Amerika’nın kızılderililerini ilkin Hollywood Western’lerinde tanıdık. Ruhsuz, hepsi birbirine benzer, toplu olarak güçlü beyazlara karşı koymaya kalkacak kadar beyinsiz yaratıklardı. Sonra yavaş yavaş öğrendik onların yerinin hayvanla insan arasında olmadığını. İlk kez sevimli ve insancıl çizgi romanlar (“Red Kit” gibi) bize onları farklı gösterdi, sonra kızılderili kıyımlarına başka türlü bakan beyazların filmleri (örneğin “Küçük Dev Adam”)... Kızılderililerin gerçek bir ulusal direniş sürdürdüklerini ise 1969’da Alcatraz adasını, 1973’te de Wounded Knee’yi işgal etmeleri üzerine biraz öğrendik.
Amerika’nın kızılderilileri, kendilerini “seven” beyazların dışında son yıllarda ulusal kültürlerini yeniden canlandırma, ulusal kimliklerine yeniden kavuşma savaşımlarını sürdürüyorlar. Batıda ardarda yayımlanıyor kızılderili savaşlarının gerçek öyküleri, kızılderililerin anıları, sanat ürünleri.
- Oglala kabilesinden “Kara Geyik”in şair antropolog John G. Neihardt’a anlattığı anıları ilk kez 1931’de,
- ünlü yazar Edmund Wilson’un Amerikan tarihine bambaşka açıdan bakan “İroqua’lar Bağışlayın” adlı kitabı 1950’de yayımlanmıştı.
Ancak her ikisi de 1970’lerin sonunda gerçek bir ilgiyle karşılandı.
- 1973’teki Wounded Knee olayının ardından beyaz araştırmacı Dee Brown’ın üç yıl önce yayımladığı “Bury My Heart at Wounded Knee” kitabı biraz gecikmeyle çok büyük yankı yarattı (bu kitap Türkçeye “Kalbimi Vatanıma Gömün” adıyla çevrildi).
- İkisi Fransız biri kızılderili üç araştırmacının “Kızılderili Ulusları, Egemen Uluslar” adıyla ortaya koydukları metin ve resim derlemesi de Batılıları hiç farkında olmadıkları bir kültür çığlığıyla karşı karşıya bıraktı.
- Tahca Uste ya da Topal Ceylan (ABD yetkilileri için ise John Fire) boyuneğmiş bir kızılderili olmamaya çalıştı, kendisine zorlanan Amerikan yaşam biçimine direndi. O da anılarını Richard Erdoes adlı bir sanatçıya anlattı: “Kızılderili Belleğinden - Büyücü bir Siyu’nun anıları”
Bugün Amerika’da kimlik ve kültür savaşımı veren kızılderili grupları bir yanda tarihin doğru yazılması için çaba gösterirken öte yandan da çeşitli sanat ve kültür alanlarında etkinliklerini yoğunlaştırıyorlar. Önce eski kültür miraslarını, türkülerini, dualarını ağıtlarını yeniden derlemeye uğraşıyorlar; eski kızılderili büyüklerinin görüntülerinin yitip gitmemesi için araştırmalar yapıyorlar.
Yeni şairler de yaratıyor kızılderililer.
Örneğin;
- Cherokee kabilesinden John Lefeather (ölümü 1971), şiirlerinde kızılderililere yakıştırılan sahte kimlikleri ve beyazların kurdukları gülünç dünyayı yıkmaya çalışırken büyük ölçüde “beat generation” ile ortaya çıkan üslubu kullanıyordu.
- Kızılderililerin bir başka kadın şairi, An Antane Kapesh de dağınık parçalarında ezilmişlik duygusunu en yalın biçimde dile getirdi.
Kızılderililer savaşımlarında sinemayı da kullanıyorlar.
- Bilinen kanallardan seyirciye ulaşan konulu bir filmleri var: “House made of dawn”. Bu film ilk kez 1978’de Fransa’da yapılan bir şenlikte büyük ilgi gördü ve değişik ülkelerde gösterime çıktı.
- Kızılderili yönetmen Diane Orr’un “The Longest War” adlı belgeseli de 1969’da Alcatraz’in işgaliyle başlıyor ve 1980’e kadar ki bütün kızılderili direniş ve eylemlerini yansıtıyor.
Kızılderililerin günışığına çıkmış (batılı anlamda) tek romancısı ise Thomas Sanchez. Sanchez “Rabbit Boss” adlı romanında Washo kabilesinin dört kuşağından birer kişiyi anlatıyor. Birincisi usta tavşan avcısı Gayabuk’tur; kendisi av olur. İkincisi Gayabuk’un oğlu Rex’tir, iyice beyazlara benzer, çalar, öldürür. Washo’ların sonuncusu sayılan “Kuş sesi”ne beyazlar Joe adını takmıştır, o da onlara hizmet eder. Washo’ların son kalıntısı ise “Aleluya Bob”dur. Kendine kimlik arama peşindedir, başaramaz.
Kızılderili sayısının bugün Birleşik Amerika’da 1 milyonu bulmadığı tahmin ediliyor.
Ama onlar, tüm güçleriyle yok olmamaya, tarihlerini yazmaya, şiirlerini, filmlerini, romanlarını yaratmaya devam ediyorlar.
Okay Gönensin | sanat olayı - Sayı: 5 - Mayıs 1981
_____________________________________________________________________________________
Beyaz Saray’ın toprak satın alma isteği üzerine Kızılderili reis Seattle’nin yaklaşık yüz elli yıl önce verdiği yanıt, günümüzde de ders alınacak nitelikte. Doğayla sarmaş dolaş yaşayan insanin şiir yüklü sesi şöyle:
“Beyaz adam, anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar, onun bu tutkusudur ki, toprakları çölleştirecek her şeyi yiyip bitirecektir.
Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamıyoruz biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açılırken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz...”
Seattle’nin uyarısını doğadan, topraktan kopmanın ürkünçlüğünü yeni yeni anlamaya başlıyor dünya, ciğerleriyle yüreğiyle duymaya başlıyor tehlikeyi. Zararın neresinden dönülürse kârdır çabasında Yeşiller, paçaları sıvıyor çevre uzmanları...
Ya biz?
Dünya cenneti kıyılarımızı Kibele Ana’nın ülkesi topraklarımızı ne hale getirdik yabanıl bir talanla!..
Kalkınma, doğa güçlerinden yararlanma.
Evet ama bindiğimiz dalı kesmeden, çevreyi öldürmeden, yaşamı kirletmeden...
Kentleşme, uygarlık uygarlık...
Evet ama toprak ananın yüreğine bıçak sokmadan, güzellikleri yok etmeden.
En çok Ozanlar, sanatçılar duyuyor bu kaygıyı...
Bu kaygıyı derinden duyanlardan biri de mimar ozan Cengiz Bektaş...
İlk, Bedri Rahmi’den duymuştum adını... “Güzel kokan bir can, reis” diyordu.
“Yaşam kokan, sanatının girdisini çıktısını bilen bir mimar Cengiz.”
Şiirlerini, yazılarını okudum daha sonra, kimi yapıtlarını gördüm. Gerçekten de doğaya, yaşama tutkun bir coşkulu kişiydi.
Cengiz Bektaş yeni yayımlanan “Kimin Bu Sokaklar, Alanlar, Kentler” adlı yapıtında sesine Seattle’nin kaygılarını katarak soruyor:
“Bu sokaklar kimin?
Yayaları hiç sevmeyen; çocuklara, yaşlılara düşman bu sokaklar kimin?
Ağaçsız, çiçeksiz, böceksiz, kuru, taş-toprak, bizden olmayan çirkin yüzler takınmış bu sokakları soruyorum...
Yırtık, kirli, bakımsız giysilerinizi sorduğumda yüzünüzün alacağı biçimi düşünerek soruyorum...
Ya şu caddeler?
Örneğin şu alışveriş caddeleri?
Anlamayacağınız dillerden “tabela”lara boğulmuş şu caddeler kimin?”
“Bizim” diyebilir miyiz içimizden gelerek.
Doğup büyüdüğümüz, sevdiğimiz, ayrı düştüğümüzde özlemini çektiğimiz yerler buralar “sılamız” diyebilir miyiz?
Sokaklara, alanlara, kentlere yabancılaşmak. Çirkinleşmelerine bozulmalarına aldırmadan yaban elde bir yabancıymış gibi yaşamak. Çevrenin kişiliğimizi yoğurduğunu, yaşamın tümüyle ilişkilerimizi yansıttığını, çocuklarımızı “sokak annenin büyüttüğünü” unutmak ne korkunç şey!
Yapıtında şiirli bir dille yaman vurguluyor Cengiz Bektaş bu gerçeği, “uyanın, kendinize gelin” dercesine vurguluyor.
Sılasını yitiren, kökünden kopan insanın yaşamı da sağlıksız olur, yaşama coşkusu sevinci de yiter çünkü.
“Bedri Rahmi Nakışlı Bir Deneme”de Bedri Rahmi için söylediği gibi, Cengiz Bektaş’ın mesleği de, insanlığını sımsıcak yaşamak... Mutluluğuna dağları, taşları, sokakları, alanları, evleri, odaları tanıklığa çağıraraktan yaşamak... Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişini, ekinini, ürününü tanıyor, köyünü, kentini, yıkıntısını, anlayan gözlerle dolaşmış. Büyük dostları Eyüboğlularla toprağın nabzını tutarak mavi yolculuklara çıkmış. Taşın, toprağın, bitkilerin dilinden anlıyor. Ekin çevremizin yorumunu dine mine, üç beş ulus adına takılıp kalmadan perdesiz gözle yapmaktan, bilgiyle bilinçle güzelliklere güzellikler katmaktan yana. Birbirinden güzel on dokuz yazı yer alıyor kitabında yaşamın, mimarlığın sorunlarına eğilen. Diri, kütür kütür, yaşam kokan bir dille irdeliyor sorunları. Bilgisizliğin, dar görüşlülüğün yağmacılığına, yozlaştırmacılığına karşı çıkıyor, güzelin, doğrunun çözümlerini getiriyor. Anlamlı gidişin belirleyiciliğini göz ardı etmeden de, güzel kokan insanlarca bir şeyler yapılabileceğine inanıyor. Herkesin severek, etkilenerek, tadını duyarak okuyabileceği bir kitap “Kimin Bu Sokaklar, Alanlar, Kentler...”
Mimarlık konularındaki deneme kitaplarından biriyle Türk Dil Kurumu ödülünü de almış olan Cengiz Bektaş, üretken bir ozan ayrıca. “Fide”, Cem Yayınları arasında çıkan yedinci şiir kitabı. Şiirlerinde de sevginin, sevincin, doğa güzelliklerinin ozanı aydınlık bir dille Akdeniz güzelliklerini kucaklıyor. Tüm güzellikleri imece coşkusuyla paylaşmak isteyen bir yürek:
Kıyıya bile karadan vuruyor payından çoğunu almamak için güneşten “Kekiğe ıtıra el süremedim
Salep otunun deli saraylı mavisi
Yaşamlara
bırakamayışım kendimi
Her şeye cız eden içim
Göçememiş kuşlar gibi
Aralarda sezdirmeden
Paylaşmadan
Yaşamak
Zehir Zemberek.”
Binlerce yılı yoğun bir şimdiye sığdırıyor, o şimdiyi yaşatıyor bize Cengiz Bektaş:
“Sesin başındayım kararlı
Avuçluyorum
Usul usul dökerek şimdiyi
Avlular çiziyorum
Ortalarına çeşmeler
Salkımsöğütler gölgeliyorum
Güneş dolar artık oylumlara
Uçlarından tutup çeviriyorum
İnsanlara göre.” (Karanlığa karşı).
Ne diyordu Kızılderili reis Seattle “Beyaz adam anası olan toprağa, kardeşi olan gökyüzüne yağmalanacak bir şey gözüyle bakar” Dünyaya, insana böyle bakılan yerde dostluk, barış serpilip boy atabilir mi? Önce bu bakışın değişmesinden yana ozan Behçet Aysan. O da, güneşi uçlarından tutup insandan yana çeviriyor. “Sesler ve Küller”le Yaşar Nabi, “Eylül”le Ceyhun Atuf Kansu şiir ödüllerini, “Deniz Feneri”yle de Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü’nü kazanan ozan, yağmacılığın her çeşidine karşı.
Bir konuşmasında Jülide Gülizar’a “Şiire, estetik değeri ve toplumsal işlevi dışında daha bir üst görev de yüklüyorum. Bu belki de 300-400 yıl sonrasının yüreğiyle düşünen, beyniyle duyan daha yetkin bir insanı yaratmak görevidir” demesi bundan. (Cumhuriyet 24 Mart 1986)
Yüreğiyle düşünen, beyniyle duyan, dünyayı, yaşamı kirletmeyen, barış içinde yaşayan insan...
“Deniz Feneri”, özsuyunu, renklerini Ege doğasından, ekinsel birikiminden alan uzun bir dostluk ve barış türküsü. Denizin iki yakasında sabahın saat 03’ünde aynı ağaç hışırtısıyla uyanan, aynı acıları, özlemleri yaşayan, ayni sıcaklıkla çarpan yüreklerin serüveni... Pavlos Cezaevi’nin, Maltepe Cezaevi’nin avlusunda aynı gölge.
“Gölgesiydi gölgelenmiş güneşin
umudun öldürülüşünün
postalların bütün güzellikleri
çiğnemesinin
zakkumun ve Beethoven’ın
şiirin ve aşkın
yasak edilişinin gölgesiydi.”
İki kıyıyı kucaklayarak, geçmişi günümüze katarak kimi zaman kesik seslerle süren anlatı, düşsel ozan Takis Petrulas’in şiirleriyle ayak değiştiriyor, doğa güzelliklerinin, insan yaratılarının çiğnenmesine karşı çıkan insanların, insanımızın öyküsü oluyor.
Takis Petrulas’ın şiirleri, Barba’nın öyküsü “Zeybekikoyu” yazdırıyor ozana ve Zeybekikoyu’nun bir yerinde şöyle diyor ozan:
“İlkyaz gelince
sürgün açar ölülerimiz
yan yana
aynı topraklarda
kalkar
horon teperler ve sirtaki
Girit’ten dedem seslenir
Foça’dan senin deden.”
“Deniz Feneri” umutla, dirençle, sevgiyle, dostluğun, barışın yolunu aydınlatan bir şiir.
Kimi kitaplara değinen söyleşiler yazıyoruz bu sayfada. Ama bilindiği gibi şiirin sorunlarını tartışan, şiir şöyle yazılmalı böyle yazılmalı diyen değişik görüşleri savunan dergiler de var. Yazınımıza canlılık kazandıran soluk aldıran doğal bir devinme bu. Zor koşullara karşın, seslerini duyurmaya çalışan, okurlarından ilgi bekleyen özveri, emek ürünleri bunlar.
“Karşı”dan sonra, bir de şiir dergisi çıkmaya başladı Ankara’da: “Yeni şiir.”
Derginin yazışma adresi: P.K. 10 (06192) Karşıyaka-Ankara. ■
_________________________________________________________________
Kimin Bu Sokaklar, Alanlar, Kentler, Cengiz Bektaş, Alan Yayıncılık, 144 sayfa.
Fide, Cengiz Bektaş, şiirler, Cem Yayınevi, 64 sayfa, 840 TL.
Deniz Feneri, Behçet Aysan, şiir, puhu kitaplar, 40 sayfa.
Mehmet Başaran | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 180 - 15 Kasım 1987