Ürdün


Mısır, Sumer, Akad, Babil, Hitit, Asur, Ammonit, Edomit, Nabaten, Yunan, Roma, Bizans ve Araplar...

Bunlar, Ürdün topraklarında izlerine rastlanan kavimler.

İ.Ö. 333, Büyük İskender’in istilası.
Ardından generalleri...

Amman’ın eski adı Philadelphia, İskender’in generallerinden birinin adından gelmiş. O dönemde Jerash kurulmuş.
Nabatenler güneyde Petra’yı merkez yapıp egemen olmuşlar. Bugün Petra, Roma’dan izler taşır.
Romalılar i.Ö. 63’te gelmişler. 335’e dek kalmışlar. Sonra Bizans. Bizansla mozaik sanatı.

VII. yüzyıl, İslam egemenliği. XII. yüzyıl başlarında Haçlılar, aynı yüzyılın sonunda Selahaddin Eyyubi kovalar Haçlıları.
XVI. yüzyılın başında da Osmanlı egemenliği başlar ve bilindiği XX. yüzyıl başlarında biter.
Emir Abdullah’la çeşitli dönemler noktalanır ve Haşimi Ürdün Krallığı kurulur.

1952’de Kral Hüseyin’in tahta geçmesiyle de Modern Ürdün ve kültür devrimi başlar.
1976’da Kültür Bakanlığı kurulur.
1980’de Ulusal Galeri açılır. Ulusal Galeri, Ürdün Resim Müzesinin çekirdeğidir.

Ürdün’de bugün anladığımız anlamda sanat hareketi yüzyılın ilk yıllarında, Ürdün’de yaşayan yabancılarla başlamıştır.

George Aleef (Rus),
Armando (İtalyan),
Jack Girdlestone (İngiliz),
Omar Omsi (Lübnanlı),
Ziyaeddin Süleyman (Türk).
Öncüler bunlar.

Eski kaynaklara uzanırsak, Madaba ve Kuseyr Amara’dan söz etmek gerekir. İsa’dan sonra dördüncü yüzyıl, Ürdün’de Bizans’ın başlangıcı. Bizans mozaikleri Madaba’da çok gelişmiş. En güzel mozaikler orada yapılmış. Bir mozaik okulu haline gelmiş Madaba. Nebo dağında, orada öldüğü söylenen Musa peygamber anısına bir manastır yaptırılmış (578), VI. yüzyıldan nefis mozaikler kalmış Nebo dağındaki manastırda. Madaba’da da 14 kilise ve evlere dağılmış -bir tanesi Palestin haritası olan- yüzlerce mozaik...

Nebo dağındaki 838 metre yüksekliğinde manastırdan deniz düzeyinin 400 metre altındaki Ölü Deniz’e doğru bakıldığında görülen doğanın görkemi de mozaikler kadar etkileyicidir. Bir de akşam üzeri bakıyorsanız, bakışlarınız Musa’nın öldüğü yerden Ölü Deniz’e doğru süzülerek inen bir güvercin gibi, her yüksekliğin hakkını vererek, Ölü Deniz’in derinliklerine dek dalga dalga değişen renklere kanat uydurup 1230 metre boyunca kademe kademe inerken, ta buralardan Ürdün resmine neler gelmiş diye düşünürsünüz.

Aynı düşünceler, Prens Asım’ın Land Rover’ı ile Kuseyr Amra’ya giderken yolda rastladığınız bedevilere yol değil de yön sorarak çölü geçmeye çalıştığınızda da yakanızı bırakmaz. Evet, bu uçsuz bucaksız çöl neler vermiştir Ürdün resmine? Göz alabildiğince düzlük. Sarılar, hafif morlar, yanık toprak rengine dek kahve renklerinden geçerek giden renkler ortasında, zaman zaman yola benzer izleri de birbirine karıştırıp, büyük yol araçları ile çölün ortasında havaalanı pistleri gibi yollar açmakta olan bir yol ekibine de rastlayarak, toz duman arasında doğru yönü bulmaya çalışırken ve düşünceleriniz ufuklarda kaybolan kiremidi renkteki belli belirsiz yola dalmışken, bu renkler ve bu düzlük neler getirmiştir Ürdün resmine, diye düşüncelere dalarsınız. Ve...

Kasr el Harana görünür. 711 yılında var olduğu üzerindeki Kûfi yazılardan anlaşılan ve bir İslam öncesi yapısı olarak kabul edilen Kasr el Harana. Avlanmalara, mal değiş tokuşuna, ülke yönetimi için kabile başkanlarının toplanmalarına hizmet ettiği sanılan, kum fırtınalarını tek başına önleyecekmiş gibi çölün ortasında sapasağlam duran Kasr el Harana’yı geride bırakmış, Kuseyr Amra’ya doğru yol almaktasınızdır. Yol dedimse, izlerden, yer yer çakıllı bölgelerden geçmekte olan araba izleri..

Kuseyr Amra, daha küçük ve sevimli mimarisi ile, biraz ötesindeki bedevi çadırından biraz daha büyük görünür. Suyu kırk metre derinlerden deve gücü ile çıkarılan bir termal, Kuseyr Amra. İçine girip gözünüz karanlığa alıştığında, şaşkın şaşkın duvar ve tavanlardaki fresklere bakarsınız. 711’de El Velid zamanında yapılmış. Bir toplantı salonu, üç nef’i var. Bizans ve Sasani karışımı bir stilde, yıkanan çıplak figürler ve av sahneleri ile süslenmiş freskler. İslamın ilk yıllarında çıplak kadın resimleri! Nebo dağında gördüğünüz mozaikleri anımsarsınız. 636 yıllarında islam egemenliği altında gerileyen, yer yer kaybolan, çeşitli tekniklerdeki resim sanatı Emeviler çağında yeniden güçlenir. Adeta bir rönesanstır bu. 687’de Abdul Malik döneminde Jerusalem’de mozaik 711 yıllarında Kuseyr Amra’da fresk olarak sürer gelenek.

Çölün sonsuzluğu ve düzlüğü içinde yer yer armoniyi bozan bir görünümdür Kasr el Haran ya da Azrak. Sarı, kahverengi, zaman zaman morlaşan ve kızaran renkleri ile bu çarpıcı görünüm, Prenses Vijdan’ın atölyesinde, iki metreye varan tualler üzerinde, kalın boyalarla taraklanarak yapılmış resimlere dönüşür. Kıpır lıpır sarılar içinde, ansızın bir yerden Ajlun kalesi yükseliverir. İlk bakışta non-figüratif dersiniz Prensesin resimlerine. Çok kez bir rengin dalgalanmaları ile gelişen resimden pek yumuşak bir karakter çıkacak sanırsınız. Değildir. Tek rengin ayrımları gibi görünen renkler arasında Prenses Vijdan’ın otoriter karakterini sezersiniz. Çöl gibi yumuşak görünümü olan, ama aslında sert bir karakter. Prenses Viidan kalın boyalar üzerinde taraklayarak yaptığı dokuda da bu karakteri verebilmiştir. Çöl insanının, Arabın fiziki sağlamlığı yansır resimlerden. Başka bir resim daha... Gözünüze çöl güneşi vurmuş gibi olursunuz. Kavurucu bir sıcağın yalazları gelir dalga dalga. Bir başka resim, çölün baharını verir. İnanılmaz, parlak renklerde çiçekler. Baharda bir çılgın olurmuş çöl. Derken bir akşam vakti. Renkler morlaşmış, grileşmiştir. Işığın şiddeti azalmıştır. Uzun bir minarenin üstünde yükselen gök, siklamenlerden başlayıp leylaklardan geçerek, patlıcan moruna dek uzanır. Mor-kiremit bir resim. Ya da çok açık sarılardan okralara varan bir resmin ortalarında yükselen belli belirsiz Azrak.

Prens Asım’ın bizi çöle götürmesinden bir iki gün sonra, Prenses Vijdan’ın atölyesinde, ALİA galerisinde açacağı sergiye hazırladığı resimleri görmek çölün Ürdünlü ressama neler verebileceği sorusuna verilecek yanıtlardan biri oldu.

Dostlarım Nilgün Nakiboğlu ve Kaya Özsezgin’le geziyoruz, gezdiriliyoruz. Ürdünlülerin konukseverliği inanılmaz boyutlarda. İlk çıkışımız, Elenistik, Romen ve Bizans izleri taşıyan Jerash. Amman’a 48 kilometre. Bir turizm polisi bizi gezdiriyor. Akıcı bir İngilizce konuşuyor. Şoförümüz dil bilmiyor, ama İngilizce ikinci bir dil olarak konuşuluyor Ürdün’de. Öğlene kadar Jerash, öğleden sonra Madaba gezilecek. Başka bir gün Petra.

Petra, doğa ile insanin elele vererek yaptığı bir mucize. İki buçuk kilometre uzunluğunda, iki buçuk metre genişliğinde, iki yanı yüz metreye varan yükseklikte kayalarla çevrili, kıvrımlı uzun koridorun sonunda, bir Roma tapınağını andıran El Hazne ile karşılaşmak gerçekten çok şaşırtıcı. Karanlık bir koridorun sonunda bir yangın alevi ile karşılaşmak gibi. Kıraç tepeler... Sarı, pembe, kiremidi, çukulatalı tahin helvası kesitinde kayalar. Kayaların arasından zümrüt yüzük taşları gibi, tek tek yeşiller. Birkaç ağaç. Sonra hep boz tepeler, yamaçlar. Nereye gitseniz buram buram kahve kokusu. Türk kahvesi diye pişiriliyor, kahveyi nerdeyse unutan bizlere inat. Bakkallarda çuval çuval kahve. Yeniden kahve içmenin tadına varıyoruz. Hele Suheil Bisharat’ın evinde sabah mahmurluğunda İbrahim’in sunduğu kahveler unutulur gibi değil. Kahveden söz etmekle birtakım özlemleri deşelemek değil amacım, dostum Suheil Bisharat’ın resimlerine gelmek istiyorum.

Biz içmeye bulamazken, Suheil Bisharat kahve ile resim yapıyor. Bir jeolog. İngiltere’de eğitimini bitirdikten sonra jeolog olarak çalışmış. ARAMCO’nun petrol arama çalışmalarına katılmış. İki yıl önce mesleği ile ilgili çalışmaları bir yana bırakıp, öğrenciliğinden beri “hobi” olarak sürdürdüğü resim çalışmalarına vermiş kendini. Daha doğrusu iki yıl önce Ulusal Galeri’nin müdürlüğünü üstlenmiş. İlk kişisel sergisini 1974’te açmış. Suheil Bisharat, Ürdün Ulusal Galerisi’nin müdürü. Bu konudaki başarısı (Ulusal Galeri’yi yönetmek, tanıtmak, Ürdün resmine canlılık getirmek) tartışılmaz.

Kahve ile yapılan resimler dedim; Suheil Bisharat kahveyi Canson resim kâğıdına dökerek resim yapıyor. Kahve falında olduğu gibi rastlantıya bırakılmış, ne çıkarsa bahtına resimler değil. Kahve kâğıda, istenilen yerlere dökülüyor ve kâğıt üzerinde yayıldıktan sonra, fırça ile ya da başka aletlerle kahveye yön veriliyor. Malzemesi kahve. Renk kahverengi, en açığından en koyusuna dek. Portreler, kadın, erkek yüzler. Arap yüzleri. Kefiyeli, kefiyesiz. Kara gözlü, derin bakışlı Arap yüzleri. Fonda çölün, Ürdün toprağının görüntüleri. Büyük fırtınaların arkasında kalan çölün görüntüsü. Yer yer kumlar gitmiş alttan koyu renkli kayalar çıkmış. Küçük kum taneciklerinden büyük kayalara değin değişik boyda lekeler. Kahve lekeleri. Yer yer birikmiş kahve tortuları etrafında, açık kahverengi, neredeyse sarımtırak bir suyun yalayıp geçtiği alanlar üzerinde kalmış tek tek kahve zerreleri. Sıcak, İnsanın içini ısıtan bir görüntü. Bir fincan kahve gibi. Kahvenin buğulu anısının ardından, son derece insancıl yüzleri ile görünüveren Midhad’lar, Ebu Hasan’lar sizinle kırk yıllık dostmuş gibi sıcak sıcak bakarlar. Biraz çelişkili olacak, Suheil Bisharat bu düşsel anlatım içinde son derece gerçekçidir. Çevresinde gördüğü gerçeklerden birer tutam almış ve temiz bir kâğıdın üzerinde bize sunmuştur. Birlikte yaptığımız bir gezide Suheil Bisharat’ların aile çiftliği Muheybe’ye giderken, Ajlun’dan, İrbid’den geçerken, İsrail’in işgali altında bulunan topakların (Ürdün topraklarının) hemen kıyıcığındaki El Hamma ve Muheybe’ye vardığımızda ve yollardan geçerken gördüğümüz Roma teraslamalarında, kırsal yamaçlarda hep Suheil Bisharat’ın betimlediği manzaraları görmüştük. Kahve ile yapılan manzaraları...

Suheil Bisharat kendi özel galerisi ile de Ürdün resim sanatına hizmet etmeyi amaçlıyor. Harcamaları ancak karşılayan çok düşük bir yüzde alarak sergiler hazırlıyor. Maha Farrady Otaqui’nin sergisi bunlardan biri. Küçük boyutlu pano seramikler yapan bir seramikçi M. F. Otaqui. Arap kemerleri, camiler, küçük evler, hurma ağaçları başlıca konuları. Maha Farrady Otaqui, tüm seramiklerini açılış günü satıvermişti.

O sıralar Ürdün’de olmadığı için tanışamadığımız, ama sanat çevrelerinde adından çok söz edilen çok yönlü bir sanatçı da Ali Jalbri. Suheil Bisharat’ın evinde gördüğümüz iki portre son derece etkileyici idi. Pastelle yapılmış, gerçekçi, unutulmaz iki portre. Anlaşıldığına göre başına buyruk bir kişiliği olan Ali Jalbri’nin resimlerine bir değinme ile geçip yine Ürdün’ün çok yönlü bir sanatçı kişiliği olan başka bir ressamından söz edeceğiz: Fuad mimi. Yazar, ressam ve TV program yapımcısı Focus programının sorumlu yönetmeni. Focus, Ürdün’de geçen her ilginç olaya kameralarını yönelten ve çok başarılı olan bir program. Fuad Mimi sergimiz sırasında Türk sergisi ile ilgili bir program yapmak üzere yardımcısı bir bayanla gelmişti. Konuşuyorduk. Hiç gösterisi olmayan, son derece sessiz kişiliği ile, Ürdün’deki ününü yok sayarak,ben de resim yaparım deyivermişti. Adını sorunca anlamıştım kim olduğunu. Daha önceden adını çok duymuştum. Tanışmak istediğim kişilerden biri idi. Bir akşam evine çağırdı. Gittik. Evi, tüm duvarları resim doluydu. Ve bu resimlerden bir teki bile kendisinin değildi. Çoğu Aziz Amoura’ya aitti. Aziz Amoura, Ürdün dışında yaşayan çok yetenekli bir ressam. Fuad Mimi’nin evinde gördüklerim portreler ve figürlerdi. Fuad Mimi’nin ve annesinin portreleri. Fuad Mimi’nin evinin duvarları nasıl silme resim dolu ise, pencere içleri ve raflar da öylesine kitap dolu idi. Resim kitapları satan bir kitapçıda bile bu kadar kitabı bir arada görmek olası değildi. Tiglat Galerisinin çıkardığı Türk resmini konu alan kitap bile vardı. Fuad Mimi’nin birkaç bitmemiş resminin dışında, iki üç resmini başka evlerde gördüm ve ötekiler konusunda da slaytlardan fikir edinebildim. Yaptığı sergide tüm resimleri satılmış.


Fuad Mimi perfectioniste bir kişi. Yaptığı işi kusursuz yapan. Eksik gedik bırakmayan, sabırla işleyen bir sanatçı. TV’de yaptığı işi yapacak başka kimse yok (bulsa TV’yi bırakıp yalnız resim yapacak, yazı yazacak). Vazgeçilemez bir eleman olması yanında kişiliği ve resimleri ile de aranan bir insan Londra’da resim eğitimi görmüş. Çalışmaları Post-Impressioniste. Impressionisme’le expressionisme arasında değişen çalışmalar. Fuad Mimi’yi daha çok Ürdün’ün yeşillikleri, su kıyıları çekiyor. Yeşil, mavi ve kırmızı çok kullandığı renkler arasında. Muheybe çiftliğinde kükürtlü sıcak suların her yerden fışkırdığı Yarmuk nehrinin beri kıyısında (öteki kıyı İsrail), Ürdün topraklarında, cenneti andıran, limon, portakal, hurma ağaçları ile Ürdünlülerinmecnune, Bodrumluların vali çiçeği dedikleri bugenvil’lerle bezenmiş köşeler Fuad Mimi’nin resimlerinin başlıca konusu. Kırmızı ve yeşil kontrastında yaşam sevincini anlatmakta. Cezanne sağlamlığında, zaman zaman Vlaminck anlatımcılığında ve renklerinde resimler. Renk, resminde yapısal bir eleman gibi işlem görüyor.

Ürdün resminden söz ederken ünlü büyük ressamımız Prenses Fahrünnisa Zeid’i anmamak olası değil. Beş yıldır Ürdün’e yerleşmiş olarak çalışmalarını sürdüren ressamımız, Amman’da bir sanat merkezi oluşturmuş, kendi atölyesi etrafında. Yakın akrabalarını ve sevdiği dostlarını resim yapmaya özendirmiş, onları eğitmiş, çalışmalarına yön vermiş, bir Fahrünnisa ekolü yaratmış Ürdün’de. Kendisi gibi büyük, büyük resimler yapan öğrencileri ile Amman’da ve Paris’te sergiler açmış... Şimdilik öğrencileri hocanın etkisi altında; ama inanıyorum ki bunlardan hiç değilse birkaçı kendi kişilikleri doğrultusunda resim yapmaya yöneleceklerdir.


Fahrünnisa Zeid ve öğrencileri olayını ayrı bir yazıda anlatmak üzere, öğrencilerin adlarını sayıp geçeceğim:


Prenses Alia,
Majda Raad,
Ufemia Rizk,
Prenses Hind Nasser,
Suha Shoman,
Alia Zoubiane,
Jeannette Malhas,
Leila Rizk,
Janset Shami,
Rabab Mango,
Mired Raad.


Atatürk’ün 100. doğum yılını kutlama etkinlikleri içinde yer alan Ürdün’deki Türk resim sergisinin açılışı dolayısıyla Ürdün Güzel Sanatlar Cemiyeti’nin çağrılısı olarak, Dışişleri ve Kültür Bakanlığımızca Ürdün’e gönderilmemiz, bir parçacık olsun Ürdün’ü ve Ürdün sanatını tanımamızı ve ülkemizde tanıtmamızı sağlamıştır.

Ürdünlü sanatçı ve Güzel Sanatlar Cemiyeti Başkanı Sayın Prenses Vijdan, tanıştığımız gün bize şunları söylemişti:

Biz kendimizi Batı ülkelerinde ne denli tanıtmaya çalışsak da başarılı olamıyoruz: Doğulu olmak ve Müslüman olmak engeli karşımıza dikiliyor. Öyle sanıyorum ki biz Üçüncü Dünya Ülkeleri kendi aramızda kültür alışverişi yapsak çok daha önemli yararlar sağlamış oluruz. Bu bakımdan Türk resim sergisinin Amman’da açılmasına seviniyorum.

Batı’yı elbetteki silip atamayız; ama sayın prensesin söylediklerine de hak vermemek elde değil.
Aynı düşüncelere katılıyor ve Üçüncü Dünya ülkeleriyle kültürel ilişkilerimizin artırılmasını diliyorum.



Cemil Eren | sanat olayı - Sayı: 15 - Mart 1982