![]() |
["Kamusal değil dedikodusal" güldürüye bir örnek] |
Avrupa’nın mutlakiyetçi monarşi çağında kral saraylarının ilginç bir tipi, “soytarı”dır. Çok eskiden beri varolduğunu bildiğimiz, ama kökenleri ve gelişimi konusunda çok kesin ayrıntılara sahip olmadığımız bu kurum özellikle Rönesans döneminde en ileri olgunluk aşamasına ulaştı (Mina Urgan’ın “Elizabeth Devri Tiyatrosunda Soytarılar” adlı kitabı bu konuda en geniş bilgi veren Türkçe eserdir). Bu çağda soytarılar yalnız kral veya prenslerin saraylarında değil, birçok zengin insanın evinde de iş buluyordu. Kurumun yaygınlığı, şüphesiz önemli bir işlevin varlığını kanıtlamaktadır. Nasıl bir işlev olabilir bu?
Soytarının fiziksel özellikleriyle kaba bir güldürme özelliğine sahip olduğu söylenebilir. Gelgelelim, sözkonusu dönemin bütün edebiyatında gördüğümüz olay, bundan önemli ölçüde farklıdır. Soytarı, ilkel ve kaba bir güldürücülükten öteye, nüktelerinin inceliği, derinliği ve hatta sarsıcılığı ile dikkati çeker. En ilginç nokta, soytarının doğrudan doğruya efendisi ile alay edebilmesidir. Aynı şekilde, çağın gelenek ve görenekleri, kutsal veya yarı kutsal sayılan kurumları, inanç ve değerleri ile de alay edebiliyordu soytarılar.
Soytarının fiziksel özellikleriyle kaba bir güldürme özelliğine sahip olduğu söylenebilir. Gelgelelim, sözkonusu dönemin bütün edebiyatında gördüğümüz olay, bundan önemli ölçüde farklıdır. Soytarı, ilkel ve kaba bir güldürücülükten öteye, nüktelerinin inceliği, derinliği ve hatta sarsıcılığı ile dikkati çeker. En ilginç nokta, soytarının doğrudan doğruya efendisi ile alay edebilmesidir. Aynı şekilde, çağın gelenek ve görenekleri, kutsal veya yarı kutsal sayılan kurumları, inanç ve değerleri ile de alay edebiliyordu soytarılar.
Soytarının böyle bir ayrıcalık kazanması, belli ki Rönesans çağında erişilen uygarlık düzeyi, hümanizm anlayışı tarafından belirlenmiştir. Daha katı mutlakiyetçi bir dönemde bu tür tabulara kimsenin dil uzatmasına fırsat tanınmazdı. Oysa Rönesans’da bir soytarı, herkesin önünde örneğin kralla dalga geçebilmektedir.
Dolayısıyla soytarının her şeyden önce insanî bir ihtiyaca cevap verdiği, işlevini buradan aldığı söylenebilir. Gülmek en temel insanî ihtiyaçlardan biridir. Ama insanın sağlıklı olabilmesi için, sırasında kendine de gülebilmesi gerekir. İşte Rönesans döneminin soytarısı bu ihtiyacı kurumlaştırmaktadır. Çağın hiyerarşik yapısına uygun bir biçimde, bu işlev soytarıya verilmiştir. Kralın yüzüne karşı nükte yapıp onu ve çevrede bulunanları güldüren soytarı, toplumda bir çeşit emniyet süpabı görevi görmektedir. Böylece, başkalarının da söylemek isteyebileceği, ama varolan kurallar nedeniyle söyleyemeyip içine attığı şeyler açığa çıkmakta, herkesi rahatlatmaktadır. Bu durum, soytarının çelişik statüsünü de açıklar: Bir yandan, en alt tabaka hizmetçilerden bile aşağı bir konumdadır soytarı, ama bu aşağı konumdan ötürü de, kimseye söyleme hakkı tanınmayan şeyleri söyleyebilmekte, dolayısıyla benzersiz bir ayrıcalığa sahip olmaktadır. Daha ciddi bir konumda olsa, bu tür sözler söylemesine izin verilemezdi. Konumun düşüklüğü, sözlerinin yarattığı şoku dengelemektedir.
Batı tarihinde Rönesans döneminde bu olgunluğa erişen soytarılık kurumu bundan sonra birdenbire önemini yitirir. Toplumun yaşayışı farklılaştıkça, kamu, ev içine egemen oldukça, iletişim kanalları değiştikçe ve en önemlisi, tabular zayıfladıkça, soytarı da işlevsizleşir. Bu aynı zamanda, onun yerine getirdiği işlevin artık toplum içinde daha yaygın ve daha sağlam temellere oturabilmesi demektir. Demokratikleşen toplumda eleştirinin tartışılmaz bir hak haline gelmesiyle bir soytarı tipinde kurumsallaşmasına gerek kalmaz.
Kendi tarihimize baktığımızda daha farklı yapılarla karşılaşıyoruz. Soytarınınkini andıran bir işi gören “dalkavuk” tipi var Osmanlı toplumunda. Bunlar lonca içinde örgütlenebiliyor, sarayda olduğu gibi zengin evlerinde veya sünnet düğünü gibi eğlence törenlerinde çalışabiliyorlar. Yaptıkları komiklik türüne göre kaç para alacaklarının rayici bile belirlenmiş. Ensesine tokat vurunca şu kadar, çelme takip düşürünce bu kadar akça veriyorsunuz. Örneğin fare yutma gibi bir numaranın bedeli daha yüksek. Ama en fazla para, kuyu çıkrığına bağlayıp su içinde döndürüldüğü zaman veriliyor; çünkü burada ölüm tehlikesi var. Şimdi, şu sayılan güldürme eylemlerine baktığımızda, bunun Batı’daki soytarı kurumundan çok farklı olduğunu görüyoruz. Mizahın bu fiziksel türünün ilkelliği bir yana, önemli olan, gülme konusunun gülenlerin tamamen dışında olması. Doğu’daki dalkavuğa bakanlar, bir başkasının başına gelenlere gülüyorlar. Oysa soytarı insanların kendi kendilerine gülmelerini sağlıyordu.
Bu farklılık, temelde, Doğu’da iktidar aygıtlarının kavranmasındaki farklılığa dayanıyor. Doğu mantığı, iktidara gülmeyi yasaklıyor. Toplumda, gülünebilecek şeylerle gülünemeyecek şeyler arasında kesin bir ayrım yapıyor. İktidarın kendisini ve onu ayakta tutan yan kurumlar ile manevi değerleri tabulaştırıyor. Ama gülmek temel bir insanî ihtiyaçtır, demiştik. Doğulu yapıda, bu ihtiyaç değişik biçimlerde gideriliyor. Örneğin Nasreddin Hoca’nın Timurlenk’li fıkraları iktidar kurumuna, Bektaşi fıkraları da dinî kurumlara gülme ihtiyacına boşalım sağlıyor. Gene de, Doğu’da ve Batı’da bu aynı ihtiyacın giderilme biçimlerindeki farklılık, iki toplum türünün bütün yapılarında da yansıyor. Doğu’da, soytarı örneğinde gördüğümüz dolaysızlık yok. Belli bir anda duyulan gülme ihtiyacı, onun o anda bir nükte haline gelmesiyle değil, bir fıkra ile ima edilmesi yoluyla gideriliyor. Bu, Batı’dakine kıyasla kapalı bir biçim. Hemen kaçmaya, inkârdan gelmeye, yeraltına inmeye hazır. Kamusal değil, dedikodusal.
Bu tarihî kökenlerin etkilerini bugün de yaşamadığımız söylenemez. Çok partili demokrasi dönemimizde de, eleştiri gibi mizahtan da bağışık tutulan kurumlarımız oldu, hâlâ var. Televizyonda bir sahtekâr avukat tipinin görünmesi üstüne baronun protestosu, eleştirilme duyarlığının ne ölçülere vardığının sadece bir örneği.
Bu yapılanmanın en önemli etkileri de mizah sanatının kendisinde görülüyor. Örneğin profesyonel güldürücüler, klasik dalkavuk tipinin çerçevesi dışına çıkmış değiller hâlâ. O tipi şüphesiz zenginleştirdiler, ama aşmadılar. Toplum yapısı gülmenin alanını sınırladığı için, bir şeye gülmeden önce onu gülünçleştirmek gerekiyor; yani “gülünebilecekler” alanına yerleştirmek. Böylece, ya “hacıağa” tipi gibi abartılmış soyutlamalar yaratılıyor ya da konumu gereği gülünçleşmeye yatkın ünlü popüler kişilerin parodileri yapılıyor, vb. Dolayısıyla gülen de, kendine değil, kendisinin kesinlikle dışında olduğunu bildiği bir şeye gülüyor. Aynı şekilde, ’’güldüren”, ’bir başkasının alay konusu olduğu’ garantisini veriyor seyircisine. Denilebilir ki toplumun ve iktidarın süregelen dışsal sansürü böylece güldürücünün bilinçaltı içsel sansürü haline geliyor.
Gülmenin hem yasal, hem de göreneksel sınırları hâlâ geçerli olmakla birlikte “kendine gülme” anlayışına dayalı mizah da son zamanlarda yavaş yavaş kendini belli etmeye başladı Türkiye’de. Örneğin Müjdat Gezen gibi bir sanatçı, zaman zaman, gülünç bir “kuraldışı” yaratmak yerine olağan olanın içsel gülünçlüğünü gösterebiliyor. “Gırgır” dergisi, bu bakımdan son derece önemli bir potansiyeli tutarlı bir biçimde geliştiriyor.
Murat Belge | sanat olayı - Sayı: 1 - Ocak 1981