bugünkü üniversitelerimiz, tam bir iş güvencesine ve tam bir özerkliğe sahiptir.

Her ne kadar bazen, çok ünlü karikatüristler bu “üniversite özerkliği” iddiasına karşı kargaları bile gülerken gösteren karikatürler çiziyorlarsa da, bunun nedeni sünnet düğünü türkücülerinin bile profesör yapıldığı bir düzende, kendilerine devlet sanatçılığı ya da üniversite profesörlüğü unvanının henüz verilmemiş olmasıdır. Şimdi bu “YÖK-KONDU” profesörlüğün kapsamını daha genişlettik. Böylece karga karikatürü yapan çizerlerimizi de gayet demokratik bir biçimde gerekirse profesör yaparak susturacağız.

Zaten üniversitelerimizde her şey son derece demokratik olmuştur. Örneğin bazı öğretim üyeleri, (ki bunlar en yetenekli ve başarılı olanlar arasından seçilmiştir) insanlığa ve ülkemize yaptıkları katkılar,  günlük uğraşlar yüzünden gecikip aksamasın diye, üniversiteyi oluşturan kişi ve organların oybirliği ile, günlük iş ve görevlerinden affedilip evlerine yollanmışlardır. Ayrıca bunların vatana hizmet aşkı ile yanıp tutuştukları bilindiğinden, evde oturmayacakları ve kendi üretimlerini aksatma pahasına devlete hizmet etmek isteyecekleri de hesaba katılarak, kendilerinin bir daha hiçbir biçimde devlet görevine atanmamaları da sağlanmıştır.

Üniversite öğretim üyelerinin, kendi kendilerini yönetebilecek üstün bir yetkinlik düzeyinde bulundukları pek doğal kabul edilen gerçeklerden biri olduğu için, en yaygın ve en etkin demokratik seçim meknizmaları, bütün kademelerde etkin kılınmıştır. Rektörden, odacıya kadar, herkesin seçimle işbaşına gelmesi esası kabul edilmiş, herkesin en yüksek iş ve araştırma-eğitim bilinci ile hareket ettiği bilindiği için hiçbir kademede hiçbir denetim mekanizması getirilmemiştir. Pek doğal olarak bu düzeyde bir üstün demokrasi uygulamasını “normal halktan” beklemek, ne doğrudur, ne haklıdır, ne de olağandır. Bu nedenle ülkedeki genel yönetim biçiminin, üniversitelerdeki demokrasiden biraz daha sınırlı ve kısıtlı olması çok doğaldır.

Üniversitelerimizdeki bu üstün demokrasi havası ve uygulaması, pek doğal olarak en başta öğrencileri etkilemektedir.

Mevcut eğitimi en iyi öğrencinin değerlendireceği inancı ile (ki, diplomayı kullanacak olan öğrenci olduğuna göre, bu eğitimi en iyi değerlendirecek kişinin de öğrenci olması, hiç de şaşırtıcı değildir), eğitimin her aşamasında öğrenciye söz hakkı tanınmıştır.

Gerek fakülte ve bölüm programlarının oluşturulmasında, gerek kuramsal ve uygulamalı derslerin saptanmasında, öğrenci tam söz sahibidir. Öğrenciler genellikle “bizi yeterince iyi yetiştirmiyorsunuz” diyerek, öğretim üyelerini tembellike itham etmekte, daha fazla ders, daha fazla ara sınavı ve daha sert barajlı dönem sonu sınavları istemektedir. Ders saatlerinin artması ve sınavların çoğaltılması, sürekli olarak gündemde tutulan istekler arasındadır.

Fakat bütün bu “demokratik baskılara” rağmen, bazı öğretim üyeleri, öğrencilerin sanat, kültür ve spor faaliyetlerine de yeterince zaman ayırabilmelerini sağlamak, biraz kitap okuyabilmelerini olanaklı kılabilmek için onlara, günde on beş dakika kadar boş zaman bırakılmasının çok az olduğu iddiası ile bu sürenin on sekiz buçuk dakikaya çıkarılmasını önermektedirler.

İşte seçmeli müzik ve spor derslerinin anlamı ve önemli de tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Bu genç çocuklar o denli çalışma aşkıyla doludurlar ve üniversitede de onların ihtiyaçlarına o denli geçerli ve anlamlı cevaplar vermektedir ki, öğrenciler aynen, ses çıkara çıkara ölen ağustos böcekleri gibi, çalışmanın o ulvi anlamı içinde kendilerini kaybederek, sağlıklarını tehlikeye düşürecek ölçüde “transa” geçmektedirler.

Onları bu ulvi aşkın ölümcül sonuçlarından korumak ve kollamak için, müzik ve spor faaliyetleri konulmuştur. Bunun esas amacı, kendi istek ve iradeleriyle ülke sorunları, yaşamın anlamı gibi manasız konularda düşünmekten vazgeçen bu çocukları, ders yükünden ya da en azından bu yükün cazibesinden kısa sürelerle de olsa çekip koparmak, müzik gibi, spor gibi faaliyetler aracılığı ile düşünmeye sevk etmek, yaşamın anlamını tartıştırmak, çevrelerdeki güzellikleri algılamalarını sağlamak ve insanlığın kültür birikimi konusunda bilinçlendirmek gibi hoş ve boş konularla biraz eğlendirmek ve dinlendirmektir.


SONUÇ VE BİR ELEŞTİRİ

Böyle ulvi bir üniversitede, böyle ulvi bir şekilde kendilerini paralarcasına çalışan ulvi öğretim üyeleri karşısında, ulvi amaçlar için kendilerinden geçmiş öğrencilere müzik ve spor gibi “zorunlu seçmeli” derslerin konması ülkenin ulvi eğitim hedefleri ile son derece uyumlu gözükmektedir.

Yalnız acizane tek bir eleştiride ve buna bağlı bir öneride bulunmak istiyoruz:

Muhterem büyüklerimin, bendeniz hakirin bu acizane eleştirisini bendenizin bizzat hakir şahsiyeti kadar hakir görmemelerini bilhassa rica ederim:

Efendim, niçin müzik gibi ulvi bir faaliyet ile spor gibi ulvi bir faaliyet birbirinin alternatifi olarak seçmeli yapılıyor anlayamadım. Yani niçin birini alan, ötekini almaktan mahrum kalsın?

Affedersiniz ama “yirmi şınav çekmek” ile bir “Bach icra etmek” arasındaki “seçenek ilişkisini” bir türlü kuramıyorum kafamda.

Ya da her gün yarım saat “jogging” yapmak ile çıplak bir modelin karşısında bir saat süreyle durmak acaba aynı enerji sarfına yol açtığı için mi birbirinin alternatifi sayıldı?

Muhterem büyükerimiz, her ne kadar sporu ve müziği “karşılaştırmalı seçenek” haline getirmek için her ikisine de “kuramsal” ders biçiminde yapmaktalarsa da, ben basketbol topunun ağırlığının öğretilmesi ve sınavda sorulmasıyla Beethoven’ın burnunun mu yoksa kulağının mı daha hassas olduğunun öğretilmesini ve sınavda sorulmasını, birbirinin alternatifi olarak görmenin doğru olduğu kanısında değilim.

Sevgili öğrencilerimize, her ikisini de, zorunlu olarak, birbiri ardından seçme hakkını (!) tanıyalım efendim. Hem zaten gerek halkımız gerekse öğrencilerimiz “zorunlu seçmeliler” konusuna hiç de yabancı değiller ki...

Böylece hem üllkemiz ve üniversitelerimiz daha sanatsal ve sportif bir nitelik kazanır, hem de öğrencilerimizin kafasal açılımlarıyla bedensel saçılımları daha senkronize olur...
_____________________________
* Bu olay, ünlü İslam müsteşriklerinden d’Abussion de Calevela tarafından 1692 tarihli seyyahatnamede, ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bkz. Fatih Kütüphanesi: HQ762 AC 03-92



Emre Kongar | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 162 - 15 Şubat 1987
________________________________________________________________________________



Çocuğun ve Gencin Sanat Eğitimi

20. yüzyılın başlarından bu yana sanat eğitimi kavramı kaplamsal ve genel bir deyişle güzel sanatların tüm alan ve biçimlerini içine alan okul içi ve okul dışı sanat eğitimini tanımlamaktadır. Bu yaygın ve tümel anlamını kazanmadan önce sanat eğitimi daha çok yoğurumlu sanatlar (1) alanında verilen eğitim biçiminde anlaşılmaktaydı. Her iki durumda da sanat eğitimi, yetişkin eğitiminden daha çok yetişmekte olanların genel eğitim süreci içinde ele alınmaktadır. Ancak sanat eğitimi kavramı sorunsalı sık sık tartışılmış, sanat eğitimiminin yalnızca görsel-yoğurumsal alanı mı içereceği ya da tüm sanat dallarını mı kapsayacağı konusunda değişik görüşler savunulagelmiştir. Kuşkusuz bu tartışmalarda sanat eğitiminin nasıl anlaşılacağının, amaç ve görevlerinin neler olacağının belirlenmesi ya da daha doğru bir deyişle belirlenememesi rol oynamış, zaman zaman müzik ve edebiyat gibi sanat türlerinin dışarda bırakılarak “plastik sanatlar eğitimi” ya da “görsel sanatlar eğitimi” gibi kavramlara gidilmiştir.

Zaman zaman da müzik, edebiyat, tiyatro gibi türlerin de sanat eğitiminin kapsamı içinde düşünülüp, bu geniş anlamın tam hakkını verebilmek kaygısıyla “tinsel (manevi) eğitim”, (2) “estetik eğitim” gibi kavramlar önerilmiştir.

Biz de sanat eğitiminin çocukluktan başlayarak, yetişen insanın eğitilme süreci içinde tüm sanat türleri ve dallarını içerebilecek biçimde çok yönlü anlaşılması görüşüne katılmaktayız. Terimler dizgesinde daha tam oturmamış ve ayrımlaşmamış olmasına karşın, bugün genel anlamda kullanıldığında sanat eğitimi, güzel sanatların resim, yontu, mimari, grafik ve dekoratif sanatlar, fotoğrafçılık gibi görsel-yoğurumsal ve teknik bölümlerinin, sözsel ve işitsel sanatlarının (edebiyat ve müzik) çeşitli türlerinin; tiyatro, opera, bale, sinema ve televizyon gibi görsel işitsel iletişim sağlayan sanat dallarının tümünden yararlanan bir eğitim süreci olarak düşünülmelidir. Böyle tümel bir sanat eğitimi sanatın oluşumu, sanatsal yaratma, sanat türleri, sanat akımları, sanatçı ve kişilik özellikleri, vb konuları işleyen sanat ve kültür tarihi, estetik, sanat kuramları ve eleştirisi, sanat psikolojisi, sanat sosyolojisi, sanat coğrafya ve topoğrafyası gibi, sanat olayına, sanat ürünlerine ve sanat-toplum-kültür ilişkilerine değgin kuramsal bilgi dallarının da katılmasıyla tamamlanıp, bütünleşir (3).

Sanat Öğretimi ve “Sanat Yoluyla Eğitim” Kavramı:
Bu denli zengin içerikli bir sanat eğitimi dallara ayrılıp, daha çok kılgısal (pratik) alanda işlendiği, bol uygulama ile beslendiği zaman meslekten sanatçı yetiştirme söz konusudur. Bu durumda, eğitilen kişinin ayrıldığı dala göre, müzik eğitim ve öğretimi, görsel sanatlar eğitim ve öğretimi, tiyatro eğitim ve öğretimi gibi, görevi ve işlevi belli bir alandaki öğretimdir anlaşılacak olan.

Çocuk ve gencin kişilik kazanması, kişiliğini olumlu, insancıl yönde geliştirmesi için onu yaratıcı kılmak, ona sanat bilinci vermek, onu iyi bir okur, izleyici, dinleyici yapmak, eski ve yeni kültür varlıklarını değerlendirebilen ve sanat olayı gibi çok yönlü ve karmaşık olaylara tek bir açıdan bakmamayı öğretebilen tümel sanat eğitimi için belki ünlü sanat tarihçisi ve eğitimcisi Sir Herbert Read (1893-1968) gibi “sanat yoluyla eğitim” kavramını kullanmak yerinde olurdu. (4)

Temel Sanat Eğitimi Nedir?:
Sanat eğitiminin, özellikle temel eğitim izlencesi içinde yer alabilecek önemli bir bölümüdür (5). Çalışma gruplarında karşılıklı etkileşim içinde yer alan etkinlikleri kapsamaktadır. Bu etkinlikler bir eğiticinin yönlendirmesi eşliğinde çocuk ve ergenin, izlenim, algılama, gözlem, araştırma, bellek, çağrışım, imgelem, biliş (erkenntnis, cognition), buluş, bilgi, düşünme, usavurma, değerlendirme gibi duyu ve duyumlardan başlayarak, tüm duygusal ve düşünsel süreçlerini çalıştırarak görsel ve gözel (optik) alanda madde ile yapıcı-kurmacı iletişim ilişkilerine girmesi, yeni düzenlemeler, biçimlendirmelerle birtakım “form”lara ulaşması süreçlerinden oluşur. Yaşama, tanıma ve değerlendirme bu karmaşık etkinlik sürecinin ağırlıklı bileşenleridir. Değerlendirmenin içinde usavurma, yargılama ve denetleme ve en önemlisi özeleştiri yer alır. Öğrenme süreçlerinin en iyi biçimde düzenlenip, örgütlendiği ve yönlendirilebildiği bu yaratıcı etkinlikler sürecinin sonunda, katılanlar dolaysız olarak yaşadıkları ve denediklerinin birer yaratıcı anlatıma kavuştuğunu, “kendini ifade”, “kendini gerçekleştirme” olgularının gerçekleştiğini görürler.

Gerçeklikte, madde ile dolaysız olarak kurulan bağ hem gerçekliğin, hem de benzer süreçlerden geçen her türlü yaratmanın, özellikle sanat ürünlerinin anlaşılıp değerlendirilmesini ve yorumlanmasını güçlendirir. Bu tür etkinliklerin, eski ve yeni sanat ürünlerinin değerlendirilmesi, sanat akımları, üslupları ve ünlü sanatçıların tanıtılması gibi bilgilerle de desteklenmesi öngörülmektedir. Böylece hem üretici, hem birer alıcı ya da sanat tüketicisi (produktivite ve receptive) olarak en dengeli yetişme sağlanır. Çünkü bir yandan yaratmanın sevinci tadılırken, bir yandan da bilgisel düşünmenin kıvancı duyulur.

Tüm bu uğraş ve etkinlikler bireyin yeti ve yeteneklerini tanıyıp, geliştirmesini sağlayacak, aynı zamanda onun yaşamla, çevresiyle, çevre kültürüyle ilintili olarak bilinçlenmesini, kendi yaşamını ve çevresini biçimlendirmesini, denetlemesini, eleştirmesini ve yargılamasını etkileyecektir.

Temel sanat eğitimi süreci başka ders alanlarında da uygulanabilmektedir. Söz gelimi yeni bir madde ya da öge, hatta yeni bir konu tanıtılırken bu eğitimden yararlanılır.

Ne yazık ki ülkemizde temel sanat eğitimi yalnızca sanat öğrenimi veren kurumların bir bölümünde yer almakta, ilk ve ortaöğretimde bu değerli sistemden yaralanılamamaktadır. Sözü geçen kurumlardan mezun olan resim-iş öğretmenleri ders izlencesinin izin verdiği ölçüde bile bu eğitimden yararlanma yoluna gitmemektedirler.

Oysa Gazi Eğitim Enstitüsü eski öğretmenlerinden Sn. Nevide Gökaydın’ın 1975 yılında Alman Kültür Merkezi’nde ve 1979 Nisan’ında A.Ü. Eğitim Fakültesi’nde açtığı sergilerde programı zorlayarak kimi özel okullarda ve pek ucuz malzemeyle uygulamakta olduğu temel sanat eğitiminin başarılı ürünleri ve dolayısıyla ortaokul ve lise çocuklarımızın yaratıcılıkları sergilenmiştir. Bu denli verimli ve çok boyutlu bir eğitimin bu denli az uygulanması öğretmen yetiştirilmesindeki sorunları bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Gerek Gökaydın’la, gerek öğrencileriyle yaptığımız konuşmalarda ortaya çıkan bir ilginç nokta da, resim yapmaktan nefret ettiklerini, resim derslerinde hiç başarılı olmadıklarını söyleyen kimi öğrencilerin temel sanat eğitimi derslerinde severek çalıştıkları, başarılı ürünler ortaya koydukları gerçeğidir.

Sanat Eğitiminin Önemi:
Bir kez daha vurgulanmalıdır ki, sanat eğitimi burada anlaşıldığı ve savunulduğu gibi ele alınırsa çocuk ve gençlerin, hatta yetişkin eğitimde yer aldığında yetişkinlerin yaratıcı birer birey olarak yetişmesinde en yetkin eğitim süreçlerini içermektedir.

Çok söylenmiş, çok yazılmıştır ki, eğitim ve öğretim sistemleri hemen bütün dünyada kuramsal ve kılgısal olarak zekâyı geliştirmeye yöneliktir; başlıca bilgi aktarımına, ezbere dayalıdır ve yaratıcılığı, imgeleme, düşleme yer vermemektedir. Yaratıcılığın içeriğinde bulunan merak, özgünlük, düzene karşı çıkabilme gibi kimi öğeler ise öğrencilerde hoş karşılanmayıp bastırılmaktadır. Çok soru soran bir öğrenci en başta dersin akıcılığını bozduğu için ya da yanıtlamada güçlük çekilebileceği düşüncesiyle öğretmenlere ters gelmektedir.

Yanlış anlaşılagelmiş bir başka yön de, yıllarca zekâ ve yaratıcılık kavramlarının iki karşıt kavram gibi anlaşılıp, bu iki yetinin birbirini tamamlayıcı olduklarının hesaba katılmamış olmasıdır. Zekâ deyince başarı, yaratıcılık deyince yalnızca duyulara dayalı el becerileri anlaşılagelmiştir. Oysa yaratıcılık zekânın tamamlayıcısıdır; insan yetilerinin aşama sıralamasında zekânın en üst basamağıdır. Zekâ, bilgi toplama, öğrenme ve bunları çeşitli durumlara uydurabilme ve kullanabilme yetilerinin toplamı olarak tanımlanır; yaratıcılık bu yetiler demetinin içeriğini bilgiler arasında yeni ilişki ve bağlantılar kurarak genişletir, geliştirir. Zekâ, bir yanıtı, öğrenilmiş ve sorunun kaynaklandığı bilgiler arasında arar, önceden bilinen doğru yanıta götüren yakınsak (convergent) düşünüşle soruları çözmeye çalışır; yaratıcı zekâ çok sayıda yanıta götüren ıraksak (divergent) düşünüşle ve daha geniş ve çeşitli bilgiler arasından seçilen yanıt ve buluşlarla sorunları çözer. Böyle çeşitli alanlararası bilgilerden kaynaklanan yanıt her zaman “doğru” olmayabilir, çünkü yanıtın yeni bir yanı vardır; bu, daha önceden bilinen ilişkiler çerçevesinin dışında olabilmektedir. (6)

Bir diğer açıdan bakılırsa, yaratıcılığı önleyen, engelleyen etkenler arasında araştırıcılar başlıca şunları saymaktadırlar:

  • Uygu (konformizm),
  • akıl ve mantığa fazlaca yer ve önem verilmesi,
  • yanlışlardan korkma ve kaçma,
  • yetkinlik tutkusu (perfectionism) ve
  • yetkeye bağımlılık.

Bunların yanı sıra,
  • kimi kültürel etmenler ve
  • algı, coşku ve duygularla ilgili etmenler de sayılabilir (7).

Yukardaki bilgiler ışığında büyük ağırlıkla akla, mantığa yönelik eğitim sistemleri içinde sanat eğitiminin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü bir sanatsal yaratmanın doğasında yaratıcılık süreci vardır. Sanatsal yaratma olayı irdelenirken ya da yaratılmış ürün okunur, seyredilir, ve dinlenirken bile insan zihni benzer süreçlerle ilgilidir. Akıl ve mantık eğitiminin yanında savsaklanmış duyu, duyum, görsel algılama, imgeleme, düşlem, tasarımlama gibi duygusal yanları ağır basan zihinsel süreçlerin eğitimi en tam biçimiyle sanat eğitimi ya da sanat yoluyla eğitimle sağlanır (8).

Temel sanat eğitiminin ise karmaşık bir süreçte gerçekleşen bir çeşit duygu ve duyarlık eğitimi olduğunu, madde ile, çevre ile iletişim kurma, tanıma, yeni ilişkiler bulma, değerlendirme süreçleri içinde, duygusal ve ussal yanların bir denge ve uyum içinde bulunduğu zihinsel yetilerin geliştiğini belirtmiştik. Değerlendirme ile birlikte, yargılama, denetleme, uslama, usavurma yetileri ve en sonunda gene zekâ gelişmektedir.

Küçük Çocuğun Sanat Eğitimi:
Okul öncesi dönemde sanat eğitimi hem sanatsal uğraşların tüm dallarını kapsayabilmektedir hem de hemen yalnızca uygulamaya dönük olduğundan temel sanat eğitimi ile iç içedir. 2-6 yaş arasını kapsayacak küçük çocuğun sanat eğitimi, onun zihinsel, ruhsal, bedensel, fiziksel, psiko-motor gelişimleri göz önünde bulundurularak programlanmalıdır. Kas gelişimi daha tam gelişmemiş, duygusal ve zihinsel süreçlerin erken aşamalarındaki küçük çocuktan ne beklenebileceği, onun hangi yaratıcı süreçlere ne ölçüde katılabileceği iyi bilinmelidir.

Çocuğun tüm gelişimine katkısı olabilecek sağlıklı yaratıcı etkinliklerde bulunmasını, ancak gelişim psikolojisini bilen iyi bir sanat eğitimcisi sağlayabilir. Başlıbaşına bir alan olarak temel sanat eğitimciliği özellikle okul öncesi dönemde yapılacak ve ne yazık ki yaygınlıkla da yapılagelmekte olan çeşitli yanlışları da düzeltebilir. Malzeme seçiminden başlayarak, etkinliğin türüne dek her şey planlanırken görsel alandaki uğraşlar için temel sanat eğiticisine; işitsel alanlar için müzik eğitmenine; oyun, dramatizasyon gibi görsel, işitsel etkinlikler için de gene bu konuların uzmanlarına başvurulmalıdır. Ancak bu yolla çocuğun sanat eğitiminden beklenen sonuçlar alınabilir.

Temel Eğitim Dönemi:
7-14 yaş arasını kapsayan temel eğitimin özellikle ilkokul döneminde sanat eğitiminin rolü ve önemi okul öncesi döneme pek yakın ağırlıkta iken, birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de çok savsaklanmış ve geciktirilmiştir.

1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun temel eğitime ilişkin ikinci maddesi bu eğitimin amaç ve görevlerini şöyle belirlemektedir:

“II - Amaç ve Görevler:

 Madde 23 - Temel eğitimin amaç ve görevleri, milli eğitimin temel amaçlarına ve genel ilkelerine uygun olarak:

  1. Her Türk çocuğuna iyi bir vatandaş olmak için gerekli temel bilgi, beceri, davranış ve alışkanlıkları kazandırmak; onu milli ahlak anlayışına uygun olarak yetiştirmek;
  2. Her Türk çocuğunu ilgi, istidat ve kabiliyetleri yönünden yetiştirerek, hayata ve üst öğrenime hazırlamaktır.”

İkinci maddede geçen, çocuğun ilgi, istidat ve yeteneklerine göre yetiştirilmesi bugünkü ders izlencesiyle ve bugünkü içerikle hiç olanaklı değildir. İlkoöğretimde haftalık 25 saatten birini müzik, birini resim-iş dersine ayırmakla yukardaki amaç hiçbir zaman gerçekleşmez. Nerde kaldı ki, resim-iş ve müzik derslerinin saat olarak sayısını çoğaltmakla da bu sorun çözülmez. Sorun, bu derslerin belli bir ağırlıkla, yeni bir oranlama ile ele alınmasıyla, bir yandan da bütüncül bir anlayışla “temel eğitim” sürecinin içinde güzel sanatların ve temel sanat eğitimi derslerinin bilgi aktarımı derslerini de kapsayarak, kuramsal derslerde gereğinde yaratıcı etkinliklere, gereğinde sanatsal süreçlere yer verecek biçimde yerleştirilmesiyle çözülebilir.

Bugünkü biçimiyle çok güdük kalmış olan resim ve müzik derslerinin yeni bir programlama ile oyun, dramatizasyon, tiyatro etkinlikleri, ritmik hareket gibi süreçlerin de katılmasıyla biyik bir etkinlik olayı haline getirilmesi, bu etkinlik yanında temel sanat eğitimi dersinin zorunlu olarak yer alması sorunun en ideal bir çözümüdür. Böylece çocuklar ve ergenin yaratıcı süreçler yoluyla kişilik, zekâ ve duygu gelişimi sağlanır, ona yaşayarak, uygulayarak beceri ve davranışlar kazandırılırken, ilgi, istidat ve yeteneklerinin de ortaya çıkması, yönlendirilmesi gerçekleşebilir. Gerçekleştirilmesi gerekli bir konu da, çocuğun bu uğraşlarında not alma kaygısının ortadan kaldırılmasıdır.

Ortaöğretim kurumlarında ise edebiyat koluna ayrılmış öğrencilerin onuncu sınıfta haftada iki, on birinci sınıfta ise bir saat okudukları sanat tarihi dersi dışında, sanata ilişkin hiçbir ders yokken, 1978-1979 ders yılında Talim ve Terbiye Kurulu kararıyla iki saatlik zorunlu ders olarak konmuş bulunan “Turizm ve Sanat Eğitimi” dersi, geniş içeriği ile getirdiği “toplu şarkı söyleme” ve “toplu oyun oynama” olarak belirlenen üç tür etkinlik ile müzik dersinin kalktığı, resim dersinin seçmeli olduğu lise programına yeniden sanatsal etkinlikleri sokmuş olmaktadır. Ancak bu dersin de yeniden ele alınmasına “turizm” gibi tek başına bir olgu olması gereken konudan ayrılmış bağımsız sanat derslerine yer verilmesine gerek vardır.

Öğretmen ve Eğiticinin Yetişmesi Sorunu:
Yukarda değinilen görüşler ışığında ortaya çıkan en önemli konu, çocuk ve ergenlere sanat eğitimi verecek öğretmenlerin, sanat eğiticilerinin yetiştirilmesi sorunudur.

Herhalde ilk koşul tüm öğretmen ve okul yöneticilerince sanat eğitiminin öneminin anlaşılmasıdır. Etkili bir sanat eğitimi ise yeterli izlenceler geliştirilmesi kadar, onu uygulayacak olanların gerekli bilgi ile donatılmış olmalarına ve aynı zamanda kendilerinin de yaratıcı biçimde yetiştirilmiş olmalarına bağlıdır. Program geliştirecek uzmanın sanat eğitiminin yararına inanması kadar, ana-baba ve velilerin bu inanca sahip çıkması da önemlidir. Okuldaki eğitimin amacı ile ana-babaların eğitim beklentileri arasında bir yaklaşım benzerliği sağlanabilmesi, sorunun bir başka boyutudur.

Sanat eğiticileri, çocuğun yaratıcı ve sanatsal uğraşlarını yönetecek, yönlendirecek, değerlendirecek kişilerdir. Çocuğun evrensel olarak belli yaşlarda, belli bedensel, zihinsel ve ruhsal gelişim evrelerinden geçtiğini, her evrenin yaratıcı etkinlik ve ürünlerinin o evreye özgü bir gelişim göstereceğini bilen, ayrıca genel kişilik ve tutum tiplerini seçip, tanıyabilecek psikoloji bilgilerine sahip sanat eğiticilerinin elindeki çocuk ve ergen kendi kişilik tipine, algılama tipine ve huyuna göre bir anlatım biçimi geliştirebilecektir.

Ülkemizde yetişen sanat eğiticisi sayısının yeterli olmadığı açıktır. Ayrıca sorunun halen dünyada da tartışılagelmekte olan bir başka boyutuyla da ele alınması gerekmektedir.

Acaba sanat eğiticisi, kendisi de bir sanat dalında ürün verebilen, üretken bir yaratıcı olmalı mıdır,
yoksa iyi bir alıcı ve değerlendirici olması yeterli midir?

Kanımızca kendi de üretken biçimde yaratabilen bir sanat eğiticisi, bir başka deyişle sanatçı-öğretmen en ideal çözüm biçimidir. Bir sanat dalındaki yaratıcı süreçleri kendi de yaşayan eğitici, kuram ile uygulamayı daha tam biçimde yürütebilir. Ancak sorunun daha derin tartışmalara da açık olduğunu belirtmeliyiz. Her durumda, bugün ülkemiz açısından önemli olan, sanat eğiticilerinin gerekli bilgilerle ve çağdaş bir anlayışla donatılmış olmalarıdır. Bu anlamda ilkokul öğretmenlerinin hizmet-içi kurslarla, özellikle temel sanat eğitimi alanında yetiştirilmeleri çok yerinde olur, hele temel sanat eğitiminin durumu az önceki gibi saptandıktan sonra, sanat eğitiminin önemini benimseyen anlayış içinde, özellikle temel eğitimde müfettişlerin de bu anlayış çerçevesinde yetiştirilmeleri kendiliğinden gelecektir.

Üniversite ve Yüksekokullardaki Durum:
Üzerinde durulması gerekli bir başka konu, gerek sanat dallarına öğretmen yetiştiren, gerekse sanat eğiticisi yetiştiren kurumlar arasında bir eşgüdüm olması gerekliliği. Aynı şeyi üniversitelerimiz için de söyleyebiliriz. Çeşitli kentlerdeki değişik üniversite ve fakülte ya da bölümlerde daha çok kuramsal olarak sanat bilimi (9) öğretimi yapılmaktadır. Bir sanat tarihi bölümünde, felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi bugün sanat olgusunun soyutlanamayacağı kimi sosyal bilimler yer almakta, bu bilim dallarıyla ilişki kurulmakta, çağdaş bağlam içinde sanat psikolojisi, sanat sosyolojisi, sanat felsefesi, sanat kuramları ve eleştirisi gibi dersler bulunmamaktadır. Bu ya da bunlara benzer dersler dağınık biçimlerde değişik bölüm ve fakültelerde okutulmaktadır. Bu dersleri verecek elemanların hiç değilse kısa zamanda lisansüstü öğretimle yetiştirilmesi mümkündür. Üniversiteler arasında bu açıdan da bir eşgüdüm sağlanabilmelidir.

Sanatsal yaratma ve yaratıcılığın çeşitli yönlerini ayrı ayrı ele alacak araştırmalara gidilmesi de zorunludur. Araştırma konuları tümel sanat eğitiminin içerdiği tüm konularda yapılmalıdır. Sanat eğiticilerinin karşılaştıkları güçlükler çocuk ve ergenin sanat derslerinden bekledikleri, ana-babanın sanat dersleriyle ilgili beklentileri gibi konularda da yapılacak araştırmalar ülkemizin üzerine eğilmek zorunda olduğu çocuğun sanat eğitimi sorusunun hiç değilse örgün sistemi içinde yerleştirilmesine ve benimsenmesine yararlı olacaktır (10).

Sanat psikolojisi alanında yapılacak araştırmalar ise özellikle bugün kaynak sıkıntısı çeken sanat öğretmen ve eğiticilerine ışık tutacaktır.

Nerde kaldı ki, sanat eğitimi alanında pek çok yeni kuramsal dal uzmanlaşmaya açılmıştır; bunlardan birkaçını sıralamak gerekirse:

  • Sanat Eğitim-Bilimi (pedagojisi),
  • Sanat Eğitimi Kuramı,
  • Sanat Eğitimi Yöntem-Bilimi,
  • Sanat Eğitimi Tarihi, vb.

Sonsöz:
Ülkemizde gerek tümel anlamda bir sanat eğitiminin, gerek temel sanat eğitiminin öneminin yeniden kavranması zamanı gelmiştir. Atatürk dönemindeki nice güzel atılım ve yerleşmiş anlayış, uğradığı savsaklamalar sonucu bugün yeniden savunulup, benimsetilmeye çalışılan, sanki uğrunda yeni bir savaşım verilmesi zorunluluğu duyulan birer olgu durumuna düşürülmüştür.

Sanat denen çok yönlü ve boyutlu olguyu türlü biçimleriyle yaşayarak eğitilen ve yetişen çocuk ve gencin olay ve olguları, çok yönlülükleri ve çok boyutlulukları içinde görüp yorumlayabilen, kavrayabilen; yeniliklere, çağdaş her türlü gelişmeye, her tür yeni biçim ve biçimlendirmeye açık, çağın gerek bilim ve teknolojide, gerek toplumsal değişme süreçlerindeki yeni gelişmeleri anlamaya yatkın, insancıl ve hoşgörülü bir kişilik geliştireceği kesindir (11). Ve sanırız buna da toplumumuzun gereksinimi vardır.

“Ulusal Kültür” - Ekim 1979, Sayı: 6
_________________________________
(1) Adnan Turani, Güzel Sanatlar Terimleri Sözlüğü S: 96, Madde: 1045’te bu terimi önerirken Almanca “bildende Künste”, İngilizce “shaping arts”, Fransızca “arts plastiques” terimlerinin karşılığı olarak düşünmüştür. T. D. Kurumu Yayınları 264. Ankara 1968.
(2) Almanca: “musische Erziehung”.
(3) Lexicon der Kunst, 5 cilt, Leipzig 1976, “Kunsterziehung” S: 778-783 ve “Kunstunterricht” S: 813-814’üncü maddeleri.
(4) Bkz. Read, Herbert: Education through Art, London (1943) 1958, S: 5. vd. Read, Herbert: Erziehung durch Kunst, Munich/Zurich 1970, S: 17 vd.
(5) Almancadaki “Kunstunterricht” kavramı temel sanat eğitimini de kapsamaktadır.
(6) Landau, Erika: Psychologie der Kreativitaet. 3. baskı München/Basel 1974, S: 7-8
(7) “Parnes, Sidney, J.: Research on developing creative behavior, in: C. Taylor (ed.), Widening horizons in creativity, N. Y. 1964, S: 208” Landau, a. g. e., S: 99-100.
(8) Read, H., Erziehung durch Kunst, 1970, S: 21.
(9) Almanca: Kunstwissenschaft.
(10) 1979 Şubat ayı içinde M. E. B. Talim ve Terbiye Dairesi, çeşitli uzman ve danışmanlarla yürütülen bir seminerde örgün eğitimde sanat eğitimi sorununu ele almıştır.
     Ülkemiz için artık gecikmesine sabır gösterilemeyecek sorunun böylece gündeme gelmiş olması çok yerinde ve kıvanç vericidir.
(11) Eisenbeis, Manfred: “Non-utilitarian necessity”, in: Forum, Council of Europe 4/78, S: XII. Bu yazıda estetik eğitimin önemi aynı görüşlerle belirtilmektedir.



Doç. İnci San | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 162 - 15 Şubat 1987