Deliler Potpurisi


Aziz Nesin “Benim Delilerim”i yazdı, iyi de etti.

Neden mi?


Nedeni çok.

Birincisi: Bütün delilerin kimin olduğunu saptadık böylece, fena mı!

Sonuncusu: Hepimizin biraz deli olduğunu öğrendik böylece, iyi mi!

İyi de, Aziz Nesin bir de bu delilikleri açıklamaya kalkışmasaydı daha iyi olacaktı.

Ortada bunca psikiyatri, psikopatoloji, klinik psikoloji kitabı varken, yazarın açıklama denemelerine ne gerek vardı?

Sorunun yanıtı belki şu: Aziz Nesin bütün insanları olduğu gibi delileri de anlamak istiyor.

Daha ortaokul öğrencisiyken akıl hastanelerini ve hastaları merak etmiş:

Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne gittik. İçimde büyük bir merak vardı. Her şeyi ilgi ve dikkatle gözlemlemeye çalışıyordum”.

Anlaşılan bu gözlemleme ve anlama gereksinmesi  yıllar boyunca öylesine bırakmamış yazarın yakasını ki,
artık o delilere gitmese de deliler gelip onu bulur olmuşlar:

Mıknatıs demir parçalarını çeker gibi ben de delileri çekiyorum. Deli perisi benden hoşlanıyor”.

Aziz Nesin’in delileri ve delilikleri açıklama girişimi, kendince, iddiasız, alçakgönüllü:

Benim bu yorumum da ayrı bir saçmalık olabilir.
 (...)
 Hiç kuşkusuz bunları bir uzman olarak değil, görgülerime, gözlemlerime dayanarak bir yorum diye söylüyorum,
isterseniz bu sözüme lâf deyip de geçebilirsiniz”.

Gene de ne saçmalık ne de lâf deyip geçebiliyoruz bunları. Aziz Nesin normal (?) insanlarını olduğu kadar delilerini de onca seviyor ki, gülüp geçmemize olanak yok:

Biliyorsunuz, be bu yazı dizisinde anlattığım delilerimin deliliklerini aşağılayıcı bir nitelik olarak almıyorum.
 (...)
 Benim Delilerimden hiçbirine ters ya da kaba davranmadım, hiçbirini başımdan savmaya kalkmadım.
 (...)
 Onu niçin seviyordum?
 Anlatmaya çalıştığım bu dış görünüşünün derinliğinde gizli olan cevherini görebildiğimi sanıyordum.
 Özellikle onurlu kişiliğini görebiliyordum.
 (...)
 O da ayrı bir güzel deli ki, deliliğin güzelliği ve acılığı anlatılır gibi değil.
 (...)
 Benim Delilerim’de anlattığım her insanın yaşamı ayrı bir dram, ayrı bir romandır.

Kimi psikiyatrlar bizim halkımızda belirli bir mazoşizm eğilimi, mağdur ve zavallı kişilerle özdeşleşme eğilimi bulunduğunu ileri sürerler.

Belki bir ölçüde doğrudur bu; ama toplumsal yardım kurumlarının olmadığı ya da işlemediği bir toplumda başka türlü olmasına da olanak var mı?

Güçlü bir gözlemci ve çözümleyici olan Aziz Nesin de farkında bu durumun:

Nedenini pek bilemiyorum ama belki acıdığımdan, bana çok üzünç verdiklerinden olsa gerek.
 (...)
 Onu sevişim, belki de benzer yanlarımız olmasından.
 (...)
 Dünyanın neresinde o yaşta bir çocuk ruh hastası ve yoksul bir annenin elinde bırakılır?
 (...)
 Acı çeken çocukla acı çeken kadın benim zaafımdır; çocukla kadının acı çekmelerine hiç dayanamam.
 Hangi kadın, hangi çocuk olursa olsun, acı çekmelerine tanık olursam,
onları bu acıdan kurtarmak için elimden gelen her şeyi, her özveriyi yaparım”.

İçi sevgiyle dolu bir insanın bunu yapması delilikse eğer,
keşke hepimiz biraz deli olsaydık da birbirimizi kollasaydık, yalnız bırakmasaydık dememek elde mi?

Ne var ki, Aziz Nesin’e göre çağdaş yaşam delileri gitgide öylesine çoğaltıyor ki, artık tek başına kimsenin gücü yetmeyecektir delilerle uğraşmaya.


RİSK VE YÜREKLİLİK

Aziz Nesin’in acı çeken insanlarla özdeşleşme eğilimi, Adler’in, insanlığa karşı derin bir dostluk duygusu geliştirmeksizin ve insan olma sanatını uygulamaksızın tam anlamıyla insan olunamayacağı uyarısını akla getiriyor.

Adler’e göre insanları ikiye ayırabiliriz:

Bilinç dışı yaşamları hakkında ortalama bir insandan daha çok şey bilenler ve daha az şey bilenler;
yani insanlar bilinç alanlarının genişlik derecesine göre birbirlerinden ayrılmaktadırlar.”.

Ancak bilincin bilgiden ibaret olmadığını, yaşantıya dönüşmemiş bilginin gerçek bilgi olamayacağını da bilmek gerek.

Yine Adler’e göre,

İnsan ruhunu en iyi tanıyanlar tutkuları kendi içlerinde duymuş ve yaşamış olanlardır.
 Bu tip bir insan, binlerce doğru-dürüst yaşamış olandan çok daha üstün bir durumdadır.
 Yaşamın iyi ve kötü yanlarını anlamıştır.
 Bu konuda hiç kimse onu geçemez. Hele doğru-dürüst yaşamış olanlar hiç geçemez”.

Kimse doğru-dürüst yaşayarak, delilerin, kadınların ve çocukların dramını paylaşmadan Aziz Nesin olamazdı.

Adler’in psikolojisinde “yüreklilik” kavramının açıklaması sanatçının yaşamöyküsünün özeti gibi:

Dünyayla, insanoğluyla birlik olmak, insan toplumuyla olan ilişkileri anlamak, işle, meslekle, sevgiyle, aşkla olan ilişkileri anlamak yönünde oluşturmak yaşamını.

Peki böyle bir yaşamın riski yok mudur?

Olmaz olur mu?

Aslında tüm sorun da burada işte.

Hümanist psikoloji akımının temel kavramlarından biridir “risk”,
Adler’den Rogers’a kadar bütün psikologlar riske atılmamızı, yaşantılara açık olmamızı önerirler.

Aziz Nesin bu ilkeyi ortaokul öğrencisiyken babasından öğrenmiş “belki” sözcüğüyle;
Salt dilenciler için değil, her konuda bu belki’yi hiç unutma oğlum. Kandırılmış olmayı da göze al, ama o belki hep aklında olsun...

Aziz Nesin o belki’yi yaşamı süresince hiç unutmadığını söylüyor.

Bu belki’nin ya da riski göze almanın, yaşamın olasılıkları karşısında yürekli olmanın anlamını soyut psikoloji kitaplarında değil, capcanlı, şipşirin bir kitaptan aktaracağım size.

Amerikalı danışmanlık psikolojisi profesörü Leo Buscaglia’nın “Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek” adlı kitabından:

Değişme ve büyüme, kişi kendini tehlikelere sokup yaşamını deneyimlerle yönlendirme yürekliliğini gösterdiğinde gerçekleşir.
 (...)
 Yaşama etkin biçimde katılmak yerine gözlemci olarak yaşama yolunu seçmiş kişiler hiçbir riske girmemişlerdir. Yaşamın dışında kalmışlardır.  
 (...)
 Bir kez riske girmeye alıştınız mı, bütün yaşamınız değişir.
 Değişim ve gelişim ancak yaşamınızı riske ve deneye sokmayı göze almaya istekli olursanız gerçekleşebilir.
 Hiçbir şeyden hiçbir zaman emin olamazsınız. Her şey bir risktir.
 (...)
 Kesinlikle riske girmeliyiz.
 Çünkü yaşamda en büyük risk, hiçbir riske girmemektir.
 Hiçbir riske girmeyen insan, hiçbir şey yapmayan, hiçbir şeyi olmayan, bir hiç olan insan demektir.
 Bu kişi, acıdan ve kederden koruyabilir kendisini, ama ne öğrenebilir, ne yaşayabilir.
 Katı ilkelerinin zincirleriyle bağlanmış bir tutsaktır o. Cezası da özgürlüğünü yitirmektir.

 Yalnızca riske giren insanlar gerçek anlamda özgürdür”.

Aziz Nesin’in güzel dediği deliliklerin çoğunlukla aşkla ilgili olduğu dikkati çekiyor:

Bütün yaşamlarında o olamayan sevgiliyle yaşamış olanlar vardır. Onlar ne güzel delilerdir.
 (...)
 Kadın erkek hepimiz bir olmayanı sevmişizdir, hâlâ da seviyorsak, bir olmayanı sevmekteyizdir.
 İnsansoyu varoldukça o olmayan sevgili de hep varolacaktır
ve insansoyunun kendini en güzel aldatmacası o olmayan sevgilinin olduğunu sanmasıdır. 

 Bu dünya güzelse, yaşamaya değerse, o olmayan sevgiliyi var saydığımız için güzeldir. Bu yüzden yaşamaya değerdir.
 (...)
 Her yerde ve her zaman için dünyanın en güzel deliliği olan aşk...

Öyleyse Aziz Nesin için aşk kaçınılmaz bir yanılsama, umarsız bir delilik mi gerçekte?

Hiç sanmıyorum. Çünkü böyle düşünmenin sonu “yalan dünya”ya varır. Sevgi yalan olursa yaşam da yalan olup çıkar. Aziz Nesin’in anlattığı delice aşkların çoğu sevilen kişide kendini yitirme biçiminde yaşanmış aşklar. O insanlar için bu belki son umuttur yaşamla ve insanlarla ilişki kurmak için. Ama yaşamın içinde değil sınırında yaşanmış, bu yüzden de yaşamın içine değil ölüme çeken, kendini de sevdiğini de yok olmaya sevk eden aşklar. Yaşamdan kopuk, ölüme-dönük aşklar.

Aziz Nesin gibi yaşamı bilen, yaşamı savunan biri kendini yok etmeyi, ölümü savunuyor olamaz.
Olsa olsa, o engin hoşgörüsü ve sevecenliğiyle, böylesi aşklardaki son yaşam kıvılcımını kutsuyor olabilir.

Ayrıca şunu da teslim etmeliyiz: Kimsenin gerçek aşk budur, sahtelerinden sakının” demeye hakkı olamaz.

Gerçeği arama hakkımızı saklı tutalım elbette. Gene de çoğu insanın gerçek sevgiyi benliğinin derinliklerinde mutlaka duyduğunu, ama ilişkilerinde bunu nasıl somutlaştıracağını bilemeyip toplumsal öğrenmelerin bellettiği sevgiyi yaşamak zorunda kaldığını bilelim. Aslında çoğumuz yazarların, sanatçıların, hatta sezgilerimizin önerdiği o zor ve uzak sevgi ile toplumsal koşullandırmaların zorladığı o yapıntı sevgi arasında bocalayıp dururuz.

Aziz Nesin bize işte bu bocalamaları anlatıyor, hem de hiç yargılamadan, severek.
“Sevmenin en üst düzeyi çılgıncasına, delicesine sevmektir” demesi sevgiyle yaşamı bir tutmasından olmalı.
Dediğine göre kendisi hep deliler gibi, hep çılgınlar gibi sevmiş, öyle de yaşamış.

Başka türlü olabilir miydi?

Doğru-dürüst yaşayanlar, akıllı-uslu sevenler ne yaşamı bilir ne de sevgiyi: Böyleleri ne fodul olurlar”.

Gelelim  -eyvah, yine psikoloji dersi!-  psikologların ne dediğine. Çok rastlanan bir örnekle, bir artı bir eşittir bir, değildir aşk diyorlar.

Fromm’un adı alerji yaratmasın diye bu kez Leo’dan aktarıyorum:

Bir ilişkide en önemli şeyin bir artı birin iki etmesi olduğunu ve eğer ilişkinizi sürdürmek istiyorsanız,
kendi kişiliğinizi her zaman koruyup değişim yoluyla gelişmenizi sürdürmeniz gerektiğini hiçbir zaman unutmayın.
 (...)
 Her şeyin, özellikle insan ilişkilerinin değiştiğini ve onları korumak için bizim de onlarla birlikte değişmemiz gerektiğini unutmayın.
 Her zaman birlikte ama ayrı bireyler olarak gelişin.
 (...)
 Bir insanı severseniz, o kişinin varlığını her yönüyle geliştirmesini istersiniz ve bunu gerçekleştirmesi için her adımında onu yüreklendirirsiniz.
 Birbirinizden ayrı değil birlikte gelişirsiniz.
 Ama, yanyana, elele gelişebilirsiniz ancak, birbirinizin varlığında eriyerek değil.

(Rilke’yi anımsayın:
Ortalama insanların sevgiyi hep yalnızlıktan kaçarak, kendini sunarak, “başkasında erime” biçiminde yaşadıklarını söylüyordu).

Leo da, başka bütün yazarlar da, Birbirinize yüreklerinizi verin, ama birbirinizin yüreğine sahip çıkmayın diyorlar.

Ancak bağımsız bir insan gerçekten bağlanabilir, korkmadan yakınlık kurabilir. Böyle bir sevgi, riski zorunlu kılar.


AŞK VE ÇILGINLIK

Riski göze alamamanın bedeli insanlarla “yakınlık” kuramamaktır (hümanist psikolojinin bir başka temel kavramı).

Erikson’dan tanıdığımız bu kavramı, bu kez de Leo’dan dinleyelim:

Birbirimize doğru çekildiğimiz için, ortak yönlerimiz olduğu için, paylaşacak şeylerimiz olduğu için bir birliktelik oluştururuz.
 Bu paylaşma ‘Biz’ haline gelir. Yakınlık işte bu olağanüstü ‘Biz’dir.
 (...)
 Gerçek yakınlık, sömürüsüz aldığımız ve verdiğimiz yakınlık türüdür.

Seni kullanmak istemiyorum, seni sevmek istiyorum.
 Seni tanımak istiyorum. Seni koklamak istiyorum. Sana dokunmak istiyorum. Seni duyumsamak istiyorum.
 Seninle birlikte büyümek istiyorum. Seninle dans etmek, seninle birlikte ağlamak istiyorum’.

 Ama, bütün gücünüzü harcamanızı gerektiren bir yakınlık biçimidir bu.
 (...)
 Bir ilişkinin sürekli ve kusursuz bir balayı olmasını beklerseniz büyük düşkırıklığına uğrarsınız.
 Kuşkusuz sevgi ilişkileri insana acı verebilir. Önemli olan, acıyı tattıktan sonra, ona  sıkı sıkıya tutunmamaktır.
 (...)
 Yakın ilişkilerin bir risk olduğu, acı verdiği, sizden çok şey isteyeceği, değişim gerektireceği, en derin duygularınızı açığa çıkarıp kimi zaman sizi çok mutsuz edeceği doğrudur.
 Ama yakınlık dışındaki tek seçeneğiniz, umutsuzluk ve yalnızlık.
 (...)
 Yakınlık basit değildir. Bizden büyük bir olgunluk ister.
 İnsanların yaşamınıza katılmasını istiyorsanız, onlara elinizi uzatıp riske girmeyi göze almak zorundasınız”.

İnsanlara yakın olmayı ve riske girmeyi seven iki yazarı buluşturalım şimdi.

Aziz Nesin:

Birçok alanda, özellikle sevi ilişkilerinde ben zaman dengesini kuramamışım.
‘Ben’im, yaşamakta olduğum zamanın gerisinde kalmış. Kendim bu çağdayım, ama kimi duygularım çok gerilerde...
 Bunu bana ilk yüzleyen bir yabancı hanım arkadaşım oldu, ben ona göre ‘Modası Geçmiş Bir Adam’dım”.

Leo Buscaglia:

Çağdaş toplumumuz yakınlığı desteklemez.
 Yakınlığın modası geçmiş bir şey olduğu söylenir bize, oysa ben, yakınlığın kesinlikle gerekli olduğunu, yoksa hepimizin çıldıracağını söylüyorum.
 
 Ben, insanın ruh sağlığı düzeyinin anlamlı ve sürekli ilişkiler kurabilme derecesiyle ölçülebileceğine inanıyorum.”.

Aziz Nesin’in delilerini izlerken, bu insanların şu ya da bu nedenle, şöyle ya da böyle toplumun dışına itilen, dışarda kalmaya zorlanan, ilişki ve yakınlık kurması engellenen kişiler olduğunu görüyoruz.

Leo da, daha çok iç nedenlere bağlanarak saptıyor bunu:

Ruhsal açıdan hasta olan kişileri incelerseniz, bu kişilerin başka insanlardan en çok uzaklaşan kişiler olduğunu görürsünüz.
 Sağlıklı kişiler, ne olursa olsun yaşamın tam ortasına dalan kişilerdir”.


SEVMEK VE DOKUNMAK

Aziz Nesin’in kendi deliliği diye anlattığı bir özelliği var ki, bunun nesini delilik sayıyor diye sorulabilir:

Karısıyla, sevgilisiyle ya da bayan arkadaşıyla yanyana iken kolları, dirsekleri birbirine değmeliymiş.

Nedeni?

İnsanca bir yakınlık için diyor, birbirimize yabancılaşmamak için.

Sonra ekliyor: Bana göre, sevgi ikide bir ‘Ben seni çok seviyorum’ demek, ya da ‘Beni seviyor musun?’ diye sormak değildir, budur işte...

Bu eğer delilikse Leo hepimizden daha deli, çünkü dokunmak diyor da başka bir şey demiyor:

“Ailemin bana öğrettiği şeylerden biri, dokunulmaya ve sevilmeye gereksinmemiz olduğuydu.
 Ben de şimdi sürekli dokunuyorum, sürekli seviyorum ve dokunarak, severek alabildiğine mutlu oluyorum”.

(Kitapta dokunmakla ilgili ve çoğu da eğlenceli öyle çok açıklama ve örnek var ki, aktarmam olanaksız. Ayrıca ben bunları delilik diye değil sevgi diye okudum hep, çünkü ben de dokunarak sevenlerdenim  -sadece dokunarak tiyatro tartışması yapmamıştım, onu da ilk fırsatta deneyeceğim-).

Desmond Morris’in “Sevmek Dokunmaktır” adlı kitabını okumamış olamazsınız.
(Çılgın Leo’dan bıkmayasınız diye aklı başında bir bilim adamına başvuruyorum bu kez).

Morris için bedensel temas, insanlar arasındaki ilişkilerin temelidir ve kökleri çocukluğa, bebekliğe, hatta döl yatağı evresine kadar gider:

Birer yetişkin olarak, diğer yetişkinlerle fiziksel temas kurarken çoğu kez garip ve tutuk davranmamızın nedenlerini anlayabilmek için en başlangıcına, analarımızın karnında daha üç beş aylık birer ceninkenki halimize dönmek gerekir”. (Buyurun bu da başka bir deli).

Aziz Nesin, ana karnındaki hallerini anımsayamadığından olacak, dokunma gereksinmesini getirip on altı yaşındaki bir yaşantısına bağlıyor. Sinemadaki kızdan delikanlının dirseğine akan ısı, bilincine varılmış bir ilk deneyim olabilir ancak, ilk neden değil (on altı yaş da rastlantı değil elbet. Ergenlik, unutulmuş çocukluk gereksinmelerimizin yeniden canlandığı dönemdir bilindiği gibi).

Morris,
Yetişkin yaşamımız boyunca bizi şaşırtan, aklımızı karıştıran yakınlaşmaların gerekçelerini, çocukluk çağımızdaki önemsemediğimiz,
sıradan saydığımız yakınlaşmalarda aramak doğru olacaktır diyor.

Böyle bir çocukluk anısı Marquez’de var (olmasaydı şaşardım; yüzyılımızın çılgınlarından biri de o ya!):

Beni gerçekten ilk heyecanlandıran, evimizde çalışan bir kızdı. Bir gece, yandaki evde müzik çalıyordu ve büyük bir masumlukla bahçede onunla dans etmemi istedi. Vücudunun benimkiyle teması  -altı yaşında olmalıydım-  hâlâ kurtulamadığım duygusal bir katalizimdir. Bir daha hiçbir zaman aynı yoğunluğu ya da aynı kendimi içgüdüye kaptırma duygusunu yaşamadım”.

Desmond Morris’e göre iki toplumsal tutum insanların birbirlerine yaklaşmalarını ve dokunmalarını engellemektedir:

Bunlardan birincisi davranışların küçümseyici bir tavırla ‘bebekçe’ olarak nitelenmesidir.
 Aşırı bedensel yakınlaşmalar her zaman için aşırı yumuşak, geriye dönüş özlemi taşıyan davranışlar olarak eleştirilmiştir.
 (...)
 Yakınlaşmaları dizginleyici ikinci toplumsal tutum bedensel temasın cinsel ilgiden kaynaklandığıdır.
 Bu yanlış, insanlık tarihinde yakınlaşmaları gereksiz yere engelleyerek gelmiştir.
 Sevgi sevgidir; duygusal bir bağdır; içine cinsel duyguların girmesi ya da girmemesi ikinci planda gelir.
 Son zamanlarda nedense bu tür bağların içine cinselliği de sokmaya pek hevesli olduk.
 Bunun sonucu olarak da cinsel kökenli olmayan bedensel temaslarımızı inanılmaz oranda dizginlemek zorunda kalıyoruz”.

Morris,
Cinsel kökenli olmayan bedensel temaslar konusunda çağdaş toplumun uyguladığı sınırlamalar anormal davranışlara yol açmaktadır diyor.

(bunlardan biri, kimi Amerikalı kadınların sırf birinin kolları arasına alınmak gereksinmesiyle rasgele cinsel ilişkide bulunmalarıymış.

Leo da söz ediyor bundan:
Kültürümüzde, en üzücü şeylerden birisi, bir ilişkinin cinsel yönünün aşırı ölçüde vurgulanmasıdır.
 Çok yazık. Çünkü bundan ötürü sevecenlikten, sıcaklıktan yoksun kalıyoruz genellikle”.)

Morris’in kitabı şu ilginç sözlerle bitiyor:

Yumuşak, sevecen bir yakınlaşmanın zaaf olmadığını kabul edebilsek ne iyi olurdu. Ne iyi olurdu, bebeklere ve âşıklara özgüdür demek yerine, arada bir alabildiğine içten bir bedensel yakınlaşmaya koyuverseydik kendimizi...

Leo da şunları söylüyordu:

Aslında hepimiz biraz çılgınızdır. Buna inanmıyorsanız, siz herkesten daha çılgınsınız demektir...
 Temel olan yaşamı coşku içinde yaşamaktır. Çılgınca yaşayın.
 Hiç olmazsa arada bir çılgınlık yapın...
 Size dokunabiliyorsam ve siz de bana dokunabiliyorsanız, varım demektir.
 Birçok insan, hiç kimse onlara dokunmadığı için yalnızlık çekiyor”.

Aziz Nesin yazılarını, Kim ne derse desin, nice deli olursak olalım, ben yine akıldan, akılcılıktan yanayım diyerek bitirmiş.

Buna bir itirazım yok, akılcılığı nasıl tanımladığımız koşuluyla.

Günümüzde bize önerilen, mantıklı, dengeli, kusursuz, yanlışsız, yetkin, başarılı, güçlü, üstün, egemen insan modelinin gerisindeki akılcılık olmasa gerek bu.

Çünkü bunun ardından, kuşku duyan, güvenmeyen, inanmayan, yaklaşamayan, dokunamayan, sevemeyen, paylaşamayan, coşamayan yapayalnız bir insan çıkageliyor.

Yıllar önce Adler, Daima birinci olan, en üstün olan insanlarla karşılaşmaktan bıktık artık demişti;
bugün de Leo, “Akıllılıktan, özellikle akıllılığı tanımlama biçimimizden bıkmış durumdayım diyor.

Pascal’ın yeni öğrendiğim bir sözünü sık sık yineliyorum bu günlerde:

İnsan büyüklüğünü bir uca giderek değil, her iki uca dokunarak gösterir”.



Bekir Onur | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 104 - 15 Eylül 1984