
Büyük istimlaklar yapılarak geniş bulvarların açılması da, bir başka doktor Vali ve Belediye Başkanı’nın, Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay’ın D.P. yöneticileriyle çalıştığı, Menderes’in çalışmaları gece gündüz bizzat izlediği yıllara rastlar. Ord, Prof.’un (Yeşilay’cıydı da) ünü, kendi buluşu 49 Kr.’luk rakı şişesi ile doruğa erişti: (bu 49 Kr.’luk rakı şişesinin adı, Fahrettin Kerim’di; bakkaldan, bayiden alırken, “ver bana bir Fahrettin Kerim” denirdi.) Rakı 45 kuruş, mezesi de 50 etti mi 95 kuruş; 5 kuruş da bahşiş, 100 kuruşa iki kişilik küçük bir ziyafet. Yalnız unutmayın, aylıklar da en kabadayısı 300 papel, yıl 1944-45... Herkeste bir demokratikleşme, eşleşme, bir neşe; sanki her şey beleşe! Ne gezer, yolda beş kuruş bulan göbek atıyor, gazinoda bir gazoz içebilen fiyaka satıyor. Bizler de, yani ozan, hikâyeci, romancı, aktör, ressam, avukat, doktor, sigortacı, şurda burda; kâh Lambo’da kâh mamboda buluşup iki tek içerek demokrasi, özgürlük, sanat üzerine konuşup dertleşiyorduk...
Kadınlar yüksek mantar tabanlı, topuklu ayakkabılar üzerinde sekip omuzları belirli vatkayla doldurulmuş, etekleri dizlerinin altına kadar inen robları ve tayyörleri içinde kıvrılırlarken, büyük buklelerle kabarttıkları saçlarının üzerine küçükçe bir şapka oturtmayı, sinemaya, tiyatroya, ya da bir toplantıya giderlerken, ellerine eldiven giymeyi unutmazlardı.
Erkeklere gelince; erkekler, on sekizindeki delikanlılardan, otuz beşindeki gençlere dek, 1940’ların ünlü sinema oyuncusu Robert Taylor’un yarattığı bobstil modasının etkisindeydiler. Geniş kenarlı fötr şapkalar altında, geniş omuzlu, yandan yırtmaçlı, bol ve uzun, kruvaze ceketli, dar paçalı, yukarı doğru genişleyen pantalonlu ve yelekli kostümler içinde, kravatlarının altından gömlek yakalarına iğne takmayı da es geçmeyerek, kamburlarını hafif tertip çıkararak yürürler, sağa sola dönerlerken vücutlarıyla tam bir kavis çizerlerdi. Bu bobstil’lik İkinci Dünya Savaşı arasında eridi gitti. Orhan Veli’ye, üne eriştiği, şiirlerinin okuyanları şaşırttığı 40 yıllarında, Bobstil Şair dendiğin duymuştum. Şiirlerinden anlam çıkaramayanların onu yakından değil de uzaktan, pek az tanıyanların bir yakıştırmasıydı bence. Bir ara sakal bırakmış, bırakır ya, şık giyinmeye meraklıymış delikanlılığında, ben tanıdığımda da giyime kuşama meraklıydı. Yağmurlu, soğuk havalarda, kuşaklı trençkotlar giyer, belini sıkar, yakasını kaldırır, kimi zaman gömlek yakasına iğne takar, kamburunu hafif çıkararak ve biraz da sekerek yürürdü. Sekerek yürümesi, çakır keyif olduğu, neşe saatlerine rastlardı. Orhan Veli de, Sait Faik de büyük kent sanatçısıydılar. Belki Fransız yazımının etkisinde ama kendi gözlemlerinin, kendi çevrelerinin, kendi insanlarının sesinden, yaşamlarından, renklerinden esinlenerek yazıyorlardı. İkisi de rakı kadehinde balıktılar, diledikleri zaman rakı kadehine giren açık deniz balıklarıydılar; akvaryumlarda aldatılmış tutsak balıklara üzülen, onlara acıyan, özgürlüğe tutkun balıklardandılar. Nitekim kendi şiirli dünyalarında buruk, duygulu, özgür yaşadılar... Bir avuç alkışın sesini duymak için çırpındığımız yılların serüveni içinde onlar hep var, hep de olacaklar. Onlarsız en görkemli şölen sofraları, onlarla paylaşılmış küçük meyhane tezgâhlarını unutturamaz. Bugün, Orhan öleli otuz iki, Sait öleli yirmi sekiz yıl oldu; gençlerin ellerinde kitapları, dillerinde dizeleri satırları... Demokrasi’ye Orhan’larla, Sait’lerle girdik, yaşasalardı çok şey göreceklerdi. Çok ürün vereceklerdi... Onların da tanık olduğu günlerdi.
Vapurda, tramvayda, sokakta, halk arasında şöyle konuşmalar duyardınız:
“Biz ailece demokratız kardeşim.”
“Biz de öyle olacağız ama babam biraz düşünüyor.”
“Hatice hanımlar da demokratmış ayol haberin var mı?”
“Ben demokratım arkadaş, başkası beni alâkadar etmez.”
Kimi cesur, kimi düşünceli, kimi korkaktı, ürkekti kimi.
İnsanlarımız yüz yıllar boyu salt yönetilmeye, yönetenlerin işlerine karışmamaya, yönetim üzerine düşünmemeye, düşüncelerini açıklamamaya alıştırılmışlardı. Böyle birdenbire demokratik yönetime, yöneticilerini serbestçe seçmeye nasıl alışacaklardı? Aydınlar bile kaygı ve kuşku içindeydiler. Demokrasiye soyunuluyordu ama kimilerince kendi ölçülerimize göre bir demokrasi biçilip dikilmeliydi. Nitekim demokrasi sözcüğünü doğru dürüst söyleyemeyenler çoğunluktaydı. Demokrasi sözcüğünün içindeki tek “a” harfini, hayretimizi belirttiğimizde uzattığımız Aaaaa! gibi uzatarak demokraaaasi diyorlardı. İşte demokrasiye geçişimiz her ne kadar yumuşak (!) olduysa da, deneyimsizlikle, eskiye dönük kafa yapımızla, demokrasimizi üç kez tedaviye muhtaç hale getirdik.
Bugün, Orhan Veli’nin iki yıla yakın bir süre her ayın 1’inde-15’inde yayımladığı Yaprak dergilerini okuyordum. 1950’lerden kalma dergiler. 15 Ocak 1950 tarihli, 18. sayısında, arka yüzünde, Şundan Bundan başlığı altında, bir yazı ilişti gözüme. Antigone ile Scapin’in Dolapları * üzerine, sansürle ilişkili bir eleştiri, O. V. Kanık imzalı.
Yazı ilginç olduğu için buraya alıntılar yapacağım.
“Ankara’da, Küçük Tiyatro’da, çağdaş Fransız yazarlarından Anouilh’un Antigone adlı eseri ile Molière’den Scapin’in Dolapları oynanıyor. Şimdilik ne eserler üzerinde duracağız, ne de oynamışlar üzerinde. Başka bir noktaya dokunmak istiyoruz. Her iki eserden de parçalar çıkarılmış. Antigone’den çıkarılan parçalar açık saçık olduğu için çıkarılmış olacak, Molière’in eserinden çıkarılanlarsa, eserde adliyeye karşı hırpalayıcı bir dil kullanılmasından. İyi ama hangi adliyeye? Fransız adliyesine. Ne zamanki Fransız adliyesine? 17. yüzyıldaki Fransız adliyesinin haysiyetini korumak bize mi düşmüş diyeceksiniz. Her halde öyle olmalı. Çünkü böyle bir vazifeyi kabullenmek bugüne kadar ne bir Fransızın aklına gelmiş, ne de bu eseri yüzyıllardır kendi sahnelerinde oynatan milletlerin. Hatta bu eser XIV. Louis zamanında bile, yani çağının ve memleketinin mahkemelerine hücum ettiği sırada bile kimseyi incitmemiş. (......)
İşin daha acı tarafı da şu: Bu eseri bir zamanlar Vefik Paşa ile Ali Bey de Türkçe’ye çevirmişler. Çevirmişler değil, daha fazlası, Türk hayatına uydurmuşlar. Orada tenkit edilen adliye de Türk adliyesi olmuş. Ama gene de o parçalar çıkarılmamış. Abdülhamit devrinde bile çıkarılmamış. (......) İş olanı belirtmekle bitmiyor. Derde deva aramak gerek (......)”
Geçen tiyatro mevsiminde, Devlet Tiyatrosu Anouilh’in Antigone’sini yeniden sahneye koydu.
Bu yıl da İstanbul Şehir Tiyatrosu Molière’in Scapin’in Dolapları’nı sahneledi.
Her iki oyunda da, otuz iki yıl önceki sansürün yapıldığını sanmıyorum.

Orhan Burian’ı 1953’te yitirmiştik;
iki yıl sonra Halide Edip Adıvar, Burian’ın kurduğu Yeni Ufuklar’da onun için yazdığı yazının başında bakınız ne diyor:
“Orhan Burian’ı genç yaşında kaybetmek üç bakımdan çok acı oldu.
- Birincisi: kendisini yakından tanıyanlar, hayatlarında dostluk damgası taşıyan bir dayanağın yıkıldığını hissettiler.
- İkincisi: bir münevver, bir hoca, bir muharrir olarak boş bıraktığı yeri doldurmak çok müşkül olacaktır.
- Üçüncüsü: herhangi tâvize, hatta hayati mecburiyet karşısında, fikir istiklalini, kanaatini onun kadar değiştirmeyen münevver insana az tesadüf edilirdi.
İşte bütün bunlardan ve şahsına karşı duyduğum muhabbet ve hürmetten dolayı Ankara’ya gidip de onu görmemek bana çok acı gelmişti. (......)”.
Bence, 1946 tarihini taşıyan Hamlet çevirisi bile Orhan Burian’ın çevirmen olarak üstün yeteneğini kanıtlar. Elbette daha iyisi yapılacaktır; ama henüz yapılamadı. Shakespeare’i çevirmek kolay değil. Ozan derinliğine, dil zenginliğine, anlatım ustalığına erişmiş olmak gerek. Orhan Burian’ı, Vedat Günyol’dan dinlemeli, ondan tanımalı...
Şimdi gene biraz gerilere dönelim, 1947’lere; Demokraaasi’nin muhalefette olduğu yıllara.
Ben demokratım, biz demokratız diyerek ortalıkta dolaşanların karşısında,
sen deli misin, siz aklınızı mı oynattınız?
demokrasi kim biz kimiz?
bunlara, söylentilere inanmayın sakın, diyerek iktidarı savunanlar,
geleceği kösteklemek için engeller kuranlar da az değildi.
Bu karşılıklı lâf düelloları ortasında demokraaaasi kültüründen yoksun halk ne yapacağını açık seçik ortaya koyamıyordu.
İstanbul’da;
- Cumhuriyet ılımlı,
- Vatan, Tan’ın saldırıya uğramasını unutmayarak, (1944, Tan Matbaası tahrip edildi) Tasvir daha belirli bir çizgide, Demokrat Parti’ciydiler. Doğan Nadi Bir Dakika’lık küçük taşlama fıkralar ile Tasvir’e renk kattığı gibi, demokrasiye de yol açıyordu. Doğan, sonra babası Yunus Nadi Bey’in Cumhuriyet’inde Bir Dakika’larını sürdürecek, Doğan’ın yerini Tasvir’de Bir Damla’sıyla Bedii Faik alacaktır.
Ankara’da;
- Zafer demokrat,
- Ulus henüz tutucudur.
İzmir’de de;
- Demokrat İzmir, öncüdür demokrasiden yana.
Galatasaray spor kulübünün olduğu sokakta 1946 kışı, bir şarapçı, daha gerçeği, bir şarap meyhanesi açılıyordu. Kadıköy’den tanıdığım, Almanya’da makine mühendisliği eğitimi görmüş, mühendis olmuş Sabahattin, (soyadını unuttum) yemeğe, içmeye düşkünlüğünden mühendisliği ıska geçip meyhanecilikte karar kılmıştı. İşte Sabahattin, adını Baküs koyduğu bu şaraphaneyi açıyordu.
- Sait Faik,
- Cahit Irgat,
- Kemal Edige,
- Avukat Müfit Kansu,
- gazeteci Vecdi Bürün,
- arada sigortacı Fahir Aksoy (sonra ünlü naif ressam) İstanbul’a geldiği günlerde, hep beraberiz.
Mühendis Sabahattin Bey de kendi sarhoşluğu yanında amatör kalan müşterilerine servis yapıyor.
Aramızda kadın arkadaş olarak,
- başta yeşil gözleriyle de ünlü aşıklarıyla da, oyuncu Nevin Seval ve
- Cahit’in sevgilisi Mina Urgan var; çok geçmeden evlendiler...
Mina, İngiliz Edebiyatı asistanlığından doçentliğe yükseliyor; Elizabeth Devrinde Soytarılar teziyle üniversitede başarı, biz tiyatrocular arasında da saygınlık kazanıyordu. Mina üniversite hocasıydı ama ne hoca. Mina o günlerini bugün yaşasaydı en ileri çizgide bir üniversiteli olurdu. Yaşantısına dikkatli ama içten bir bohemdi. Şiirden tiyatroya, resimden seramiğe, müzikten yontuya, romana uzanan bir kültür merakının ve bilgi birikiminin İngilizce ve Fransızca desteğiyle fiyakasını sürdürüyordu.
Aktris Nevin Seval yeteneğinin ve kadınlığının hızına ayak uyduramıyordu. Sevgilileri inanılmayacak sayılara ulaştığı halde, o tek sevgilisi yokmuşçasına sevgili peşinde koşar dururdu. Cahit, şarabı fazlaca kaçırınca, çocukluğunun sevgisizliğini anımsar, anlatır, ağlar, Sait, “ulan bu ne biçim iş, yazıp duruyoruz on para kazandığımız yok,” diye basar küfürü; Avukat Müfit ince gülücükler içinde Nevin’i nasıl bulmalı, nasıl görmeli; diye içer de içer. Ben “ne zaman şu şehir Tiyatrosu’nun Kadrosunda yer alıp, Hayvan Borsası’ndan kurtulacağım,” diye dert dökecek dost ararım; ve Sabahattin Bey, ensemize sokulup, açık beyaz şarabinin tadından, özenle yaptığı favanın lezzetinden dem vurup, beğenimizi kazanmaya çalışır ve mutfak uzmanlığından söz açarak, mühendisliği neden bıraktığını anlatır dururdu. Kimse kimseyi umduğu, sandığı ölçüde dinlemez, kendi düşleri içinde, çeker giderdi bir saatte.
______________________________________________
(*) Sözü geçen iki oyun da Orhan Veli’nin çevirisidir.
Mücap Ofluoğlu | sanat olayı - Sayı: 17 - Mayıs 1982