“Bence kitabın bugün de taze bir havası var.
Gerçek bir isyanı dile getirdiğine inanıyorum.
Hemen modası geçen türden bir kitap olmaması da beni sevindiriyor.”
Bazı konular vardır, şurasından burasından düşünmüşsünüzdür; ama tümüyle düşünmeye ne cesaretiniz olmuştur, ne de gücünüz yetmiştir.
İşte bu kitabın çekiciliği bu noktada:
Ele aldığı konunun her noktasını kurcalıyor, hem de bunu en çarpıcı biçimde yapıyor. Üstelik yazar yazdıklarına kendi kişisel deneyimlerini katmaktan da çekinmediği için bir düşünce ve duygu sağanağına tutulduğunuzu, iliklerinize kadar ıslandığınızı hissediyorsunuz. Yaratmak istediği etki de bu olsa gerek.
FIRTINADAN SONRA
Ama fırtına geçtikten sonra düşünmeye başlıyorsunuz:
Gelişmişliğin de ötesine geçmiş bir toplumun yazarıyla karşı karşıyasınız, size sizin gerçekliğinizle ilgili ne önerebilir?
İnsanlığın evrensel sorunlarını ele aldığını varsayarsak bile, bireysel gerçekliklere ne denli ulaşabilmektedir?
Yaşantıların anlamı bireyin kendi için ve dış koşullarına göre oluştuğuna göre hepsini aynı kefeye koymak doğru mudur?
“Bilinçli, kasıtlı, özümlenmemiş bir öznelliği yansıtan” (Önsöz) bu yazıların başka bilinçlerdeki etkisi ne olacaktır?
Kimi feminist -ya da adları ne ise- yazarların “hem zorunlu, hem de çok güç” önerileri,
önerilen modelle güncel olanaklar arasındaki uçurumu belirginleştirerek kadının ruh sağlığını daha da bozmaktan öte bir işe yaramakta mıdır?
İnsanoğlu bilincini kökünden sarsan saldırılar karşısında eski savunmalarına daha da sıkı sarılmaz mı?
İnsanın kendi kendisiyle yüzleşmesi dünyanın en güç işi değil midir?
Söz gelimi,
bütün evli kadınlara sevişmeyi istemedikleri her gece kocalarının tecavüzüne uğradıklarını telkin etmenin kadınlara ne yararı olabilir?
“Eş istemiyorsa cinsel ilişki kurulmaması gerektiğini kabul etmekten henüz çok uzağız.
Kadınların sevişmeye içlerinden katılmadıkları halde katlanmaları hâlâ ‘doğal’ sayılıyor” demişti Reich, daha yumuşak bir dille
(üstelik bu güç sorunu evlilik çerçevesinde o bile çözememişti de, çözümü evliliğin dışında aramıştı).
Günümüz psikolojisinde, ne yaşadığımız değil -Çünkü ne yaşayacağımızı önceden belirlemek elimizde değildir çoğu zaman-,
yaşadığımızı nasıl yorumladığımız önemli sayılmaktadır.
Eşiyle istemediği halde sevişmek “zorunda” kalan bir kadın bunu ırzına geçilmesi diye yorumlar
(Schwaiger’ın kendine güveni olmayan düşsel kahramanı gibi);
bir başka kadın ise,
“sevdiğim adam gün olur, aşk için sabırsızlandırdı meselâ, ve ben, gönülsüz bile olsam, boyun eğerdim;
çünkü artık kendimi küçük görmüyordum” der (S. de Beauvoir’ın yaşayarak dediği gibi).
Buradaki sorun erkeğin tecavüz etme “niyeti”nden değil,
kadını yüzyıllar boyu kendi cinselliğini yaşama olanağından yoksun bırakmasından doğmaktadır.
Böylece cesaretini yitiren kadın hiçbir zaman sevişmeyi “başlatan” kişi olamayacağı için her zaman mazlum görünecektir.
Bir olayın gerçek anlamı ancak o insanın yaşamının ve kişiliğinin bütünlüğü içinde anlaşılabilir.
Schwaiger’ın kahramanının,
-ki bir “mağdur kahraman”dır aslında- çocukluğa gerilemeye, bağımlılığa, mazoşizme ne denli eğilimli olduğunu görmüştük.
Brogger ise bütün öfkesine, isyanına karşın değersizlik duyguları taşımadığı için,
başka kadınlara yasakladığını kendisi için korkmadan söyleyebilmektedir:
“Cinsel nesne olarak görülmek -cinsel bir bozukluğunuz yoksa- pek kötü bir şey değildir.
İnsanlar birbirleri için nesne olmayacaklarsa kimin için nesne olacaklar?”
(Sevişme sırasında kendini tümüyle verebilmek, yani “birbiri için” nesne olabilmek orgazmın koşuludur üstelik.
Feminizme soyunan kadınların yanlış bir bilinçlenme yüzünden bunu başaramadıkları için soğuk oldukları ileri sürülmüştür).
Öfkesi dindikten sonra çok aklıbaşında şeyler de yazabiliyor ya da aktarabiliyor Brogger.
Söz gelimi, günümüzde kadın-erkek ilişkilerinde savunulması gereken görüşün “karşı çıkarak özgür olmak” değil,
“birlikte özgür olmak” (P. Hanry) olduğunun farkında:
“Öngörülen şey erkeklerin elindeki gücü kadınların devralması değildir tabiî, bundan kazanılacak bir şey yoktur.
(...)
Amaç erkekleri bir şeylerden yoksun bırakmak değil.
(...)
Kadınlar hep geleneksel erkek işlerini değerli görmekten vazgeçsinler.
Öylesi erkeklerin değerler sistemini güçlendirmekten başka işe yaramaz çünkü.
(...)
Kadınların eşit haklara sahip oldukları, kimlikleriyle durumlarının erkeğinkine bağımlı kalmadığı,
kadın-erkek sendromunun iki cinsi şah-mat noktasında durmak zorunda bırakmadığı bir toplum.
(...)
Pek çok kimse olumsuz bir şeyin yıkılması ya da kaldırılmasıyla olumlu bir şeyin kendiliğinden ortaya çıkacağını sanır.
Bu doğru değildir.
(...)
Yepyeni yaşam biçimleri geliştirmek gerekir.
Ve bana öyle geliyor ki, çağdaş insanın yapmaya çalıştığı da bu.
Yadsıma, patlama, başkaldırma diyorlar ama değil; aslında bir arayış”.
(Brogger’in kitabında gerçekten doğru şeylerin söylendiği bir tek bölüm var galiba,
o da -H. Miller’in övdüğü değil- yazarın bir bilim adamıyla görüşmesini aktardığı bölüm.)
Kitabın adına karşın Brogger ısrarla savunuyor sevgiyi
(psikologlarla dalgasını geçse bile, söylediklerinin çoğu sevgi üzerine yazan psikologların düşünceleriyle aynı):
“Sevgiden söz edip de sevgiden yoksun görünen düşünürleri okumaktan hoşlanmıyorum artık.
İster erkek olsun ister kadın, yazara âşık değilsem hiçbir kitaptan hoşlanmıyorum.
(...)
Ne kadar çok verebilirsek verebileceğimizin ölçüsü o kadar çoğalır. Sevgi sevgiyi üretir, sevgi yaratan güçtür”.
(Schwaiger’ın kahramanı da “sevmeden seviyoruz birbirimizi” diyordu,
çünkü sevgisi bağımsızlığa değil gereksinmeye dayanıyordu, o yüzden de güç değil hınç üretiyordu.)
ESKİ ŞARKILAR
Brogger’in kitabını birkaç kez okuyunca, daha önce söylenmiş şarkıların iyi bir orkestrada yeniden seslendirildiğini farketmemek olanaksız.
Aslında Brogger yeni hiçbir şey söylemediği gibi, eskiden söylenmiş doğruları da eksik aktarıyor gibi.
Brogger’in yazdıklarıyla,
- K. Millett,
- Sh. Firestone,
- G. Green,
- B. Friedan,
- S. de Beauvoir gibi kadın yazarların;
- Reich,
- Adler,
- Horney,
- Fromm,
- Maslow gibi psikologların yazdıkları arasında sayısız koşutluklar var.
Gerçi yazar da düşüncesini besleyen kaynakların çoğunu göstermiş, ama onlardan en sivri düşünceleri derlemiş sanki.
Bu yüzden de sık sık alıntı yaptığı Fromm’u bir yerde atlamış örneğin:
“Yine de belirtmeliyim ki,” diyor Fromm,
“Birbirini seven iki insan için en iyi çözüm evliliktir.
Sorunu yaradan evlilik değil, evlenen kişilerin karakter yapıları ile içinde yaşanılan toplumun kuralları ve değer yargılarıdır”.
Reich bile evlilik karşısında Brogger kadar katı değil:
“İsteyen kişiyi aile yaşamından uzaklaştırmak aklımızın köşesinden bile geçmez;
buna karşılık istenmeyen adamın aile yaşamına zorlanmasını istemiyoruz.
Ömrünü tekeşli geçirmek isteyen ve başarabileni kendi haline bırakalım;
bunu başaramayacak kişiyse yaşamını başka türlü düzenleyebilme olanağına kavuşmalıdır”.
Brogger ise ne rahat bırakıyor, ne de başka bir düzen öneriyor (adı geçen röportaja bakınız); sadece akılları karıştırmanın özsever zevkini yaşıyor.
Böylece her şeyi silip süpüren Brogger’in eski aylardan yeni yıldızlar kırpmakla uğraştığını görüyoruz.
Örneğin, “Cinsel düşlerimizde değişiklikler olmadığı sürece, ne erotik davranışlarımızda değişiklik görülecek, ne de kadın erkek ilişkilerinde” demekte ve kadındaki cinsel soğukluğu -Masters ve Johnson’a da dayanarak- bu eksikliğe bağlamaktadır.
(Firestone da aynı araştırmacılara dayanarak aynı şeyi söylemişti daha önce).
Cinsel doyumda düşlemlerin yeri yadsınamaz elbet; ama Reich’e göre,
“hem sevecen duygularını hem de tensel haz duygularını belli bir eş üzerinde toplayabilen kişilerde bilinçli hayal oyunları görülmez”.
Yatak odalarını düşlemsel erkeklerle dolduran kadınlar Reich’in deyişiyle,
“bütün kişiliğiyle kendini orgazmın yaşanmasına verebilme yeteneği”ne sahip olmayanlardır.
Hem Brogger’in kadınların “erotik tablolar”dan yoksun olduklarından hayıflanmasına da gerek yok. Yedi bin evli İngiliz kadını arasında düzenlenen yeni bir anketin sonuçlarına göre, kadınların büyük çoğunluğunun kocalarıyla yatağa girdiklerinde çoğu zaman yabancı bir erkekle yattıklarını düşlediklerini okuduk geçenlerde. Yine geçenlerde Masters ve Johnson’ın, cinsel ilişkide düşlemlerin varlığını uyarım için sağlıklı saydıklarını, ama tüm ilişki boyunca başka bir ilişkiyi düşlemeyi sağlıksız bulduklarını okuduk (“çünkü bu durumda düşlem çifti birbirinden uzaklaştırır”).
Reich’la birlikte, “İnsan gerçekte elde edebildiğini düşlemez” diyerek bitirelim bu konuyu.
Üstelik Brogger’in kendisi de, “Yabancılaşmanın izini taşımayan bir erotizm olmalıdır mutlaka” demiyor muydu?
Kadındaki cinsel soğukluğa gelince, Brogger (Schwaiger da öyle), soğukluk sanki kadının erkekle ilk karşılaştığı anda ortaya çıkarmış gibi koyuyor sorunu. Oysa olgunun gelişimsel bir geçmişi de vardır ve psikanaliz açıklamıştır bunu bize. Klasik psikanalize göre kadında cinsel soğukluk, “cinsellik” ile “tehlike” arasında bilinç dışında kurulan çağrışımın yarattığı anksiyeteyle cinsel yaşantının ketlenmesidir. Çocukluk cinselliğinin doyum yolu araması yetişkinlikte de bir tehlike (yaralanma ya da sevgiyi yitirme tehlikesi) olarak algılanmaktadır. Çocuk cinselliğinin tehlikeli sayılması ise Oedipus karmaşasıyla ilgilidir; cinsel eşin bilinç dışında babayla ilişkilendirilmesi cinsel yaşantıyı bozmaktadır. Ayrıca anneye Oedipus-öncesi saplanan denetimi yitirme korkusunu ön plana çıkardığından, cinsel uyarımın tepe noktasına çıkıp denetimi elden kaçırmak da istenilmez (Fenichel). Bu klasik açıklamalarla -özdeşleşme sorunu dışında erkeğe karşı tutumun ya da erkeğin tutumunun lâfı edilmez pek; bunu ancak sonraki psikanalizcilerde bulabiliriz.
Horney’e göre, hangi belirtilerle ortaya çıkarsa çıksın kadının cinsel soğukluğunda ortak bir özellik vardır:
“Karşı cinsel bir aşk nesnesiyle tam -ruhu da bedeni de içeren- bir aşk ilişkisi kurma yeteneksizliği”.
Bunun da temelinde cinselliğin reddedilmesi değil, “kadın rolünün reddedilmesi” yatar;
daha derin düzeyde de kadının erkek olma isteği ya da düşlemleri bulunur.
Ayrıcalıklı bir varlık olan erkeğe duyulan hınç,
erkeği psikolojik olarak yıpratma isteği buradan gelir.
Ancak -ilginç olan budur-
bütün erkekleri aşağılayan aynı kadın onlara hayranlığını sürdürmekte
ve erkeğin kadın karşısındaki aşağılayıcı tutumunu paylaşmaktadır
(ama bunu erkeği sürekli yerme görüntüsünün arkasına saklar).
Horney bu bilinçsiz imrenme tutumunun kadını kendi nitelikleri konusunda körleştirdiğini söylemektedir:
“Her şey erkeğe göre -yani özünde ona yabancı bir standarda göre- ayarlanmıştır
ve bu yüzden kadın kendini yetersiz görmektedir.”
Soğukluk daha derin düzeyde “sevme yeteneksizliği” olarak hissedildiği için mevcut aşağılık duygularını da yoğunlaştıracaktır.
Cinsel alandaki bu bilinç dışı eksiklik duygusu
diğer kadınları kıskanmaya sevk edecektir.
Horney burada klasik açıklamaya dönmekte,
ancak “erkeklik karmaşası” dediği şeyin “penis imrenmesi”nin doğrudan bir ürünü olmadığını vurgulamaktadır.
Çocukluk dönemindeki asıl etkiler, “kadının zayıf, erkeğin tehlikeli olduğu” izlenimini verebilecek ailece yaşantılardır.
Bu yüzden kız çocuk kadın rolünden tümüyle vazgeçebilir ve güvenliği için düşsel bir erkekliğe sığınabilir.
Horney, klasik psikanalizin sorunu tam anlamıyla açıklayamayacağını, çünkü aslı önemli nedenlerin birey-üstü ve kültürel etkenler olduğunu savunmaktadır.
“İyi bilindiği gibi, kültürümüz bir erkek kültürüdür ve bu yüzden kadının ve kadın bireyselliğinin gelişmesi için pek elverişlidir”.
Kültürel etkenlerden biri, erkeğin daima kadından daha değerli sayılmasının, kız çocuğun erkek olma isteğini bilinç düzeyinde de beslemesi ve kadın rolünü içten benimsemesini engellemesidir.
Bir başka kültürel etken de, erkeklerin aşkın bedensel öğesiyle duygusal öğesini birbirinden ayırmalarıdır;
bu tutum kadını kolayca soğukluğa sevkedebilir, çünkü “kadın ancak seviyorsa ya da seviliyorsa kendini tümüyle verebilir”.
Kısacası, kadın kendi içinde taşıdığı ketlenmeleri aşabilse bile, erkeğin onu sadece cinsel nesne yapan tutumu yüzünden soğuk olabilir.
“İç ya da dış etkenlerin her vakadaki etkisi farklı olacaktır. Bununla birlikte, özde bu iki etkenin ortak eylemi söz konusudur”.
(K. Horney).
OYUNUN SON PERDESİ
Frijiditenin dramatik yönü cinsel yaşamı sadomazoşist bir oyun haline getirmesidir.
Kadının kendini orgazmdan yoksun bırakması mazoşizminin,
orgazm olmayarak erkeği iğdiş etmesi de sadizminin anlatımıdır.
Erkeğe gelince,
“Bütün protestolarına karşın genellikle koca da cinsel yakınlıktan karısı kadar korkmaktadır.
Bu nedenle karısı olarak cinsel gücünü tehlikeye sokmayacak birisini seçmiştir.
Ayrıca tüm suçu onun üzerine atma olanağına da kavuşmuştur”.
Bu açıklamanın sahibi E. Berne, “Soğuk Kadın” oyununun en önemli sahnesinin “Öfke”nin oluştuğu bitiş bölümü olduğunu söyler:
“Öfke oyunu oynanmaya başladı mı, cinsel yakınlık artık söz konusu değildir.
Her iki taraf da gerekli doyumu ‘öfke’den sağlayacaklar, cinsel coşkuya gerek duymayacaklardır”.
Schwaiger’ın romanında ve pek çok aile sahnesinde seyrettiğimiz de oyunun bu son perdesidir işte. Bu aşamada artık oyunu kimin başlattığını, kimin bu noktaya getirdiğini soruşturmak önemli değildir; çünkü bu, iki tarafın da kaçınılmaz biçimde kaybetmeye mahkûm olduğu bir oyundur.
Reich’ın “sözümona güçlü” dediği erkek sevişmeyi kadını fethetmek sandığı için,
Brogger’in dediği gibi, “artık yalnızca kadına değil, kendine de, gerçek benliğine de yabancıdır”.
Erkekle ilişkilerini yalnızca bir yarışma gibi gören kadın içinse, Adler’in dediği gibi,
“Savaş, onun zaferidir”, ama “her türlü mutluluk umudunu da yok eden” sahte bir zaferdir bu.
Erkek de kadın da ancak, “dar boyutlu bir cinsellik anlayışından çıkıp” (Fromm),
“cinsellik saplantısından kurtulmuş bir cinselliğe ulaştıklarında” (Brogger) sorun çözülmüş olacak.
Öyleyse yabancılaşmış bir aşktan korunmanın yolu Brogger’in zaman zaman yaptığı gibi erkeği karikatürleştirmek olmasa gerek.
Bekir Onur | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 98 - 15 Haziran 1984