Dünya Barış Yılı









Refik Durbaş | Milliyet Sanat Dergisi -Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________




Cumhuriyet Reha’ya saygıyla

Parnassos Dağı’nın eteğinde, Patras Körfezi’ne doğru açılan kutsal ova. Adım adım denize inen binlerce zeytin ağacından, yaşlı zeytinlerin gümüş tozlu yapraklarından oluşmuş tutkular patikası. Yer yer selvilerle yeşil benekli köylerin kurulduğu taraçalı yamaçlar. Ve, uzaktan uzağa, nemle tuz taşıyan akşam esintisinin kaynağı İthake Denizi. Odysseus’un yitik krallığı!

Zeus’un kartallarının eski buluşma yeri, şimdi, geçmişin sisleri aralandığında, utanç, dolu bir kalıntıdan başka bir şey değil. Koca bir yıkıntı! Ne bereketini yitirmiş eski Pytho, ne görkemli Delphoi kenti ve ne de Apollon’un Büyük Bilicilik Ocağı’nın izi kalmış.

Yalnız o kadar mı? Belli ki, Apollon’un karakter çizgisini de yansıtıyor. Savaşın, şiddetin ve öcün tanrısı Apollon’a saygıyı da. Durgun ve ölçülü gücün karşısında, insanı bir seyirci, susmuş bir tanık, köle huylu bir taklitçi yapmaktan öteye götürmeyecek öneriler demeti, bu ilkeler.

Şimdi yalnız alınlıkta yaşayan bu özdeyişlerin en önemlisi, elbette birinci: “Kendini tanı! diyen. Bir adım ötesi, daha da anlamlı: “Hiçbir zaman tanrılarla aşık atmaya kalkışma! Öbür ikisi insanları önceden, dürüst bir biçimde uyarıyor: “Aşırı bir şey yapma! Ölçülü ol! Sonuncuya gelince, o çok daha bilgece; geleceği kestiren eşsiz bir öngörü örneği: “Bir davaya bağlanmak mutsuzluk getirir. Mutsuzluk, hem nasıl?..

İyice ötelerden bile, Tapınak’ın yerleştiği kalkerli tepeden yoğun buharların yükseldiği seçilebiliyor. Su düzeyi çok aşağılarda bulunan bir gölden yükselerek havaya karışan, ince ve beyaz sis gibi. Bir tütsü, bir buhurdan dumanı. Çevrenin sesleri ve gürültüsü birbirine karışıyor. Tapınak’da görevli rahiplerin anlaşılmaz çığlıkları; düzeni korurken heyecanla, kendine güvenle dolu haykırışları ya da ustaca süslenmiş, sürmelenmiş yorumları. Hiçbir derde umar dağıtmayan sözleri.

Rahiplerin arkasında, engin kalabalık. Uzak illerden ve iklimlerden akıl danışmaya gelenler. Öğüt almak isteyenler. Kastri pınarında arındıktan, tanrılara cılız bir keçi kurban ettikten sonra, Tapınak’ın kutsal toprağına ayak basabilen mutlu kişiler. Soru sahipleri, danışmacılar. Ardından, gizemli rahiplerin ölümlüleri kutsadığı an. Sonra, en kritik ve unutulmayacak adım: Geride kalanların, ötekilerin, suçlanarak “hayın” ilan edilmesi. çözülemez bir matematik bilmecesi var ortada: Hem yüzde 99 çoğunlukla Apollon’un desteklendiğini söylemek; hem de bir toplumun çoğunluğuna “hayın” damgası vurmak! Bu iki bağdaşmaz, matematik anlamda nasıl bir araya gelecek?



Yazık ki, bu değerli ve derin anlamlı özdeyişlerden ders alınmıyor. Bir ilgisizlik çağını yaşıyor, günümüzün duyarlı vurdumduymazları. Tanrılara ve yazgıya meydan okumaktan hoşlanan Minotaure’lar hiç de eksik değil çevremizde. Durmadan tehlike arayan, bu gözüpek yarı-insan yarı-boğa canavarlar, Doğu Akdeniz’in ak köpüklerinden yıkanıp çıkmış. Ayakları sabırsızca toprağı eşeliyor. Kararlılıkla, bitmeyen bir hırsla. Öfkeyle. Özgürlüğü düşünerek. Sanki her an fırlayıp saldıracaklar. Karanlıkta, yeraltında, çapraşık ve gizemli Labyrinthos Sarayı’nın sonsuz görünen koridorlarında saklanmaya bile gerek duymaksızın. Tersine, kavgacı bir ispanyol boğası edasıyla gün ışığına çıkmışlar; insanların arasına karışmışlar. Göğüsleri Zeus’un utancıyla dolu; ama, sesleri bir şiir kadar güçlü. Bilinçaltı acısının dağladığı yürekleri kızgın, bir bakıma. Buram buram soluyan burun delikleri hırsla kabarmış.

Bir düzine Minotaure: Parlak ve delici boynuzlarıyla, her biri canlı bir Goya resmi! Hırçın, saldırgan birer Picasso!

On iki Minotaure’a karşı, nice zaman sonra, birden, yeşil üniformalı bir ses, ağız dolusu küfrederek Almanca haykırdı:Hände hoch!

Ses büyüdü; zakkum kaplı dağlara ve uzak ülkelere dek yankılandı, acılaştı; giderek, zaman içinde, her günün olağan, sıradan bir olayına dönüştü. Ancak, Kasım ayında, soğuk gece gelip çöktüğünde, doğanın ışıklarıyla bu on iki boğa başlı insan arasında, ölgün ve tepkisiz bir duvar yükseldi. Kemik rengi, dışarıdan görünmez ve içini göstermez bir ekran. O yıllar, seslerle soluklara çifte sürgü vurulduğu bir dönem, Sarsıntılar, çalkantılar ve belirsizlikler çağı!

Bununla birlikte, unutulmuş gecesine karşın, kimse ellerini havaya kaldırmadı. Minotaure’ların hiçbiri teslim olmayı düşünmedi. Karakterleri bağımsızlıktı, besbelli. Ne olursa olsun, hiçbir güce “evet” dememek!İnsan bir tavırdır diye haykırıyorlardı, hep bir ağızdan; baskıya, buyruklara ve korkutmaya karşı.

Ama, o uğursuz, haki rengi kıllı ses, yine de fırsatını bulmuş, onları bir köşeye sıkıştırabilmişti. Ölümsüzlüğün evrensel kaynağından süt emmiş on iki minotaure, yıllarca, yaşam dürtüsü kadar içgüdüsel bir tavırla barış hazinesini beklediler. Üstünde, değerli olan her varlığın -yaşam, yaratıcı sanat ve bilimsel etkinlik- boy atacağı biricik verimli toprak demek olan barışı. Krallara ve kılıçlara karşı o toprağı inatla savunanlar, şu anda, tarihin doğası gereği gecenin ağardığı noktaya varmış görünüyorlar. Karayla ak ipliğin birbirinden artık ayrılabildiği zamana.


Delphoi’li Apollon’a karşı Dionysos!

Tanrılara karşı tanrı-insanlar! Durgunluğa karşı devinim. Yaratıcı coşkuyla dolu eylem.
Bilincin ve istencin ürünü bir değişim. Savaş değil, sürekli ve hakça barış. Kendini tanımanın gereği, aslında nedir?

Gerçek o ki, Apollon Tapınağı’nın ılımlılık öğütleri, ilkçağın kaba ve sınırlı gerçeklerine bile dayanamadı. Yüce Delphoi’nin zenginlikleri yağmalandı. Büyük Ocak söndü. Hiçbir “davaya bağlanmayan renksiz yorumlar sustu. Çağa ters düşen rahipleriyle birlikte, bu özdeyişler uygarlığı eridi; yok oldu gitti. Depremler, Persler ve, insanların yaşayan gerçeklerin gerisine düşmeleri, Apollon dininin yıkımı oldu. Hepsini alıp götüren nedenler, geride ancak birkaç kalıntının yaşamasına göz yumuyor.

Oysa Minotaure’lar yasaları çiğneyen, Kurallara karşı çıkan, usdışının sınırlarını zorlayan, toplu, genç bir güç!
Savaşa karşı düşüncenin aydınlık ve yiğit şiddeti!
Her buyruğa başkaldırma!
Sonuna dek giden bir boyuneğmezlik!
Tek sözcükle, sınır tanımayan yalın özgürlük!
Belki, bugün, düşleri gök boşluğunda yüzen bir ada;
ama, yarın, kimbilir, üstüne sağlamca ve korkusuzca ayak basılan, öpülesi bir yeryüzü toprağı!
Kimin elinde tersine bir güvence var ki, olmuş ki?..

Her nedense, insan, onların girdikleri savaştan sonuna dek geri dönmeyeceklerini, kavgalarından asla vazgeçmeyeceklerini düşünüyor. O izlenimi veriyor, yüzeysel durgunlukları. Bakışları. Yumuşak ve sessiz tavırları. Suskun yorgun beklentileri. İçsel konuşmaları. Amaçları.



Uğur Kökden | Milliyet Sanat Dergisi -Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________




“Barış” sözü ürkütüyor beni. Sonradan altından başka şeyler çıkıyor. Sakıncalı bulup adamı içeri atıveriyorlar. Ama olsun. Bir türlü birleşememiş ve durmadan hırlaşan milletlerin örgütü “Birleşmiş Milletler” bu yılı “Barış Yılı” ilan etti. Acaba niye yaptı bunu? Başımızı derde mi sokmak istiyor? Geçen yıl “Gençlik Yılı” idi. Bir yıl daha yaşlandık. Gençleri de kurtardık mı kurtarmadık mı belli değil. Böyle birtakım zaman aralıklarına niye ad takıyorlar? Orası da bilinmiyor. Hangi savaşı durdurdu Birleşmiş Milletler şimdiye dek? Sağa sola “Barış Gücü” gönderdi o kadar. Onlar da bir işe yaramadı. Şimdi “Barış Yılı” ilan edildi ya herkes barıştan söz edecek, barışın erdemleri ve yüceliği üzerinde durulacak, çoktan anlamından saptırılmış bu sözcük kullanıla kullanıla büsbütün anlamsızlaşacak ve pörsüyecek. Korkumuzun bir kaynağı da bu.

Gene de olaya karamsar gözlerle bakmayalım. Birleşmiş (ve birbiriyle tepişen) Milletler belki de bir özlemi dile getiriyor, evrensel bir özlemi. İnsanoğlu bu, özlemleri bitmez. Daha az savaş olsun, daha az kıtlık olsun, herkesin karnı doysun, herkes başını sokacak bir konut bulsun, daha rahat yaşansın, daha çok özgürlük olsun daha çok güven, daha çok dostluk, daha çok kardeşlik olsun, daha çok dayanışma olsun, daha temiz hava, daha temiz su, daha sağlıklı bir çevre, daha çok mutluluk, daha çok eşitlik, daha çok zenginlik, daha çok esenlik olsun, daha az pislik, daha az trafik, daha az kalabalık, daha çok yatırım, daha çok bereket, daha çok rahmet, daha az zahmet olsun, daha çok şıklık, daha çok güzellik, daha çok görkem, daha çok para, daha çok aylık, daha az pahalılık, daha çok giysi, daha çok kürk, daha çok mücevher, daha çok yemek, daha çok gezmek, daha az yağlı, daha az kızartma, daha çok sebze, daha çok meyve...

Daha daha daha...

İnsan bu. İstekleri ve özlemleri bitmiyor ve giderek daha çok artıyor.
Ama her isteği de yerine gelmiyor. Geliyor gibi olsa bile hemen yok oluyor ve bir umutla yaşıyorlar hep.

“Barış” da bunlardan biri. Devlet adamlarına, politikacılara, ülkeleri yönetenlere bakarsanız hepsi barıştan yana. Sırtına askerî giysiler giymiş liderlerin ağzından bile bal gibi, şerbet gibi “barış” sözcükleri dökülüyor. (Sonradan heykelleri dikiliyor kılıçlı ve atlı...) Kısacası bir ikiyüzlülük var bu işte. Söylenen başka, yapılan başka. Bir örnek verelim: Her ülkenin bir “Savunma” Bakanlığı var. “Saldırı” bakanlığı diye bir bakanlık duydunuz mu? Mübareklerin hepsi kendini savunuyor. Peki kim saldırıyor? Savaşları çıkaranlar kim? Kendiliğinden mi çıkıyor? Devlet adamları ve politikacılara bakarsanız, savaşı isteyen hep karşı taraf. Kendileri ise barışçı. Savaşı da barış uğruna yapıyorlar. Böylece savaşı kim kazanırsa kendi barışını kuruyor. Roma İmparatorluğunda da öyle olmadı mı? Savaştılar savaştılar sınırlarını genişlettiler. Çeşitli ulusları egemenlikleri altına aldılar tam bir zorbalıkla. Sonra adı ne oldu bunun? Tarihçiler alay eder gibi yazıyor: Pax Romana, yani Roma Barışı. Buna benzer barışlar çağımızda da örneklerini sergiliyor. Bir tek komutan açık konuşmuş galiba. Napolyon. Ona göre “savaş” normal durum. Anormal olan ise “barış..” ...Biz o kadar öteye gitmeyeceğiz. Ama kavramların birbirine karıştığını, savaş ile barışın birbirini doğurduğunu, her birinin içinde ötekini yaratacak ögeler bulunduğunu söyleyebiliriz ancak. Bu da bir çeşit diyalektik işte.

Tam bir barış, olsa olsa Çinli düşünür Lao Zi (Tzu ya da Tse)nin Taoizm’ine götürür bizi. Tam bir kipirtisizlik ve eylemsizlik. Kısacası ağaç ya da odun gibi olma durumu. Herhalde öyle bir barış istemiyor kimse. Hiç olmazsa savaşı başka alanlara kaydırabilir insanlık. Açlıkla savaş, uyuşturucu ile savaş, cehaletle savaş, ırkçılıkla savaş, ikiyüzlülük ve alçaklıkla savaş, haksızlıkla savaş... İşte “Yıldız Savaşları” yerine daha onurlu savaşlar...

Hem daha az tehlikeli, hem daha ucuz...



Orhan Duru | Milliyet Sanat Dergisi -Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________




İnsanlık tarihinin en büyük ve kanlı iki dünya savaşına tanık olan yirminci yüzyılın ikinci yarısının son çeyreği de yavaş yavaş eriyip giderken, 1986, Dünya Barış Yılı ilan olundu.

Barış...
Dünya Barışı...
Ne kadar güzel bir düş...
Evet de acaba sağlanır mı, sağlanabilir mi?
Bu yolda bir umut var mı?

Süperlerarası bir yakınlaşma, bir denge, dünyaya barışı getirir mi?

O dengeye bile “Dehşet Dengesi” adını veren, uzay ve Yıldız Savaşları’nda söz edilen bir dünyada, tüm insanlığı kapsayan bir barış söz konusu olabilir mi?

Şair, “Yalan da olsa söyle demiş. Bizim barış umutlarımız da biraz böyle. Olsa diyoruz, olabilse diyoruz. Derken de, insanoğlunun yaşamasının bir kavga, bir savaş olduğu gerçeğini unutuveriyoruz. Tarihin hangi döneminde tam ve aksaksız bir barış olmuş ki, şu içine girdiğimiz yılda olsun? Böyle bir şey insan doğasına aykırıdır diyemiyoruz. Demek istemiyoruz. Bir düş de olsa, ulaşılması zor da olsa kesin bir barışı özlüyoruz. Ama gerçek ne? Dünya haritasını önümüze alıp, gazetelerin, ajansların, radyo ve televizyon antenlerinin kulaklarımıza ulaştırdığı savaş haberlerini bir bir anımsıyoruz. 1985’te sürüp gitmiş savaşlar var, günümüzde, şu dünya barış yılı içinde sürüp gidiyorlar.

Bunları bir bir gözümüzün, belleğimizin süzgecinden geçiriyoruz. Bölge bölge, ülke ülke, kıta kıta...
Dünya haritasının dört bir köşesinde savaş ateşleri yanıyor.


ASYA’DA

Şöyle bir çevremize bakalım:
İşte en yakınımızda, burnumuzun dibinde, kapı bir komşumuz iki ülke İran ve Irak...
Öyle bir iki yıldır da değil, tam altı yıldır birbirlerini yok etmek için savaşıp duruyorlar.

İşte bir adım ötemizde Lübnan: Kaç savaşı birden yaşıyor...
Ülke içinde Müslüman-Hıristiyan savaşı...
Şii-Sünni savaşı...
İslami Cihad, Hizbullah ve daha bilmem ne gibi grupların, Dürzilerin, Marunilerin durmadan birbirleriyle savaşı...

Bitti mi? Ne gezer?

Beri yandan Lübnan’da İsrail saldırıları ve denetim çabaları...
Üst yandan Suriye’nin kışkırttığı savaş...
FKÖ gerillalarının Filistin için, hem Lübnan içinde, hem Şeria’da, hem İsrail içinde sürdürdükleri, gerille eylemleri...
İsraillilerin FKÖ gerillalarını yok etmek için sürdürdükleri tanklı, toplu, bombalı saldırılar...
Beyrut açıklarında dolaşan ABD’nin 6. Filosu ve Lazkiye yöresinde dolaşan SSCB’nin Akdeniz Filosu gemileri...

Güneyimizde Iran’la sıcak bir savaşı yıllardır sürdüren Irak içinde, bir başka iç savaş.
Ayrılıkçı Barzani ve Talabani güçleriyle Irak Ordusu arasındaki çatışmalar.
Aynı şey doğu sınırımızdaki İran için de söz konusu.
Bir yandan Irak’la savaş, öte yandan içerde bir etnik ayrılık yanlısı Kürtlerle süren iç savaş...
Irak’taki ayrılıkçıları İran, İran’dakileri de Irak kışkırtıyor.
Süper güçlerin, İngilizlerin, Fransızların, İsraillilerin kışkırtmaları, yardımları da ayrı.

Az öteye, Asya’ya doğru uzanıyor: Afganistan’da bir Sovyet işgali.
Sonra Afgan mücahitleri ile işgalci Sovyet Ordusu ve Babrak Karmal Hükümeti Ordusu arasında yıllardır süren iç savaş.
Afganistan-Pakistan sınırındaki silahlı sürtüşmeler. Pakistan’daki Afgan mülteci kamplarının bombalanması...


Afganistan’dan Hindistan’a atlıyorsunuz, Pencap’ta Hindliler ile Sihler arasında silahlı çatışma. Bu da bir iç savaş. Hem de iyice kanlı. Suikastları, tutuklamaları da cabası... Şimdilik Hindistan-Pakistan anlaşmazlıkları giderilmiş gibi gözüküyor ama, daha birkaç yıl önce defalarca yinelenen bu iki ülke arasındaki savaş halini de unutmamak gerek.

Hindistan kıtasının güneyine, Sri Lanka’ya bir göz atıyoruz: Orada da Tamillerle hükümet güçleri arasında sürüp giden bir iç savaş... Hindistan’ın doğusunda Bangladeş’te, bir yandan Hindistan, öte yandan Çin sınırlarında kıpır kıpır gerilla hareketleri. Çin Hindi ne doğru denetlenemeyen sınırlar. Sonra Kampuçya’da milliyetçi koalisyon ile Vietnam askeri arasındaki, sınır çarpışması değil, düpedüz sıcak savaş... Ayrıca Vietnam-Tayland arasında, Vietnam-Çin arasında zaman zaman sinir çatışmalarının çok ötesinde, ülkeler arasında savaş boyutlarına varan daha başka savaşlar.


Filipinler’de, diktatör Marcos’un sonunu getireceğe benzer iç kargaşa. Bunun yanı sıra yıllar yılıdır sürüp giden, Müslüman-Hıristiyan gerillalar savaşları. Çin yanlısı ya da Sovyetler yanlısı gerillaların hükümet güçlerine karşı savaşları. Bu gerilla güçlerinin birbirleriyle çatışması.

Endonezya’da da durum Filipinler’dekinden farklı değil. Her ulaşılmaz dağın ya da cangılın içinde bir gerilla grubu.

Sonra, Asya’nın iki devi, SSCB ile Çin Halk Cumhuriyeti sınırında nice yıllardır sürüp giden gerginlik. Her an patlak verebilecek bir büyük çatışma olasılığı... Kore’nin güneyi ile kuzeyi arasındaki silahların tetiklerindeki parmaklarla sürdürülen sözümona barış...


AFRİKA’DA

Gözlerimizi Afrika kıtasına çeviriyoruz:

Mısır-İsrail savaşı bitmiş ama iki ülke arasındaki barış bir pamuk ipliğine bağlı. Sina Yarımadası’nda iki taraf da pusuda bekleşiyor. Mısır, batı sınırında Libya ile kapıştı kapışacak. Bir gerginlik, bir gerginlik. Mısır’ın güney komşuları Etiyopya ve Sudan bir başka alem. Etiyopya’da bir değil, iki değil, tam altı komünist grup birbirleriyle hesaplaşma peşinde. Milliyetçi denilen güçler de ayrı bir havada.

Mısır’ın ötesinde bir başka Kuzey Afrika ülkesi, Kaddafi yönetimindeki Libya, güney-batı sınırında, Çad’da hükümet kuvvetleriyle yıllar yılıdır çatışan gerillaları desteklemekte, Batılı komşusu Tunus’la gerginlik içinde, Mısır’la neredeyse bir savaşa tutuşacak durumda. Sudan’da da birbirini kovalayan darbelerin perde gerisinde... Eritre’de hükümet güçleri ile gerillalar birbirini kırmakta ve duruma egemen olmak için durmadan savaşmakta.

Büyük Sahra’da Polisario denilen bağımsızlık yanlısı güçlerle Fas kuvvetleri arasındaki savaş sürüp gidiyor. Angola’da Güney Afrika Unita ve Küba askerleri sürekli savaş halinde. Beyazların egemenliğindeki Güney Afrika’da ise, beyazların ırkçı tutumu, halkın çoğunluğunu oluşturan zencilerle beyazları tam bir iç savaşa sürüklemiş durumda.


AMERİKA’DA

Amerika kıtasının kuzeyindeki Kanada, ABD ve bir ölçüde Meksika kendi aralarında büyük sorunları olmayan barış içinde ülkeler gibi gözükmelerine karşılık, Orta Amerika ile Güney Amerika adeta bir kan gölü halinde. Kolombiya’da M-19 gerillaları ile hükümet güçleri, Salvador’da hükümet güçleri ile rejim aleyhtarı, ABD’nin kışkırttığı gerillalar; Nikaragua’da hükümet güçleri ile “Contra” denilen gerillalar arasında savaş olanca hızıyla sürüp giderken; Şili’de de Pinochet ile aleyhtarları arasındaki savaş da devam ediyor. Arjantin, Falkland Adaları nedeniyle İngiltere ile tutuştuğu ve yenik düştüğü savaşın yaralarını henüz sarabilmiş durumda değil. Peru’da Mao’cu “Aydınlık Yol” gerillaları, Sosyal Demokrat Başkan Alan Garcia Perez’in kırsal yörelerdeki başlıca sorunu. Bunlarla yıllardır sürdürülen savaşı bitirebilmek için tank ve top yerine ekonomik önlemler alınmaya çalışılıyor. Üç yıllık savaşın kurban sayısı 7 binin üzerinde...



AVRUPA’DA

Uygarlığın beşiği denilen Avrupa kıtasında da kesin bir barıştan söz etmek olası değil. İngiltere, ayrılıkçı İrlanda’nın IRA örgütünün patlattığı bombalar ve yarattığı sabotajlarla olduğu kadar, bu ülkedeki eski sömürgelerden gelmiş ve parya işlemi gören kara derililerin zaman zaman çıkardıkları kargaşalarla savaşmak zorunda. irlanda ise, tam bir kan gölü. Kuzey İrlanda’da Katoliklerle Protestanlar arasındaki ilan edilmemiş savaş sürüp gidiyor. İspanya’nın Bask bölgesindeki terörist eylemler önlenebilmiş değil.

Geride kalan yıldan 1986’ya olanca sıcaklığı ile aktarılmış olan bu kimi resmen ilan edilmiş, kimi edilmemiş ama fiilen sürüp giden savaşlar sürüp giderken, bu yılın bir dünyada Barış Yılı olmasını istemek ne ölçüde gerçekçi bir yaklaşımdır diye düşünmek mümkün. Ama gene de barış, özgürlük, kardeşlik öyle bir özlem, öyle bir düş, öyle güçlü bir istek ki, bu özlemi, bu isteği dile getirmemek de mümkün değil.


Dileriz ki, 1986 özlenen bir barış yılı olsun. Savaşlar, sömürüler, hırslar, çılgınlık ve bitsin.
Kan gölleri, açlık, yoksulluk, sömürü bitsin. Dünyada barış gülleri açsın.
Yeni yılı bu istek ve özlemle karşılıyoruz.



İlhami Soysal | Milliyet Sanat Dergisi -Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________




“Ayrı ayrı olma” anlamına gelen bir Afrikaner sözcük olan apartheid, Güney Afrika Cumhuriyeti Hükümeti’nin, kendi ırk ayrımcı, baskıcı ve sömürücü politikasına taktığı addır. Bu sistem, ülke nüfusunun beşte birini bile oluşturmayan beyazların, yönetimi elinde tutmalarına yarar.

Apartheid, Afrikalıların, renkliler denen melezlerin ve Asyalıların serbest dolaşım özgürlükleri ile, siyasi ve sosyo-ekonomik haklarının büyük ölçüde kısıtlanması anlamına gelir. Toprakların yüzde 87’si beyaz azınlığa ayrılırken, siyahlar, Güney Afrika’daki en verimsiz bölgelerin yüzde 13’ünden de azını oluşturan “rezerv” adı verilen yörelerde, beyazlardan ayrı oturmaya mecbur edildiler.

Apartheid, Güney Afrika’nın ekonomik ve siyasi yapısının temel taşıdır. Çoğu beyazlarla yabancıların elinde olan sanayiler ile şirketlerin çıkarına çalışır. Toprakları ve doğal kaynakları ellerinden alınmış, Güney Afrika ekonomisinin en büyük dayanağı olan ucuz işgücünü sağlamak için üç kuruşa ter döken Afrikalıların sömürülmesinden büyük kârlar sağlanır.

Felemenkçe konuşan Afrikanerler ile İngilizce konuşan unsurlar, 1910 yılında bir araya gelerek, Güney Afrika Birliği’ni kurduklarından bu yana, beyazlar bir irk ayrımı politikası uygulamıştır. 1948’de Milliyetçi Parti iktidara gelince, apartheid resmi devlet politikası haline geldi. Güney Afrika iktidar partisinin liderleri, çatışmadan kaçınmak, farklı grupların “ayrı ayrı gelişmesi” adını verdikleri şeyi sağlamak ve “daha düşük bir uygarlık düzeyinde bulunan” beyazlar dışındaki ırklar “üzerinde beyazların denetim ve hâkimiyetini sürdürmek için, ırkların ayrı tutulması ve temas noktalarının asgariye indirilmesinin gerekliliği”ni savunuyorlardı.

Güney Afrika’nın eski Başbakanı Hendrik F. Verwoerd, 1963 yılında Meclis’te şöyle diyordu:

Sorun, en basit haline indirilmiş şekliyle şudur:
Güney Afrika’yı beyaz olarak tutmak istiyoruz... ‘Beyaz olarak tutmak’, bir tek anlama gelebilir..
Liderlik değil, ‘hakimiyet’, ‘rehberlik’ değil, ‘denetim’ ve ‘üstünlük’...



BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN TAVRI

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, apartheid’i, “insanlığa karşı işlenen suç” olarak tanımlıyor. Güvenlik Konseyi ise, apartheid’in insan bilinci ve vakarına karşı bir suç olduğunu doğruladı. Birleşmiş Milletler’in insan hakları, Irk ayrımı ve sömürgeciliğin ortadan kaldırılmasıyla ilgili tüm birimleri ile üye devletlerin hemen hemen tümü de apartheid’i kınamakta...

Genel Kurul, ırk ayrımı ve ırk üstünlüğüne dayalı politikaların “insan vakarına’ karşı olduğu için “tekdir edilmesi” gerektiğini de belirtti. Genel Kurul ayrıca,ırk ayrımı ve apartheid’in hem ekonomik ve toplumsal gelişme, hem de uluslararası işbirliği ile barış önünde engel oluşturduklarını da ifade etti. BM organları, bu görüşler çerçevesinde uluslararası topluluk bünyesinde apartheid’i sona erdirmek için bazı önlemler alınması gereği konusunda da fikir birliği halindeler.


NÜFUS, NASIL TASNİF EDİLİYOR?

Öte yandan, Güney Afrika hükümeti, bildiğini okumayı sürdürüyor.
Güney Afrika’da tek tek herkes ırkına göre tasnif olunup, ona göre tescil ediliyor.

Dört ana “ırksal” grup ise, şunlardan oluşmakta:

  1. “Beyazlar”, yani Avrupa kökenli olanlar.
  2. Afrikalılar ya da “Bantular” yani “herhangi bir yerli Afrika ırkı ya da kabilesinden olanlar.”
  3. “Asyalılar”, yani Asya (daha çok Hint ve Pakistan) kökenli kişiler.
  4. “Melezler”, yani karışık kökenlerden gelenler. Ancak bunların içinde Kap’taki Malaylar gibi özel gruplar da var.

Oranlamalı 1980 nüfus sayımı rakamlarına göre (tahmini), etnik bileşim yönünden Güney Afrika nüfusu şöyle bir tablo çiziyor:


Irklara göre sınıflandırma sistemi, insanların hak ve özgürlükleri buna göre saptandığı için, her şeyden önemli. Güney Afrikalıların nerede oturacakları, hangi işte çalışacakları, ne tür bir eğitim görecekleri, ne gibi siyasi haklara sahip olacakları (ya da olmayacakları), kiminle evlenecekleri, boş vakitlerini neyle değerlendirecekleri, sözün kısası, eylem ve dolaşım özgürlükleri, içinde bulundukları ırksal gruba göre değişiyor.


1950 tarihli Nüfusun Tescili Yasası’na göre, 16 yaşını doldurmuş herkesin istendiğinde göstermek üzere bir ırksal kimlik kartı taşıması şart. 1950 yılında çıkarılan Bantu Yasası ise (Geçişlerin Kaldırılması ve Belgelerin Koordinasyonu) 16 yaşını geçmiş her Afrikalının bir “referans kitabı” taşımasını öngörüyor. Yaklaşık 90 sayfa olan bu kitap, taşıyanın kimlik kartını, parmak izlerini, fotoğrafını, istihdam kayıtlarını, vergi makbuzlarını içeriyor ve hem belli bir bölgede yerleşmesine, hem de iş için başka bir bölgeye geçmesine meydan veriyor. Bir Afrikalı “referans kitabı”nı yanında taşımazsa, suçlu sayılıyor. “Geçiş yasaları” sistemi ise, apartheid uygulaması ve emek denetiminin can alıcı noktasını oluşturmakta. 1948 yılında Milliyetçi Parti iktidara geldiğinden beri, 13 milyonu aşkın Afrikalı, geçiş yasaların ihlal etmekten, yani izinsiz başka bölgeye geçmekten mahkûm oldu.


APARTHEID, KARA NÜFUSU NASIL ETKİLİYOR?

Güney Afrika’nin kara nüfusunun hayatının hemen hemen her yönünü, devlet düzenler ve kısıtlar.
Apartheid, bu insanların günlük ve bitmez tükenmez deneyimidir.

Örneğin, farklı ırklardan kişiler ayrı ayrı bölgelerde oturur, aynı otobüslere, trenlere binmezler, Gittikleri okullar, kiliseler, lokantalar, sinemalar, plajlar, kulüpler, hatta spor müsabakaları farklıdır. Binalara ayrı kapılardan girer, aynı telefon kulübeleri ile taksi duraklarını kullanmazlar. Hastaneleri ve mezarları da ayrıdır. Kütüphaneler, hayvanat bahçeleri, sanat galerileri, müzeler ve parklardan, beyazlarla siyahların yararlanma saatleri de değişiktir. Üstelik, Güney Afrika’da “ayrı ayrı, ama eşit” diye bir kavram da yoktur. Beyazlara ait olan her şey, siyahlarınkinden fersah fersah üstündür. Afrikalılar, melezler ve Asyalıların birçok işi yapmalarına izin verilmez. Onlar sadece, düşük ücretli beden işleriyle kısıtlanmışlardır.

Güney Afrika hükümeti, siyah çoğunluğun parlamentoda temsil edilmesini reddettiği gibi, siyasi muhalefeti de ciddi ölçülerde sınırlamıştır. Binlerce Afrikalı, kentsel kesimdeki evlerinden sürülüp uzak rezervlerde yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Melezlerle Asyalılar da “ghetto”larda yaşamaya mahkum edilmiştir. Siyah liderlerin yani sıra, binlerce kişi sert Apartheid yasalarına göre tutuklanmış, çoğu işkence görmüş, mahkum olmuş, zindanlara tıkılmış ya da idam edilmiştir. Apartheid’e karşı çıkan birçok beyaz da, yakalanıp hapsedilmiştir.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun bir raporuna göre, dolaşım ve yerleşme özgürlüğü kısıtlamaları,
Özellikle Afrikalıların özel yaşamlarını özgürce ve müdahalesiz sürdürme haklarını ciddi biçimde engelliyor.



IRK AYRIMI NASIL UYGULANIYOR?

Irk ayrımı, Güney Afrika’nın alanının yüzde 87’sini oluşturan beyazlara özgü bölge (Avrupalı) ve sözde “Afrika rezervleri”ne (ki bunlar ülkenin geri kalan yüzde 13’ünden oluşuyor) ayırarak ve beyaz bölgelerdeki insanları “grup bölgeleri” adı verilen yerlere sürerek gerçekleştiriliyor.

Afrikalı nüfusun beyaz nüfusa oranı 1’e 5’ten fazla gerçi ama, siyahlar, ülke topraklarının yalnızca yüzde 13’ünü oluşturan rezervlere yerleştirilmiş durumdalar. Rezervlere, Afrika nüfusu için hükümet tarafından tanımlanan sözde “ulusal birimler”in her biri için “yurtluk” ya da “bantustan”lar gözüyle bakılıyor. Nüfus büyüklüğüne göre bu “birimler” sırasıyla şöyle: Zulu, Xhosa, Tswana, Pedi, Sotho, Shangaan, Swazi, Venda, Ndebele ve “diğerleri”...

Sözümona “ulusal birimler”e göre saptanan bu “yurtluklar”, bir toprak bütünlüğüne bile sahip değil. On “ulus”, sayıları 80’i aşan ayrı ayrı ve birbirine bitişik olmayan toprak parçasına dağılmış durumda. Örneğin, Zulu “yurtluk”u, 20 değişik bölgeden meydana geliyor.

Güney Afrikalılar, “yurtluk”lardaki her şeyi denetimleri altında tutuyorlar. Hükümet, Bantu “yurtlukları”nın, sonunda kendi kendini yöneten birimler haline getirme şeklinde bir politikası olduğunu öne sürüyor. Transkei, Bophuthatswana, Venda ve Ciskei’nin, “bağımsız” devletler oldukları duyuruldu bile. BM Genel Kurulu ise, bu sahte bağımsızlığı kınayarak, üye ülkelerden “bantustan”ların herhangi bir şekilde tanınmamasını istedi.

Bunun nedenleri de apaçık “Yurtluklar”, Güney Afrika’nın en verimsiz ve madeni kaynaklar açısından en kısır arazileri arasında yer almakta. Teknik olarak, Afrikalıların hemen hemen yüzde 50’si “yurtluk”larda yaşadığı halde, Afrikalıların tüm gelirinin yüzde 15’i bile buralarda gerçekleşmiyor. “Yurtluklar”daki gayri resmi işsizlik oranları, yüzde 40 ilâ 80 arasında değişmekte. Yurtluk sakinlerinin yüzde 75’i kadın, çünkü erkeklerin çoğu “beyaz alan”da iş aramak için yurtlukları terk etmek zorunda kalıyor. Sınır tanımayan yetersiz beslenme yüzünden “yurtluk”larda doğan çocukların yarısı ölüyor. Oysa, Güney Afrika Birliği, Afrika kıtasının en büyük besin maddesi ihracatçısı...


Bu zorunlu iskânın, Afrikalılar açısından doğurduğu bunca güçlüğe karşın, Güney Afrika Hükümeti, insanları zorla “yurtluk”lara yerleştirmeyi sürdürüyor. 1948 yılından bu yana, 2 milyon 100 bin kişi yerinden yurdundan edildi. Tarihte, barış içinde geçen dönemlerde görülen en büyük zorunlu iskânı, böylelikle Güney Afrika Hükümeti gerçekleştirmiş oluyor.

BM Genel Kurulu, “bantustan”ların kurulmasını ve Afrikalıların buralara zorla yerleştirilmesini, onların vazgeçilmez haklarının ihlali” olarak tanımladı ve kınadı. Genel Kurul, bu eylemlerin, kendi kaderini tayin hakkına ters düştüğü gibi, ülkenin bölgesel bütünlüğü ve halkın birliği açısından da sakıncalı olduğunu belirtiyor. Genel Kurul’a göre, “bantustanların gerçek amacı” Afrikalıları bölerek, vazgeçilmez haklarını elde etme yolunda verdiği mücadelede zaafa uğratmak amacıyla kabileleri birbirine düşürmek. BM Genel Kurulu, “bantustan”ların kuruluşunun bir diğer amacını da, “beyaz azınlığın hâkimiyetini pekiştirerek sürdürmek ve Afrikalılar ile Güney Afrika’nın beyaz olmayan diğer halklarını, sahip oldukları haklardan yoksun bırakıp sömürmek” şeklinde yorumluyor.

Aslında, Afrikalıların çoğunluğu “rezervler”in dışında yaşıyor, çalıştıkları “beyaz alanlar”daki nüfusun da çoğunluğunu oluşturuyorlar. 1978 sonu itibariyle, ülkenin 9 milyon 294 bin olan aktif ekonomik nüfusunun 6 milyon 353 binini Afrikalılar, bir milyon 861 binini beyazlar, 836 binini melezler, 244 binini ise Asyalılar oluşturuyordu. Nüfusun beşte birinden azını oluşturan beyazlar, teknik ve idari işlerin yüzde 67’sinden fazlasını ellerinde tuttukları gibi, hiçbiri de işsiz değildi.

“Beyaz alanlar”da kendilerine tahsis edilen yerlerde oturan siyahlar, yabancı göçmen işçi sayılıyor. Afrika rezervlerindeki ekonomik yönden aktif erkeklerin yüzde 57’si, bu nedenle oralarda yaşamıyor. Güney Afrika ekonomisi işgüçlerine gereksindiği için, teoride “yurtluklar”da yaşayan Afrikalıların çoğu, orada hiç oturmuş olmayabileceği gibi, “bantustan”larla bağları da olmuyor.

Melezlerle Asyalı ailelerin zorunlu iskânı ise, Grup Bölgeleri Yasası çerçevesinde gerçekleştirilmekte. Hükümet, bu kanuna dayanarak, özellikle kentsel bölgelerde ve rezervler dışında, belirli irk grupları ya da alt gruplar için yerleşim alanları saptıyor. Bu durumda, diğer gruplardan kişilerin bu alanı terk etmesi gerekiyor. “Grup bölgeleri”nin sayısı bini geçerken, Grup Bölgeleri Yasası çerçevesinde yerlerinden edilen sayısız melezin yanı sıra, 35 bin Asyalı aile de zorunlu iskâna uğradı.



AFRİKALILAR NE YAPAR, NEYİ YAPAMAZ?

Bir Afrikalı, geçiş izni yoksa, kentlere giremez. izni olmaksızın orada 72 saatten fazla kalamaz. Doğumundan beri orada yaşamamış ya da bir işveren için sürekli olarak 10 yılı aşkın süre orada çalışmamışsa, kentte oturamaz. Genelde Afrikalıların “beyaz bölgeler”e yalnızca “tek başlarına” girmelerine izin verilir. Bu nedenle de çoğu, rezervlerindeki ailelerinden uzun süre ayrı kalmak zorundadırlar. Kentte çalışan Afrikalı bir işçinin karısı, gerekli izne sahip olmak koşuluyla, kocasını en fazla 72 saat süreyle ziyarete edebilir. Afrikalı işçiler, çok sıkı istihdam kurallarını ihlal etme gerekçesiyle, her an bir bölgeden ihraç edilebilirler. Hiçbir Afrikalının, Güney Afrika’da arazi edinme hakkı yoktur. Şimdiki hükümetin, “rezerv”lerde bile onlara böyle bir hak tanımaya niyeti yok zaten. İnsanların kendi ırk grupları dışında arkadaş ya da tanış seçmeleri, tam anlamıyla imkânsız değilse de, çok zordur. Sokağa çıkma yasakları, Afrikalıların 21.00’den sonra bölgeleri dışında olmalarını önler. Farklı ırklardan kişiler, birlikte eğlenme, kültür ya da spor temasında bulunma hakkından yoksundur. Farklı ırklardan kişiler arasında cinsel ilişki, 1950 yılının Ahlaksızlık Yasası ile yasaklanmıştır. Bu suçtan, hep beyaz erkekler ile Afrikalı, melez ve Asyalı kadınlar mahkûm oluyor.



Derleyen: Sevin Okyay | Milliyet Sanat Dergisi -Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________




İspanya’da Franko’nun baskı döneminde, yersiz- yurtsuz bir tablo, tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplamıştı: Guernica. Sivil barbarlığı lanetleyen bu tablonun, bir ölüm suskunluğu içinde geçen sürgün hayatında yükselen suçlama çığlığı, diktatörlüğün son gününe, resmin daha önce hiç bulunmadığı bir yere, ülkesine tekrar iadesine kadar, çocukların feryatları ve bombacıların şamatasıyla karıştı. Belki de “Dünya Sanatçıları Apartheid’a Karşı” sergisinin doğmasında bir esin kaynağı oluşturdu Guernica.

Ama diyor, Fransız filozof Jacques Derrida, “Guernica yine de tek bir sanatçının eseriydi ve Picasso, yalnızca kendi ülkesine değilse bile, kendi ülkesine de ve her şeyden önce kendi ülkesine hitap ediyordu. Bu sergi ise öyle değil. Burada tek yapıt, birçok yapıt halini almış ve tüm ulusal, kültürel, siyasi sınırları aşıp geçiyor. Artık bir olayı anmıyor, temsil de etmiyor. Bir kıta adını vermemizi önerdiğim şeye, sürekli bir bakış atıyor, çünkü hep bakar tablolar. “Kıta” sözcüğünün tüm anlamı ise, dilediğini yapabilir kişi.

Dünya Sanatçıları Apartheid’a Karşı Birliği, 21 Mayıs 1982’de Paris’te 1901 sayılı yasa uyarınca kurulmuş ve kâr amacı gütmeyen bir örgüt. Amacı, sergiler, afiş yapımı ve satışları, konserler vb. etkinliklerle, dünyanın her yanındaki insanları, Güney Afrika’daki ırk ayrımı sorunu konusunda bilinçlendirmek. Birlik aynı zamanda, ırkları, dinleri ve renkleri ne olursa olsun o ülkenin tüm halkının, Birleşmiş Milletler’in ilgili kararları ve Evrensel İnsan Hakları Bildirisi uyarınca, özgür ve demokratik bir toplum kurmasına katkıda bulunmayı amaçlıyor.


İspanyol sanatçı Antonio Saura’nın başkanlığını yaptığı Birlik Yönetim Kurulu’nun ikinci Başkanı Brezilyalı Gontran Netto. Yürütme Sekreterliğini Fransız Ernest Pignon-Ernest, sekreterliğini ise yine Fransız Chantal Bonnet üstlenmiş. Birlik bugüne kadar biri “Apartheid’a Karşı 15 Sanatçı” adı altında gezgin bir afiş sergisi, biri de “Apartheid’a Karşı Sanat” olarak adlandırılmış ve 85 sanatçının katıldığı yine gezgin bir sergi gerçekleştirdi. Dünya galasını 22 Kasım 1983’te Paris’te, Ulusal Grafik ve Plastik Sanatlar Vakfı’nda yapan iki sergi, dünyanın tüm önemli başkentlerini dolaşıyor ve seçkin sanatçıların yapıtları, “Apartheid’sız” bir Güney Afrika’da, ilk demokratik yönetime armağan edilecekleri günü bekliyor.


“İNSANLIĞA KARŞI İŞLENEN BİR SUÇ”

İki serginin yanı sıra, Birlik yine “Apartheid’a Karşı Sanat” adı verilen ve bir anlamda “serginin kitabı” olan bir katalog da yayınlandı. Bu katalogda, iki sergideki sanat yapıtlarının röprodüksiyonlarının yanı sıra Jorge Amado, André Brink, Michel Butor, Julio Cortazar, Basil Davidson, Jacques Derrida, Allen Ginsberg, Juan Goytisolo, Edmond Jabes, Albert Jacquard ve Michel Leiris’in de Apartheid konusunda birer metinleri var. Ayrıca 22 dakikalık bir film de, Jacques Derrida’nın rehberliğinde, ikisi Avrupalı, biri Afrikalı üç büyük ressamı, Titina Maselli, İba Ndiaye ve Wolf Vostell’i tanıtırken, sergiye gönderilecek tabloların hazırlanmasına da tanıklık ediyor. Üç ressamın son rötuşlarını yaptıkları tablolar kanvaslarında gösterilirken, tablo ve söyleşilere film arşivlerinden alınan karelerle siyahi Güney Afrikalıların Apartheid’a karşı mücadeleleri de eşlik etmekte. Hiçbir yorumun yer almadığı filmde, yalnızca Edmond Jabes ve André Brink’in sergi kataloğu için yazdıkları metinlerden parçalar okunuyor.


Ayrı ayrı olma anlamına gelen Apartheid, Güney Afrika Hükümeti’nin, kendi ırk ayrımı, baskı ve sömürü politikasına taktığı ad... Bu resmi politika sayesinde, Güney Afrika’da nüfusun yüzde 16’sını oluşturan, ama milli gelirden yüzde 67 pay alan beyaz azınlık, Afrikalı, melez ve Asyalı nüfus üzerinde hükümranlığını sürdürüyor. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1973 yılında Apartheid’i insanlığa karşı işlenen bir suç” olarak tanımlamıştı. Apartheid’a Karşı Dünya Sanatçıları Komitesi, 10 Aralık 1981’de işte bu insanlık dişi uygulamayı protesto etmek, ırk ayrımının kurumsallaştırılmasına karşı çıkmak ve ortadan kalkmasına katkıda bulunmak üzere kuruldu. Bunu, 21 Mayıs 1982’de Apartheid’a Karşı Dünya Sanatçıları Birliği’nin kuruluşu izledi. 22 Kasım 1983’te, “Apartheid’a Karşı Sanat” sergisi Paris’te, Birleşmiş Milletler Apartheid’la Mücadele Özel Komitesi’nin maddi ve manevi desteğiyle açıldıktan sonra, 5 Aralık 1983’te de Komite’nin Başkanı Nijeryalı Yusuf Maitama Sule, Apartheid’a Karşı Kültür Vakfı’nın kuruluşunu müjdeledi. Vakıf, sanatçılar ve diğer kültür adamlarının katkısı ile ve kültür aracılığıyla, Güney Afrika’da Apartheid uygulamasının kaldırılmasına yönelik uluslararası girişimleri teşvik amacını güdüyor. Vakıf’ın mal varlığını ise, sergiye katılan ve uluslararası alanda üne sahip 85 sanatçının bağışladığı sanat yapıtları oluşturuyor.


“IRKÇILIĞIN SON SÖZÜ”

İnsan vakarı ve özgürlüğüne olan inançlarını bağışlarıyla açıkça vurgulayan sanatçıların yapıtlarından oluşan koleksiyon, önemli başkentlerde sergilendikten sonra, Apartheid’a karşı kurulacak bir müzenin temelini oluşturacak. Bu müze ise, tüm Güney Afrika yurttaşlarının oyları ile seçilecek ilk özgür ve demokratik hükümete armağan olarak sunulacak. O zamana kadar koleksiyon, Apartheid’a Karşı Dünya Sanatçıları Birliği tarafından muhafaza ediliyor.

Jacques Derida, sergi kataloğundaki yazısında, Apartheid’i “Irkçılığın Son Sözü” olarak tanımlıyor ve “Dünyadaki son ırkçı yönetimin, dünyanın en ileri ırkçılık uygulamasının benzersiz adı olarak kalsın Apartheid diyor. “Böyle kalsın ama, bir gün gelecek, yalnızca insanların belleklerinde varlığını sürdürecek bu sözcük.

Henüz anı olmamış bir anı. Belki bu serginin zamanlaması da öyledir. Hem acil, hem zamansız çünkü. Kendini ortaya koyuyor ve zamana bırakıyor her şeyi... Bahse tutuşuyor ve o bahsin çok daha ötesine gidiyor. Şimdiye bel bağlamadan, resimle suskunluğa çok yakın bir önsezi koyuyor ortaya yalnızca Apartheid’in ortadan kaldırılmış olacağı bir geleceğin dikiz aynasından görünüşü bu.O zaman, anının suskunluğuna hapsolunmuş, terkedilmiş bu isim, artık kullanımdan kalkmış bir terime indirgenmiş olarak, kendi kendine yankılanacak. Adı olduğu şey ise, var olmayacak artık... Onun için bir sunu diyemeyiz bu sergiye. Burada şimdi de var olan, şimdi sunulabilecek olan hiçbir şey verilmiyor çünkü. Yarının dikiz aynasında son, nihai ırkçılığın birçok ırkçı yönetimin sonuncusunun yansıması sergilenen, yalnızca o...

Böylece her şey sürgünde başlıyor. Sürgünde doğan sergi, doğumun coğrafyası kavramına uygun olarak, “doğal” bölgesinde zorunlu iskâna, varlığıyla tanıklık ediyor. Hiçbir zaman varacağı yere ulaşamasa bile, sonsuza kadar sürecek bir kaçışa da mahkûm olsa, salt bir başarısızlık ya da umarsızlık simgesi olmayacak. Bir şeyler söylemeyi hep sürdürecek, hem de bugünden şimdi duyulacak bir şeyler...


SERGİYE KATILAN SANATÇILAR:

Magdalena Abakanowicz, Carl Andre, Arman, Eduardo Arroyo,


José Balmes, Horia Bernea, Patrick Betaudier, Max Bill, Christian Boltanski, Mark Brusse, Alberto Burri, Rafael Canogar, Ràfols Casamada, Lourdes Castro, Leonardo Cremonini, Carlos Cruz-Diez, Cueco,


José Luis Cuevas, Jean Dewasne, Mel Edwards, Erró, Fluoman, Franta, José Gamarra, Mario Gruber, Josep Guinovart, Richard Hamilton, Jeoren Henneman, Jacques Hurtubise, Gavin Jantjes, Donald Judd, Olle Kaks, Andres Kjaer, Konrad Klapheck, Jiri Kolář, Wifredo Lam, Lous Le Brocquy,


Julio Le Parc, Sol Lewitt, Roy Lichtenstein, Bengt Lindström, Lucassen, Lucebert, Sultana Maitec, Valente Ngwenya Malangatana, Titina Maselli, Roberto Matta, Jean Michel Meurice, Pedja Milosavljević, Robert Motherwell, Iba Ndiaye, Gontran Netto, İon Nicodim,


Claes Oldenburg, Achille Perilli, Cesare Peverelli, Tom Phillips, Ernest Pignon-Ernest, Concetto Pozzati, Mehdi Qotbi, Arnulf Rainer, Robert Rauschenberg, Paul Rebeyrolle, Larry Rivers, Vicente Rojo, James Rosenquist, Antonio Saura, Boghossian Skunder, Jesus Raphael Soto, Pierre Soulages, Klaus Staeck, Saul Steinberg, Yasse Tabuchi, Emilio Tadini, Antoni Tápies, Joe Tilson, Twins Seven Seven, Günther Uecker, Manolo Valdés, Vladimir Veličkoviç, Claude Viallat, Wolf Vostell, Jack Youngerman, Enrique Zanartu ve Zao Wou-ki.



Milliyet Sanat Dergisi -Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________




1980’ler, baştan bu yana, Güney Afrika’da siyahların giderek artan heyecanlı bir başkaldırı hareketine sahne olmaktadır.

Beyaz azınlık yönetiminin uzlaşmaz ve baskıcı tutumu da artık bu coşkulu harekete istemese de katkıda bulunmaktadır.

Böylesine fırtınalı bir dönemi, hemen hemen tüm Kara Afrika, 1960’lı yılların başlarında da yaşamıştı.

Kuşkusuz tüm bu hareketler kendi çapında toplumsal, politik ve entelektüel düzeyde hazırlıkların olgunlaşması sonucu gerçekleşmiştir. Edebiyatta Batı Hint Adaları’ndan Rene Maran’ın gerçek bir zenci romanı olarak nitelendirilen “Batouala” adlı yapıtı tüm Afrika için öncü çalışmalardan biri olmuş, de Maran, Goncourt Ödülü’yle onurlandırılmıştı. Maran’ın yapıtı Batı’nın uygarlaştırma ve sömürgeleştirme misyonunun geleneksel anlayışına güçlü bir karşı çıkıştı, üstelik Batı kamuoyunun bilincini sarsmasıyla da ayrı bir anlam kazanıyordu.

Aynı etkileşim ve oluşum sürecinden geçen Güney Afrika edebiyat da kendi içinde başından beri özellikle dildeki ayrımıyla üç eğilimi içinde taşıdı.

Güney Afrika Yerli Edebiyatı: Bantu dillerindeki edebi çalışmaların 19. yüzyılın misyoner okullarının kurulmasıyla başladığı söylenebilir. Aslında Bantu ve öteki yerli dillerinin sözlü edebiyat geleneği epey eskilere dayanmaktadır. Ağızdan ağıza, yakın zamana dek gelen sözlü geleneğin ürünlerinin kuşkusuz, Batı edebiyatı biçimlerini etkilediği hatta birçok yazarın bu ögelerle çalışmalarını zenginleştirdiği görülmektedir.

Yerli dillerindeki ilk çalışmalar dinsel kitaplardır. Misyoner yönetimi bir süre sonra sorgulanmaya başlar. Afrikalı yazarlar, daha başlangıçta, kendi zengin hikâye, şiir, şarkı, mit, söylencelerini Batı’dan uyarlanan roman, drama, ilahi ve ölçülü şiirlerde kullanırlar. Bu dönem roman karakterlerinde Hıristiyanlığın etkisi çok yaygındır. Şiirde Bantu dillerinin fonetik yapılarına uymayan ilahi ve ölçülü şiir denemelerine girişilmiş, kendi kültürel kalıtlarının bir parçası olan kahramanlık şiirleri tekniğinin kullanılmasıyla da şiire bir olgunluk gelmiştir.

Bu eleştiriler çoğu yerli yazara ve ozana yöneltilebilir. Ancak içlerinde bir kısmı da kendine özgü bir yol tutturmuşlardır. Sotho dilinin ustası yirminci yüzyılın ilk Afrikalı yazarı Thomas Mofola, bir yerli kahramanını anlattığı “Chaka” (1925) adlı kitabıyla halkına ilk klasik yerli romanını kazandırmıştır.

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde felsefe, sanat ve edebiyatta yeni akımlar genelde Avrupa toplumunun kültürel değerlerini sarsmış, geçmişin birçok değerleri dokunulmazlığını yitirmeye başlamıştı. Bir yandan Marksizm uluslararası bir güç haline gelirken, öte yandan faşizm Almanya, İtalya ve İspanya’da zafere ulaşıyordu. Entelektüel, politik ve ekonomik çöküntü ve bunların getirdiği kesin zıtlaşma, beyaz olmayan dünyada yakından izleniyor ve yavaş yavaş kıpırdanmalara yol açıyordu.

Bu atmosfer içinde bazı siyah yazarlar Batılıların yanlışlarını ve ikiyüzlülüklerini daha yoğun biçimde eleştirmeye başladılar. Bu, filiz halindeki çabaya kimi Batılı bilimadamları da katıldı, Levi-Strauss’un “Kültürsüz hiçbir halkın olmayacağı” biçimindeki belirlemesine, Kara Afrika’da “Siyah uygar olmadığını ileri sürmenin yanlışlığını” savunarak bu düşünceyi pekiştirdi: “Siyah bir uygarlık vardır ve aydın insanın görevi onu yeniden keşfetmek ve canlandırmaktır. Kültürel Devrim!... Savunma Edebiyatı!.. Sömürgeci boyunduruğun üzerine yürümenin ilk belirtileriydi bunlar.

Ne var ki zülfüyare dokunulunca beyaz azınlık yönetiminin sözde demokrasi anlayışının sırları dökülmeye başlar.
Yönetimin yerleştirmeye çalıştığı Bantu eğitim izlencesi ve ırkayrımcı politika kendini her alanda gösterir.

Tüm bu sert çıkışlara karşın, yerli edebiyatçılar bir çevre halinde seslerini duyururlar. Daha sonra 1960 kuşağını etkileyen bu edebiyat grubu birbiri ardından ürünlerini verir. Daha sonra gelenler, çalışmalarında, siyah miraslarından gittikçe onur duyan gerçekçi bir yaklaşım kadar çağdaş Afrika toplumunun eğilimlerini, kızgınlığını ve kendilerine güven anlayışlarını yansıtırlar.

Düzyazı, şiir ya da her iki alanda da ürünler veren Nguni grubundan birkaç yazar dikkat çeker:
R.R.R. Dhlomo, B.W. Vilakazi, J.K.Ngubane, S.L.Nyembezi, A. C. Jordan ve Mazisi Kunene

Kunene’nin “Zulu Şiirleri” (1970) bu büyük yerli ulusun felsefi sistemi, aktöresi kendi gerçeklik ve deneyimlerini anlatmasıyla ünlüdür.

Goodwill Mama, Bertrand Bomela, Alton Mqhaba, M. Ngcobo, H.Ntsanwisi, Ramathe, C. Phatudi, G. Mzamane,
S. Burn-Ncamashe, O.E.Nxumalo, M.Makgaleng, J.Ramala yerli dilerinde ürünler veren öteki yazarlar arasında sayılır.

İngilizce Güney Afrika Edebiyatı:

  • İlk önemli Güney Afrika romanı, bir Afrika çiftliğindeki yaşamı yerel ve uluslararası sorunlarla içiçe anlatan liberal yazar Oliver Schreiner tarafından yazılmıştır (1883).

  • Afrika’da İngilizce yazının öncülerinden sayılan W. Plomer, romanlarında ırk ilişkilerini temel almasıyla tanınır. 1920-50 arasında başka alanlarda da ürünler veren Plomer, bazı eleştirmenlerce G.Afrika’nın yetiştirdiği en önemli kısa öykü yazarı olarak değerlendirilir.

  • Türkçeye Ağla Sevgili Yurdum adıyla çevrilen “Cry, the Belowed Country” (1948) romanın yazarı Alan Paton da uluslararası üne sahip bir başka G. Afrikalı beyaz yazar Debbie, Go Home (1961) adlı öykülerinde de aynı çizgiyi sürdüren Paton, yapıtlarında sevgi ve anlayışın her şeyi düzeltebileceğini işler. Bir konuşmasında “Ben yine de G.Afrika’nın ciddi ve derin sorunlarının çözümünün kuvvet kullanarak sağlanamayacağının anlaşılacağı günü beklemekteyim derken bu çizgisini sürdürür.

  • Nadine Gordimer ilk romanı “The Lying Days”le (1961) kısa zamanda çok tutulur. Ancak onun asıl başarılı ve dikkat çekici yani “Not for Publication”daki (1965) öykülerinde ortaya çıkar. “A Guest of Honour” Gordimer’in ününü pekiştirirken son yıllarda Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen birkaç G.Afrikalı’dan biri olur.

  • Dan Jacobson “The Beginnenrs” (1966) ve toplu kısa hikâyelerinde kısıtlı bir ortamda da olsa iğneleyici gülmece türünün özgün örneklerini verir. “Beggar My Neighbour, 1964”, “The Price of Diamonds”, “The Evidence of Love” ve “The Confessions of Josef Baizz” kitaplarından başlıcalarıdır. Şimdi Londra’da yaşamaktadır.

Güney Afrika, Melez Edebiyatı:

  • Peter Abrahams, melez G.Afrikalı edebiyatçıların ilklerindendir. “Tell Freedom: Memories of Africa”, (1954) ile yazın dünyasına atıldıktan sonra ırkçılar tarafından yönetilen bir ülkede sürekli, horgörülmekle karşı karşıya kalan bir melez olarak yaşamın acılığına katlanamayıp daha 20’sindeyken yurdunu terketmiştir. Abrahams ilk ürününü 1942 de vermekle birlikte, asıl ününü “Song of the City” (1945), “Mine Boy” (1946), “Wild Conquest” (1950) ve “A Wreath for Udomo” (1956) adlı romanlarıyla sağlamıştır. Yazar son olarak yazdığı “This Island Now” (1967) adlı romanında bir adadaki diktatörlüğün yerine kurulan yeni yönetimin daha büyük baskılar doğurduğunu anlatarak tüm baskı yönetimlerinin bir eleştirisine girişir ve sömürgelikten kurtulan ülkelerin bir an önce siyasal olgunluğa kavuşmalarının gereğini vurgular.

Abrahams’ı ondan oldukça farklı ve açık yaklaşımıyla bir başka ünlü melez yazarın izlediğini görüyoruz:
  • Alex La Guma. La Guma, kısa hikâyelerinde “A Walk in the Night” (1962), çoğu Afrikaancadan alınan melez İngilizcesini kullanır. “And a Threefold Cord” (1964), “The Stone-Country” ve “I the Fof of a Season’s End” (1972) * adlı romanları La Guma’nın üç önemli çalışmasıdır. Abrahams ve diğerlerinin yumuşaklığı La Guma’da yerini daha kesin, ırkçı yönetime karşı sert ve özdekçi bir çizgiye bırakmıştır. La Guma, bu üslup ve ifade özelliklerini doğal olaylarla iç içe anlattığı sıradan insanların davranışlarını yansıtarak birleştirir. Birçok romanı, ırkçı yönetime karşı örgütlenmiş halkın mücadelesini anlatır, kendisinin de böyle bir hareket içinde yer alması ve hatta birkaç kez yönetimce hapse atılması yazarın anlatımının daha da zenginleşmesini sağlamıştır. Şimdi yurt dışında yaşamaktadır.

  • Düzyazı denilince akla ilk gelen Lewis Nkosi’dir. “Home and Exile” (1965) Nkosi’nin toplu düzyazılarından oluşur. Fransa’da oturan Nkosi, Afrika üzerine bir dergi çıkarmaktadır.

  • Öte yandan Ezekiel Mphahlele’nin “Down Second Avenue (1959) adlı özyaşamöyküsü şimdiden bir G. Afrika klasiği olmuştur. Nkosi olsun, Mphahlele olsun her ikisi de oluşumlarında önemli bir zemin sağlayan “Drum” adlı dergide çalışmışlardır. “Drum” şimdi de 70 sonrası kuşağının yetiştiği ve ürünlerini verdiği bir okul niteliğini sürdürmektedir.

  • Jackie Heyns “Drum”ın yazarı, Stan Motjurwadi editörüdür ve alanlarında en iyi satiristler arasındadır.

  • James Matthews, eski kuşaktan olmakla birlikte yeni neslin örnek aldığı ustalardan biridir. Aynı zamanda Black Publishing House’ın editörlüğünü yapmaktadır.

  • Mafika Gwala ve J.Matthews edebiyatta “korkunç ikizler” olarak bilinirler. Gwala, siyah bilinç üzerine deneme ve konuşmalarını bir kitap haline getirmektedir. Basılmamış pek çok hikâyesi vardır.

  • Mbulelo Mzamane denemeci ve kısa hikâye yazarıdır.

  • Bessie Head 70 sonrası kuşağın en çok tanınan kalemlerindendir. Şimdi Botswana’da yaşamaktadır.

Sipho Sepamla, Soweto Katliamı’nı dile getirdiği “The Soweto I Love” adlı şiir kitabıyla dikkatleri üzerine çekmiştir.
Yakın zamanın en ünlü şairlerinden biridir.

Ahmet Essop, Miriam Tlali, Mothobi Mutloatse, Xolie Guma,
Mango Tsahabangu, Achmed Dangor, genç kuşağın önde gelen yazarları arasındadır.
Bunların eserlerinin çoğu 1978’den bu yana ırkçı yönetimce yasaklanmıştır.
Bazı yapıtları siyah direnişin “el kitabı” haline gelmiştir.
Todd Matshikiza, Can Themba gibi ünlü yazarların kitapları da 1950’li yıllardan yakın zamana dek yasaklanmıştı.


Öte yandan siyah direnişin politik önderlerinin yapıtları da birçok sanatçıyı etkilemesi yönünden ilginçtir. Nelson Mandela’nın “No Easy to Freedom”u ve gençlik önderlerinden Steve Biko’nun “I Write What I Like” bu türdeki önemli yapıtlardandır. “Call Me Not A Men” adlı kitabıyla tanınan Mtutuzeli Matshoba, Biko’nun eylem arkadaşı ve izleyici Toivo Herman Ja Toivo Namibya’nın Mandelası olarak bilinir. Kısa hikâyeleriyle dikkati çeker.


Siyah direniş hareketi ve siyah edebiyatçılar birçok Afrikan edebiyatçısı tarafından desteklenir. Onlar da siyah ulusun mücadelesini savunur ve siyah ve beyazların birlikte sevgi dolu bir ortamda yaşamalarını işlerler. Daha geçenlerde Fransa’da Femina Ödülü’nü kazanan ve aynı zamanda Nobel adaylarından J.M.Coetzee ve yine Nobel Ödülü’ne aday gösterilen Andre Brink, beyaz yazarların en başarılıları arasında sayılmaktadır. J.M. Coetzee’nin “Barbarları Beklerken”i ve Brink’in “A Chain of Voices” adlı romanları bir süre önce Türkçeye çevrilmişti.


_______________________________________________________________________________________________
* La Guma’nın bu yapıtı Kaynak Yayınları’nın sürdürdüğü Afrika Dizisi içinde yakında çıkacaktır.



Mesut Akın | Milliyet Sanat Dergisi -Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________




Savaşa barış günlerinde belli bir uzaklıktan bakmak, hem zorunluluk hem de sağduyunun gereği.
Onu görmek gerektiği gibi görebilmek için.
Bir toplam çizgisi çekip bilanço çıkarmak, tek başına kalınsa bile belli bir bilinç yaratmak için.

Çünkü, zaman, acıyı barışa üstün tutma zamanı değil artık.

Halide Edip, Ateşten Gömlek’i Sakarya Ordusu’na adamıştı. O günleri, savaş, karanlık içinde kıpkırmızı akıyordu diye anlatır. Romancı, yüzyılın ilk çeyreği nerdeyse sona ererken olgunluk yaşlarında sayılabilir. Dağarında ateşi ve barışı yeterince tanıyacak bir yaşam deneyimi biriktirmiş. Bu nedenle, bir bakıma daha da ileri gidip, ordu ve savaş, birtakım insanlar için özel hayatın bile önüne geçmişti diye o günün koşullarını tanımlıyor.

Haklı da.

Gerçekten, yirmili yılların başlangıcında, yalnız Anadolu değil tüm yeryüzü yeni bir heyecan ve oluşumun örsünde dövülüyordu.
Geleceği biçimlendiren bir çekiç altında.

☆☆☆

Şiddetin zaferi olabilir mi?
Özellikle de günümüzde?

Osmanlı iktidar geleneği bir yanda kalsın. Asya’dan bir başka örnek, Japon yönetmen Akiro Kurosava’yı düşünelim; diyelim ki, daha güncel olduğu için. Yoğun bir şiddeti yansıtan, amansız acıyı -kardeş ölümleri- gündeme getiren Ran’dan sonra, yönetmen şiddet ve savaştan nefret ederim demişti. Zaten Ran, sözkonusu karmaşık nefret ilişkisini dinmez bir hırsı, yüksek düzeyde bilince dönüştüren çağdaş boyutlu bir sanat ürünü değil mi temelde?

İnsanlığın uzun yürüyüşünün vardığı günümüzdeki noktadan geriye dönüp bakınca ne görülüyor? Toprağın tarihin ve savaşların yavaş yavaş örttüğü sayısız insan yaşamından katmanlar. Rüzgâr önünde uçuşan renk renk bayraklarıyla savaşçılar, küçük konuşmalar, kopuk sözcükler, belirsizlikle yüklü göndermeler ve sis içindeki -ne soyut ne somut- noktalamalar. Kısaca, zamana kafa tutan birtakım gizemli fısıltılar...

Bir bakıma, Yaşam ya da Hiçbir Şey’de olduğu gibi. Tavernier’nin bu savaşsız savaş filmini -dilimize Aslolan Hayat diye geçmişti- seyrederken, uzaktan uzağa, Türk Beşleri’nden birinin senfonik şiiri kulaklarımda yankılanmıştı. Açıkça ürperdim, o sırada.

İspanyol düşünür, Yaşamın Trajik Duygusu’nun yazarı “Ölmek istemiyorum. Hep, hep ve hep yaşamak istiyorum demişti, ölmeden önce.
Bu sözler, insanlığın hiç değişmeyecek en eski, en kalıcı dileği, ortak sesi değil mi?

Unamuno’nun düşüncesi üstünde durulmaya değer: İnsanı “yokolmak için savaşan bir varlık” olarak tanımlıyor yazar. O halde, eğer yoketme amacı kalkarsa, kaldırılabilirse, savaşlar da önlenmiş olacak demektir. Öte yandan, bugüne dek savaşlar neyi çözümledi? Aslına bakılırsa, sorunları ya erteledi, ya da değiştirdi.

Yeşil çuhası sayısız genelkurmay haritalarıyla tıkabasa dolu o uğursuz masayı bir yana bırakalım. Üstüne değişik kozların sürüldüğü, şu ya da bu topluluğun çıkarlarının temsil edildiği yuvarlak masayı. Görüşmeler, ölümcül noktaya varmadan, yani barışçı yoldan belli bir çözüme kavuşturulabilir günümüz koşullarında. Bunun için ödenecek bedel çok ağır olsa bile, savaşın ve ölümün yanında gene de hafif kalacaktır kuşkusuz.

Sanırım, savaşın artık bir yazgı olmadığını düşünme/irdeleme çağına ulaştık. Olsa olsa, bir sabırsızlık tutkusu sayılmalı savaş. Hem, nice kanlı kapışmanın öncesinde, İsparta Kralı Meneleos’un güzel eşi Helena’nın bile hiç var olmadığını anladık iyice. Çünkü o hesap edilmiş, imal edilmiş beyaz bir hayaletti. Çoğu kez kitlelere sunulan, yapay ve amaçlı haberler gibi. Yani gerçeklerin çekiciliği yüksek düzgünlü-rastıklı biçimi.

Bu yüzden, savaşlan yakından tanıyan deneyimli bir yazar, Hemingway bile, savaş, karanlıktır diyor.
Kuşkusuz bilinmezlikleri, söylenmeyenleri amaçlayarak böyle diyor.

Savaş gazeteciliği çizgisinin -tıpkı kısa öykü türünde olduğu gibi- öncülerinden sayılması gereken Stephen Crane’in “Active Service” öyküsünü okumuş olmayı isterdim. Rimbaud gibi genç ölen Crane, bu öyküsünde, Okyanus-ötesi topraklardan gelip Osmanlı İmparatorluğu’nun son savaşlarından -aynı zamanda son yenilgilerinden- birini anlatmakta. Tanık olduğu Türk-Yunan Savaşı’nı (1897). Ne tuhaf, yıllar sonra, bu kez de bir İngiliz tarihçi, ama gazeteci kimliğiyle 1921-22 Türk-Yunan çatışmasında yer aldı.

Batı’da Dreiser’dan Dos Passos’a uzanan bir çizginin ilk halkasını Crane oluştururken, yakın komşumuzda genç Tolstoy, birincilerden yarım yüzyıl önce, asker olarak Kırım Savaşı’na katılıyordu. Derin, dikkatli bir gözlemci bakışıyla duygulu bir dille anlattığı Sivastopol Öyküleri başlıklı ilk yazılarında, büyük romancı ilginç bir öneri kendi deyimiyle “anlamsız” karşılansa bile Tolstoy’a göre, gerçekten çapraşık siyasal sorunların tek çözüm yolunun savaşmak olduğu ortaya çıkıyorsa, neden her iki yakadan birer kişi teke tek döğüşmüyor? Savaşanların sayıları ne olursa olsun, hiçbir çözüm ötekinden daha mantıklı olmayacak nasıl olsa?”

Öyle ya, yöntem ya da biçimi değişse bile, savaşın mantığı var mı?
O halde, eğer ortada gerçekten bir mantık yoksa, Tolstoy’un önerisi en azından daha insancıl bir öz taşımıyor mu?

Savaş, doğasında bir çılgınlık mayası taşıyor. Ayrıca, insanların kendileri de böyle çılgınlıklar üretiyor durmaksızın. Savaş ve Barış yazarının bu konudaki düşünceleri, yoğunlaştırılmış bir anlatım biçimiyle, işte bunlar! Dahası, kendisi ölçüsünde başkalarının da bu düşünceleri, üstünde durmaya, kafa yormaya değer “olağan bir yaratıcılık” biçimi saymadığı için üzüntü duyuyor.

Yanılıyor muydu acaba?
Sanmıyorum.

Çünkü, Tolstoy, temelde bir savaşçı ruhuna sahip değil.
Ancak insancı yaratıcılıklardan oluşmuş, zengin, büyük ve yüklü bir geçmişle yetinen bir insan.
Romain Gary’nin “uçurtma”sı gibi, hiç tükenmeyecek bir umut niteliğiyle barışı simgeleyen güçlü bir ana damar!

Üstelik, savaşı çılgınlık olarak kabul ettiğine göre, onun gözünde barışı savunmak da aklı savunmak demek!

☆☆☆

Sanatçı yaratıcılık yazmak da, elbet bunun içinde bir yerde alabildiğine özgürlükse, ölüme meydan okurcasına ölümsüzlüğe sıvanan bir edimse, bunu dengeleyecek biricik tutarlı amaç geri dönüşsüz bir barış altyapısını kurmak niçin olmasın? Nasıl savaş, iç ve dış örgütlü güçlerin kendine biçtiği ve bugüne dek vazgeçmediği temel bir işlevse, bunun karşıtı konumda yer almak da doğal anlamda yazara özgü bir tavır sayılmalı. Bireysel / toplumsal ölçekte, bir çeşit yaşama içgüdüsü..

Kuşkusuz, bu rolü abartılı gören, gerçekçi bulmayan değerlendirmeler de olabilir.
Sözgelimi, Manès Sperber.

“Edebiyatın Etkileri” başlıklı denemesindeki şu vurgu dikkat çekici:

Yazarlar zaman zaman siyasette belli bir rol oynamışlardır ancak bu rolün önemli olduğu ender görülmüştür; yön verici olduğuna ise, hiç rastlanmamıştır.

Swift, Defoe, Voltaire, Goethe, briand, Lamartine, Hugo, Zola, Anatole France, Barrès ve Malraux kamuoyunu sık sık etkilemişler; dahası, bunların bir bölümü bakan ya da düşünce savaşımlarının odak noktası olmuş; ama, ülkelerindeki siyasal güçleri etkileyememişlerdir.

Kalem ürünlerine gelince, Sperber bu konuda da iyimser görünmüyor: Savaş üstüne yazılan kitapların çoğu başarı kazanmıştır, diyor Alman denemeci, bu kitapların isimleri bugüne dek unutulmamıştır; ama okuyucusu hemen hemen kalmadı.

Yargı ne olursa olsun, aldığımız sonuçlara bakılınca kalıcı ve belirleyici bir etkiden sözetmek güç.

Bununla birlikte Sperber, bu kitaplar, Avrupa’nın, savaştan anlamsız bir kitle kıyımı ve kitlesel bir intihar olarak nefret etmesine hiç kuşkusuz katkıda bulundular demekten de kendini alamıyor.

Diyelim çağdaş barış kuşakları yetiştirmek, barışın mantığını yerleştirmek, altyapısını kurmak ve güvenceye almak, bir “barış suçu” kavramı yaratmak, benzer yapısal dönüşümlere oranla çok daha zor. Doğru! Ama, yakın geçmişte gerçekleştirilmiş olumlu bir başka örnek var önümüzde kimi ressamların, düşünürlerin ya da romantik akim ozanlarının sanayileşme hareketi üstündeki etkileri. Bu kalem ve fırçaların, yılmaksızın, enerjinin anası ve taşıyıcısı olan “doğa” düşüncesi üstünde durmasını kim unutabilir? Romantik şiirin doğaya yönelişini temsil eden S. Taylor Coleridge’in yazdığı ‘Eski Denizcinin Şiiri’, enerji ebedi hazdır diyen W. Blake’in şiir ve resimleri, öteki Göl Şairleri’nden Wordsworth’un doğayı insana heyecan veren yeni bir öğe olarak kutsaması, “Tintern Manastırı” şiirinde söylediği gibi doğa benim için her şey demesi, kolayca belleklerden çıkmayacak kuşkusuz.

O halde, benzer biçimde, eski yeni birtakım yazarlar kuşağı, barış üstünde niye etkili olmasınlar?

Bu bir düş, diyenler çıkabilir.
Sanılarını güçlendirmek için de Refik Halit Karay’ın Bir Ömür Boyunca’sını ileri sürenler çıkar elbet.

Ünlü sürgün-yazarımız, kitap oylumunda yeni yayımlanan sözkonusu anılarında şöyle diyor:

Bizim edebi nesilden çoğu askerlik görevini hocalık-mocalık bir şeyler elde ederek yapmadı; fakat bu durum ateşli vatansever olmalarını önlemediği gibi, ateşli vatan muharriri, vatan hatibi yahut savaş yanlısı kesilmelerine de engel teşkil etmemiştir.

Tabii Ahmet Haşim’i ayırdetmek gerek, zira Çanakkale savaşlarında bile bulunmuştu.

Oysa, savaş karşıtı Alman yazarlar kuşağını ele alalım bir kez.
Glaeser, Erich-Maria Remarque, Theodor Plievier,
sonra Fransızlar Barbusse,
daha sonra Sovyet yazarları Simenov, Ehrenburg, ötekiler,
hepsi ateşin içinden gelip ona nasıl karşı olduklarını dile getirdiler.

Barış, ateşten çıkarılmış yakıcı bir ders...
Biricik yaşam biçimi. □



Uğur Kökden | ADAM SANAT - SAYI: 70 - EYLÜL 1991