Aydında Aşağılık Duygusu



Yazıya başlarken “Osmanlı aydınında aşağılık duygusu” diye başlık atıyordum, biraz düşündüm, “Türk aydınında” da diyebilirdim. Salt “aydında” karar kıldım, ama doğru bir iş yaptığıma emin değilim, çünkü bizim dışımızdaki aydınlarda böyle bir sorun var mı, yok mu, kestiremiyorum şu anda; varsa da bunca kapsamlı görünmüyor. Her ne ise, okuyup araştıralım da, kendiliğinden çıkar belki ortaya.

“Edebiyat Cephesi” dergisinin Temmuz 1980 sayısında Yalçın Küçük, “Sabahattin Ali ve Ölümü” başlıklı uzun bir yazı yazmış, yitirdiğimiz yazar üstüne yayımlanmış üç kitabı eleştiriyor. Eleştirilerini doğru, yerinde buldum. Yazısından birkaç alıntı yapmama izin versin.

Şöyle başlıyor:

Bizler, Türkiyenin ‘solcuları’, özellikle ‘solcu aydınları’, ölümü pek severiz. Ama normal ölümü değil. Poliste ölmeyi severiz. Hem de çok. MİT’te ölmeyi ise daha çok severiz. Ancak poliste veya MİT’te öyle kalp sektesinden ölmeyi de sevmeyiz. Bizler, Türkiye’nin ‘solcu aydınları’ poliste ya da MİT’te işkence ile ölmeyi çok severiz.

Bu şaşılası yargıya nasıl varmış Yalçın Küçük?

Açıklıyor:

Türkiye’nin solcu aydınlan ölümü çok seviyor. Ölümle kendisini ispat etmek istiyor. Ölümle ispat, kendini ispat etmenin en kolay yöntemlerinden birisidir. Boş geçen bir yaşamı ölümle taçlandırmak çok kolay olmalı. Türkiye’nin solcu aydınları bizim sosyalizm için kısır geçen bir yaşamı ölümle doğurgan yapacağını sanıyorlar. Şu gün Türkiye, faşist kurşunlara kurban giden solcu aydınların arkasından kıskançlıkla ve büyük bir hasetle ağlayan solcu aydınlarla dolu.

Ölüm ve işkence özlemi ha? Solcu aydına böyle bir eğilimi serinkanlı, nerdeyse duyarsız bir dille yakıştırmakta, ne diyeyim, kara mizahın bir payı olsa gerek. İnanılır gibi de değil, çünkü ölümden geri dönüş olmadığına göre, kişinin kendi ölümü ile onurlanması, kıvançlanması söz konusu olamaz. O halde, soyut, gerçeksiz, bilinçsiz bir önduygu mu bu, yoksa bireysellikten tüm arınmış toplumsal bir histeri mi?

Yalçın Küçük adını koymadan şöyle sürdürüyor açıklamasını:

Bu incelemeyi Türkiye aydınını daha iyi anlamak ve yazmak için yapıyorum. Türkiye aydını geçmişinde edebiyatla pek içiçe. Bunu sağlık işareti sayıyorum ve bugünün aydınının sanattan kopmasını önemli bir eksiklik görüyorum.

Türkiye aydınının edebiyatla içiçe oluşu kapsamlı bir doğru. Tanzimat’tan bu yana aydının “muharrir” takımından oluşu bu dönemi konu alan romanların hemen hepsinde göze çarpar. Benim son zamanlarda okuduğum ve bu yazıda değinmek istediğim aydın tipi orada yaşıyor. Ne ki, edebiyatla bu denli “içiçe” bulunduğu yadsınmaz bir gerçek olan edebiyatçı-aydını değerlendirmede günümüz edebiyat tarihçiliğinin çok geride ve yüzeyseli kalışı üzerine Yalçın Küçük’ün bu kez yüzde yüz doğru saptamaları var. Bunlara değinmeden geçemeyeceğim. Yazımın esinini ona borçlu olduğumu da belirterekten.

Edebiyat tarihçiliği Türkiye’de en şanssız ve en geri mesleklerinden birisi olmalı. Bir meslek, bir profesyon ki, profesyoneli yok. Edebiyat fakülteleri pek edebiyatla uğraşmıyor. Edebiyat tarihçiliği bu yüzden, edebiyat alanında yeteneklerini ispat edememiş edebiyatçılara, anı yazarlarına ve amatörlere kalıyor. Halbuki tarihçilik ciddi bir meslek ve bilimdir. Türkiye’de edebiyat tarihçiliğinin düzeyi gayri ciddidir. Amatörler ya da anı yazarları veya toplayıcıları güncelin etkisinde kalıyorlar. Halbuki tarihçilik güncelin etkisinde kalmamaktır. Güncelin önemini bir kenara koymaktır.

Aydını, özellikle yazar aydını canlandıran ve hemen hemen aynı dönemde canlandıran üç romanı ele alacağım.

Biri Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”u (1),
ikincisi Kemal Tahir’in “Esir Şehir - Esir Şehrin İnsanlar” (2),
üçüncüsü Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban”ı (3).

Bu üç roman aşağı yukarı aynı dönemi, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış yıllarını konu edinir: Mithat Cemal’inki, adı üstünde, istibdat, Meşrutiyet ve Mütareke İstanbul’unu, “Esir Şehrin İnsanları” ise işgal altındaki İstanbul’un 1920 yıllarını, “Yaban” da İstiklâl Savaşının en kızgın çatışmaları sırasında Eskişehir yöresi, Porsuk çayı kıyısında bir köydeki yaşamı işlemektedir. Her üç romanın da birer baş kişisi var, herbiri bir aydın: Adnan bey, Kamil bey ve Çanakkale savaşında bir kolunu yitirerek köye sığınan, köylünün kendisine ad vermeden “Bey” diye andığı, aslında “Yaban” diye bildiği, nitelediği bir eski zabit.


“Üç İstanbul”un edebi değerinden çok, belgesel önemi üstünde durmaktadır, her nedense, eleştirmenler. Hilmi Yavuz (4) nu romanı bir tür ‘alt-edebiyat’ (Sub-literature) olarak tarihin, bilimsel değil ama, tanıklığa dayanan ampirik ve gerçekçi bir irdelemesi saymakta, yakın tarihimizi bir tür kısaltılmış kronik biçiminde romanlaştırılmış olsa bile, romanın tanıklık ettiği gerçeklerin tarihselliğini zedelemez ve Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü hazırlayan olgular, dağınık işlenmemiş ve organik bir biçimde bütünselleştirilmemiş birer gözlem ‘hammaddesi’ olarak algılama olanağını verecektir diye yazmaktadır.

Fethi Naci (5) de aşağı yukarı aynı görüştedir. Şöyle der:

Üç İstanbul, bir bakıma, Mithat Cemal’in görgü tanığı gücü de buradan gelir, güçsüzlüğü de. Gözlemlerle beslenen bir ayrıntı zenginliği, kişilerin alabildiğine sahih oluşu romanda kendini duyuruyor, romanı ekici yapıyor; ama yaşayıp gördüğü (daha doğrusu görüp öfkelendiği) birçok gereksiz ayrıntıya kıyamayışı, romanı bunlardan ayıklayamayışı, romanın dağılmasına, iç örgüsünün gevşek olmasına yol açıyor.

Bu genel değerlendirmeden sonra, Fethi Naci gerek romanın, gerekse kişilerinin yorumlanmasına girişir:

Üç İstanbul’un anlattığı dönem, politik, ekonomik ve sosyal bakımdan önemle incelenmesi gereken bir dönem
Üç İstanbul için, kısaca, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışının romanı diyebiliriz. Bu erdemi dışında, Fethi Naci “aydınların psikolojik durumlarını çok güzel verir” dediği romanın kişilerini de incelemeye değer görmektedir:

“Sınıf değiştirmek isteyen tipik bir Osmanlı-Türk aydını” olarak nitelediği Adnan’da bir aşağılık duygusunun varlığına değinmekte, bunu ekonomik bakımdan güçlenen burjuvazinin çöken aristokrasi karşısında hep bir aşağılık duygusu", bir türlü kurtulamadığı “sonradan görmelik duygusu” diye yorumlamaktadır.

Adnan’ın karakterini inceledikten sonra, romanın belli başlı kişilerinden oluşan Belkıs’ı da “yozlaşan bir tabakanın tipik bir örneği” olarak irdeler ve şu sonuca varır:

Adnan’la Belkıs’ın kişilikleri, ilişkileri olaylar karşısında davranışları, sınıf değiştirmek isteyen bir aydın’la çöken bir zümrenin kadını’nın tipik kişilikleri, ilişkileri, davranışlardır. Mithat Cemal, bunu alabildiğine ayrıntılı ve somut bir biçimde gözler önüne sermektedir. Yalnız bu iki koltuk değneği romanı ayakta tutmaya yeter.

İki eleştirmenden yapılan alıntılarla tarihsel ve toplumsal bağlamı içine az çok yerleştirilmiş bulunan Mithat Cemal’in bu romanında aydın kişiyi bir aynada görür gibi açıkça, canlı canlı izleyebilmekteyiz. Eleştirmenler bu kitabın edebi değeri için ne derlerse desinler, yazarın bunca somut gerçekler ortaya koyabilmesi, bir bakıma, bilimsel, kuramsal önyargılardan uzak, gördüklerini, yaşadıklarını “iddiasız” biçimde yansıtmakla yetinmesine verilebilir. Son günlerde ilk kez okuduğum “Üç İstanbul”, diliyle, üslubuyla öyle bir ferahlık yarattı ki içimde, oh böylesi de yazılmış diye sevindim, günümüzün kasıntı, zor okunur, amacı ile sonucu birbirini tutmayan edebiyatından sıyrıldım. Bir de düşündüm, aydının aşağılık duygusunu bunca açıklıkla dile getiren Mithat Cemal acaba kendi derdini mi.ortaya serdi, bir çeşit psikanalizle kompleksinden mi kurtuldu? Onu ık mık diye beğenmeyenler de aynı şeyi yapsalar!.. Çünkü, ne bileyim, bu illet hepimizde oldum olasıya var gibime geliyor.

“Üç İstanbul”u baştan sona okuduktan sonra, romanın kahramanı Adnan’ın nasıl betimlendiğini saptamak için, kitabın 647 sayfasını bir daha gözden geçirdim. İki fiilin boyuna yinelendiği dikkatimi çekti: Biri ‘küçülmek’, öbürü ‘utanmak’. Bunlar bizim bugün pek kullanmadığımız anlamda kullanılıyor gibime geldi.

İşte size birkaç örnek:

Hidayet geldi diye Raif’e karşı Adnan neden küçülmüştü? Bunu kendisi de anlamıyordu. Adnan öyleydi. (s. 37) - Erkânıharp Müşirinin kızına ders vereceği için kendi gözünde kendi küçüldü. (s. 153) - Hakaretin karşısında Adnan şehvetini unuttu... Kibri etinin zaruretine üstündü. Fazla küçülmemek için işi tuhaflığa vurdu. (s. 192) - Belkıs, bir saat beklettiğinin iğbirarını yüzünde arayan gözlerle Adnan’a bakıyordu (Adnan böyle sanıyordu). Tarih hocası büsbütün küçüldü; demek ki Belkıs onun güceneceğini bildiği halde yanına inmemişti!” (s. 204) - “Bu kadın (yani zengin olunca evlendiği Belkıs) böyle sebepsiz niçin ağlıyordu? Adnan, onu deminki dilencinin (Belkıs’in ilk kocası Hüsrev) karısı olmaktan kurtardığı için mi? Sırf kocasını bedbaht etmek için ağlayan kadına, Adnan, konağın kapısındaki dilenciyi anlatmak istedi. Fakat bu derece küçülmekten korktu: Eski tarih hocası olacaktı; Aksaray’da oturan adam olacaktı; sonradan görme olacaktı.” (s. 457) - Belkıs bir baloda yabancı bir adamla dans eder: “Adnan her dansta küçüldü, azaldı, bitti; karısının beşinci dansından sonra Adnan hiç.” (s. 446) - “(Belkıs) Adnan’ın fıkaralıktan kaçmak için yalan söyleyecek kadar küçülmesine içinden acıdı.” (s. 449)

Örnekleri yüzlerceye çıkarabiliriz. Adnan -bu küçülme fiili daha çok ve hemen hemen yalnız onun için kullanılmaktadır- demek ki kendini maddi ve manevi bir düzeyde görüyor, ya da öyle görmek ve hele göstermek istiyor. Bu görüntüyü sağlayamadıkça, küçülme diye nitelediği bir rahatsızlık, bir eziklik duyuyor. Peki, bu duygunun herhangi bir değer ölçüsü ile, bir sağtöre anlayışı ile ilintisi var mı? Adnan roman boyunca sürekli olarak utanmaktadır. Niçin, ne zamanlar utandığı, hangi değer ölçülerine uymadığından ötürü utanç duyduğu aşağıdaki örneklerden çıkacaktır.

Adnan, kızına ders vermek için çağrıldığı Maliye Nazırının yanına geç gittiği için geri çevrilir, oysa bile bile geç gitmişti. “Mektupçunun yanından çıkarken Adnan, kendinden utanıyordu.” (s. 61) Geri çevrildiğine öfkelenir, hınçla, kıza ders vermemeye, ertesi günü bir daha gelmemeye karar verir. Ama kararında durmaz: “Demin karanlıkta ağlayan Adnan, şimdi lambanın ışığında kendi yüzünden, başkasının çehresi gibi, utanıyordu.” (s. 63) - “Adnan bu edebiyat hocalığından aldığı paradan utanmaya başladı.” (s. 129) - Adnan, ders verdiği Belkıs’ın kocası Hüsrev’le karşılaşır: “Adnan, şaha kalkan bu erkek güzelliğinin karşısında fenalaştı. Karısını sevdiği adamdan utandı.” (s. 162) Utanması, Hüsrev’e karşı bir vicdan azabı filân duymasından değil, sadece onu kendisinden üstün gördüğü içindir. -  Hüsrev ‘le konuşmaya girişir, Almanların Anadoludan alıp götürdükleri tarih anıtlarını sayar: “Ve Adnan artık sesini bulan adamdı. Fakat birdenbire bu sesi kaybetti. Oturdu. Sustu. Susuyordu. Saadeti beş dakikada eskimişti. Demin sevindiğine utanıyordu.” (s. 165) Bu utanmanın nedeni biraz aşağıda açıklanır: Adnan, Aksaray’daki yoksul yaşamını hatırlamış ve Hüsrev’e karşı bir an için duyduğu üstünlük yok olup gitmiştir.

Anlaşılıyor ki, Adnan’ın eziklik ya da utanç duyması, herhangi bir nesnel ölçüye, kurala bağlı değildir, bireysel görüş ve gösteriş amaçlarına erememesi, elde etmek istediği bir başarıya ulaşamaması hele hele saklamak istediği bir ayıbının ortaya çıkması onda utanma duygusunu kamçılamaktadır. Tipik bir aşağılık kompleksi içinde kıvrandığı besbelli. Kibir, gurur, namus, pislik, temizlik kavlarının da, roman boyunca, dönemin ahlâk düşkünlüğüne, siyasal ve toplumsal yıkılış koşullarına uygun olarak canlandırıldığı göze çarpar.

Adnan’ın Tevfik Hoca diye bir arkadaşı vardır, onunla ve hukuktan arkadaşı Moiz’le geneleve giderler. Tevfik Hoca sarığı filan bırakır eskiden Adnan’ın sevgilisi olan Rus yosması Filareti ile evlenir. Oysa Adnan onunla avukatlık yapmayı düşünüyordu.

Moiz’e danışır: Tevfik Hoca ile birleşsem mi? Ne dersin? Ama Hoca’nin Filareti ile evlenmesi fena oldu. Adamcağız benden utanır.

Moiz güldü: Merak etme! Tevfik Hoca bir seneden beri hiç utanmıyor. İki yıl evvel bir parça namusluydu. Geçen yıl, bazan, vesile düştükçe, utanıyordu. Bu sene artık utanma mutanma kalmadı. Ne kadar namusu varsa paraya kalbetti.” (s. 199)

Bir gerçeği bunca renkli kısacık bir deyişle vermek az ustalık değil! Namus kavramına gelince, bu romanda namus, erkekler için belden yukarıya, kadınlar için belden aşağıya değgindir. Hâlâ ülkemizde geçerli olduğu üzere. Adnan ve kitapta söz edilen tüm erkekler aynı şehvetle kadının namuslusuna da “namussuzuna da saldırırlar. Adnan gerçi paralı kadından hoşlanmaz, bedava, aile kokankadın arar. İlişkilerinde, yatacağı kadının en yakın arkadaşının karısı olup olmamasına da pek o kadar önem vermez. İki aile kızı ile evlenmesi (önce Belkıs, sonra Süheyla ile evlenir) bir yana, roman boyunca üç evli kadınla da ilişki kurar: Zehra, Macide ve Raşel.

Kitabın yarısından fazlasını dolduran bu aşk maceralarının öncesi de, sonrası da akıl almaz ayrıntılarla betimlenmiştir. Ne var ki, bu olayların hepsi o dönemin İstanbul’una değgin bir çeşni, bir renk vermekte, böylece gerçeklik kazanmaktadır. Kadınlar, Adnan’la ilişkilerinden sonra fena “düşerler”, fahişeliğin tüyler ürpertici aşamalarından geçerek dilencilik ve ölümle son bulur yaşamları. Adnan bu konuda utanç duyar mı, duymaz mı, bakalım.

Arkadaşı. Fransızca hocası Kadri’nin karısı Zehra’yı bir kapı aralığından görür, Halep çıbanlı esmer yüzüne vurulur. İlk bakışta “gözleri birbirine sanlan iki vücut kadar mânalıydı”. Adnan şehvete dayanamaz: “Bu vicdan azabı içinde bile Zehra’dan kaçamıyordu. Somurtarak, kendisinden utanarak ona, Zehra’ya gidiyor... kendini Zehra’nın kollarında buluyordu.” (s. 222) Bu yaptığının “namussuzluk” olduğu aklından geçer, ama bu düşünceyi bir gün Zehra ile evlenebilir diye atar. Oysa uzun sürmez, Kadri kanserden ölür. Adnan da, Zehra’yı hastanede yokladığı kocasının yanında giyimli, yani çarşaflı, ayağında kalın ve kaba ayakkabıları ile görünce, birden tiksinir, bir daha da yanına uğramaz. Kadının melodramatik olaylardan sonra dilenciliğe dek sürüklenmesine de soğukkanlı, seyirci kalır.

Macide olayı daha da çok yer tutar romanda. Macide, Tapu Müdürü Senih Efendinin karısıdır. Bu kadının şehvet düşkünlüğü, Senih Efendiyle evlenmesinden önce de betimlenir, sonra hem kocası ile yatarken, hem de onu aldatırken canlandırılır. -Doğrusu, bu kaçgöç döneminde seks etkinliklerinin bizim zamanımızı gölgede bırakacak nitelikte oluşuna şaşıyor insan!- Sonunda, Senih Efendi’nin dairede eline geçen bir mektup -Macide’nin yazdığı bu aşk mektubunu kocasına âşıkının kendisi iletmiştir- adamın oracıkta düşüp felç olmasına yol açar. Adnan, Senih Efendinin başına geleni bildiği halde, uzun zaman onu yoklamaya gitmez, bundan “vicdan azabı” duyar. (s. 273) Bir gün, “sırf Hidayet’ten utandığı için yoklamaya geldi: Yoksa keyfi yerinde olduğu için değil.” (s. 275) Keyifsizdir, çünkü işleri iyi gitmez ve Zehra bıraktıktan sonra bedava kadın bulamamıştır. Macide’nin günahını bilir, ama vücudunun güzelliği karşısında, onu “tiksinerek” de olsa affeder. Kadına avukatça öğütler vermek üzere sözde, inmeli hastanın pis kokulu odasından Senih Efendinin “cam gözleri” karşısında öbür odaya geçer ve Macide ile tam dört saat sevişir. Gece evinde vicdan azabından bir süre uyuyamaz, ertesi sabah karar verir: “Kendini bu kadar küçülten Macide’ye söz verdiği halde bir daha gitmeyecekti.” (s. 279) Bu karar çabuk unutulur, Adnan da haftada üç kez gitmeye başlar Macide’ye. “Belkıs yanında Macide’yi hatırlayınca kendini büsbütün çirkin” bulduğu halde, zamanla “Senih Efendinin cam gözlerine alışmıştı”. (s. 280) Bu iş sürüp gider, ta ki günün birinde Macide sevinçle gebe kaldığını bildirir Adnan’a. Adnan korkunç bir öfke duyar, kadını söver, döver, zorla çocuğu düşüreceği sözünü alır. Gereken ilacı da kendi sağlar Macide’ye. O gün bugün bir daha yanına uğramaz. Bu arada Senih Efendi de ölür, ama o dert değildir; Adnan, Macide’nin çocuğu düşürdüğünü sanarak rahatlamıştır. Oysa Macide, Adnan’ı aldatmıştır: Çocuğu doğurduğu gibi, evini de umumhaneye çevirir, İstanbul’un güçlü kabadayılarının azılı külhanbeylerinin elinde fuhşun en derinlerine batar, verem olur ve evinin mahallece basıldığı bir gece taşlanarak ölür. Piç oğlu ise, sonraları Uşak Ahmet diye çıkar karşımıza. olağanüstü rastlantılar birbirini kovalar: İttihat ve Terakki zamanında avukatlıkla büyük paralar kazanan, sonra işsiz ve meteliksiz kalan Adnan, oğlu olduğunu bilmediği bu genci, rüşvet karşılığı idama mahkum ettirmesin mi! Ve Mithat Cemal kitabının 288. sayfasında Coppée’nin “Mücrim” adlı romanında geçen tıpkı böyle bir olayı söz konusu etmesin mi! Aşağılık Fransız romanlarının bile bile taklidi olan bu epizodlar, elbette ki “Üç İstanbul”un edebi düzeyini çok düşürmektedir.

Ne var ki, Adnan tipinin, abartmalı da olsa, tam bir tutarlık içinde gelişmesini izleyebiliriz üç dönem boyunca. Bu kişide asıl ilgi çeken özellik, hiç kuşkusuz, aşağılaşma sürecinin kentin yazgısına koşut gitmesi, onunla özdeşleşmesidir. Az romanda rastlanan bu başarı, eleştirmenlerin yargısına karşın, “Üç İstanbul”un büyük değeridir.

Adnan tipini toplumsal ve siyasal bağlamı içinde biraz daha inceleyelim: Adnan, 93 harbinin yenilgisi sonucu annesi ve teyzesi ile Edirne’den İstanbul’a muhacir olarak gelir. Müşir Sait Paşanın Kuzguncuk’taki yalısına 157 göçmenle birlikte yerleşirler. Adnan sekiz yaşında, sarışın, güzel bir çocuktur. Babası, Lofçalı Miralay Salim Bey Edirne’de şehit düşmüştür. Kitabın sonlarında, Adnan kendi ölümünden kısa bir süre önce, ikinci karısı Süheyla’dan doğan çocuğuna Salim adını verir. Kuzguncuk’taki yalıya geldiklerinde teyzesi veremden çok hastadır. Yalının en uzak odasına yerleştirdikleri kadın kısa bir süre sonra ölür. Daha sonra annesi ile Aksaray’da bir eve yerleşir. Annesi Naciye Hanım da veremdir. Ama Adnan’ın ona doktor getirtecek, ilaç alacak parası yoktur. Evde fukaralık, perişanlık egemendir. Bir arkadaşının getirdiği mahalle doktoru hastanın Heybeli’ye yatırılmasını salık verir. Buna paraları yetmez. Naciye Hanım kocasından kalma küpeyi satmaya karar verir. Adnan Kapalıçarşı’ya gider, küpeyi yok pahasına okutur. Döner, bakarlar ki, alınan para borçlarını ödedikten sonra, Heybeli’ye gitmeye yetmemektedir. Ama kuyumcu Adnan’a beş lira fazla para vermiştir, Adnan bu parayı geri götürmekte direnir. “İki saat sonra Kapalıçarşı’dan, kendine hürmeti artarak dönüyordu. Kendi namusunu kendi görmesi ne kadar tatlıydı; fakat bu lezzeti, hastanın paraya muhtaç olması azaltmasa.

Kitabın başlangıcında Adnan, hukuk doktorası yapmış olarak çıkar karşımıza. Ama ne adliyeye girmek ister, ne de avukatlık yapmak, gözü daha yükseklerdedir: Muharrir olacak. “Kaleminin ucundan damlamaya hazırlanmış bir isyan edebiyatı vardı.” (s. 40) “Yıkılan Vatan” diye bir roman yazmaktadır. Bir türlü bitiremediği (bu yüzden de kendini Flaubert’e benzetir) bu romanı Abdülhamit devrinde İstanbul’da yayımlayamayacağını bilir, onu Mısır’a bastırmayı kurar. Yazarlığından kibir duyarak, romanının parçalarını dostlarına okur. Dostlarından biri Şair Raif’tir. -Önsözde Rauf Mutluay bu kişinin, Mithat Cemal’in şiir alanında çok etkilendiği Mehmet Akif olduğunu vurgular.- Roman boyunca “namuslu adam” diye tanıtılan Raif kendisini eleştirir. Oysa, sarayın hem curnalcılarından, hem de baş sövücülerinden olan Hidayet, Adnan’a, ucuz terziden giyinmesine bir türlü alışamadığı halde, siyasi bir roman yazdığı için salonlarını açmış bulunmaktadır. Hidayet’in asalaklar, dalkavuklar, eşcinsellerle dolu Cağaloğlu’ndaki konağına gidip gelmekten Adnan hem gurur, hem utanç duyar. Kaldı ki, yaşamak için para kazanmak zorundadır; bu gereksinimini, bir türlü diremediği hususi evlerde ders vermekle giderecektir. Namuslu bir adam olan Maliye Nazırının kızı Süheyla’ya edebiyat dersi, Erkâniharp Müşirinin kızı Belkıs tarih dersleri verir. Bu kızların simgeledikleri iki ayrı çevre romanın eksenini oluşturur. Mermer yalının aristokrat güzeli Belkıs, kendisini aşağılık duygularının her çeşidi ile kıvrandırdığı halde, Adnan bu soğuk ve hodbin kadına tutkundur; zengin olunca, sınıf değiştirmek özlemi ile evlenir Belkıs’la, mutsuzluğun aşağılaşma ve yabancılaşmanın en alt düzeyine düşer. Süheyla temiz ve fakat “malumatlı” bir burjuva kızıdır. Adnan’a âşıktır, oysa Adnan sevmez onu. Süheyla ile evlenmek istemesi, sonra istememesi, hoşlanmadığı halde ona saldırması, romanın sonunda kendisi tüm servetini yitirdiği bir zamanda kızın ona acıyarak yardımda bulunması, Adnan’a eş olup ondan bir çocuk doğurması romanı tutarlı bir sona vardırmak için uydurulmuş bu bir sürü doldurmaca, eleştirmenlerinde belirttiği gibi, gerçeklikten yoksundur. Ancak şunu da vurgulamalı: Adnan ne ikbalinin doruğunda, Belkıs’la evli olup Rasel’le zina işlediği zaman, ne Süheyla’nın evine sığınmış yoksul, işsiz ve de veremli bir asalak olarak yaşadığı günlerinde boş kibirinden, yalancı gösterişinden, aşağılık duygusundan kurtulmuş değildir. Bu kadar romanda bu kadarı romanda betimlenen karakter için.

Kişiler perdenin önünde oynayan suretlerse, perdenin arkasında neler oluyor, bu kitabın siyasal ve toplumsal arkaplanı nedir, nasıl betimlenmiş? Meraklı bir konu, ama bir yazıda ne kadar işlenebilir? Gene de deneyeyim.

Eleştirmenler, başta Fethi Naci romanı bu bakımdan epey irdeler, şu yargıya varır:

Mithat Cemal, temeldeki oluşumu -temeldeki çöküşün toplumun yüzeyine bir ahlâk çürüyüşü, bir yozlaşma olarak yansıması- gereğince değerlendirmediği için, gözerini toplumun yüzeyine vuran kokuşmaya dikmiştir... Tanzimat’tan bu yana, “yenilik” denen şeye “ahâli”nin niçin karşı olduğu üzerinde durmaz; bu dönemin ekonomik politik sosyal gerçekliğini gereğince bilmediği için “yobazlık” gibi “taassup” gibi yorumlarla yetinir. Bölük pörçük gözlemlerden öteye geçemez, tutarlı bir dünya görüşüne ulaşamaz.

Katılmıyorum Fethi Naci’nin, Hilmi Yavuz’un da paylaşır göründüğü bu yargısına. Bir romancının ekonomik, politik, sosyal gerçekleri bilmesi elbette ki gereklidir. Ama bu gerçekleri yorumlayıp değerlendirerek, tutarlı bir dünya görüşüne varmak mıdır asıl amacı, yoksa temeldeki oluşumu yüzeye mi yansıtması, başka bir deyimle toplumsal oluşum için de yaşayan kişileri mi canlandırması? Bence ikincisi. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü arkasında “üç şapka” varmış “rejiyi, duyunu umumiyeyi ve şimendiferi” ellerinde tutan üç yabancı, bunu buna benzer birkaç herkesçe bilinen gerçekleri dile getirdiği için kutlanıyor; Mithat Cemal, romanını belli bir dünya görüşüne, marksist dünya görüşü ve yorumuna göre uygulamadığı için de kınanıyor. Olayları kuramsal görüşlere göre işleyen, romanlarında bu kuramlar papağan gibi söyleten Türk romancılar vardır, hem de ne yazık ki epeyce çok bugün. Bunların romanları doğru tarihsel yorumlara dayanabilir, ama yaşamazsa, ne yapayım ben o “doğruları”? Hem tarihçi için doğru romancı için de tıpatıp geçerli midir? Romanın roman olarak değeri herhalde kuramlara bağlılığı ile ölçülemez.

“Üç İstanbul”da ekonomik, politik, sosyal gerçeklere epey uygun görünen birçok betimleme ve ayrıntı görülebilir sanıyorum, bunların birbirleriyle ilişkisi çok tutarlı bir roman yapısı içinde verilmiş değilse bile. Dünya görüşünden değil asıl yapı sağlamlığından yakınmalı bu roman konusunda, gene birçok romanlarımızda olduğu gibi. Bunun dışında örneğin Hidayet’in kendisi ve çevresi ile çevresindeki tipler çok renkli ve gerçek konumlarla canlandırılmıştır. Bu kişilerin “malûmatfuruşluğu”, koleksiyon, özellikle mobilya merak ve bilgisi, batıya dönük moda düşkünlüğü, Türkçeyi ve Türk kültürü ile ülkeyi tanımamaları, korkunç bir ilgisizlik ve bilgisizlikle hor görmeleri, aşağılık bir adamın “Türk olmayan Türk” diye övgü ile tanıtılması, sosyete adamları ve kadınlarının bülbül gibi Fransızca, İngilizce, ya da Almanca konuşmaları, sonra da İttihat ve Terakki döneminde kişilerin nasıl zengin olduklarının tam bir gerçeklikle ve epey ekonomik ayrıntıyla betimlenmesi, Yahudi Moiz ve şatafat düşkünü karısı Raşel, daha bir sürü tip ve durum, curnalcılık, zaptiyece tutuklama ve sürgün olayları, hepsi İstanbul’u öyle bir gerçekçilik içinde canlandırır ki, kısa zaman öncesine kadar bunları hep yaşadık ve izlerini de daha tam silemedik diyebilirim. Bunca malzemeyi bu denli ince bir işleyişle ortaya sermek az romancıya vergidir sanırım.

Hele Osmanlı aydınının başlıca özelliklerinden olan aşağılık duygusunu kaynakları ve uzantıları ile işleyerek, Adnan tipini canlandırmakla Mithat Cemal önemli toplumsal bir yaramıza parmak basmıştır. Bu yaranın daha kapanmadığına, Yalçın Küçük’ün Sabahattin Ali’nin ölümüne ilişkin yakışıksız sözleri de, bu yazıya sonradan aydınlarca verilen cılız yanıtlar da kanıttır. Ama bu yazım fazla uzadı. Kemal Tahir ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yapıtlarının incelenmesini ikinci bir yazıya bırakıyorum.
_________________________________________________________________________________________
(1) Mithat Cemal Kuntay, “Üç İstanbul” Önsöz Rauf Mutluay, Sander Yayınları, İstanbul 1976.
(2) Kemal Tahir, “Esir Şehir - Esir Şehrin İnsanları”, Sander Yayınları, İstanbul, 1969. (Kitabın kapağında romanın adı burada belirttiğim gibi yazılmış, oysa iç sayfalarında, solda “Esir Şehrin İnsanları”, sağda “Esir İstanbul” yazıyor. Hangisi doğru, yani yazar kitabına hangi adı koymuş, bilemedim gitti) (AE).
(3) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Yaban”, Sekizinci basılış, Remzi Kitabevi, İstanbul 1968.
(4) Hilmi Yavuz, “Roman Kavram ve Türk Romanı”, Bilgi Yayınevi, Ankara 1977, s. 80: “Üç İstanbul’u yeniden okumak”
(5) Fethi Naci, “On Türk Romanı”, Ok Yayınları, İstanbul 1971, s. 16-27: “Üç İstanbul”



Azra Erhat | sanat olayı - Sayı: 1 - Ocak 1981