Devlet ve Gençlik


Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1985’in Uluslararası Gençlik Yılı olarak adlandırılmasını 1979’da kabul etti. O yıldan bu yana dünyanın çeşitli ülkelerinde kurulan ulusal komiteler, yılın üç ana ilkesi katılım, kalkınma ve barış çerçevesinde çalışmalar yapıyor. Çoğunluğu 14-25 yaş arası gençlik örgütleri temsilcilerinden oluşturulmak istenen bu komiteler için 1985, birkaç yıldır sürdürülen etkinlik ve eylemlerin bir değerlendirme yılı. Oysa Türkiye’de apar-topar kurulmuş karikatür dergilerine yaşlılığından ötürü alay konusu bile olan bir komite, 1985’i birkaç “söylev ve şölenle” geçiştirerek, kutlamaya hazırlanıyor. Tüm hazırlıkları bitmek üzere olan Uluslararası Gençlik Yılı’nın varlığından bile Türkiye’nin çeşitli kuruluşları ve basınının yeni haberi oluyor. En çok hazırlıklı olması gereken gençler, her şeyin dışında bırakılıyor.

Birleşmiş Milletler’ce tasarlanan Gençlik Hakları ve Sorumlulukları Bildirgesi’ne göre;

Yaşadıkları sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel ortamda inanç ve gereksinimlerini karşılayabilmek için tüm hak ve sorumluluklara sahip olması gereken gençler, bugün ve yarının toplumunu oluşturmak mücadelesinde vazgeçilmez faal bir unsurdur.

Yıl’ın üç temel ilkesinden biri olan “katılım” ise, gençlerin salt kendi sorunlarının çözümünde yardımcı olmaları için değil, yaşamın tüm alanlarına ilişkin karar verme sürecine katılmalarına yönelik. Bu ilke, yetişkinlerin iyi niyet sözlerinden öte, yaşamsal önem taşıyor. Gözlemler, yeni yetişen kuşakların giderek, ülkelerindeki yönetimlerin uygulamalarına kayıtsızlaştıklarını gösteriyor. Nüfusu giderek gençleşen dünyanın karşı karşıya bulunduğu sorunların çözümlenmesi ve omuzlanmasında ise, gençlerin vazgeçilemeyecek bir yeri var.

Ulusal, bölgesel ve uluslararası etkinlikler çerçevesinde planlanan Uluslararası Gençlik Yılı’nda özellikle aşağıdaki amaçların karşılanması için çaba gösteriliyor:

  • Irkçılığa, sömürgeciliğe, silahlanmaya karşı ve uluslararası barışın sağlanmasında gençlerin katılımı,
  • İşlev ve çekiciliğini yitiren eğitim sistemlerinin günümüz ekonomik, sosyal ve kültürel gerçekleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesi,
  • Evrensel insan Hakları Bildirgesi doğrultusunda, gençlerin haklarının gözetilmesi,
  • Gençlik örgütlerinin serbestçe kurulup yaygınlaştırılması ve uluslararası ilişkilerinin geliştirilmesi,
  • Ulusal kalkınma programlarıyla çevre sorunları mücadelesine gençlerin katılımının sağlanması,
  • Yerel kültür miraslarının korunarak, evrensel kültür mirasının geliştirilmesi.


EKONOMİK KÂRIN TOPLUMSAL BEDELİ

Gençlik Yılı, Batılı ülkeler ve IMF’nin zorladığı ekonomik politikaları sonucu işsizliğin çoğaldığı, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin birer hakken, ayrıcalık haline dönüşerek azaldığı, gençlerin umutlarının çökertildiği bir dünyada “kutlanıyor”. Silahlanma ve dünya savaşı tehlikesiyle birlikte açlık da artıyor. Doğal ve sanayi zenginliklerine karşın, daralan kaynaklar için insanlar yaşam savaşı veriyor. Birbirlerine düşman ediliyor, ahlâksızlaştırılıyor. En zengin unsurumuz olan kültür farklılıkları ırkçılığa, silahlı çatışmalara neden olabiliyor. Ekonomik krizin etkileri en çok Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde duyulurken, şiddeti de özellikle toplumun en zayıf kesimlerine -yoksullara ve sayıları hızla artan gençlere- yansıyor. Dünya gençliğinin 1975 sayımlarına göre, 738 milyon olan nüfusunun, 2000 yılında 1.2 milyara varması bekleniyor. Gençlik nüfusunun yüzde 70’e yaklaşan bölümü ise, Üçüncü Dünya’da. Üstelik, gelişmiş ülkelerdeki gençlik nüfusunun artışı, yüzde 5 olarak öngörülürken, yoksul ülkelerde artışın yüzde 80’e çıkması bekleniyor. Çocuklarda ölüm oranı, gençlerde işsizlik, sokak çocukları, intihar, cürüm, fahişelik hızla artıyor. Karanlık bir çağın içine giriyor gibiyiz.

  • Güney Amerikalı gözlemciler, eskisi gibi genç nüfusun önemli bir kesimini entegre eden toplum yapısının artık buna elverişli olmadığını belirtiyor.
  • Ekonomik çözülmeye rağmen, geleneklerin en kararlı biçimde süre geldiği Asya’da aile bağlarının zayıfladığına işaret edenler, topraktan kopan başıboş gençlerin “canavarlaşan” kentlere akın ettiğine dikkati çekiyor.
  • Avrupa çapında gençlerle yapılan bir anket ise, yeni kuşağın düzene yabancılaştığını, günlük yaşam sorunlarından uzaklaştığını ve kendi bireysel gelişmelerine öncelik verdiklerini gösteriyor. Anket sonuçlarına göre, gençlerin en çok ilgi gösterdikleri alan, eğlence. İkinci sırada çevre sorunları, üçüncü sırada ise, popüler kültür yer alıyor.

Dünyanın durumuna ve gençliğe ilişkin tüm gözlem ve veriler, bu yıl için benimsenen “katılım, gelişme, barış” ilkelerinin yaşamsal öneminin göstergeleri.


GENÇLİK YILINDA TÜRKİYE

Gençlik Yılı’na girerken, Türkiye’deki durum nasıl?

Dünyanın en genç ülkelerinden biri olan Türkiye (12-24 yaş nüfusu 12.5 milyon) aynı zamanda ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerden de biri. Dünya Bankası’nın verilerine göre, Türkiye, dünyada ulusal gelirin en adaletsiz bölüşüldüğü altı ülkeden biri. IMF/Özal politikasının toplumsal bedeli, gençlerin yaşantısının her alanına yansıyor. Üçüncü Dünya gençleri için söz konusu olan Türkiye’de de geçerli.

  • Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre Türkiye, dünyada en çok çocuk ölümleri olan ülkeler grubu içinde yer alıyor (120/1000).
  • Orta dereceli öğrenim kurumlarına gençlerin (12-16) okullaşma oranı yüzde 38, üniversitede ise, yüzde 7-10 arası.
  • Tüm okul dışı gençlik kesiminin oranı ise, yüzde 80.
  • Uluslararası Çalışma Örgütü anlaşmalarına göre, 16 olan asgari çalışma yaşı, Türkiye’de dünyanın en düşüklerinden, 12.
  • Kızların ve erkeklerin evlenebileceği en küçük yaş olarak saptanan 15’de, bu konuda dünyanın en düşük ölçütü.
  • Diğer yandan, cezai sorumluluğa 18’de varan genç, oy hakkını 21 yaşına kadar kullanamıyor.
  • Erkekler için zorunlu olan askerlik süresi ise, dünyanın en uzunlarından, 20 ay.

Dünyadaki genel gidiş, gençlerin sorumluluklarıyla birlikte korunmasını da artırmak ken, Türkiye’deki durum bunun tüm tersi. Af beklentisi içinde cezaevlerinde yatan gençlerin zaman zaman kamuoyuna yansıyabilen sorunlarının vardığı boyutlar ve yasaya rağmen çocuk mahkemelerinin hâlâ işlerlik kazanmaması özellikle dikkat çekici unsurlar.

Gerek öğretim üyeleri, gerekse öğrenciler için, giderek bir kışla yöntemini çağrıştıran uygulamaları ile YÖK, Türkiye’de Gençlik Yılı’nın ilkelerine belki en ters düşen kuruluş. Örnek alınan Batı üniversitelerinde öğrenciler yönetime katılırken, Türkiye’de öğrenci temsilciliği seçimleri bile yapılmasından çekiniliyor. Orta dereceli okullarda disiplin yönetmelikleri ve uygulamalar ise, giderek artıyor.

Gençlerin, örgütlerinden, okul temsilciliklerinden toplum huzurunu korumak kaygısıyla koparılmaları ise onların seçme ve seçilme haklarını kullanma durumuna gelip, ülkenin yönetimine geçtiklerinde tamamiyle deneyimsiz olmalarına yol açabilecek. Gençlik dönemlerinde yaşayarak, demokrasiyi tanıyamayanların, olgun yurttaş olmaları da böylece engellenmiş olmakta. Eğer amaçlanan, gençleri sorumsuzluktan korumak ise, bu ancak gençlerin politikayı öğrenmeleri, kendi örgütleri çerçevesinde olgunlaşmaları ile gerçekleşebilir. Yoksa, yaşantılarına ilişkin bile söz sahibi olamayan gençler, ileride kendilerini birdenbire Türkiye politika sahnesinin ortasında bulacaklar.

Dünyanın kimi ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de yetişkinlerin gençlere ilişkin tutumu ya onlara karşı tavır almak ve gençleri sindirmek ya da onları kendi amaç ve ideolojileri doğrultusunda yetiştirmek, kullanmak oluyor. Yetişkinlerin gençlerle birlikte ortaklaşa bir demokratik ortam oluşturma çabalarına nerdeyse hiç rastlanmıyor. Kimi durumlarda birlikte gibi görünseler bile, kararlar genellikle tek taraflı olarak yetişkinler tarafından alınıyor. “Yetişkin Gençlik Elele” belki yeni bir demokrasi anlayışı çerçevesinde bu durumun giderilmesine yardımcı olabilecek bir çağrı.

Uluslararası Gençlik Yılı ilkeleri, “Katılım, Kalkınma, Barış” ışığında Türkiye’deki duruma bakıldığında, gençliğin konumunun dünyadaki gelişmelerden ne kadar kopuk olduğu hemen göze batıyor. Hükûmet, kendi kuracağı derneklerle gençleri idare edebileceğini umuyor. En son gazetelerin bildirdiği, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yemeklerin kalitesini bir dilekçeyle dekanlarına şikayet eden 19 öğrencinin gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldıkları ise, ne denli kopuk olduğumuza ilişkin bir örnek.

Türkiye’de gençler, bu yıl Gençlik Yılı etkinliklerine katılamıyor.
Birleşmiş Milletler’in 1986 için ilân ettiği “Dünya Barış Yılı"na hep beraber katılabilmek umuduyla.



Gündüz Vassaf | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 111 - 1 Ocak 1985
______________________________________________________________________________________________________________________





Türkiye’nin ilk “Gençlik Şûrası” 24-28 Ekim günlerinde Ankara’da toplandı.

Şûranın amacı, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı Hasan Celal Güzel’in deyişiyle, Türk gençliğinin geleceğini daha iyi hazırlamak ve gençliğin sorunlarını mümkün olan en geniş kamuoyu ile tartışmak, gençlik sorunlarını ve bu konuda alınacak tedbirleri tespit etmekti. Ancak şûra olaylı geçti ve bekleneni vermedi.

Olay, şûranın hemen başında, başkanlık divanı seçimi sırasında patlak verdi: Başbakan Turgut Özal ile Bakan Hasan Celal Güzelin açış konuşmalarından sonra divan başkanlığına Güzel seçildi. Güzel, divan başkanı sıfatıyla, başkan yardımcılıklarına Devlet Bakanı Cemil Çiçek ile öğrenci temsilcilerinden birinin seçilmesini önerdi. Çiçek’in de seçilmesinin ardından bir genç, YÖK ya da dekanlarca aranmış altı öğrenci derneğinin temsilcilerinden birinin başkan yardımcısı olmasını önerdi. Bu öneriden sonra dinleyici gençlerden biri ayağa kalkarak şûranın oluşumuyla ilgili görüşlerini açıklamak istediğini bildirdi. Bakan, divan seçiminin yapılmasından sonra söz vereceğini söyledi ve dinleyici olarak katılanların başkan yardımcısı adayı olamayacaklarını ifade etti.

Bunun üzerine üç yüz dolayındaki genç, “YÖK’e hayır”,
                                                        “Antidemokratik şûraya hayır”,
                                                        “Örgütlenme hakkımız engellenemez”,
                                                        “Polis dışarı” gibi sloganlar attılar.

Ayağa kalkan bir genç, elindeki metinden şûrayla ilgili görüşlerini okurken seçim yapıldı ve Erciyes Üniversitesi temsilcisi Bahadır Arslan başkan yardımcılığına seçildi. Seçimlerin tamamlanması ve Güzel’in söz vermemesi üzerine gençler dışarı çıkmak istediler. Bakan ise şûra salonunda polis bulunmadığını söyledi ve dışarı çıkacaklarına oturup konuşmaları dinlemelerini istedi. Gençler, salondaki sivil polisleri göstererek “Polis dışarı” diye bağırdılar. Bakanın “Polis yok” demesine rağmen gençler yeniden sivil polisleri gösterdiler ve topluca salonu terk ettiler.

Gençler dışarda polis tarafından dövüldüler ve kapıda bekleyen polis otobüslerine bindirildiler.
Olayı görüntüleyen gazeteciler de, Çevik Kuvvet Amiri Mehmet Bilir’in verdiği emir üzerine polislerce dövüldü, birçoğunun fotoğraf makineleri kırıldı.
Dışarda bu olaylar yaşanırken, şûra salonunda gençlik sorunlarını tartışacak on ayrı komisyon için üye seçimi yapılıyordu.

Dışardaki olaylar bakana yansıtıldı ve bakandan müdahale etmesi istendi. Bunun üzerine Güzel, Ankara Valisi Saffet Arıkan Bedük’ü olayları yatıştırmakla görevlendirdi. Bedük’ün bu amaçla bahçeye çıkması da sonuç vermedi, polisin şiddet eylemi bir süre daha devam etti. Başbakan Özal’ın Biz gençleri çok seviyoruz, Bakan Güzel’in Biz gençlerin birer suskun çocuk olmasını istemiyoruz yolundaki konuşmalarından birkaç dakika sonra yüzlerce öğrencinin polislerce coplanması, tekmelenmesi şûra üyeleri tarafından “vahşet” olarak değerlendirilirken geniş bir kesim tarafından da tepkiyle karşılandı.



GENÇLERİN ORANI: 100/485

485 üyeli şûraya 100 genç çağrılmıştı.

Bunların, 29’u üniversiteliler,
6’sı öğrenci dernekleri,
15’i ortaöğretim kurumları,
5’i yurt dışında bulunan,
5’i işsiz,
5’i özürlü,
5’i suça itilen,
10’u çiftçi,
10’u esnaf,
10’u işçi gençlerden seçilmişti.

Şûrada, gençlik sorunları, “2000 yılının gençliği”,
“Gençliğin sağlığı ve zararlı alışkanlıklarından korunması”,
“Suça itilen gençlerin topluma kazandırılması”,
“Özürlü gençlere götürülecek hizmetler”,
“Çalışan gençliğin sorunları”,
“Çalışmayan gençliğin sorunları”,
“Gençliğin serbest zaman faaliyeti”,
“Yükseköğrenim gençliğinin sorunları”,
“Ortaöğretim gençliğinin sorunları”,
“Yurt dışındaki gençlerin sorunları” adlarını taşıyan komisyonlarda ele alındı.

Şûranın ikinci gününde komisyonlarda görüşülerek hazırlanan öneriler şu başlıklar altında toplanıyordu:

  • Öğrencilere verilen yükseköğrenim kredilerinin eşel mobil sisteme bağlanması. Öğrencilere öğrenim gördükleri dallar ve süre oranında harç verilmesi.
  • Özel yurtların Kredi ve Yurtlar Kurumu’nca denetlenmesi.
  • Gençleri zararlı alışkanlıklardan korumak ve uyarmak için ulusal uyuşturucu politikası saptanması ve bakanlıklarüstü ulusal narkotik örgütü oluşturulması. Ayrıca ortaöğretimde zorunlu sağlık dersi konulması.
  • Eğitime genel bütçeden ayrılan payın artırılması.

Komisyonlarda, ayrıca gençler arasında,
  • ruh sağlığının bozulmasının en büyük nedeninin işsizlik,
  • gençlerin suça itilmelerinin en önemli faktörlerinden birinin de aile olduğu,
  • bu nedenle ana-baba okullarının kurulmasının zorunlu olduğu ifade edildi.

  • Şûranın ilk günü meydana gelen olaylar, ikinci güne de yansıdı. Komisyonlarda bulunan öğrenci derneklerinin bazı temsilcileri olayları protesto ederek çekilirken, Ankara öğrenci dernekleri düzenledikleri basın toplantısında Gençlik Şûrası’nda gençlerin gerçek temsilcilerinin bulunmadığını ifade ettiler.


GENÇLERİN İSTEKLERİNE HAYIR

  • Şûranın üçüncü gününde de, komisyon raporlarına isteklerini yazdırmadıklarını bildiren gençlik temsilcilerinden bir bölümü daha komisyon çalışmalarından çekildiklerini açıkladılar.

  • Dördüncü gün tartışmalar, “öğrencilere örgütlenme hakkı tanınıp tanınmaması” konusunda yoğunlaştı. Daha önce öğrenci temsilcilerinin önerilerini dikkate almayan Yükseköğretim Gençliğinin Sorunları Komisyonu, bakanın isteği üzerine yeniden toplanarak gençlerin kimi isteklerini rapora geçirdi. Ancak yine gençlerin “rektörlük izni dışında dernekleşme” ve “serbest örgütlenme” yolundaki talepleri kabul edilmedi.

Hazırlanan metin, şu şekli aldı:

Üniversite ve fakültelerde bütün öğrencilerin oy vermesine açık demokratik seçimlerle seçilecek öğrenci temsilcilerinin bütün kurullarda temsil edilebilmesi için gerekli düzenlemelere gidilmeli. Ayrıca geleceğin gençlerinin çoğulcu bir ortamda yetişmelerinin sağlanması için çeşitli kulüpler kurmaları teşvik edilmelidir.

Öte yandan, “2000 yılının gençliği” komisyonu raporunda, gençliği 2000 yılına hazırlamak için öncelikle çoğulcu, katılımcı, gerçek bir demokrasiye geçilmesi öngörüldü.


“KOMİSYONLAR DEMOKRATİK ÇALIŞMADI”

Şûranın son gününde genel kurul, “Yükseköğrenim gençliğinin sorunları” ve “Yurt dışındaki gençliğin sorunları” komisyonlarında kabul edilen raporları değerlendirdi. Çalışmalar sırasında YÖK Başkanı Prof. İhsan Doğramacı’nın istifası istendi. Doğramacı istifasını vermediği taktirde, istifa etmesinin genel kurul oylamasına sunulması da önerildi. Ancak bu istem Divan Başkanı Hasan Celal Güzel tarafından kabul edilmedi. Şûraya katılan öğrenci temsilcilerinin çoğu kendilerine yeterli söz hakkı verilmediğini ve önerilerinin dikkate alınmadığını söylediler. Yükseköğrenim gençliğinin sorunları raporu üzerindeki konuşmalar sırasında, komisyon çalışmalarının demokratik olarak yürütülmediği konuşmacılar tarafından gündeme getirildi.

Konuşmacıların bir kısmı öğrencilerin örgütlenme ve siyasi katılım hakları konusuna değinmezken, üniversite gençliğinin sorunları,
  • barınma,
  • harç kredileri,
  • kılık ve kıyafet olarak değerlendirildi.

Bu sırada bazı komisyon üyeleri de söz alarak gençliğin asıl sorununun,
  • örgütlenme,
  • siyasi katılım ve
  • üniversite yönetiminde söz sahibi olmak olduğunu belirttiler.


DEĞERLENDİRMELER

Beş gün süren Gençlik Şûrası’ndan sonra,
  • gençlerin ilk kez böyle bir Şûra toplanmasını “ilk adım” olarak olumlu karşıladıkları,
  • ancak şûranın birçok eksiklikler taşıdığını belirttikleri;
  • özellikle gelecek şûralarda gençliği “seçimle gelen” üyelerin temsil etmesini istedikleri görüldü.

Basında yer alan değerlendirmelerden birkaçı da şöyleydi:


Altan Öymen (Milliyet):
...Topladığı şûranın 500 üyesi var.. Gençlik kesiminden çağrılanların sayısı sadece 100... Aralarında 35 üniversitelinin de sadece 6’sı öğrenci örgütü temsilcisi olarak çağrılmış.. Denilebilir ki, bu daha ilk adımdır. Şimdiye kadar böyle bir toplantı yapılıp, ona gençliğin de çağrılması söz konusu bile değildi.. O anormal durumdan normale doğru gitmek için bir “geçiş dönemi” gerekli.. Zamanla, bu adımların arkası elbette gelecek.. Ama galiba bu da iyi anlatılamamıştır.. Üye oranları ve üyelik şekli düzenlemesindeki  -bizce fazla aşırı- sınırlamalar, gençliğe karşı güvensizlik göstergesi olarak algılanmıştır. (...) Gençlikle ilgili en öncelikli görev alanı galiba budur. Bu çok yönlü güvensizlik ortamını ortadan kaldırmak için, gene çok yönlü çabalar göstermek gerekiyor. Sabırla, dikkatle, anlayışla..


Oktay Akbal (Cumhuriyet):
Nasıl bir gençlik istiyoruz? Bu belli değil mi? Uyuşuk, miskin, büyüklerine boyun eğen, ses seda çıkarmayan, edilgen genç yaşlılar çoğunlukta olmalı ki gerçek yaşlılar uyanık, ileri, çağdaş kafalı gençleri sürgit boyunduruk altında tutabilsinler! Gazetelerde fotoğraflar, gençlik kurultayında bile aydın gençlere hangi gözle baktığımızı, gençlerimizi hangi koşullarda yaşattığımızı apaçık gösteriyor. Gençlik kurultayında dertlerini, sorunlarını gözler önüne serecek olanlar başbakan mı, bakan mı, yaşlı yöneticiler, öğreticiler mi olmalıydı, yoksa gençler mi? Yaşlılar gençleri dinleseler, gençlerin isteklerini, özlemlerini anlamak için bir çaba harcasalar daha iyi olmaz mıydı?  Sonra nedir bu kaba davranış, saçlarından bacaklarından sürüklemeler, dört kişiyle bir öğrenciyi yaka paça etmeler, gazetecileri bile dövmeler, fotoğraf makinelerini parçalamalar? Bu ne vahşettir, ne acımasızlıktır, ne düşmanlıktır!


Teoman Erel (Güneş):
Hasan Celal Güzel’in şûra deneyi, 12 Eylül’ün ‘YÖK’ adlı hayaleti üniversitede hâlâ kol gezdiği içindir ki daha ilk oturumda olumsuz bir damga yedi. (...Şûrayı düzenleyenler) acele tarafından diyalog ararken, baskı altına alınmış, sansür edilip gizlenmiş bir çıbanı patlatıverdiler. İltihap onların üzerlerine bulaştı. Eğer iyi niyetli iseler, diyalogda gerçekten yarar görüyorlarsa, meselelerin sadece bir şûra ile, düğme çevirir gibi çözümlenemeyeceğini bilmeleri ve uzun vadeli bir iyileştirme sürecini ciddi olarak başlatmaları gerekir. Bu sürecin başlatılmasında her işin başı ise üniversite yönetiminden 12 Eylül anlayışını hızla tasfiye etmektir.


Mümtaz Soysal (Milliyet):
Gençlik Şûrası”nda olup bitenler, Türk toplumunun ne kadar eksik örgütlenmiş bir toplum olduğunu açıkça ortaya koydu. Sorun, daha şûranın düzenlenmesi aşamasında karşılaşılan bir sorundur. Kimleri nasıl çağıracaksınız? Eğitimcileri mi? Gençlik konusunda yazıp çizenleri, araştırma yapanları, düşünenleri mi? Yoksa, gençlerin kendilerini mi? Gençleri çağırmak, ister istemez, temsil konusunu gündeme getirmiştir. Gençlik örgütlenmiş değildir ki, temsilcilerini çağırabilesiniz. Öğrenci dernekleri, yıllar süren gecikmeyle, güç bela kuruldu. Yürürlükteki sınırlamalar içinde yükseköğretim gençliğini ne kadar temsil edebildikleri de tartışmalıdır. Böyle olduğu içindir ki, boşluk dekanlıklarca ‘seçilen’ bazı ‘iyi öğrenciler’le doldurulmaya çalışıldı. Ama, boşluk yine kaldı. Çünkü gençlik dünyasındaki düşünce akımlarını ve inanç eğilimlerini yansıtacak kuruluşlar yoktu. Şûranın ilk günündeki olaylar, bu boşluğun yarattığı olaylardır. Patlama, bu boşluğun yarattığı olaylardır. Patlama, bu boşluktan kaynaklanır.


Cumhuriyet (Olayların Ardındaki Gerçek):
Gençlik Şûrası’na gençlik adına katılanlar gençliği temsil etmekte midirler? Bu sorunun yanıtı şûranın ilk gününde ortaya çıkıyor: 550 kişilik şûrada gençler 100 kişi ile temsil ediliyorlar. Yükseköğrenim gençliğini temsil eden 35 kişiden de ancak altısı öğrenci örgütlenmelerinden gelmektedir. (...) Yaklaşık otuz yıldan beri devletin güvenlik güçleriyle gençlik arasındaki çatışmalar sürmektedir. (...) Neden?..  Gençlik Şûrası’nda bu sorunun yanıtını aranmalıdır. Türkiye’de katılımcı demokrasi çağdaş koşullarıyla benimsenirse, acı olaylar zinciri sürecek midir? Öyle sanıyoruz ki gençlik sorunun özünde “Türkiye’de demokrasi” sorunsalı bulunmaktadır. 1988 Türkiyesi’nin bütçesinde milli eğitime ayrılan pay yüzde 8,5’tir. Bu koşullarda yeni kuşaklara verilen önemin oranı da ortaya çıkıyor, ama her şey parayla pulla da olmaz; gençleri ‘potansiyel suçlu’ olarak görmeyecek bir iktidarın pekçok sorunun üstesinden geleceğine inanıyoruz.



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988
_______________________________________________________________________________________________________________________




Gelen çağrı mektubunda kalacağımız otelden, hangi salonda yemek yiyeceğimize kadar ayrıntılı bilgi verilmişti. I. Gençlik Şûrası ciddi bir organizasyon tarafından düzenlendi herhalde diye düşünüyorum. Türk Hava Yolları dolaylı yollar ve yöntemlerle ciddiyet duygumu silip süpürmekte gecikmeyecekti. Kalkmayan uçaklar, ne zaman kalkacağı belli olmayan uçaklar, birdenbire kalkıveren uçaklar...

Ertesi sabah şûra açılışı, komisyonların çalışmaya geçişi. “Hedefler, İlkeler, Tedbirler” altbaşlığını taşıyan 2000 Yılının Gençliği Komisyonunda çalışmak istediğimi söylüyorum Bakan’a. Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı Hasan Celal Güzel’in çağrılısı olan basın üyeleri istedikleri komisyona girebiliyorlar. Ne var ki o sabah tatsız olaylar art arda.

Yirmi yıl öncesinden bir tablo var sanki: Salonun arka sınırlarında oturan bir grup genç insan ayağa kalkıyor, slogan atıyor, gerginlik kaplıyor birden ortalığı. Asık yüzlü gençler, sorunları, tedirginlikleri, barışmaz tutumları biz orta yaş eşiğindekileri elbette epey sarstı. Ne var ki Güzel’in Gelin, küsüden konuşun, sözüne kayıtsız kalmaları da ülkemizde barış ortamının artık hiç mi sağlanamayacağı konusunda adamakıllı düşündürücüydü. Bu da yetmedi; toplantı salonunun kapısı önünde belki de sessizce dağılıp gidecek gençler, öğrenciler, basın üyeleri, hatta bazı hükümet ileri gelenleri polisçe tartaklanacaktı...


I. Gençlik Şûrası’nda yer alan komisyonlar şu konular çerçevesinde görüş birliğine varmaya çalışacaklardı:

2000 Yılının Gençliği,
Gençliğin Sağlığı ve Zararlı Alışkanlıklardan korunması,
Suça İtilen Gençlerin Topluma Kazandırılması,
Özürlü Gençlere Götürülecek Hizmetler,
Çalışan Gençliğin Sorunları,
Gençliğin Serbest Zaman Faaliyetleri,
Yüksek Öğrenim Gençliğinin Sorunları,
Ortaöğretim Gençliğinin Sorunları,
Yurtdışındaki Gençliğin Sorunları.

Komisyonlarda yer alan adlar çok değişik kesimlerden, farklı görüşte, farklı tutumda geniş bir kadro oluşturuyordu.
Farklı meslek gruplarına da özellikle dikkat edilmişti. Bununla birlikte basından çağrılıların önemli bir kısmı ya hiç katılmadı Şûra’ya, ya da son günlerde gelebildi.

Hep birlikte demokrasimizi arıyoruz hâlâ. Bu ucube durum, koridorlarda, otel lobilerinde, sağda solda sürdürülen fısıldaşmalardan pek açık seçik anlaşılıyordu. Muhafazakârlar, sağcılar, solcular, İslamcılar, liberaller, Marksistler, bu geniş yelpazede bira arada olmaktan sanki memnun, hem de huzursuzdu. Sayın Güzel’in içtenlikle oluşturmak istediği çoğulcu ortam, insanların birbirlerini tanımalarına, anlamalarına bağlıydı. Bu arada Şûra’ya beylik nedenler dolayısıyla çağrılmış, söyleyecek yeni hiçbir sözü olmayan kişilere de rastlanıyordu. Bu soy kişilerin bitip tükenmeyen konuşmaları gerçekten ilginç, kimileri Avrupa’daki, Amerika’daki ihtisaslarını, yıllara dayalı tecrübe ve birikimlerini anlatıyor; kimileri kürsüden hamasi şiirler okuyor, 2000 yılının gençliğini beyaz at üstünde İstanbul’a giren Fatih Sultan Mehmet gibi görüyor. Sonra yine Avrupa, Amerika maceralarına dönülüyor.

Ne var ki pratik hayatın acılarıyla yüz yüze gelmiş kimi üyeler hayli saygıdeğer çalışmalar ve öneriler öne sürdüler. Özürlü Gençlere Götürülecek Hizmetler Komisyonu’nun nihai raporu bu bakımdan özenle değerlendirilmelidir. Gençliğin Sağlığı ve Zararlı Alışkanlıklardan Korunması bir iki konuşmayla alevlenmiş bir politik çehre edinirken, özürlü gençlerin sorunları sessizce dinleniyordu. Sanırım suçlu gençlik olgusu da komisyon çalışmaları açısından, kapalı kapılar ardında, gürültü patırtılıydı. Suça itilen deyişi bir yana bırakmış, doğrudan doğruya suçlu tipi aranmış...

YÖK tartışmalarının yoğunluğunu ayrıca vurgulamaya elbette gerek yok.
YÖK’ün ise sapasağlam, kunt bir kale gibi yerinde durmaya enikonu kararlı göründüğü muhakkak.

2000 Yılının Gençliği raporu basında çok sözü edilen bir çalışma oldu. Sayın Bakan, “aydın mutabakatı” nitelemesini yeğliyor, bazı gazeteler sağla solun yıllardan beri ilk kez “uzlaştığını” ifade ediyordu. Öyle sanıyorum ki, asgari müştereklerde bu birleşme, en azından karşılıklı görüşmeyi ve tartışmayı gereksiniş olumlu sonuçlara yol aldıracaktır. Üstelik komisyonun tekrar bir araya gelmesi, daha da geniş bir kadroyla sorunlara eğilmesi sözkonusudur. I. Gençlik Şûrası’nın asıl başarısı da galiba burada aranmalı...



Selim İleri | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988
_______________________________________________________________________________________________________________________




Ankara’da toplanan I. Gençlik Şûrası nedeniyle cumhuriyet döneminin altmış beş yıllık süreci içinde gelmiş geçmiş partilerin programları ile, kurulan hükümetlerin TBMM’de okudukları programları tek tek taradık.

Bakalım gençlik konusunda neler diyorlardı?
İrili ufaklı, kimi uzun yıllar iktidar olmuş, çoğu muhalefette kalmış siyasi partilerimizin programlarında gençlik sorunlarını ele alış biçimleri neydi?

Taradıkça şaşkınlığa düştük. Örneğin on yıl bu ülkeyi yönetmiş Demokrat Parti’nin oldukça uzun ve detaylı programında, tek bir satır bile gençlik lafı geçmiyordu, klasik eğitim sorunlarının dışında gençlik sorunu diye bir sorun DP kurucularının aklına bile gelmemişti. Cumhuriyetin kurucusu Cumhuriyet Halk Partisi’nin, 1950’lere kadar süren 27 yıllık ilk iktidar döneminden sonra ana muhalefet partisi olduğu yıllarda, 1970’lerdeki programında, gençlik sorunları lafı bir yasak savmak kabilinden şöyle bir dokunulup geçilmiş bir sorundu.

“Milli Eğitim Meseleleri” başlıklı bölümde CHP programında sadece 51. maddede gençlik sözü geçiyordu ve şöyleydi: Üniversitelerin idarede ve ilmi çalışmada tam muhtariyeti esastır. Devletin mali yardımı bu muhtariyete halel vermemelidir. Yüksek tahsil talebesinin çalışma imkânlarının sağlanması için üniversite siteleri tesisi ve yüksek tahsil yolunda inkişaf edecek ve bu memlekete faydalı olarak yetişecek olan Türk gençliğine kolaylık sağlamak üzere behemahal bir talebe bankasının kurulmasını isteriz.

Oysa aynı partinin, daha önceki dönemlerinde, 1947 Kurultayı’nda kabul edilmiş programda, gençlik konularına daha bir etraflıca değinilmişti.

Örneğin o eski programın 95. maddesinde şöyle bir hüküm vardı: Ahlak, fikir ve beden eğitiminde Türk gençliğine ahenkli bir gelişme sağlamak, vazife ahlakını tesis etmek... Tarihimizin ilham ettiği milli karaktere ve milli geleneğimize uygun bir ahlakı her vasfın üstünde tutmak ve mutluluğu hizmette aramak vb... vb...

1980 öncesinin iktidar partilerinden Adalet Partisi’nin programında “gençliğin ihtiyaçları” ve “gençleri hayata hazırlama” ara başlıklarıyla iki bölüm ve iki madde vardı ki bunlar da şöyleydi:

“Madde 56 - Süratli bir kültürel ve sosyal gelişme vetiresi içinde yetişen Türk gençliğinin, beden, ruh ve karakter yapısı bakımından hem okul içi hem de okul dışı yetişme imkânlarına özel ehemmiyet vermek gerektiğine kaniyiz. Bu maksatla izcilik, gençlik kulüpleri, öğrenci dernekleri, milli folklor ekipleri ve teşekkülleri gibi gençliğin kendi kendini yetiştirmesinde son derece ehemmiyetli roller oynayan faaliyet dallarında kendilerine yardımcı olacak ve yol gösterecek bir çalışmayı lüzumlu sayarız.

“Madde 57 - Gençliğin halkla daha iyi kaynaşabilmesi, toplum kalkınmasının çeşitli safhalarında onların yaratıcı enerjilerinden ve gayretlerinden istifade edilebilmesi için bu kalkınma ile ilgili resmi ve gönüllü teşekküllerin elbirliği ve işbirliği ile gençlere çalışma imkânları açılmasını arzu ederiz. Bilhassa tatil ve yaz aylarında gençleri hayata hazırlayacak ve tecrübelerini artıracak bu gibi teşebbüslerin eğitici tesirlerinin de yüksek olacağına kaniyiz.


TÜRKİYE BİRLİK PARTİSİ

Türkiye Birlik Partisi (TBP) programında “eğitim işleri” bölümünde ve programın  15. maddesinde gençlik konusuna şöyle değinilmekteydi: Köy enstitüleri ve eğitmenlik müessesesi ıslah ve ihya edilecek, bütün vatandaşlar en kısa zamanda okuryazar hale getirilecektir. Öğretmensiz ve eğitmensiz köy bırakılmayacaktır. Yabancı temayüllerden uzak, Türk âdet ve ananelerine uygun milli bir eğitim ve öğretim politikası güdülecek, okullarda gençler, laik, devrimci, reformcu, halkçı, Türkçü, Atatürkçü ve dinamik bir zihniyetle yetiştirilecektir.


GÜVEN PARTİSİ

Güven Partisi (GP) programının dördüncü bölümü “Eğitim, kültür, gençlik ve spor” başlığını taşımakta ve 136. maddesinin dördüncü paragrafında gençlik konusuna şöyle yer vermekteydi: Eğitim politikamız, Türk gençlerini sosyal adalet anlayışına sahip, milliyetçi, vatansever yurttaşlar olarak yetiştirme gayesine göre düzenlenecektir. Eğitim gayretlerimizin gayesi, Türk toplumunu çağdaş medeniyete ulaştırmak için gerçekleştirilen inkılapların gençlerimizin şuuruna tam olarak yerleşmesini sağlamaktır. Türk gençlerinin milli, ahlaki, insani üstün değerlerini geliştirmek, onları şahsi teşebbüs zihniyetine ve topluma karşı sorumluluk fikrine sahip, ilim, teknik, güzel sanatlar ve iktisat bakımından yapıcı, yaratıcı, seçkin yurttaşlar olarak yetiştirmek başlıca gayelerimizdendir.


MİLLET PARTİSİ

Millet Partisi (MP) programı ise, gençlik sorunlarını milli eğitim ve öğretim işleri arasında saymakta ve 34. maddesinde bu konuda şöyle demekteydi: Eğitim, millete ilim ve teknik bilgilerle beraber milli ve ahlaki terbiye verecek surette nizamlanmalı, Türk gençliğine milli iman ve ülkü aşılayacak, kuvvetlendirecek bir gaye takip etmelidir. Bu arada gençlerin vicdan hürriyetleri ve manevi inançlarının takviyesi ile insanlık sıfatlarının yükseltilmesinde büyük hayır görmekteyiz.

Gençliği her türlü tesirden korumak için onları birer meslek sahibi yapmak azmindeyiz.


MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ

Milliyetçi Hareket Partisi’nin CKMP’den kalma programında (1970 yılı), gençlik ara başlığı altındaki II. madde ise şöyleydi: Cumhuriyet terbiye ve ülküsü ile yetişen genç kuşakların, Türkiye’yi yeniden inşa etmenin şerefli sorumluluğunu yüklenmesini ve hizmet mevkilerine gelmesini istiyoruz. Partimiz, gençliğin bu anlamda bir eğitimle yetiştirilmesini gerekli görür.


MİLLİ NİZAM PARTİSİ

Milli Nizam Partisi (MNP) programında gençlik konusu “maarif politikası” başlığı altında 20. maddede şöyle dile getirilmişti:

Partimiz halkın ve gençliğin yetiştirilmesinde yurdumuzun resmi ve gayrı resmi bütün müesseselerini bu gayeye uygun olarak yeniden tanzim etmek kararındadır. Ailenin veya maarif teşkilatının yapıcı gayretlerini, sinema ve televizyonun ve radyo ve televizyon gibi neşir ve telkin vasıtalarının veya basının, sırf ticari gayelerle hareket ederek yıkmaya çalıştığı ve buna ilaveten çeşitli sefahat yerlerinin gençliğe açık olduğu bir vasatta sistemli bir milli terbiye verilebileceğinden söz edilemez... Bu sebepten partimiz bu türlü vasıtaların maarif kalkınmamızın vazgeçilmez unsurları saydığı bu türlü vasıtaların milli ahlak ve mefkurenin kuvvetlendirilmesi yolunda ahenkli bir iş ve güçbirliğine tabi tutulmasını ister.


ANAVATAN PARTİSİ

Anavatan Partisi (ANAP) programının 26. maddesinin ana başlığı doğrudan doğruya “Gençlik”tir.

Bu maddede söylenenler ise şunlardır:

Gençliğimizi bilgili, vatan ve milletin birlik ve bütünlüğünü müdrik, örf ve ananelerimize saygılı, herkese karşı sevgi, saygı ve müsamaha besleyen, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı medeni bir insan olarak yetiştirmeliyiz.

Gençlerimizin ruh, fikir ve beden yönünden mükemmel şekilde gelişmelerini sağlama hedefimizdir. Bu maksatla formal eğitim ve öğretime ilaveten, okul içinde ve okul dışında fikir, kültür ve sanat, spor ve folklor faaliyetlerinin yapılmasının sağlayacak tedbirler büyük öneme haizdir. Bütün okullarda başlıca spor faaliyetlerinin yapılmasına imkân verecek modern tesislerin kurulması öncelik taşımaktadır.

Orta ve yükseköğretim gençliğinin, meslek hayatına intibakının kolaylaştırılması ve başarılarının arttırılması için önceden çalışma ve tatbikat imkânlarına kavuşturulmaları önemlidir. Burs ve yurt şartlarının iyileştirilmesi, gençliğin tatil zamanlarını en faydalı şekilde değerlendirmelerini sağlayıcı imkân ve faaliyetlerin desteklenmesi gereğine inanırız.


DOĞRU YOL PARTİSİ

Doğru Yol Partisi (DYP) ise 51 maddelik programında gençlik için ayrıca bir bölüm ayırmaya gerek görmemiş, gençliği daha çok üniversite gençliği olarak algıladığından olacak, programın “Yüksek Öğretim” başlığını taşıyan 39. maddesinde bu olgudan şöyle söz etmektedir:

Üniversitelerimizin memleket gerçeklerine ve ihtiyaçlarına uygun bir eğitim programına sahip olmasını, araştırıcı ve uygulayıcı vasıfta gençler yetiştirmesini zaruri buluruz. İlmin hürriyet ortamında gelişebileceği, hür düşüncenin ise yaratıcılığın kaynağı olduğu gerçeğini dikkate alarak, üniversitelerin ilmi çalışma ve çalışmalarını serbestçe yapabilmeleri için bilimsel özerkliğe sahip olmaları gerektiğine kaniyiz. Özerkliğin belirttiğimiz maksat dışında, devlete karşı bağımsız veya onun denetimine tabi olmama şeklinde anlamayız. Üniversitede çeşitli sistem ve fikirlerin tanıtılması ve tartışılması tabiidir. Ancak, hür, demokratik nizamı tanımayan fikirlerin, diğerleri üzerine baskı kurması veya tek taraflı bir hürriyet anlayışı ile gençlere telkinini, bilimsel özerklik, ilim hürriyeti ve milli üniversite kavramı ile bağdaşır görmeyiz.

Üniversitelerimizin, özellikle insan gücü açığı olan alanlarda , kapasitelerinin arttırılması ve yeni kuruluşlarca takviyesini gerekli görürüz. Ancak, yüksek tahsil yapmak isteyen gençlerin meydana getirdiği büyük birikimi önlemek için, mevcut müesseselerin gece öğretimi, çift tedrisat ve benzeri uygulamalarla kapasitelerinin yükseltilmesini mümkün ve zaruri görüyoruz.


SOSYAL DEMOKRASİ PARTİSİ

Günümüzün ana muhalefet partisi olan SHP’in öncüsü durumundaki Sosyal Demokrasi Partisi (SOHEP) programında ise “gençlik sorunları” bu başlık altında ve sorun olarak şöyle ele alınmıştı:

Parti Atatürk’ün deyişiyle, toplumun geleceğinin temel dayanağı olan gençliğe ve onun sorunlarına özel bir önem verir. Gençlik bir birikim dönemidir. Genç insan, bu birikim süreci sırasında kişiliğini oluşturan bir geçiş insanıdır. Bu geçiş sırasında gelecekte yaşamını kazanmak için gerekli bilgi ve becerileri elde ederken, aynı zamanda tutarlı bir dünya görüşü, inanç ve değer sistemi kazanmaya çalışmaktadır. Bu, normal koşullarda bile çok bunalımlı bir geçiş sürecidir.

Türkiye gibi genç insanın istek ve yeteneklerine uygun mesleklere yönelmekte çok büyük zorluklarla karşılaştığı, aşırı işsizliğin baskısı altında geleceği hakkında büyük belirsizlikler içinde bulunduğu bir ülkede, bu geçiş süreci çok daha bunalımlı olmaktadır. Bu nedenlerle, Parti, genç insanı anlayarak ona yardımcı olmaya, yol göstermeye çalışan tutumları yeğler. Ayrıca Parti, ekonomik kalkınma politikasının bu konudaki sorunların çözümünde de çok önemli işlevleri olacağına inanır.


HÜKÜMET PROGRAMLARINDA GENÇLİK SORUNLARI

Parti programlarında gençlik sorunları böylesine geçiştirilirken, hükümet programlarına da bir göz atmakta yarar vardır. Hemen söyleyelim ki, bu programlarda da gençlik sorunları, sorun olarak ele alınmaktan çok, hep şöylece bir geçiştirilmiştir. Bir kere ilk hükümetlerin programlarında, “gençlik” lafı hemen hiç mi hiç yoktur. Arada bir “maarif” sorunlarından söz edilmekte ve “Bugün ise ilk işimiz mekatibi mevcudeyi hüsnü idare etmektir” denmektedir. (İlk İcra Vekilleri Heyeti Programı, Mayıs 1920). Hükümet başkanlarının ağzında o zamana kadar daha çok “çocuklar”, “talebeler” olarak geçen gençlik sözcüğü, hükümet programlarında ilk kez Ali Fethi Okyar’ın ağzından duyulmuştur.

Okyar, 27 Kasım 1924’te okuduğu hükümet programında “maarif” işlerini açıklarken şöyle demiştir: Meclis-i Alinizin yüksek kararıyla tevhidi tedrisat esaslarını kabul ederek selamet yolunu bulmuş olan maarifimizi aynı yolda yürütmek ve Türk vatanına talim ve terbiyenin muhtaç olduğu intizam ve inzibat altında yeknesak terbiye ve tahsil ile mücehhez, hayat için hazırlanmış gençler yetiştirmek gayemiz olacaktır.

Çok uzun yıllar başbakanlık yapmış İsmet İnönü’nün, hükümet programları genellikle kısa ve daha çok dış politika ağırlıklıdır, dolayısıyla bu programlarda gençlik sorunu yoktur. Ancak 1937 yılına gelindiğinde Celal Bayar’ın başbakan olduğu zaman hazırladığı uzun ve sürekli olarak milli şefin emirlerine göre çalışacağı güvencesini veren programda bir kere daha gençlerden söz edildiğini görürüz. Ancak bu, düpedüz faşizan bir gençlik istendiğinin işaretlerini veren bir programdır ve Bayar’ın bu programdaki sözleri şöyledir:

Arkadaşlar, parti programımızdaki direktiflere göre, milli kültür sistemimizin inkişafına azami önem vereceğiz. İlk öğretim her bakımdan üzerinde en çok duracağımız ve en çok ehemmiyet vereceğimiz mevzudur. Aile ocağından sonra milli kültürle ilk temas okullarda başlıyor. Genç vatandaş her şeyi benimseyen ve henüz temyiz kabiliyeti teessüs etmemiş olan taze zekâsıyla ancak en doğruyu, en iyiyi ve en güzeli öğretecek bir müesseseye emanet edilebilir. İlk tahsilde alınan fena intibaları müteakiben düzeltebilecek âli bir tahsil sistemi henüz icat edilmemiştir. Fena bir ilköğretim, fena bir hayata başlatış demektir. Bu, genç vatandaş karakterinin teşekkülüne mani olur ve hatta bozabilir. Bunun içindir ki, ilköğretime en çok ehemmiyet vereceğiz.
(Celal Bayar hükümetinin 8 Kasım 1937’de TBMM’de okunan programından).

Görüldüğü gibi o tarihlerde Celal Bayar, gençlik deyince daha çok ilkokul öğrencilerini anlamaktadır. Gençler, gençler dedikleri daha çok onlardır!..

Daha ilerdeki yıllarda, Şükrü Saraçoğlu hükümetinin 5 Ağustos 1942’de TBMM’de okunan hükümet programında bir kez daha gençlerden ve gençlikten söz edildiğini görürüz ki, o da özetle şöyledir:

Arkadaşlar,
Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette olacağız.

Dünkü Türk gençleri müstakil ve hür bir vatana malik olmak, şuurlu ve mütecanis bir millete mensup olmak, memleketi müspet ilimlerle idare etmek ve vatanın hayat ve servet membalarını memleketin elinde görmek istiyorlardı. Bugün bütün bu idealler teker teker tahakkuk etti...

Son yılların gayretiyle dünyadaki arkadaşlarının safına çıkmış olan üniversitelerimiz, yüksek mekteplerimiz ve bunları dolduran gençlerimiz her gün ağırlaşan bilgileri ve artan adetleri ile ideale doğru hamleler yapmaya hazırlanıyorlar. Onun için bu gençlerdeki heyecanları beraber yaşamak ve onlarla daha çok çalışmak kararındayız. Bugün için henüz pek çok genç olmakla beraber köy enstitüleri, köylerimizi ve köylülerimizi daha şimdiden yükseltmeye başlamıştır. Bu iki uç arasındaki yüz binlerce Türk genci bir tek yoldan aynı hedefe yürümek için hazırlanıyor.

14 Ağustos 1946’da hazırlanan Recep Peker hükümeti programında da gene gençlikten söz edilmektedir ve şöyledir:

...Öğretimin her kademede ve nevindeki Türk gençliğindeki milli duygunun kuvvetlenmesi ve gençlerimize Türk inkılabının ana fikirlerinin benimsetilmesi, Türk tarihi mefahirinin öğretilmesi, öğretim ve eğitim çalışmalarımızın esası olacaktır.”

“...Liseleri bitirip olgunluk imtihanlarını vermiş olan gençlerimizin, burslu veya yatılı olanlara ait müsabaka dışında üniversite fakültelerine ve yüksek okullara girebilmelerini önleyen kayıtlar ve imtihanlar kaldırılacaktır.


MENDERES DÖNEMİ

Demokrat Parti iktidarının I. Adnan Menderes kabinesinin hükümet programında ise gençlik konusuna 29 Mayıs 1950 tarihinde şöyle değinilmektedir:

Maddi bakımdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, milli ve ahlaki sarsılmaz esaslara dayanmayan, ruhunda manevi kıymetlere yer vermeyen bir cemiyetin, bugünkü karışık dünya şartları içinde kötü akıbetlere sürüklendiği tabiidir. Talim ve terbiye sisteminde bu gayeyi göz önünde bulundurmayan, genliğini milli karakterine ve ananelerine göre manevi ve insani kıymetlere teçhiz edemeyen bir memlekette ilmin ve teknik bilginin yayılmış olması, hür ve müstakil bir millet olarak yaşamanın teminatı sayılmaz. Yıllardan beri sarih bir istikametten ve rasyonel bir plandan mahrum olduğu için mütemadî  değişikliklere, sarsıntılara uğrayan maarifimizin, milletçe katlanılan büyük maddi fedakârlıklara mütenasip bir verimlilik arzetmediği açık bir hakikattir. Hükümetimiz parti programımızda tespit edilmiş esaslar dairesinde, bu büyük milli davayı bir kül halinde ehemmiyetle ele almış bulunuyor. Tamamiyle demokratik bir ruh ile ve ilmin son neticelerine göre tespit edilecek geniş ve teferruatlı bir plan içinde maarif nimetini memleketin her tarafına müsavi şartlarla yaymayı temin edecek kanun tasarılarını hazırlıklarımız biter bitmez yüksek tasvibinize arzedeceğiz.

Adnan Menderes, 30 Mart 1951’de kurduğu ikinci hükümetin programında da gençlik konusunda şunları söylüyordu: Gençliğini milli karakterine ve ananelerine göre manevi ve insani kıymetlerle teçhiz edemeyen bir memlekette ilmin ve teknik bilginin yayılmış olması, hür ve müstakil bir millet olarak yaşamanın teminatı sayılamaz. Gençliğimizin ‘vatan’ ideali etrafında toplanmasını hareket noktası olarak alıyoruz.

Adnan Menderes, 24 Mayıs 1954’te üçüncü hükümet programında da benzer görüşleri yinelerken şöyle diyecektir: Hür ve müstakil bir millet olarak yaşamanın teminatını yalnız memleketin maddî kudret ve takatinde değil, aynı zamanda halkın ve gençliğin manevi değerlerine teçhizinde bulan iktidarımızın maarif sahasına hayati bir ehemmiyet atfetmesi elbette ki tabii idi...

Menderes iktidarını alaşağı eden Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında kurulan Milli Birlik Hükümeti’nin 11 Temmuz 1960 tarihinde okunan hükümet programında ise şöyle deniyordu: Milli eğitimi durgun halinden çıkarıp yapıcı ve başarıcı bir vasfa ulaştırmak amacımızdır.


CHP-AP KOALİSYONU

İsmet İnönü ise 1961 seçimlerinden sonra oluşturduğu CHP ve AP ortaklık hükümetinin başı olarak 27 Kasım 1961’de okuduğu hükümet programında şöyle konuşuyordu: Milli eğitim, sadece genç nesilleri yetiştirmenin bir vasıtası değil, aynı zamanda özellikle milli kalkınmayı hızlandıracak ve gerçekleştirecek verimli bir yatırım olarak ele alınmıştır. Bütün faaliyetlerimizi, uzun vadeli ve esaslı bir plana bağlamak amacındayız.

İnönü, ikinci ortaklı hükümetini kurduğunda da 2 Temmuz 1962’de programında şöyle diyordu: Milli eğitimi sadece gençlerimizi yetiştirmenin ve halkımızı aydınlatmanın bir vasıtası değil, aynı zamanda  ve özellikle memleketimizin sosyal ve ekonomik gelişmesini gerçekleştirecek ve hızlandıracak verimli bir yatırım olarak telakki etmekteyiz.

Üçüncü ortaklık hükümetini bir azınlık hükümeti olarak kuran İsmet İnönü, 30 Aralık 1963’te de gençlik lafını programında şöyle telaffuz ediyordu: Beden eğitimi alanında daha yeterli teşkilatlanma çalışmaları hızlandırılacak ve yurdun bütün il ve ilçelerinde gençliğin yararlanabileceği spor alan ve tesislerini süratle tamamlamaya çalışacağız.

26 Şubat 1965’te Suat Hayri Ürgüplü hükümeti programında da gençlikten şöyle söz ediliyordu: Milli eğitimde amacımız, yurttaşların eşit eğitim imkânları içinde, istidat ve kabiliyetleri yönünde ve ölçüsünde yetişmelerini sağlamaktır. Memleketin ümit ve istikbali olan gençliği, şahsiyet sahibi ve miliyetçi bir ruh içinde yetiştirmek, onların gerek tahsil çağlarında gerekse hayata atılış devresindeki ihtiyaçlarını karşılamak baş hedefimizdir.


1. DEMİREL HÜKÜMETİ

3 Kasım 1965’te Süleyman Demirel başbakan olarak ilk Adalet Partisi hükümetini kurduğunda, programında gene gençlik sorununu bir eğitim sorunu olarak algılamış olarak şöyle diyordu:

Üniversite ve yüksek okullara devam etmeyip mesleki ve teknik alanlara gitmek isteyen gençlerimiz için teknik öğretim müesseselerini takviye edecek ve adetlerini artıracağız...

Üniversite ve yükseköğrenim gençliğini hayat sıkıntısından kurtarmak, sıhhi, rahat ve ucuz öğrenci yurtlarına kavuşturmak, yetişmekte olan gençliğin boş zamanlarını değerlendirmek, kütüphane ve kitap meselelerini halletmek, muhtaç durumda olanlara burs imkânlarını arttırmak, mevcutları kifayetli hale getirmek, Türk gençliğinin memlekete yararlı, geleceğe güvenle bakan birer vatandaş olarak yetişmesini sağlamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak kesin kararımızdır.


TEK İSTİSNA: ATATÜRK

Evet, Türkiye’de partilerin ve hükümet başkanlarının gençlik politikası hakkında söyleyegeldikleri ve korkarız bundan sonra da söyleyegelecekleri üç aşağı beş yukarı bunlar...

Bunların bir tek istisnası var: Atatürk!..

Gerçek bir devrimci, gerçek bir büyük devlet adamı olarak bir tek o’dur ki, daha 1927 yılında Büyük Nutuk’un sonunda şöyle seslenir:

Bugün vasıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen milli musibetlerin intibahı ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.

Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.

Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin!.. Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstikbâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakrü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Evet, ölümünün üzerinden tam yarım yüzyıl geçtikten sonra bile aşılmamış, aşılamamış Atatürk, Türk gençliği konusunda 1927 yılında böyle diyordu. Aynı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 6 Mart 1933’te Bursa’daki gericilik ayaklanması üzerine söylediği Bursa Nutku’ndaki, Ey Türk genci, inkılabın polisi vardır, jandarması vardır demeyecek, cumhuriyeti gerekirse bunlara karşı bile göğsünü siper ederek sen koruyacaksın biçimindeki o gün bugündür tartışılan sözleri de anımsandığında bir devrimcinin gençliğe bakışı ile “idare-i maslahatçı”ların bakış açısı arasındaki fark kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.



İlhami Soysal | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988
_______________________________________________________________________________________________________________________




Yıllardan beri, kuşaklar boyu, demokrasiyle yönetilen, kentlileşmiş, sanayileşmiş bir toplum olmak için uğraştık.
Sonuç ne oldu, geriye doğru göz atalım.

İnsanlarımız özgür olsunlar, kendilerini yönetsinler istedik; ama demokrasiyi toplumumuzun yaşam biçimi, eğitimimizin temeli, kişiliğimizin harcı yapamadık.
Üstelik on yılda bir kesintiye uğratarak birikimlerimizi de harcadık. Sonunda bunalımdan bunalıma giren yarı demokrat bir toplum olduk.

Öteki uygar ülkeler gibi, köylülükten çıkıp kentlileşmiş olmaktı amacımız. Anadolu’da sıkışıp kalan insanlarımız kentlere sığınmaya başlamışlardı. Barınmak, hiç olmazsa ikinci kuşaklarında kentli olmak istiyorlardı. O zamanlar onların kentlileşmelerini sağlayabilmiş olsaydık, şimdi çağdaşlığa çok yaklaşmış olurduk. Yapamadık, yapmadık. Onları yok saymak, görmezlikten gelmek kolayımıza geldi. Sonunda gergin, sorunlarla dolu yarı kentli bir toplum olduk.

Sanayileşmek istiyorduk. Fabrika yapan fabrikalar kurmak, çağdaş teknolojiyi yakalamak için çabaladık. Ama ne nitelikli işgücü yetiştirebildik, ne de ileri teknolojiye ayak uydurabildik. Sonunda, arada kalmışlığın dar boğazlarında borç içinde bocalayan yarı sanayileşmiş bir toplum olduk. Yarım yüzyıllık bunca emek, bunca çileden sonra, niçin ola ola yarı demokratik, yarı kentli, yarı sanayileşmiş olabildik? İnsanımıza yeterince değer ve öncelik vermediğimiz için. İnsanımıza yatırım yapmadığımız için. İnsanımıza yasak savar gibi ilgi gösterdiğimiz için. İnsanlarımızdan, gençlerimizden korktuğumuz için. Kısacası kendi kendimize yeterince güvenmediğimiz için.

  • İstediğiniz kadar özgürlükçü yasalar çıkarın, söylevler verin; okuldan, işyerinden, evden başlayarak insanlarınıza örgütlenme, en küçük birimlerde bile kendi kendilerini yönetme; kurallara uyma, özgürlüğünü kullanma, hakkını arama alışkanlığını, becerisini, niteliğini vermemişseniz demokrasiyi yeşertmiyorsunuz; demokratik yasalarınız geçersiz, demokratik kuruluşlarınız işlevsiz kalıyorlar.

  • İstediğiniz kadar fabrikalar kurun, kanallar açın, barajlar yapın; insanlarınızı sanayi toplumu için hazırlamamış, yetiştirmemiş iseniz, yaptıklarınızı ya da kurduklarınızı ne verimli çalıştırabiliyor, ne geliştirebiliyor, ne de doğru dürüst rekabet edebiliyorsunuz.

  • İstediğiniz kadar geniş yollar açın, gökdelenler yapın, köprüler kurun; insanlarınızı kentli yapamamışsanız emekleriniz boşunadır; kentleri kasabalaşmaktan kurtaramıyorsunuz.


YARI KALMIŞLARIN TAMAMLANMASI

Geri kalmışlıktan tam kurtulmak istiyorsak 2000’li yıllar başlamadan önce bu yarı kalmışları tamamlamak ve yeni doğmakta olan bilgi çağına girmek zorundayız.

Yarı kalmışları tamamlamak demek, demokratik sanayi toplumu olmak demektir. Nedir demokratik sanayi toplumu? Nüfusunun büyük çoğunluğu sanayi ve hizmetler kesiminde çalışan, kentlileşmiş, demokratik toplum demektir. Orada herkes temek eğitim görmüştür. Orada herkes hastalığa, işsizliğe, yaşlılığa karşı sigortalıdır. Toplum klasik ve hümanist kültürle yoğrulmuştur. Orada devlet insanların baskılardan kurtarılmasına çalışıp kendilerini kanıtladıklarında önlerinin açık tutulmasını sağlar.

Bizim olmak isteyip de tam olamadığımız budur. Ama ne var ki bu da yeterli olmayacak.
Sanayi devrimi sona eriyor, bilgi devrimi başlıyor. Sanayi toplumları bilgi toplumuna dönüşmenin sancılarını çekiyorlar.


BİLGİ TOPLUMUNA DOĞRU

Demokratik bilgi toplumunun nitelikleri belirmeye başlamıştır:

Bilgi toplumunda temel eğitim yerine herkese daha yukarı düzeyde türdeş kitle kültürü veriliyor. Hümanist ve klasik kültürün yanında uzmanlığa dayanan bilimsel kültür yaygınlaşıyor. Kol gücünden otomasyona, robota geçiliyor. Bilgisayarlarla desteklenen kafa gücünün verimi gittikçe artıyor. Büyük bir hızla üretilmekte olan yeni bilgiler yeni teknolojilere dönüştürülüp yaşama giriyorlar. Kalıtım, bilim ve evren üzerindeki yeni buluşların yeni ufuklar açması bekleniyor. Bilgi devrimi yalnız sanayi ve ekonomide değil; eğitim, yönetim alanlarında, toplumsal ve kültürel yaşamda yapısal değişiklikleri zorunlu kılıyor. Toplumsal doku değişiyor, insanlığın koşulları yeniden belirleniyor. Sürekli değişim ve yenilenme içinde olan bir uygarlık doğuyor.


ESKİ KUŞAKLAR VE GENÇLER

Kimler gerçekleştirecek bütün bu dönüşümleri?
Eski kuşaklar mı, gençler mi?

Zamanın durur gibi olduğu eski günlerde yaşıyor olsaydık “Elbette eski kuşaklar” derdik. Onların doğruluğu kanıtlanmış deneyimlerinin, birikimlerinin, değer yargılarının genç kuşaklara aktarılmasını en doğru çözüm sayardık. Ortaöğretimde tek kitaptan üniversitelerde teksir notlardan ezberlettirilerek bilgi aktarılmasını pek yadırgamayabilirdik.

Ne var ki Türkiye’de on yılda bir değişen bir toplum var.
1950’lerin doğruları 1960’lar Türkiyesi’nde 1960’ların doğruları 1970’lerin Türkiyesi’nde geçerli değillerdi.
1980’lerin doğruları, şimdiden belli ki 1990’lar Türkiyesi’nde geçerli olmayacaklar.

Kaldı ki, Türkiye’de, aynı zaman dilimi içinde, iki çağı birlikte yaşıyor: Sanayi öncesi ve sanayi çağı.
İki çağın da temsilcileri var.Kendi değerlerini gençlere aktarabilmek için çekişip çatışıyorlar.

Kendini yenileyemeyen eski kuşakların değişimden, yenileşmeden korkmaları, geride kalan eski değer yargılarına sarılmaları ve onları yeni kuşaklara benimsetmek istemeleri doğal. Ancak gençler, içinde yaşadıkları koşullara uymayan düşünce ve önerilere açık değiller. Bu nedenle kendilerini yenileyemeyen eski kuşaklar için tek bir yol kalıyor. O da zorlamak. Çağ atlamak için sabırsızlanan bir toplumu değişmemesi için zorlamak geri tepiyor, bunalım yaratıyor, vakit yitiriyor.


GÖLGE ETMESİNLER

Bir yandan yarı kalmışların tamamlayarak tam bir sanayi toplumuna dönüşürken, bir yandan da bilgi toplumuna sıçramak en çok gençleri ilgilendirir. Ufukta beliren yeni dünyada yaşayacak olan onlardır. Onlara güvenmeden, ister okulda, ister çalışma yaşamında olsunlar, onlara yatırım yapmadan, onların katılımını sağlamadan hiçbir dönüşümü gerçekleştiremeyiz.

Eski kuşaklara düşen, kendi değerlerini kabul ettirmek için gençleri zorlamak değildir. Tam tersine onların yollarını açmalıdırlar; onlara incelemeyi, araştırmayı, tartışmayı, doğru düşünmeyi öğretmelidirler. Ötesini gençler kendileri yaparlar. Zamanımızda her kuşak kendi doğrusunu kendi buluyor.

Ayakta kalmak için bile kendilerini sürekli yenilemek zorunda kalan kuşaklar gençlere gölge etmesinler yeter.



Necdet Uğur | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988
_______________________________________________________________________________________________________________________








Eğitimcilere göre insanoğlu iki kez doğar:
  • İlki ana kucağında dünyaya gözlerini açış;
  • ikincisi de sağlıklı bir yaşam ve eğitim ortamında kişiliğini kazanma, özgürce düşünen, davranan bir birey olma...


En önemlisinin bu ikinci doğum olduğu açık. Ailenin sosyo-ekonomik konumu, toplumun yönetim biçimi; eğitim politikasını, izlencesini, yöntemini saptayan güçlerin “koşullandırıcı” tutumları, bu doğumun gerçekleşmesinde büyük oranda belirleyici oluyor.

Köylü bir ailenin, bir işçi ailesinin, varsıl bir ailenin kucağında gözlerini açan çocukların ikinci doğumlarının nasıl gerçekleşeceğini bir düşünün... Van köylerinden birinde doğmuş bir İdil Biret’le, bir Suna Kan’ı düşünün. Eğitimde fırsat ve olanak eşitliği sağlanmamışsa, eğitim bir ticaret metaına dönüşmüşse, yeteneklerin serpilip boy atması beklenebilir mi orada... Yaratıcı güçlerin geliştirilemediği yerde, bir insan erozyonudur sürüp gider.

Spinoza: “Devletin ereği, insan tekini korkudan kurtarmak, elden geldiğince, onu güvenlik içinde yaşatmak, başkasına zararı olmadan kendi doğal yaşama ve eylem hakkını kullanmasını sağlamaktır diyor. İnsanca, hakça, onurlu bir yaşamı sürdürmeyi amaçlayan çağdaş ülkelerde devletten beklenen önce budur.

Gençlik denince, 14-24 yaş arası süreyi kapsayan dönem anlaşılır insan yaşamında. Bedensel, ruhsal, toplumsal gelişme açısından çeşitli baskılar, olanaksızlıklar yüzünden en sıkıntılı, en önemli bir dönemdir bu. Bireyin de, toplumun da geleceği bu dönemde oluşur. Toplumun genel yaşamı, ortaöğretim, yükseköğretim kurumları etkili olur bu dönemde.

Çağdaş bir ülke, “önce insan” diyen çağdaş bir kafayla yaratılır.

Oysa en çok güvene, sevgiye, anlayışa, hoşgörüye gereksinim duyduğu çağda gençliğimiz bunaltılmaktadır. Aile bir yana, sık sık yaşanan çalkantılarla toplum bir yana çekmekte; kimi zaman toptan suçlanarak kırağı vurmuş tarlaya döndürülmektedir gençlik. Demokrasinin temel ilkesi düşünce ve vicdan özgürlüğü olduğu halde, giderek laiklik, çağdaşlık ilkelerinden uzaklaştırılan; diliyle, içeriğiyle, kitaplarıyla oynanarak eğitim ortamı niteliğini yitiren okullarımız, bir kıyım makinesi gibi çalışmaktadır.

Devletin eğitime, eğitimciye, gençliğe bakışı değişmelidir. Eğitim hakkı, yaşama hakkıyla özdeştir.
Çağdaş ülkenin gençleri bu hakların tüm boyutlarıyla gerçekleştirilmesini ister devletten.

Tüm yetişme çağındakiler eğitimde fırsat ve olanak eşitliğine kavuşturulmalıdır.

Eğitim kurumlarının yönetimi, işleyişi, içeriği antidemokratiktir. Bilgilenme, bilgilendirme özgürlüğü yoktur.
Bilimsel de olsa, kimi bilgiler, gerçekler izlencelere, dersliklere giremez. Aktarmacı, düşünmeyi köreltici bir iç yapısı vardır okulların.

Böyle bir ortamdan gelen yüzbinleri üniversite kapılarına yığmak; kendilerine yükseköğrenim hakkı tanıyormuş gibi yapıp sınavlar bunalımına sokmak, sonra da başarısız duruma düşürüp ortada bırakmak bir tür kıyım değilse nedir? Üniversiteye girebilenlerinse barınma, beslenme, yaşama; zorlandıkları alanda yetişip toplumda bir yer edinebilme sorunları istenerek kördüğüme döndürülmüş gibi...

Üniversite de YÖK’le yoklaşmada değil mi?

AT’ye girmeye hazırlanan bir ülkede gençlik çağdaş, akılcı, bilimsel bir tutumla eğitim ve yaşama haklarının tüm boyutlarıyla sağlıklı çözümlerini bekler devletten...

●●●



Çağımızın trajik gerçeklerinden biri, gençliğin bir kısırdöngü içinde kalmış olmasıdır. Çoğu ülkelerde, gençlikten önceki kuşakların, kurulu düzenin cenderesindedir. Baz yerlerde toplu protestoların, yürüyüş ve gösterilerin, siyasal eylemlerin rejim değişmesine yol açtığı, apaçık bir gerçek... Ama, bu tür ayaklanmalar bile aslında, köklü bir değer sisteminden kaynaklanmakta, gençlik bazı zümreler tarafından amaç olarak kullanılmaktadır. En özgür sanılan genç topluluklar bile, dolaylı ya da dolaysız olarak kıskıvrak bağlıdır. Hiçbir yerde gençlik, bir oligarşinin, bir diktanın, bir ideolojik ve ekonomik baskı düzeninin elinden kurtulamamıştır.

Komünist, kapitalist, faşist, sosyalist, teokratik, hangi tür rejimde olursa olsun, gençlerin devletten beklentisi, devletin onlara kabul ettirdiği düşünce ve değerlerle biçimlenmiştir. İktidar, iktisadi kaynakları, kültürel yaşamı, eğitim düzenini, toplumsal otoriteyi kendi elinde tutmaktadır. Bunlarla ilgili yasama ve yürütme işlemlerine gençliğin belli başlı katkılarda bulunmasına izin verilmemektedir. Bu, kısıtlayıcı davranış, birçok ülkelerde açıktan açığa ya da gizli bir devlet terörizmi yaratmıştır. Böyle bir terörizme karşı girişilen eylemler, derhal “asi gençlik” damgasını yemekte, patlama tarzında olaylar olursa kıyasıya denebilecek biçimde ezilmektedir.

Sindirilmiş olan gençlik, devletten yalnızca devletin asgari ölçüde verebileceğini bekleyip istemek durumuna girmiştir. Bedava eğitim, ucuz kültürel etkinlik, iyi-kötü iş olanakları ile yetinmekte, avunmaktadır. Özellikle totaliter toplumlarda, devlet kendisinden ne istenebileceğini (ne kadar az istenmesi gerektiğini) gençliğe dikte ediyor. Ve gençliğin beklentileri, o dikta çerçevesi içinde kalıyor.

Bizde ve başka ülkelerde, gençliğin eli kolu bağlı, ağzı tıkalıdır. Dünyanın yeterince ilerlemeyişinin temel nedenlerinden biri, gençliğin asgari beklenti ölçüleri içinde, pasif, boynu bükük kalması -köklü değişmeye yönelememesi- hatta daha adil, daha sağlıklı bir düzene özlem duymasını önleyecek biçimde koşullandırılmış olmasıdır.

●●●




Çağdaş bir ülkede gençlerin devletten beklentisi düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün ona tanınmasıdır.
Ayrıca, öğrenim eşitliğinin, iş bulma eşitliğinin ve siyaset yapma eşitliğinin gençliğe sağlanmasıdır.

Burada gençlik derken, yalnız orta ve yükseköğrenim gençliğini değil, çalışan gençliği ve işsiz gençleri de kastediyoruz.

Çalışan gençlik, işçi ve köylü gençlerle inşaat işçileri ve genç çıraklardır.
Çoğu sigortasız, sendikasız, kısaca sahipsiz ve asgari ücretin altında ya da çevresinde para alan ‘alt’ emek sahipleri.

Düşünce özgürlüğü, gençlerimizin çağdaş düşünceyi -kaynağı neresi olursa olsun- tanıması, tartışması ve özümseyebilmesi demektir. Onuncu yüzyıldan başlayarak on altıncı yüzyıla dek Doğu dünyasında büyük bilimsel hareketlilik yaşanmıştı. Birçok bilim merkezi, ırkların, ulusların ve coğrafyanın sınırlarını tanımaksızın insanları kendine çekti. Semerkant, Samara ve Bağdat, Endülüs sonra İstanbul, bir ara kuzeyde eski ve yeni Saray kentleri ile Kazan bu şekilde bilim merkezleriydi. Daha sonra bu bilim merkezleri daha batıya ve daha kuzeye taşındı. Hıristiyan dünyasına ve sosyalist dünyaya.

Düşüncenin yasal düzlemde özgürce örgütlenmesi ve sesini duyurmasına gelince, bu iki açıdan önem taşır:
  • Birincisi, gençlik kesiminde bile demokratik yapıyı kabul etmek, genelde demokrasinin sağlıklı kurulması ve işlemesi için başlangıç şartıdır;
  • öbürü ise, ergenlerin gençliğe demokratik anlamda örnek oluşturmasının ilk adımları sayılır.

Bu hakları tanımadığımız bir gençlik, belirli bir süre için susan, boyun eğen ama herhangi bir zamanda patlayacak olan gençliktir.
Tabii ki, patlamasını daha çok bir olasılık saymak koşuluyla...

Suskun gençlik, önündeki ergenlerin dayattığı düşünceler ya da bilgilerin bir çeşit hamalıdır.
Onda ne karşılaştırma ve bir senteze ulaşma yeteneği, ne yaratma becerisi gelişir.
Çağdaş olmak bir yana, böyle bir gençliğin çağını yakalaması bile düşünülemez.

Öte yandan, gençlik, kendisinden beklenen özverinin karşılığında kendisinin devletten beklediği öğrenim hakkı, iş hakkı ve siyaset yapma hakkı eşitliğini de söz konusu örgütlenme yoluyla isteyebilecektir. Elbette, bütün bunları gençliğe sağlayabilmek için, ergenlerin dünyası ve ölçüleriyle gençlerinki arasında çifte standart çelişkisinin olmaması gerekir.

Unutulmamalıdır ki,
bugünün gençliğinin olumlu her hareketi nasıl bizim yarınımızı oluşturuyorsa, olumsuz her davranışı da bizim dünkü günahlarımızın bir sonucudur.

●●●




Gençler bilse, yaşlılar yapabilse... diyor sık sık duyduğumuz bir yabancı atasözü.

Bu atasözünün biri açık öteki saklı iki anlamı var.
Birincisi: Gençler bilmiyor, yaşlılar yapamıyor.
İkincisi: Gençler yapıyor, yaşlılar biliyor.

Bence bu sonuçların her ikisi de sorgulamaya değer: Gençler değilde yaşlılar mı biliyor gerçekten?
Yaşlılar değil de gençler mi yapıyor gerçekten?

Emin değilim.

Ben devletin gençlere yönelik politikasını “hem bilen hem de yapan” bir gençliği hedef alarak belirlemekten yanayım.

Bunların her ikisi de önce özgürlük sonra olanak sorunu. Gencin bilebilmesi için toplumda bilme, haber alma ve öğrenme özgürlüğünün devletin tam güvencesinde olması gerekir. Yapabilmesi için de düşüncelerini eyleme çıkaracak olanaklara sahip olması. Gencin hem pasaport alma özgürlüğü olacak, hem de yazın Eurorail Youth Pass’ı alacak kadar parası... Ya da kredisi... Evet evet, yalnız büyük şirketlerin ve tüccarların kredisi olacak değil ya, genç insanlarında yolculuğa çıkmak, kitap, bilgisayar almak için kredisi olmalı... Özgürlükler, olanaklarla hayata geçer. Biri var öteki yoksa, ilkinin de fazla bir anlamı yok demektir.

Gençlerin devletten birinci beklentisi özgürlük olmalıdır.
Ve ikincisi, somut olanaklar.

●●●



Düşündüm, taşındım, gençler devletten ne bekler?
Tek kelimeyle “eğitim” bekler.
Ancak gençlerin çoğu bunun bilincinde değil.

İlkokul çağındaki çocukların okullaşma oranı yüzde 90 ülkemizde. Üstelik ilkokul eğitiminin de pek bir şey verdiği söylenemez. Bu oran, ortaokul çağında yüzde 40, lisede yüzde 30, üniversite ve yüksekokul düzeyinde ise yüzde 10-15 dolaylarına düşüyor. Buradan yola çıkarak, ülkemizde okutulabilecek gençlerin ancak üçte birinin okuduğunu, üçte ikisinin ise okul dışında,  boşta ya da erken başlamış bir çalışma hayatında olduğunu söyleyebiliriz. Gençlerin büyük bir bölümü, yeteneklerini geliştirme olanağını bulamıyorlar. Çünkü gerekli donanımdan yoksun bırakılıyorlar. Yani, ülkemizde eğitim yetersizliğinin hem nicelik, hem nitelik açısından sorunlar yarattığı görülüyor. Eğer olanaklar tanınırsa, gençlerin bu sorunu aşacaklarına inanıyorum.

Gençlik, ara çağdır, geçiş çağı. Çocukluktan yetişkinliğe geçen insan üretime katılmak ister, sorumluluk almak ister, adam yerine konmak ister. Bilinçli ya da bilinçsiz, tüm gençlerin sorunudur bu. Aynı zamanda hem insan hakları sorunu, hem anayasal haktır. Gençlere, öncelikle bu haklarının verilmesi gerekir. Onlardan bir şey beklemeden önce, yatırımımızı yapmalıyız.

Nasıl bir eğitim?
Çağdaş, hayata dönük ve laik eğitim. Laik eğitim diyorum, çünkü okullarımız sanki medreseleşme havası içinde.

Gençlik nüfusu en yüksek olan ülkelerden biriyiz. Nüfusun yüzde 60’ı 20 yaşın altında. Eğitim bekleyen milyonlarca insan demek bu. Başka bir deyişle, okulda ya da okul dışında yeteneklerini geliştirici fırsatları bekliyorlar. Eğer bu fırsatlar yaratılmazsa, en iyi şansları vasıfsız işçi olmak. Ya da kötüsü, işsizlik. Şu anda Türkiye’de görüldüğü gibi, en enerjik kesim ülkeye ekonomik yük durumda. Öncelikle bunun önlemlerini almamız gerekir. İşte kökeninden, nüfus planlamasından başlayarak.



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988
_______________________________________________________________________________________________________________________




Server Tanilli geçen yıl yayımlanan Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz? adlı kitabının yanına bu yıl da Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?’u koydu. Sanırım bir “dizi”ye başladı Tanilli. Toplumu belirleyen kavramların anlam sapmalarına uğradığı dönemlerde bu tür yaklaşımlar zorunlu oluyor. Gerçekte, bilimsel sorumluluk bunu da gerektirir. Öbür kitaplarında uyguladığı yöntemi ve anlatımsal tutumu bu incelemelerinde de görüyoruz. Hangi konuyu ele alırsa alsın Tanilli, dolambaçlı yollara sapmadan; yalın, halkça bir anlatımı yeğler. Öğretirken öğrenir, öğrenirken öğretir gibidir. Tanilli’yi okurken, onun kitabıyla baş başa kalmış bir kişi değilsinizdir; koca bir topluluk içinde bir üyesinizdir. Tek kişi olarak düşünemezsiniz kendinizi; bir toplulukla birlikte duyarsınız, düşünürsünüz, coşarsınız. Kuşkusuz, kişiliğindeki halkçı damarın bir yankımasıdır bu. Anlattıklarıyla bilim dünyasını karanlıklara boğmuyor, terimler çekiştirmiyor; tam tersine, Montaigne’in yaptığı gibi, bir zerzevatçının da anlayabileceği bir dille, düşüncenin ışığını beyinlerde parlatıyor. Yer yer duygularını, hatta öfkesini de katarak inancını daha da pekiştiriyor. Kavramları yalnızca beynimizde dolandırmakla kalmıyor; onların varlığını geçmişimizde, çağımızda duyuruyor, gelecekteki boyutlanmalarını bile tasarlıyor. Üzerinde duracağım Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?’da ele aldığı kavramın anlam alanlarını belirleyen Tanilli, onun tarihsel görünümünü, çağımızda aldığı biçimlenmeyi ve uygulanışını, eleştirel bir yöntemle belirliyor.

Neredeyse yüz elli yıldır, “eğitim” konusu, güncelliğinden bir şey yitirmeden tartışılıyor. Tanilli de eğitimi güncelliğiyle ele alıyor. Laik eğitimden dinci eğitime nasıl geçilmek istendiğinin somut örneklerini veriyor. Konuyu sıcağı sıcağına olaylara bağlayarak, nasıl bir düşüş içinde olduğumuzu kanıtlamaya çalışıyor. Bunu da bir bilim adamı sorumluluğuyla üzerine alıyor. Çağımızın bilim adamı, savaşımcı bir kişilik taşımalıdır. Laboratuvarda mikroplarla, uzayda göğün katlarıyla, toplumda insan varlığını baskı altında tutan güçlerle savaşmayan bir bilim adamı tam özgür, tam sorumlu sayılabilir mi? Tanilli’nin tutumunu bu sorunun yanıtı içinde aramak gerekir. İnsan varlığını çağdaş anlamda belirleyen kavramlara da bu yapısıyla; özgür, sorumlu, bağımsız ve savaşımcı kişiliğiyle açıklık getiriyor Tanilli. Eğitim kavramını saptırmadan, insanı geliştiren bir eylem olarak temellendiriyor.


Gazi Eğitim Enstitüsü’nün o tarihsel yapısının önüne dikilen Atatürk büstünün taşına, Tevfik Fikret’in fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür kuşaklar yetiştirilmesini isteyen sözü yazılmıştır. Sanatçıyla yöneticinin kaynaşmasını gösteren bu büst, eğitim tarihimiz yönünden çok anlamlıdır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında batıl her şeyi çöpe atan Atatürk, bu engin düşünce birikimlerinden almıştı gücünü. Atatürk için, sanatçının ve bilim adamlarının yaratıları, çağdaş gelişmelerin bir kıvılcımı idi. Ne yazık ki, Atatürk’ten sonra birçok yönetici, sanatçıyı ve bilim adamını karşısına almıştır. Onlara karşı bir eğitim uygulaması da, yarattığımız çağdaş düşünceyi batıllığın batağına düşürmüştür. Tanilli bütün bu olumsuz gelişmeleri yorumlayarak, Tevfik Fikret’in “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklar yetiştirme düşüncesini gerçekleştiren bir amaç olarak alıyor eğitimi; kitabının özünü de bu temel üzerine oturtuyor. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hürkuşakların yetişmesi için, Tanilli, eğitimde şu amacın güdülmesini istiyor: Kökünden söküp koparmadan geliştirmek; dallarını kırmadan zenginleştirmek; ulusal kültürlerin zenginlik ve değerini yadsımadan evrensel kültür değerleriyle donatmak; insanı, dünyadaki yeri konusunda bilinçlendirmek; geçmişe neler borçlu olduğu, bugünün ne olduğu ve geleceğin nasıl olacağı konusunda bilinçli kılma, insana ,geleceği kendi ellerinde tuttuğu güvenini vermek ve buyruğu altına aldığı doğa güçleri üzerindeki egemenliğini sürdürerek bu güçlere tutsak olmamanın ona bağlı olduğunu öğretmek...Bu amaç gerçekleştiğinde kişilik de kendiliğinden biçimlenecektir. Çünkü eğitim genel amacıyla, ...dengeli bir kişiliği geliştirmek: Doğuştan gelen bütün yetenekleri açılıp serpilmiş, yeni yetenekler kazanmış, karşılaştığı yeni durumlarda uyum sağlayabilen, kendini değiştirmesini ve düzeltmesini bilen dengeli bir kişilik yaratmayı güder. Eğitimi çağımızda bir insan hakkı olarak belirleyen Tanilli, amacın gerçekleşmesini, eğitimin laikleştirilmesine bağlıyor. Türkiye’de, düşünsel savaşımın temelinde de bu yatmaktadır. Tanilli, 1950’lerden başlamak üzere yozlaştırılan eğitim uygulamalarını sayılarla somutlaştırıyor. Bir eğitim devrimi olarak nitelediği Köy Enstitüleri’nin kapatılmasını ise, eğitim uygulamalarına indirilmiş en büyük darbe sayıyor. Ona göre, Köy Enstitüleri, “hep belleğe dayanan deneysiz, uygulamasız, araştırmasız, gözlemsiz ezberleme yöntemi”ni ortadan kaldırmış, onun yerine “iş içinde eğitim” ilkesini koymuştur. Tanilli’nin bu konudaki görüşlerini özetle vermek yararlı olacaktır.

Eğitimi iş içinde gerçekleştiren bir yöntem şunları sağlayacaktır:

  • Bilgi amaç değil, üreticilik ve yaratıcılıkta bir araçtır; eğitimin gerçek görevi insanı güçlendirmek, yaşam savaşında doğayı yenebilir hale getirmektir; insan, önce öğrenen ve sonra yapan bir barlık olmadığı için, yaparak, yaratarak, küçük yaştan katkılarda bulunarak eğitilebilir. Bütün bunlar, hem bireysel, hem toplumsal yarar için zorunludur.

  • Köy Enstitüleri, köylerde yatan insan gücü potansiyelini harekete geçirmenin yöntemini vermiştir: Köy eğitiminin gerçekleştirilmesinde, köyün içinden gelen insanın eğitilip yetiştirilmesi ve köye önder olarak gönderilmesi düşüncesi, doğru olduğu kadar, halkçı devlet ilkesine de uygundur; köye yararlı insan yetiştirecek kurumlar, ancak köy kaynağı ile ve köylerin yanı başında kurulabilir; Türkiye için gerekli öğretmen tipi, bir altyapı geliştiricisi olarak halkın kültür değerleriyle beslenmiş, iş içinde eğitimle yoğrulmuş ve köyün yaşamını her yönden etkileyici güçte devrimci öğretmen tipidir. Köy Enstitüleri, insanı kendine, çevresine yabancılaştırmayan, insanın yaratıcı gücünü ulusal yaşama katan insancı-toplumcu bir eğitimin ürünlerini vermiştir.

  • Köy Enstitüleri, Ulusal bağımsızlık savaşımızın temelini oluşturan ‘tam bağımsızlık’ ilkesinin bölünmez bir parçası olan eğitimde ve kültürde bağımsızlığın gerçek örneklerinden biri idi; gerçekten cumhuriyetçi, gerçekten ulusal kuruluşlardı.

  • Köy Enstitüleri, kendi bölgelerindeki köylerin birer araştırma ve inceleme merkezi idi; Yüksek Köy Enstitüsü ise, bu bakımdan Türkiye ölçüsünde bir değerlendirme görevini görmeye başlamıştı; Yüksek Köy Enstitüsü bizde, halka dönük üniversitenin köy kaynağından gelen ilk çekirdeği idi.

Türkiye böyle bir eğitim uygulamasından geçmiş, bunun yararlı sonuçlarını da almıştır. Köy Enstitüleri uygulaması, ülke kalkınmasına geniş yığınların emeğini katmıştır. Bu gerçekler bilinmesine karşın, bütçedeki payı gittikçe kısılan eğitim uygulamaları, ulusal ve evrensel amacından saptırılarak yozlaştırılmaktadır. Tanilli bu gelişmelerin nedenlerini ve sonuçlarını da nesnel verilerle ortaya koyuyor. Dinsel eğitime ağırlık verilerek, “otoriteye bağımlı ve edilgin bir toplum” yaratılmaya çalışıldığı açıktır. Cumhuriyet, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşakların yetişmesini zorunlu görüyordu; bu, Atatürk’ün eğitimde güttüğü tek hedefti. Bugün ise, gençlik şûralarında “konuşan gençlik” özlemi ne denli dile getirliyorsa da, yetiştirilmek istene gençliğin bu nitelikleri taşımasından korkuluyor. Otoriter tutumların ve dinsel telkinlerin, özgür yurttaş yerine “kul” yetiştirmeyi amaçladığı da tarışılmaz bir gerçektir. Gene de böyle yetişmiş yurttaşlar, yönetecek seçkinlere gerek vardır bir toplumda; paralı eğitimin kökeninde yatan da budur. Nitekim, geniş halk yığınlarının okuyup bilinçlenmesini sağlayacak olan kitap nerdeyse ulaşılamayacak bir nesne haline gelmiştir.. Ekmek parası bulamayanların kitaba ulaşmaları gün gün olanaksızlaşıyor. Düşündüren, kişide belli bir beğeni düzeyi yaratan sanat ürünleri yerine, halk, düzeysiz ürünlerle yüz yüze getiriliyor. Kuşkusuz, bunlarla beslenen yurttaşlardan da sağlıklı düşünme, iyiyi beğenme, doğru yargıda bulunma, yorumlarında tutarlı olma beklenemez. Böylece, özgür düşünme ortamı bir uyuşturma ortamına dönüşür.

Tanilli, Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz? adlı yapıtında güncel, güncel olduğu oranda da önemli bir soruna değiniyor. Tanilli’nin yaklaşımlarında öfkeyi kabartacak yönler olabilir. Tarih göstermiştir ki, inançlı insanların dilleri kılıç inceliğindedir; biraz da acıdır. Bu “acı”yı bala döndürmek çok emek ister. Yapılacak iş, özellikle eğitim sorumluluğu yüklenmiş kişilerin, Tanilli’nin söylediklerine kulak vermeleridir. Hem konuşan gençlik istemek, konuşunca onu polis eline teslim etmek; hem de gençliği düşündüğünü söyleyip ona emek vermemek dönemi geçmiştir. Eğitim uygulamalarında içtensizliğin yerine emek almalıdır. Emek verilmeyen bir gençlik, ileride bunun acısını çıkarır. Bir evde tek tek çocuklar ne ise, bir toplumda gençlik de odur. Türkiye’de gençlik sorununun kavranması, demokrasinin, özgürlüğün, bağımsızlığın da kavranması demektir. Çünkü bunların gerçekleşmesi yolunda kanı akan gençliktir. Tanilli’nin bu çağdaş öfkesinde bu gerçeğin birikimlerini aramak yerinde olacaktır.
___________________________________________________
Server Tanilli: Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?, Amaç Yayıncılık, İstanbul 1988, 221 sayfa.



Adnan Binyazar | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988