Yazın’ın yazınsal ortamın ve yazınsal iletişim biçimlerinin bunca değiştiği bir zamanda 30 yıl öncesine dönmek, örgütlenmesine “fiilen” katkıda bulunulmuş bir dergi girişimini irdelemek sanıldığı kadar kolay değil. “Geçmişe doğru” bir zaman yolculuğuna çıkmadan önce, genel bir iki şey söylemek istiyorum: “Hareket” sözcüğü, hangi düzeye ait olarak kullanılırsa kullanılsın (askerî, siyasî, edebî), bir ilke birliğini öngerektirir. Hiç değilse başlangıçta “dostlukları” vardı elbet, ama Breton’u Aragon ve Eluard’la bir araya getiren dostluk değil, daha sonra gerçeküstücülüğün “manifestosuna” dönüşecek olan ilkelerdi. Soruna bu açıdan bakıldığında “Mavi” dergisi çevresinde gerçekleştirdiğimiz (gerçekleştirilen) eyleme, “hareket” denilmemesi gerektiğine inanıyorum. Daha kesinlikle konuşmam isteniyorsa: Yazınsal ve siyasal iktidara karşı bir “platform” oluşturmaya, yani sözcüğün asıl anlamıyla “hareket” olmaya başladığında, “Mavi”nin dağılması/dağıtılması için her türlü girişim yapılmıştır.
“Mavi”yi 30 yıl sonra “anılması” gereği duyulacak kadar önemli kılan, kapanışından bir ik yıl sonra yazınsal aygıtın iyice “teklemesine”, özellikle şiirsel söylem kipinin dönüşmesine yol açacak olan, ilkesiz bir “muhalefetin” sözcülüğünü üstlenebilmiş olmasıdır. Hiç kuşku yok: Okurun hazır olduğu bir muhalefet değildi bu. Doğrudan doğruya yazarlardan kaynaklanıyordu ve yazarlara yönelmişti. Açık ve örtük, yani öne sürülen ve sezilen her beklenti yazarındı, okurun değil. Bu durum, dünün, bugünün ve yarının bağlamında, bir tek şeyi gösterir: Yazınsal üretim biçiminin yetersizliğini, “Mavi”nin bir “hareket” gibi görünmesinin ve öyle kabul edilmesinin nedeni olan tek “asgarî müşterek” buydu. Sağcı “Hisar” dergisinden demokrat “Yenilik” dergisine kadar yazınsal iktidar bloklarının ayrı gerekçeli saldırılarına hedef olmasının nedeni de buydu.
İlkeleri belli bir yazını değil başka bir yazını öne süren “Maviciler” (önce dergiyi yönetenler: Özdemir Nutku, Bekir Çiftçi, Ülkü Arman, Güner Sümer ve ben; sonra da yazanlar: Demir Özlü’den Orhan Duru’ya, Demirtaş Ceyhun’dan rahmetli Asaf Çiyiltepe’ye kadar hemen tüm genç kuşak) dışa bağımlı kapitalistleşme sürecinin başlatıldığı yılların kent bireyine yönelmişlerdir denebilir. Bütün demokrat içeriğine rağmen “Garip” şiirinde dile gelen insanın, işliğe ve ev içine özgü değerleriyle bir anlamda “manifaktür” dönemine bağlı olduğu, o döneme özgü bir işçiyi ve memuru yansıttığı, kısaca sanayileşme/kentleşme öncesine ait olduğu söylenebilir. “Mavi”nin imgesel düzeyin önceliğini ısrarla vurugulamasının, o dönem yazarlarından bazılarının A. İlhan’a özgü saydıkları ve “şairane” diye kınadıkları duygusal/görüntüsel bir tür coşumculuğu savunmasının ardında duran, gitgide karmaşık bir yaşam ortamına girecek olan bu kent bireyidir.
BİR BAŞLANGIÇ CÜMLESİ
Ekonomik, politik, ideolojik düzeylerde hemen her şeyin “gizil güç” halinde bulunduğu yıllardı “Mavi”nin yılları. Dizgesel olamadıysa, bu yüzden. Ama şurası kesin: Türk yazınında kır/kent karşıtlığının ve tartışmasının kökenleri araştırıldığında, oraya dönülecektir. Bir dergi olarak beklentileri karşılamamış(yani onları yazınsal yetkin ürünlere dönüştürememiş)tır “Mavi”, haber vermiştir sadece: Beklendiğini. Ya da ölüm ve yaşamın ve ölümün kentte belirleneceğini. Dergide “roman” üzerinde niçin onca az konuşulduğunu şimdi daha iyi anlayabiliriz elbet: Roman gündeme henüz gelmektedir de ondan. “Köy” romanlarındaki patlama bile Türkiye’nin sanayileşme (kapitalistleşme) girişimiyle birlikte 1955’lerden sonra olacaktır. Gelgelelim roman üzerine konuşmayan “Mavi”, şiir ve öykü üzerine konuşmuştur ya da konuşmaya çalışmıştır. En azından biçim/içerik ilişkilerinin daha kuramsal bir düzeyde çözümlenmesi gereksinimini uyandırmış, dahası: Yerleşik ya da iktidardaki biçemin ve izleklerin bir ötesi olduğunu sezdirmiştir. O öte’yi, “İkinci Yeni” diye adlandırılan ve Türk şiirini bütünüyle dönüştürecek olan (bu adlandırmaya katılalım ya da katılmayalım) girişim bulacaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve kültürel koşullar, gözönünde bulundurulduğunda, elinde tek tarihsel olanak vardı Mavi(ciler)’in: Bir başlangıç cümlesi olmak.
Görünen köy kılavuz istemez: Bir “kuşak” yetiştirmiştir “Mavi”.
“YAMALI BOHÇA”

Özdemir o sıra Sıhhiye’de ailesinin yanında oturuyordu ve çok sonraları Soysal soyadını taşıyacak olan Sevgi ile yeni evlenmişti. Geceleri orada toplanıyor, gelecek düşleri kuruyor, daha iyi bir dergi çıkartmak amacıyla yığınla proje oluşturuyorduk. Sonunda, yanılmıyorsam “Perspektiv” adlı bir Amerikan dergisinin boyutlarını ve kapak düzenlerini benimseyerek “Mavi”ye yeni bir biçim verdik. Sayfa sayısını 36’ya çıkardık. Bir süre sonra parasal sorunlar dolayısıyla yeniden 8 sayfaya ve “tabloit” boya döndük.
Doğrusunu söylemek gerekirse, dergi okurun değil genç kuşak yazarlarının ilgisini çekti. Kavgacılığı ile olduğu kadar yazın’ın toplumsal yanını vurgulayan Attila’nın yazılarıyla da ilgi çekti. Ben, derginin adıyla “bildirge” niteliğinde bazı başyazılar yazdım. Bulanık, zaman zaman iç tutarlılığını yitiren yazılardı bunlar. Nasıl olmasın ki? Son kertede hepimiz başka telden çalıyor, örneğin Özdemir’in o günkü Eliot’çuluğu ile Sait’in gerçeküstücülüğü (?), toplumculukla romantikliği bağdaştırmaya çalışıyorduk. Ama yukarda da belirttiğim gibi, yazınsal üretim biçiminin yetersizliği, genç yazarların bu tutarsızlıklar çevresinde bütünleşmesine yol açıyordu yine de.
“Mavi”nin başlattığı kavga, sonraki yıllarda Pazar Postası’nda daha değişik boyutlarda sürdürüldü ve şiirsel açıdan “İkinci Yeni” olayını doğurdu.
“Mavi”nin savunduğu (savunmaya çalıştığı) siyasal ve sanatsal ilkeler, özellikle sağ basın tarafından hoş görülmedi elbet. Dergi sütunlarında da başka kanallarda da türlü “jurnaller” oldu. Toplumsal yaşamda gözlemlenmeye başlayan baskı havasının yaygınlaşması, bu jurnallerin abartılmasına yol açan bireysel psikolojileri oluşturdu ve Attila ile derginin bağı olmadığı yolunda açıklamalar yayınlanmasıyla sonuçlandı. Parasal sorunlar büsbütün öne çıktı ve Özdemir, sonunda dergiyi kapatmak zorunda kaldı.
Başlangıçta yalnızca “yazar” beklentilerine seslendiğini ve o beklentileri öncelediğini söylediğim “Mavi” doğrusunu söylemek gerekirse, hiç değilse Ankara’da kendisine bir “izlerçevre” yaratmayı da başardı. Maviciler diye tanınmamızda (o yıllarda) büyük çoğunluğu gençlerden oluşan o çevrenin başlı başına payı vardır. Bunun bir kanıtı olarak şunu göstereceğim: Sanatseverler Kulübü’nde düzenlediğimiz ve 1 lira giriş ücreti aldığımız “Mavi Matinesi” tıklım tıklım dolmuştu. Doğrusu, “Mavi Hareketi” üzerine yazıldıklarını bildiğim doktora tezlerini okumayı, bilimsel yaklaşımın, Türk yazınını dönüştürme yolundaki bu umutsuz ama umutsuz olduğunun bilincinde olmayan (doğallıkla) bu girişimi nasıl değerlendirdiğini görmeyi isterdim. Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.
- Güner Sümer öldü. Yine de sesini duyuyorum: “Eski Ninni” adlı öyküsünü okuyor. “Çöküş” ve “ölüm” imgelerini sadece yazınsal izlekler olarak mı görmek gerekiyor o genç metinde? Yoksa toplumsal yaşamın beklenmedik tragedyalar ve vahşetler yaratan mantıksızlığını ve acımasızlığını mı aramalıyız o “tutuk” ya da “kitlenmiş” dilin altında?..
- Ülkü Arman öldü. Sesini duyuyorum yine de: “Val d’Amour Sokağı” adlı şiirini okuyor. Buradan mı kaçıyor, yoksa kaçılmış bir yerden dönmeye mi çalışıyor o mutsuz söz?.. Yazın diliyle haber dili arasındaki o amansız karşıtlık ve bunlardan sadece birine duyulan eğilim, daha o günden mi duyuldu?..
- Bekir Çiftçi, yıllardır görmedim ama, biliyorum hâlâ Ankara’da. Bir kültür ortamından “iş dünyasına” geçişin içsel ve dışsal nedenlerini kendisinden dinleyebileceğimi umuyorum bir gün; her birimizin ayrı ayrı yaralanmış bir zamanın dibine doğru bakarak.
- Özdemir Nutku, Ege Üniversitesi öğretim üyelerinden. Yazarlığını ve araştırmacılığını, yine eskisi gibi yorulma nedir bilmeden sürdürüyor. Bilmem, ara sıra ellerini uzatıp, Sanatseverler Kulübü’nde 25 lira ücretle piyano çaldığı günlerin ateşinde ısınıyor mu?
“Kendi yolunu kendi yapan kişidir dağcı” diyor Nermi Uygur.
Şunu diyeceğim 30 yıl sonra: Dağcı olmak isteyen beş kişinin adıdır “Mavi”. Ya da binlerce kişinin.
___________________________________________________________________________________
Soruşturma
Otuz yıl sonra (1952-1982) Mavi dergisini ve Mavi hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Mavi” dergisi, 1952-1956 yıllarında Ankara’da şairliğe ve yazarlığa yeni başlamış birkaç liseli arkadaşın
(Teoman Civelek, Ülkü Arman, Güner Sümer, Bekir Çiftçi’nin) çıkardığı küçük bir sanat ve edebiyat dergisidir.
Sonradan bu derginin sürekli yazarları arasına Attilâ İlhan, Yılmaz Gruda, Ahmet Oktay ve diğerleri katılmıştır.
Önceleri adı geçen gençlerin alçakgönüllü bir dergisi olarak çıkan bu dergi, Attilâ İlhan’ın, sanki yeni bir kuramı ya da akımı oluşturur ve geliştirir gibi “sosyal realizm” üzerine sürekli yazdığı yazılarla benlik değiştirir havasına girmiş ve kendilerince (özellikle Attilâ İlhan’ca) yeni bir hareketin adı gibi öne sürülmüş ve “Mavi Hareketi” olarak kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Ama, Cumhuriyet Halk Partisi çizgisinin dağınık, karmaşık ve kapalı bir yorumundan ve savunmasından başka bir şey olmayan bu yazılar, bu birkaç gencin dışında ilgi görmemiş, etkinlik yaratmamış, Attilâ İlhan’ın bir çıkış yapma, kendini bir öncü olarak görme ve o günkü gençleri çevresinde toplama sevdasından öteye geçememiştir.
Gerçekten “Mavi” dergisinin kapanması ile birlikte “Mavi Hareketi” adı da, hiçbir yenilik ve özgünlük getirmediği için,
Türk edebiyatında en küçük bir iz bırakmadan silinip gitmiştir.
Bekir Çiftçi
“Mavi”yi, Kasım 1952’de şiirlerini basılı görmek isteyen Ankara Atatürk Liseli gençler yayınladı, bizler.
Teoman Civelek, Ülkü Arman, Ümran Kıratlı, ben.
“Rüştümüzü” bile -Teoman Civelek dışında- “ispat etmemiştik”, başlangıçta daha tutarlı bir amacımız olduğunu söyleyemem. Hepimiz Yenişehirliydik. 30 yıl önce Yenişehir’in belirgin bir özelliği vardı. Semtte çoğunlukla Kurtuluş Savaşı’na katılmış, İlk Meclis’lerde, devlet kuruluşunda önemli görevler almış kişiler otururdu. Bürokrat burjuvazi, Atatürkçü, antiemperyalist... Bu ortak özelliğimiz “Mavi”nin yönlendirilmesinde etken oldu. “Mavi”, Ahmet Oktay’ın bir yazısı ile kişilik kazanmaya başladı. Oktay, Attilâ İlhan’ın yazılarında savunduğu “sosyal realizm”i yapıtlarına uygulamamakla suçladı. “Usta”, bir mektupla yanıtladı bu suçlamayı. Yanıtı sanırım biraz da “adam yerine konulma” sayıp, aynen yayınladık. Diyalog kuruldu. Biz kabımıza sığmıyorduk. A. İlhan yazılarını sürdürüyor, “... sosyal realizm, Türk edebiyatının, Türk şiirinin, Türk romanının karınca kararınca milletimiz ve yurdumuz esenliğine hizmet etmesini istemektedir” diyordu. Kaçınılmaz sosyal realist olduk, durduk yerde suçlandık, daha bir okumaya başladık. 30 yıl sonra kolay anlaşılmayabilir ama, varoluşçuluğa da özendik, çok fiyakalıydı.
Ahmet Oktay’dan başka,
- Asaf Çiyiltepe,
- Güner Sümer,
- Ferit Edgü,
- Demir Özlü,
- Yılmaz Gruda,
- Demirtaş Ceyhun,
- Engin Ünsal, pek çok gencecik insan İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den, Mersin’den katıldılar olaya.
Bol simgeli, toplumsal içerikli estetik arayışlar içinde çarpınıp durduk. Bize “Attilâ İlhan’ın mahalle takımı” dediler. Hiç değilse bir takımdık. Asaf Çiyiltepe, yıllar ve yıllar önce Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandığında, boşuna “Bu ödülü bana değil, bir kadroya verilmiş sayıyorum” dememişti. Ağır, haksız suçlamalardan korkup, 25’inci sayısında “sosyal realizmin organı değilim.” açıklamasını yayınlayan “Mavi”, battı. “Mavi Hareket” ise, tiyatroya, resme, yontuya sıçradı. Sanatın yeterince işlevi olmadığını sanan birçoğumuz -örneğin Ülkü Arman, ben- gazeteciliğe atladık, bir ara sendikacılık yaptık. Edebiyatta süren “Mavi Hareketi” örneğin tiyatroda “Sahne Z” oldu. Güner’le, Sermet Çağan’la. Ankara Sanat Tiyatrosu oldu. Sürdü, gitti. Özetlersem, “Mavi” dergi olarak hevesti, raslantı idi, akım olarak tutarlıydı, doğruydu, çağdaştı, Türkiyeliydi.
Dergi olarak “Mavi” tarihe karıştı, birçok “Mavi”ci toprak oldu.
Teoman Civelek,
Ülkü Arman,
Asaf Çiyiltepe,
Güner Sümer,
Sermet Çağan...
Akım olarak Mavi’ye 30 yıl sonra bile “bitti” diyemiyorum.
Orhan Duru
“Mavi” dergisi çevresinde başlayan yazın akımı bir döneme damgasını vurdu, daha sonraki dönemlerde de etkili oldu. Kısa sürdü yayım yaşamı ama, bugün bile ondan söz açmamızın bir anlamı olsa gerek. O yılların koşulları altında atılımcı genç yazar, ozan ve eleştirmenlerin ürünlerini ortaya koyduğu bir dergiydi “Mavi”. Ayrıca tutarlı bir düşünce ve dünya görüşü arama çabalarına girişildi bu dergide.
Attilâ İlhan’ın savunduğu “sosyal realizm” görüşü çevresinde tartışmalar ilgi topladı genç kuşak arasında.
Geriye dönüp baktığımda durumu eleştirel gözle şöyle özetleyebilirim:
- Yazın alanını eleştiri, deneme, felsefî yazılar açısından boşbuluyorduk.
Bu boşluğu doldurmak için uğraşıyorduk. Ama bu, belki de kendi boşluğumuzdu. - Yerleşmiş yazına karşı çıkmak gereğini duyuyorduk.
Nitekim “Mavi”’den sonra bir bakıma şiirsel başkaldırma sayılabilecek “ikinci yeni” geldi. - Sosyal realizm sözü çok ediliyordu ama şiirlerle bir çeşit romantizm geliştiriliyordu.
Şiirselliği yadsımış Orhan Veli kuşağına bir tepkiydi bu. Her iki davranışı uzlaştırmak ise çok uzun sürdü.
Eksiklikleri ne olursa olsun “Mavi” dergisi bağnaz olmayan, özgür ve araştırıcı bir ortam yaratılmasında önemli katkıda bulundu.
Yılmaz Gruda
“Mavi” dergisi, ‘50 kuşağının göründüğü,
- Kaynak,
- Şairler Yaprağı,
- Pazar Postası,
- Yeni Ufuklar, vb dergiler içinde ‘en’ ses getiren dergiydi...
“Mavi Hareketi” de “birgün eski şiirden bıkarak, biraz farklı bir şiir yazma isteğiyle” (!) ortaya atılan Garip üçlüsü ile üçlü’nün ‘rant’ından çimlenen “tâbiler ve ilâhiri”yi tek tek ‘teşrih’ masasına yatıran soylu, ışıl ışıl bir hareketti. Türk edebiyatında öylesi bir hareket bir daha görülmedi. Bu gidişle de ‘görülmeyecek’ galiba!..
(NOT: Hareketin kalmasında, “tâbiler ve ilâhiri’nin de katıldığı ülke çapındaki cayırtıdan korkmamızın büyük payı olduğu söylenmişse de; siz bakmayın o yaramaz çocuklara!.. Dergiyi çıkaracak paramız kalmamıştı... Daha sonra “Şimdilik” dergisinde ‘teşrih’i sürdürmeye çalıştık ama, yine paramız elvermedi...)
Attilâ İlhan
Önce bir saptama: Üzerinden 30 yıl geçtiği halde, Mavi dergisi ve hareketi ‘resmi’ edebiyat çevrelerince sürekli görmezlikten gelinmiş, edebiyat fakültelerinde inceleme, araştırma konusu edildiği halde, hiç kimse doğru dürüst bir değerlendirmesini yapmaya kalkışmamıştır. Onun için Milliyet Sanat Dergisi’nin, konuyu ele alışı, 30 yıldır sürdürülen bir sükût komplosunun sona erişi anlamına geliyor.
Mavi hareketi, o yıllarda gerçekleştirmeye başladığım sentez hareketinin bir parçasıydı. Olayın Mavi dergisinin dışına taşan yanları olmuştur. Bütünü üzerindeki düşüncemi, -o dönemde yazılmış yazılar, sataşma ve saldırı örnekleriyle,- “Gerçekçilik Savaşı” adlı kitabımda, ayrıntılı olarak açıklamıştım. Meraklısı, o kitaba başvurmalı, en azından “önsöz”ü, ‘meraklısı için notlar ve ekler’i okumalıdır.
Bunu bir kalem geçtikten sonra, özet olarak diyeceklerim şunlar:
- Mavi hareketi, dönemin (İnönü diktası dönemi) yaygın şiiri “Garip” üzerine, gençlerin oluşturduğu ilk ciddi tepkidir. Yanılmıyorsam Plekhanov’un Cernişevski’den geliştirdiği imge/image estetiğini, ülkemizde ilk defa gündeme getirmiştir. Bunu toplumsal/bireysel bir diyalektiğe bağlı olarak savunuyorduk. Sonradan ‘ikinci yeni’ adı verilen şiir hareketi, imge’yi toplumsal içeriğini boşaltarak, rasgele çalıştırmıştır.
- Mavi hareketi, daha önceki aktif realist toplumcu şiirin, soldan ilk eleştirisidir. Getirilen eleştirinin çapı, derinliği, kapsamı tartışılabilir. Bu, ilk oluşunun önemini gölgelemez. Nitekim, özgürlükçü, bağımsız ve bireyselliği reddetmeyen bir sosyalizm platformu da, ilk defa açık seçik olarak bu çerçeve içerisinde edebiyat hayatımıza getirilmiştir.
- Mavi hareketi, kapsamlı bir ulusal bileşim hareketi nitelikleri gösterdiğinden dolayı, zamanın yaygın batıcılığına, Yunan/Latin hayranlığına da ciddi bir tepki oluşturuyor; bunu, Mustafa Kemal’in ‘mazlum milletler’ milliyetçiliğine ve anti-emperyalizmine, halkçılığına ve devletçiliğine bağlı bir inkılâpçılık olarak savunuyordu. Müdafaa-i Hukuk doktrininin böyle va’zedilişi, sonradan 27 Mayıs Atatürkçülüğü dediğimiz bir toplumculuğun (Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu) hareket noktasını teşkil edecekti.
- Mavi hareketi, gerek zamanın iktidarı, gerekse ırkçıları tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Harekete katılan genç yazar ve şairler -ki birçoğunun başlangıçta toplumculuktan haberi bile yoktu- sonradan kendilerine özgü estetik bileşimlere yönelseler de, çoğunluğu bağımsız, özgürlükçü bir toplumculuğu benimsemişlerdir.
Ayrıca Türk sanat hayatına, Mavi hareketi kadar çok ve geçerli ad katabilen, bir başka edebiyat hareketi hatırlamıyorum.
Tarık Dursun K.
Posta Caddesi’nde (Ankara) Mehmet Kemal’in hikâyelemesinden de önceleri gereğince ünlü Kürd’ün Meyhanesi sırasında bir dükkân vardı; kapısız, geniş, uzun ve her zaman rutubetli bu dükkânda “sıhhî tesisat malzemeleri” satılırdı. Sahibini tanımadım ama oğlu Teoman Civelek okul arkadaşımdı. Ankara Atatürk Lisesi’nin orta kısmında ve üçüncü sınıfında geleceğin yazar ve gazetecileri (önce hepsi de şair) Bekir Çiftçi, Ülkü Arman, Teoman Civelek duvar gazetesinden teksirle basılı bir gülmece dergisi çıkarıcılığına girişiyorlardı, okul yönetiminin “hışmı”na uğrayıp birer haftalığına “tard” ediliyorlardı. Bu, bir başlangıçtı denilebilir. Teoman Civelek lise sıralarındayken ikinci “sahip”lik denemesine de gözünü kırpmadan girdi. Bir sayı çıkan iki yaprak - dört sayfalık “Yol” dergisi çevrede öylesine tepkiler uyandırdı ki, Civelek kapadı o dergiyi. Orta kuşakla genç kuşağı karmalaştırmaya yönelik bir degicilikti o. Civelek bir süre durdu, ardından yine eski okul arkadaşlarıyla birlikte bu kez “Mavi” adını taktığı bir üçüncü denemeye daha soyundu. “Yol”un verdiği geçmişteki tedirginliğini üstünden atabilmek amacıyla pek etliye sütlüye dokunmayan tam adına yaraşır bir dergiydi. “Mavi”de ben askere gidene dek hikâyeler, kitap eleştirileri, sinema yazıları ve denemeler yazdım çeşitli takma adlarla. Ardından devreye Ahmet Arif topluluğundan kopma Yılmaz Gruda’larla, Ahmet Oktay’larla birlikte Attilâ İlhan geldi “Mavi”’ye. Orhan Veli - Oktay Rifat - Melih Cevdet sacayağının başkaldırısını çok andıran bir tür başkaldırı eylemine “Mavi”yi aracı yaptılar. Neydi istedikleri, neydi getirdikleri, neydi yapmaya kalkıştıkları? Şimdi anımsayamıyorum. Pek bir ilişkim olmadı (sizin deyiminizle) o “Mavi Hareketi” ile. Attilâ İlhan, “Mavi”’ye gelene kadar Avni Dökmeci’nin (niçin Avni Dökmeci’nin “Kaynak” dergisine eğilmiyorsunuz? Aslında bir kuşağı yetiştiren, yönlendiren tek dergiydi) “Kaynak” dergisinde tekil başkaldırılara kalkışmıştı, başarılı olduğu söylenemez bence.
“Mavi” olgusuna gelince...
Anımsamıyorum dedim ya...
Özdemir Nutku
Ellili yılların başlarından ortalarına kadar sürmüş olan “Mavi” hareketi olumlu ve olumsuz yanlarıyla yazın tarihimiz içinde üstünde durulması gereken bir dönemdir. Aradan otuz yıl geçti, doğal olarak çok sular aktı o yataktan. O sıralarda yirmi yaşlarında olan Mavicilerin bir kısmı aramızdan ayrıldılar; geride kalanlar ise elli yaşlarına vardılar. Onlar da çizgilerinde ya da çizgi değiştirerek çeşitli uzantılara vardılar. Ama yine de geriye bakmak, “Mavi” dergisi çevresinde toplananların yapmak istediklerine bir göz atmak gerekir. Kimine göre hırçın, kimine göre gereğinden çok sert, kimine göre de olumlu bir hareketi getiren “Mavi” dergisi, aslında Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gelişmesinin doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Çok partili dönemin başında ortaya çıkan bu hareket, aslında bir hesaplaşma dönemini başlatmıştır. Coşkulu, içten, belki biraz acemicedir, bazen birkaç hedefe birden yönelerek sevimsiz de olmuştur. Ancak o zamana değin süregelen sırt sıvazlamalara, dost kayırmalarına karşı ilk sert hareket olduğundan, soğuk duş etkisi de yapmıştır. Dergileri karıştırırken bakıyorum da kimler varmış boy hedefi yapılan. Bugün için oldukça naif yazılar da var bu derginin yaprakları içinde, ama yine de içtenliğini hissetmemek elde değil.
İşin garibi, birbirine hiç de benzemeyen birçok genç ozan ve yazar toplanmışız o dergide. Bizi ne bir araya getirmiş o zamanlar? Bizi bir araya getiren çok önemli bir şey var; bu bilinçli yazınsal başkaldırının gücü aynı dünya görüşünü, aynı coşkulu dürüstlüğü paylaşmamızdan ileri gelmiş. Ağır aksak övgülerle dolu bir yazın yaşamına kırbaç etkisi yapmış ve ortalığı hareketlendirmiştir Maviciler.
Attilâ İlhan’ın sonradan katılarak baş rolü oynadığı bu dergide iki amaç vardır:
- O dönemdeki yazın değerleri üzerinde bir tartışma açmak ve
- durmadan onaylanan, bunun için de bir tekdüzeliğin içine düşmüş ozanları, yazarları yeni baştan değerlendirmek...
Bir de yeni ve ulusal bir sanat anlayışının ancak toplumcu gerçekçilikle gelebileceği tezi gündemdeydi. Bunların ilki çabuk aşıldı ve değerler üzerinde tartışma gerçekten başlatıldı. İkincisi ise daha uzun sürdü. Maviciler, bir noktada ilk kez yöntem sorununu vurguladılar. Ulusal bir yazın için neler yapılabileceği konusunda çeşitli kişilerin de katkısı olacak bir forum ortaya çıkardılar. En önemlisi de, ilk kez, arkadan değil, yüze karşı, mertçe, dobra bir hesaplaşmayı başlattılar.
Demir Özlü
Genç, yenilikçi bir edebiyat hareketiydi. Hâlâ, düşünürken, gençlik yıllarımızın umutla dolu yaşama gücüyle, o dönemin güzelim Kızılay Bulvarı’yla, Özen Pastahanesi’yle, İstanbul’da, Beyoğlu’nda Baylan Pastahanesi’yle, bütün o gençliğin ışık dolu İstanbul ve Ankara’sıyla, Panoyot’un şarabeviyle, Ankara’da Üçnal’ıyla, Cevat Lokantası’yla Beyoğlu’suyla, Haydarpaşa Garı ile o imlere yaslanan renkli gençlik edebiyatını birbirine karıştırırım.
O dönemin mavici genç yazarlarının yazınsal dünyaları, doğrudan doğruya bu lokallerin yansımaları olmadığı halde, bu yazınsal imler (bütün o imgesel genç yazın) daha çok ruh çözümlemesinden ve gerçeküstücülükten kaynaklandığı halde.
- Ahmet Oktay’la Yılmaz Gruda derginin önde gelen şairleriydiler. İmgesel bir şiir yapısı kurmaya çalışıyorlardı.
- Sonradan şiiri bırakan Bekir Çiftçi ile Ülkü Arman onların ardında yer alıyorlardı.
- Mavi dergilerinde Asaf Çiyiltepe’nin nefis şiirleri vardır.
- Cemal Süreya o dönemde Yeditepe’de yazardı. Fakat şiirinin yapısıyla mavici sayılabilir.
- Düzyazı, hikâye yazarları Orhan Duru ile Muzaffer Erdost’un da, Mavi’de pek görünmedikleri halde mavici sayılabilecekleri gibi.
- Güner Sümer’in imgesel - romantik, nostaljik şiirini de buna eklemek gerekir.
- Temel öykü yazarları Güner Sümer, Ferit Edgü ve bendik sanırım.
- Ama, tek öyküleri yayınlamış Kişot’la Kıl Güngör’ü (Algan) da unutamam. İmgesel bir yazın gereksinmesi, imgelere yaslanan genç bir edebiyat...
Dünya edebiyatının birçok dilinde gene o dönemlerde gerçekleştirilmiş bir yazınsal değişikliği yarı-sezgisel, yarı bilinçli gerçekleştirmeye başlayan bir genç yazarlar kuşağı. Sonradan anlambilimden, imbilimden, psikanalizden... v.b. çağdaş düşünce disiplinlerinden yazınsal eleştiriye yansıyan çağdaş yöntemlerle -ne denli naif bir başlangıç olursa olsun- açımlanabilecek bir yazın. Başka -”tarihi” olan bir ülkede olsa- güzel basımlı kitaplarda toplanır, yitişe, unutuluşa, tarihsizliğe bırakılmaz, el altında bulunurdu.
Derginin düşünsel bir çelişkisi de vardı: İmsel bir yazın ürettiği halde, Attilâ İlhan’ın “sosyal-realizm” adını verdiği, toplumcu-gerçekçilikten çarpıtma bir görüşe de, özellikle yazınsal eleştiri alanında yer veriyordu. Ama gençlik çelişkilerle besleniyor... Doğrudan yazınsal olmayan bu yarı-ideolojik çelişki ile Orhan Veli hareketinin eleştirilmesi... v.b. girişimler bugün yeniden eleştirilebilir. Eleştirinin eleştirisi olarak.
Mavi dergisi, Behçet Necatigil, Salâh Birsel kuşağını da amasızca eleştiriyordu. Salt gençliğe özgü, yazın alanında kalan, eleştirisinde şöyle ya da böyle haksız da olsa, kendi yolunu açan bir davranış türüdür bu. Nitekim, o dönemde kalmış ve böylece anlaşılmıştır. Edebiyat çatışmasız yürümez. Mavi dergisindeki genç edebiyat denemesinin kendi niyetlerini aşan bir renkliliği, bir yaratma gücü, Türk yazınını değiştirme gücü vardı sanırım. Bu yüzden dergi de, hareket de unutulmuş değil! Büsbütün yaratıcı bir imgeler yığınıdır Mavi deneyimi. Gençlik yaratıcıdır. Öyle sanıyorum ki, o çeşitten bir yaratıcılığa bir yazar, yeniden varabilirse, olgunluk çağında, dahası yaşlanmaya yüz tuttuğu zaman varabilir.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 61 - 1 Aralık 1982
___________________________________________________________________________________
Mavi’lerden Seçmeler
Güner Sümer
Eski Ninni
Anahtarımla kapıyı açıp içeri girdim. Odanın sıcak havası suratıma vurdu. Akşamın alacakaranlığı ortalığa yayılıyordu. Yağmurluğumu çıkarıp duvardaki çiviye astım. Sobanın açık kalan kapağından kırmızı kırmızı kor parçaları görünüyordu. Odanın dibindeki divanın üzerinde birisi yatıyordu. Bu annemdi. Oysa ben evde kimsenin olmadığını zannediyordum. Yürüyüp, yanına gittim. Galiba uyuyordu. Zayıf omuzlarından tuttum. Sıçrayarak uyandı. Elmacık kemiklerinin üzeri halka halka ve mos-mordu. Gözleri sanki çok uzak bir ülkeden bakıyordu.
“Anne” dedim “anne, sen yaşıyor musun?”
Sonra bu suali sorduğuma pişman oldum. Gözbebekleri hep uzaklardan bakıyorlardı. Onları yakalamak istedim ve elimi uzattm. Onlarsa parmaklarım yaklaştıkça kaçtılar, daha uzak ülkelere gidip, daha uzak ülkelerden bakmaya başladılar.
“Anne” diye mırıldandım “Yaşıyorsun değil mi? Sen varsın. O halde konuş. Bir şeyler söyle.”
Başı çok ağırdı. Omuzları bu yükü taşıyamıyordu.
O, bunun farkına varıp geriye çekildi:
“Ağır olan başım değil” dedi, “onun üzerine yüklenen elli iki yıl. Elli iki sancılı, kahırlı yıl. Anlayabiliyor musun oğlum? Ortada var olan sadece elli iki yıl. Ben yokum.”
Soba da tatlı tatlı yanıyor ve odayı ısıtıyordu.
Ortalıkta insanın huzurunu kaçıran bir sessizlik vardı. Elli iki yıl üst üste divana yığılmıştı.
“Babam nerde anne?” dedim.
“İçerki odada” dedi, “çok hasta”
Sonra başı yastığın kenarına düştü. Tekrar uyumaya başladı. Yürüyüp yandaki odaya geçtim. Yatağın içinde kimseler yoktu. Pencerenin önüne baktım. Orada Esin duruyordu. Yanına gittim. Saçları her zamanki gibi omuzlarının üstündeydi ve örülmüştü. Gözleri ıslak ıslaktı. Hüzünlüydü. Başının üzerinde küçük bir bere vardı. Onu kendime çekip nemli dudaklarından öptüm.
“Nereden çıktın” dedim, “ne işin var burada?”
Dışarda lâpa lâpa kar yağıyordu. Şehrin elleri yüzü bembeyazdı. Esin gözlerimin içine baktı.
“Seni göreceğim gelmişti” dedi, “On beş gündür bizim oralara uğradığın yok. Mektebe de gelmiyorsun.”
Pencere buğulanmıştı. Parmağımla cama birtakım şekiller çizdim. Sonra birden aklıma geldi.
“İyi ama” dedim, “babam nerede?”
Şahadet parmağını dudaklarına götürdü.
“Sus” dedi, “uyuyor.”
“Hani” dedim, “nerede uyuyor?”
Elimden tutup beni yatağın önüne götürdü. Yorganı kaldırdı.
Çarşafın üstünde kahverengi, serçe ölüsü kadar bir şey yatıyordu.
“İşte” dedi, “baban.”
Çarşafın üzerine eğilip dikkatlice baktım. Bu gerçekten babamdı.
Başını iki kolu arasına alıp, büzülmüş öylece yatıyordu. Esin yorganı tekrar üzerine kapadı.
“Çok hasta” dedi.
“Zavallı babam” dedim, “koca adamdı.”
Sonra Esin’i kollarımın arasına aldım.
Damdan düşer gibi: “Ne zaman evleneceğiz?” dedim.
Bir tuhaf baktı, güldü: “Baban gibi mi olmak istiyorsun” dedi, “ben hiç de annem gibi olmak istemiyorum.”
Pencerenin önüne döndük. Kar, bahçedeki çam ağaçlarının üzerine yığılmıştı. Esin yanımda sıcak sıcak soluyordu. Sokaktan adamlar geçiyordu. Birtakım kahkahalar ve bağrışmalar işittik. Yandaki evin bahçesinde çocuklar kartopu oynuyorlardı. Gürültüleri gittikçe büyüyordu. Ansızın babam yorganı bir tarafa atıp yatağın içinden fırladı.
“Durun” diye bağırıyordu, “durun çocuklar. Şimdi geliyorum. Acele etmeyin. Evet, hemen şimdi.”
“Baba delirdin mi?” dedim, “Hastasın.”
Acayip bir kahkaha savurdu. Sonra pencereden aşağıya atladı ve koşup çocukların arasına karıştı.
Hepsi birden onu kartopu yağmuruna tuttular.
Esin’i pencerenin önüne bırakıp tekrar hole geçtim.
Annem uyanmış, sobanın yanındaki koltukta oturuyordu. Elinde bir kitap tutuyordu. Yanına gittim.
“Bu karanlıkta nasıl okuyabiliyorsun anne?” dedim.
Ses etmedi.
“Sahi anne” dedim, “ağabeyim ne zaman gelecek?”
Başını kitaptan kaldırdı “ağabeyin gelmeyecek ki” dedi.
“Hiç mi gelmeyecek?” dedim.
“Hiç” dedi. “Son mektubunu Münih’ten aldık. Oralarda işi iyi imiş. Dönmeye niyeti yok.”
Sonra tekrar önündeki kitaba daldı. Sonra sessizlik. Duvardaki saatin tiktakları.
“Anne” dedim, “sen Esin’i tanıyor musun?”
“Esin kim?” dedi.
Birden şaşırdım. “Esin benim sevgilim” diyemezdim.
“Dur bir dakika anne” dedim, “Esin’i buraya getireyim.”
Esin’in yanına döndüm.
O, pencereden sarkmış, “Yaşayın. Vurun... Siz de onlara vurun” diye bağırıyordu.
Sonra bana döndü.
“Babanı görmelisin” dedi, “çocukların hepsini birden yıldırdı.”
Esin’in yüzünü her zaman bir çocuk yüzüne benzetirdim. Mahzun bir çocuk yüzüne.
Neşeli olduğu, güldüğü şu anda bile gözleri karanlık ve gölgeliydi. Ellerini tuttum.
“Gel seni annemin yanına götüreyim” dedim.
Beraber hole geçtik. Sobanın yanındaki koltukta kimseler yoktu. Divanın üzeri ve bütün öteki koltuklar boştu.
“Burada olması lazımdı” dedim, “Biraz evvel buradaydı annem.”
Halının üzerinde bir kitap duruyordu. Gidi kitabı aldım. Kapağında -Sıhhî Çocuk Bakımı- yazıyordu. Soba kırmızı kırmızı yanıyordu. Oda loştu. Esin’la yan-yana divanın üzerine oturduk. Vücudunun bütün sıcaklığını bir anda hissettim. Kollarımı beline doladım. Kalbim huzursuz bir şekilde atıyordu. Dışarda kar, ağırbaşlı ve sakin yağıyordu. Esin, başını göğsüme dayadı. Onu ağzından öptüm. Ve sonra saatin tiktakları...
Artık akşam iyiden iyiye çökmüştü.
Perdeleri aralayıp dışarı baktım. Şehrin üzerinde şarkı gibi bir gökyüzü vardı.
“Esin” dedim, “istersen dışarıya çıkalım.”
“İyi olurdu” diye cevap verdi. “Kar çok güzel yağıyor. Biraz yürürüz.”
Yağmurluğumu aldım. Çıktık. Merdivenleri indik. Apartmanın kapısında biri duruyordu. Biraz yaklaşınca onu tanıdım. Ağabeyimdi... Duvara dayanmış, gözlerini kapamış, öylece uyur gibi duruyordu. Kıyafeti, kilise papazlarınınkine benziyordu. Başında yuvarlak kenarlı, siyah bir melon şapka vardı. Üzerindeki elbise de sim-siyahtı. Gömleğinin yakaları kolalı ve dikti. Boyunda acayip bir kravat vardı. Saçlarının çoğu dökülmüştü. Dişleri çürük içindeydi.
“Ağabey” dedim, “sen Münih’te değil misin?”
Elini dudaklarına götürdü. “Sus” dedi, “ben Münih’teyim annem duymasın.”
Birden tatlı bir ses duyduk. Ninni söyleyen bir kadın sesi. Ağabeyim tekrar duvara yaslandı. Gözleri kapalıydı.
“Bakın” diyordu, bakın dinleyin. Ne kadar güzel...”
Hakikaten güzel bir sesti bu. Ilık ılık, insanın içindeki herhangi bir teli koparıveren bir ses.
Ağabeyim sayıklar gibi, “Çok güzel, çok güzel...” diyordu.
Birden yaslandığı yerden doğrulup, apartmanın bodrumuna inen merdivenlere doğru yürüdü,
sonra bize dönerek, “Hiç ses etmeden beni takip edin” dedi.
Ayaklarının ucuna basa basa merdivenleri indi. Biz de arkasından yürüdük. Bodrum zifirî karanlıktı. Yalnız ilerde bir pencere vardı ve bu pencerede mavi, melankolik bir ışık yanıyordu. Bu ses, mavi ışığın yandığı pencere tarafından geliyordu. Ağır ağır yürüyüp pencerenin önüne yaklaştık. Ninni ılık ılıktı. Yıldızlıydı ve insana eski günlerin şarkısını söylüyordu. Önce ağabeyim, sonra biz başımızı uzatıp pencereden içeriye baktık. Ninniyi söyleyen annemdi. Tahtadan bir sedirin üzerine oturmuştu. Gözleri hep uzak uzak ülkelerden bakıyorlardı. Kucağında taştan bir bebek tutuyordu. Ağabeyime baktım. Ağlıyordu. Gizli gizli, sezdirmeden ağlıyordu. Gözlerine baktım. Tıpkı anneminkiler gibiydi. Elmacık kemikleri halka halka mos-mordu. Gözleri uzak bir ülkeden bakıyorlardı. Annemin omuzlarında yünden bir şal vardı. Taş bebeği kucağında sıkı sıkıya tutmuştu.
Ağabeyim, “Çok güzel” diyordu.
Mütemadiyen bunu söylüyordu. “Çok güzel, çok güzel, çok güzel...”
Annemin dizleri dibinde ufak, tahtadan bir beşik vardı. Tavandaki lâmbadan mavi ışıklar dökülüyordu.
Sonra ağabeyim birden yanımızdan fırladı. Odanın kapısını açıp içeriye girdi.
“Anne!” diye bağırdı.
“Anne, ne olursun bir ninni de bana söyle...”
Annem gözlerini kapamıştı. Taş bebeği mütemadiyen dizlerinin üzerinde sallıyordu. Ağabeyimin sesini duymadı. Oda mavi, ninni sıcaktı. Eski günler çok uzaklardan el ediyorlardı. Ağabeyim şapkasını çıkardı. Sonra gidip tahta beşiğin içine uzandı.
“Anne” diyordu.
“Anne, ne olursun bir ninni de benim için söyle...”
Annem hiçbir şey duymuyordu. Ağabeyimin kocaman kocaman ayakları beşiğin dışına doğru uzamıştı.
Esin’i kolundan çektim. “Haydi” dedim, “çıkalım.”
Dışarıya çıktım. Ninni uzaklarda kaldı. Şimdi var olan sadece Esin’in çocuk yüzüydü. Sokaklar ve evlerin damları alabildiğine beyazdı. Yağmurluğumun yakalarını kaldırdım. Kar, durgun durgun yağıyordu. Hava hiç de soğuk değildi. Esin koluma girdi. Birtakım bozacılar uzaktan uzağa bağırıyorlardı. Sokak lâmbaları çoktan yanmıştı.
Sayı 26 - 1 Ocak 1955
●●●
●●●
●●●
●●●
Demir Özlü
Sokakta
...Ve kapıyı kapadılar. Sessizlik. Ayakların kapı önündeki muşambada çıkardığı iç gıcıklayıcı ses. Bir anda bütün karanlık dağılıyor. Bir duman gibi çekilip gidiyorlar. Sessizce. Artık kimseler yok. Artık yalnız kalacağım. Hep böyle işte. Kimsesizlik. Boş odaya bakınıyorum.
-Çıkarken hiç konuşmamışlardı. Ne kadar sessiz iyice sarardığını sanıyordum.-
Şimdi bir masa, alacalı gölgelerde boz-çok boz, âdeta sarı-duruyor. İskemlenin üzerine güneş vuruyor pencereden. Küçük bir pencere bu. Bir tabla soracakmış gibi bakıyor. Kütüphaneyi göremiyorum. Ah, kütüphaneyi göremiyorum. Yok olup gittiğinden korkuyorum.
Yok olmak ne demektir?
Mavi bir camı vardı. Göktaşı gibi. Mavi. Maviliğine dokunmak isterdim. Ellerim maviliğin içinde kaybolsun isterdim. İsterdim ki ellerim maviliğin içine alabildiğine girsin, kaybolsun.
Bir serinlik. Sessiz, dondurucu bir serinlik. Masa renginden-sarı, boz renginden - kurtulamaz ki! Masa bozluğundan kurtulup serinliği duysa. Pınarlar gibi. Mavi pınarların serinliğini duysa. Kurtulmuyor. Kurtulmayacak, biliyorum.
Masa yerinden oynadı. Kendi kendine. Hayır, kimse dokunmadı. Kimse masaya dokunamaz ki. Odada benden başka kimse yok. Ben de dokunmadım. Ellerim bir sertli duymadı. Görünmeyen bir el masayı yerinden oynattı. Uzun, sessiz, görünmeyen bir el.
Ya odada başkaları varsa?
Bakınıyorum. Kimseler yok. Onlar gittiler. Artlarında karanlık bir boşluk bırakıp, gittiler. Onlar öyle bir gittiler ki ben çaresiz kaldım. Çaresiz. Yüzüm, ellerim çaresiz kaldı. Ama, masanın yerinden oynamasından hiç korkmuyorum. Hep güneşe doğru gidiyor. Odanın tozundan kurtuluyor.
Benim korktuklarım başka. Köşe başındaki dağılmayan karanlık. Kaldırımın üstüne bir sis gibi çökmüş. Köşedeki karanlık. Sokak kapısından çıkınca sağa doğru yürüyün. Köşede. Yayvan bir dönemeç. Tütüncü var. Kırmızı sokak fenerinin köşesi. Taşlar bile kırmızı görünür. Ordaki karanlık. Bir sis gibi çökmüş. Korkuyorum. Belime kadar yükselirse, bacaklarım gövdemden bıçakla kesilmiş gibi ayrılacaktır.
O kadının bacaklarını gördünüz mü?
Üst yanı değil, hayır. Baldırları. Eteklerinin altından görünen. Korkuyorum. Beyaz. Bembeyaz. Bembeyaz bacaklar. Şehirin kalabalığında -ışıklar arasında karanlık bir kalabalık bu- ansızın görüyorum. Evet, pastanede otururken. Kaldırımda üstü tenteli kaldırımda. Küçük masalar var. Birdenbire görüyorum. Evet, o kadının bacakları. Etekliğinden arta kalanı. Bembeyaz. O kadar beyaz ki, inanamazsınız. Ah, nasıl anlatsam beyazlığını. Artık bütün gün korkuyorum. Pastanede otururken görüyorum onu. Yanımda onlar var. Bizim çocuklar. Sarı. Siyah. Kıpırtısız gökyüzü altında.
Bilseniz, ah bilseniz nasıl oturduğunu pastanede. Hiç sesimi çıkarmıyorum. Sus pus. Bir şey sorarlarsa karşılığını veriyorum. Alçak sesle söylenmiş bir-iki kelime. Önce mavi. Soluk mavi. Sonra kırmızılara karışıyor. İçim bu oda gibi bomboş. Kelimeler yankılanıyor. Sonra o kadın geçiyor. Beyaz bacaklarına bakmayayım diyorum. Olmuyor. Tıpkı o kızı görmek istemediğim gibi. Ayhan’ı. Onu görmek istemiyorum. Görürsem içleneceğim, kahrolacağım. Artık kendimi avutamayacağım. Ama gene arıyorum onu. Gözlerim her yeri arıyor. Ah, onlar anlamadılar. En korkuncu da bu. O kadın geçince içime saklanıyorum. Derine. Ama kimse anlamıyor bunu. Korkumu bir yendim mi, onu içimde bir yere -derine- atabildim mi, artık umutlanıyorum. Onlar bir şey anlamıyorlar. Hiçbir şey. Yalnız yüzüm sarı, o kadar. Yüzüm bir mum gibi sarı.
En kötüsü beni kimsenin anlamaması. Yüzüme nasıl şaşkın-şakın bakıyorlar.
“Ah, dağlardan hiç inen olmasa” diyorum,
“Anlıyor musunuz? Hiçbiri inmeseler.
Herkes gittiği yerde kaldı. Ağaçlar gibi dönüp kaldılar. Anlıyor musunuz?
Veya ağaçların arkasında saklandılar. Bazen bir kol, bir baş görünüyor. Tıpkı saklambaç oynar gibi. Yeşillerin arasına saklanmışlar. Ağaçlardan uzak.”
Ağaçlarla gökyüzü arasında öyle bitmez, yayvan, sanki yuvarlak bir uzaklık var.
Ve ağaçlar benden uzak. Uzak oldukları için küçük.
“Anlıyor musunuz? Ben ağaçların uzaklığından korkuyorum” önce hoşuma gidiyor. “Uzak yeşil ağaçlar ne güzel” diyorum. Sonra dudaklarım birleşiyor. Uçlarının kıvrıldığını sanıyorum. Yüzüm sararıyor. Sonra... evet... evet korkuyorum. O zaman eve gidip saklanmaktan başka çare kalmıyor. Evden dışarı çıkmamalı. Hatta bu odadan çıkmak bile korkunç. Sofa serin. Serinlikten korkuyorum. Bir pencere var. Ağaçlar, evler, gökyüzü. Burdan dışarı çıkmamalı. Oda çok aydınlık olmamalı. İşte burda oturuyorum. Herkesi beni gelip görüyor. Ses çıkarmadan. Akıllı-akıllı konuşuyorum. Çünkü her konuda bilgim var. Kısaca özetliyorum bildiklerimi. Gülüyorum. Anlamıyorlar. Onları memnun edeyim. Ne olur memnun kalsınlar. İyi insanlar, biliyorum. Odama geliyorlar.
Odam geniş. Tavanı yüksek. Biraz korkuyorum. Bakmamalı. Tavana bakmamalı. Köşelere. Yaldızlı, işlemeli köşelere bakmamalı. Sessiz, yatmalı, daha iyi. Yatıyorum. Köşe başındaki karanlık yok artık. Uzak. Oh, ne iyi. Ağaçlar da yok artık. Onlardan korkmuyorum. Ya, onlardan korkmuyorum işte. O kadını da düşünmüyorum artık. Bacaklarını da düşünmüyorum. Hatırladıkça sessiz bir karanlıkta kıpırdayan beyazlıklar görüyorum. Uzakta. Sessiz bir karanlıkta. Beyazlıklar... Korkum iyice azaldı.
En kötüsü ne biliyor musunuz?
En kötüsü. Gelen misafirler var da. Onlarla öyle sessiz konuşuyorum. Böcekler gibi kıpırdamasalar. Masanın başına oturuyorum. O uzun yüzlüsü yanıma geliyor. Elini masaya dayıyor. Bir gece uzun yüzlü bir kadın görmüştüm. Karanlıkta. Bir yüz o kadar uzun olamazdı. Bir adam uzakta duruyordu. Fakir bir adam duvara oturmuş yemek yiyordu. -Onlara yemek yedirecek başka yerimiz yoktu.- Onu hatırlıyorum. Ama, ama en kötüsü bu değil. Ellerinde fincenları tutuyorlar. Kahve fincanları. Ayaktalar. Ellerinde fincanlar. Kahve içiyorlar. Ya fincanlar düşüp kırılırsa diyorum. Hem ellerinde fincanlar var, hem de ellerini-kollarını korkusuzca sallıyor.
Ya düşerse?
Binbir parçaya ayrılıp havaya dağılacaktır. Korkuyorum. Ellerinde tutmasalar fincanları.
Masanın üstüne koysalar. Ortaya doğru. O vakit hiç korkum kalmayacak.
Yorganı üstüme çekmeliyim. Çiçekli bir yorgan. Kütüphanenin camı sigara dumanı renginde mavi. Kitaplar... kitaplar güzeldir. Pencere... uzakta. Pencereye kadar ulaşamam. Hem yataktan çıkmamalıyım. Masanın üstü tozlu. Tozdan korkuyorum. Yorganı başıma çekiyorum. Önce ormanlar geliyor. Binbir şarkılarla. Sıcak denizlerin sularıyla yıkanmış şarkılarla. Yosunlar geliyor. Gözlerimde bir deniz, dalgalı ve güzel. Tuzlu, sessiz bir deniz. Cam kırıklarını hiç düşünmemeli. Gövdem de ısındı. Kollarımı yorgandan çıkarabilirim.
Uzakta, hafif çan sesleri var. Şarkılara karışıyor. Bir çan sesi ıslak rüyalarımı dağıtıyor.
Sayı: 27 - 1 Şubat 1955
●●●
●●●
●●●
●●●
●●●
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 61 - 1 Aralık 1982