55. Oscar Ödülleri 11 Nisan gecesi Los Angeles’te dağıtıldı.
”Gandi” en iyi film ödülünü alırken,
Richard Attenborough en iyi yönetmen,
“Gandi”deki yorumuyla Ben Kingsley en iyi erkek oyuncu seçildi.
Öte yandan, “Sophie’nin Seçimi”ndeki yorumuyla Meryl Streep en iyi kadın oyuncu,
Jessica Lange “Tootsie” filmindeki yorumuyla en iyi yardımcı oyuncu,
Louis Gossett ise “An Officier and a Gentleman” ile en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’larının sahibi oldular.
”Gandi” filmi ayrıca, John Briley’in senaryosu için en iyi özgün senaryo,
Billy Williams ve Ronnie Taylor’un çalışmaları için en iyi sinema tekniği,
Stuat Craig ve Bob Laing’in çalışmaları için en iyi sanat yönetimi,
Michael Seirton’un çalışmasıyla en iyi set dekorasyonu,
John Mollo ve Banu Ataya’nın kostümleriyle en iyi kostüm ödüllerini de aldı.
Bir başka favori film “E.T.” ise teknik dallarda aldığı ödüllerle yetindi:
En iyi özgün müzik (John Williams),
en iyi seslendirme,
en iyi ses efekti,
en iyi görüntü efekti...
Costa Gavras ve Donald Stewart’ın “Missing - Kayıp” filmi için yaptıkları senaryo çalışması en iyi uyarlama senaryo ödülünü alırken,
“An Officier and a Gentleman”daki “Up Where We Belong” adlı şarkı en iyi özgün şarkı ödülüne,
Henry Mancini’nin “Victor Victoria” için hazırladığı şarkı da en iyi uyarlama şarkı ödülüne değer görüldüler.
Öte yandan, Mickey Rooney’e de, sinema sanatına yaptığı katkılarının tümü için Oscar, Şeref Ödülü verildi.
İspanyol filmi “Volver a Empezar” da en iyi yabancı film Oscar’ını aldı.
“GANDİ”: 8 ÖDÜL BİRDEN
Geçen yıl, genç yönetmen John Huston’un “Ateş Arabaları” adlı filmiyle Oscar’lara el atan İngiliz filmleri, bu yıl Richard Attenborough’un yönettiği “Gandi”yle, içlerinde en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu Oscar’larının da bulunduğu sekiz dalda ödülleri alarak, Amerikan sineması karşısında büyük bir zafer elde etti.
Üstelik “Gandi”nin kazandığı bu zafer, yıllarını gösteri sanatlarının başka dallarına vermiş sanatçıların Oscar’lara ulaştıkları dallardaki ilk iddialı deneyimlerinin sonucu olarak geldi. Örneğin yönetmen Sir Richard Attenborough yıllarca oyuncu olarak İngiliz sinemasına hizmet etmiş, 63 filmde rol almış bir sanatçı. En iyi erkek oyuncu Oscar’ını alan Ben Kingsley ise ününü tiyatroda yapmış bir oyuncu.
RICHARD ATTENBOROUGH
Filmin öyküsü, çekiminden 20 yıl öncesine, 1962 yılına dayanıyor. O günlerde, Hindistan’ın özgürlük sembolü Mahatma Gandi’nin yakın dostlarından Motilal Kothari ile tanışan Attenborough, Kothari’nin kendisine verdiği, Louis Fisher tarafından hazırlanmış Gandi biyografisini okuyor.
Ve, bu biyografi bir anda Attenborough’un yaşamını değiştiriyor:
”Her şey o biyografiyle başladı. Mahatma’nın yaşamını sinemaya aktarmayı kafama koymuştum.
Bundan sonra meslek yaşantıma ilişkin her olayı, ileride gerçekleştireceğim bu projeme, bir basamak olarak kullandım.”
Richard Attenborough, bazı belgesel malzemeleri sağlamak için de, gerekli kişilerden “okey”i aldıktan sonra, Gandi’nin kızı Indira Gandi’yle görüşmek üzere Yeni Delhi’de alıyor soluğu. Bu arada, filmin senaryosunu da (bu, ilk senaryo) İrlandalı yazar Gerald Hanley’e ısmarlıyor. Ancak Hindistan dönüşü sorunlar artıyor. Sorunların en önemlisi filmin bütçesi, sonra Gandi’nin başbakanı Nehru’nun Gandi’yi canlandıracak oyuncu konusundaki ısrarlı tutumu. Nehru, tek bir ad üzerinde duruyor: Alec Guiness. Ancak Guiness rolü kabul etmeyince, filmin çekimine başlanamıyor. Ve bu bekleyiş tam yirmi yıl sürüyor.
“Gandi’nin insanlık anlayışına olabildiğince sadık bir film yapmak için bu süreyi beklemeyi göze aldım. En büyük sorunlardan biri de 69 yıllık bir yaşamı üç saatlik bir süreye sığdırmaktı. Sinema açısından biraz özgürlük sağlamak için, tarihsel bölümlerden bazılarını çıkarmak zorundaydım. Bu da, zorlu bir incelemeyi gerektirdi.”
Sonuçta, film kotarıldı. Ve Attenborough, yirmi yıllık düşünü gerçekleştirdiğinde, bekleyişinin ve çalışmalarının karşılığını, on bir dalda aday gösterildiği Oscar’ların sekizini alarak görüyordu.
BEN KINGSLEY: EN İYİ ERKEK OYUNCU
Alec Guiness’in kabul etmediği Mahatma Gandi rolünü alan Ben Kingsley de en iyi erkek oyuncu seçildi. Rol önerildiğinde, Gandi adının kendisi için yalın bir görüntüden başka hiçbir anlam ifade etmediğini (elinde bambudan asasıyla, biraz mistik, biraz saf, zayıf ve yaşlı bir adam) söyleyen Ben Kingsley, rolü üstlendiğinde, altı ay boyunca, Hindistan’ın tarihi üzerine özellikle 1940’lardan günümüze değin olan süreçle ilgili araştırmalar yapmış. Bu arada Hindistan’a da giderek bu ülkenin çağdaş yaşantısını tanımış.
Ben Kingsley, yukarıda da belirttiğimiz gibi ünlü bir tiyatro oyuncusu.
Şimdiye değin de birçok ünlüyü canlandırmış sahnede:
Camus,
Picasso,
Richard 3,
Hamlet,
Martin Luther King,
Charlie Chaplin.
1975 “Hamlet”i oynarken:
“Bu rol bana, gerçek tutkunu romantik bir kahramanı üstelik bu sorumluluğunu yaşamının sonuna kadar yerine getiren bir kahramanı canlandırma olanağını verdi. Geceler boyunca “Olmak ya da olmamak”ın nasıl söylenmesi gerektiğini, Hamlet’in kişiliğini ve deneylerini inceleyerek buldum.”
Ben Kingsley, Gandi’de, kendinden en az yirmi yıl yaşlı bir kişiyi canlandırdı.
Ancak, bunun bir sorun olmadığını, yaşlılığı sevdiğini ve en büyük arzusunun 70 yaşına geldiğinde Kral Lear’i oynamak olduğunu söylüyor.
MERYL STREEP: EN İYİ KADIN OYUNCU
“Avcı”,
“Kramer Kramer’e Karşı”,
“Fransız Teğmenin Sevgilisi” derken,
“Sophie’s Choice-Sophie’nin Seçimi” adlı film, Meryl Streep’e Oscar ödülünü getirdi.
Daha önce “Klute - Fahişe” ve “Başkanın Adamları” filmlerinden tanıdığımız yönetmen Alan Pakula, Williams Styron’un aynı adlı romanından uyarlayacağı filmi için hemen Meryl Streep’i düşünmüş. Hemen Streep’i arayarak projesini açıklamış.
Öykünün bundan sonrasını Streep şöyle anlatıyor:
“Pakula beni aradığında “Fransız Teğmenin Sevgilisi”ni çeviriyordum. Romanı çok sevdiğimi ancak senaryoyu okumak istediğimi söyledim. Kendisine güvenmemi istedi. Ancak anlaşamadık ve o başka oyuncular aramaya başladı.”
Alan Pakula, Streep’in yerine Vanessa Redgrave ve Dominique Sanda’yı düşünmüş. Ancak Meryl Streep senaryoyu okuduktan sonra, bu rolü mutlaka kendisinin oynayabileceğine inanmış ve yeniden rolü kapabilmek için elinden ne geliyorsa yapmış. Sonuçta amacına ulaşmış.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 70 - 15 Nisan 1983
_____________________________________________________________________________________________________
Sinema dünyasındaki etkisi ve ünü giderek azalacağı yerde büsbütün artan Oscar ödülleri, ilk verildiklerinden 54 yıl sonra yine büyük ilgi toplamayı başardılar. İki ay kadar önce adayların açıklanmasından başlayarak Hollywood bu filmler, yönetmenler ve oyuncular üstüne yine gerekli reklam kampanyasını gerçekleştirdi. Ve geçtiğimiz günlerde dünyanın birçok ülkesinde yayımlanan görkemli bir törenle ödüller sahiplerini bulurken, sinemanın sanat olarak ne kazandığı belli olmadıysa da, sinema mitosları yeni güçler ve atılımlar, yeni hayranlar, yeni etki alanları kazandılar.
ATTENBOROUGH’UN GERÇEKLEŞEN DÜŞÜ “GANDİ”
Ödüllerin öncesinde Richard Attenborough’un “Gandi” filminin birçok ödülü silip süpüreceği tahmin edilmişti. Film, tam 11 dalda ödüle aday gösteriliyordu. Yakın tarihin büyük politik yüzlerine görkemli ve gösterişli bir sinema aracılığıyla bakan sayısız film yapan İngiliz sinemasının bu geleneğini sürdüren ve “Arabistanlı Lawrence”, “Genç Winston” gibi filmlerin yolundan giden bu 3 saat 10 dakikalık dev film, İngiliz oyuncu yönetmeni Attenborough’un hayatının en büyük projesiydi. Tıpkı Warren Beatty’nin geçen yılki “Kızıllar”ı gibi, Attenborough da uzun yıllar hayalini kurduğu bu projeyi sonunda binbir güçlükle gerçekleştirebilmiş ve filmiyle gerek Oscar’lar, gerekse gişe başarısı yönünden “Kızıllar”dan daha şanslı çıkmıştı. Film, Hindistan tarihinin ünlü siması Gandi’nin yaşamının çeşitli dönemlerini görkemli bir sinemayla perdeye getirirken, sinema sanatının içerdiği çeşitli ögelerden birini, tarihi (veya yakın tarihi) yığınlara maletmek, ’tarihsel canlandırma’ filmleriyle çağımızın politik bilincini yeniden ışıtma işlevini yeniden gündeme getiriyordu. Filmin gündeme getirdiği ve Batı’nın aydın çevrelerinde tartışılan bir konu ise, Gandi’nin ömür boyu koruduğu ’pasifist’ tutumuydu. Bu tutumun, sonradan sanıldığı gibi yandaşlarını sürekli olarak “pasif”liğe, edilgen kalmaya yargılayan bir tutum olmaktan çok bir tür ’eylem’ biçimi, hem de etkin bir eylem biçimi olduğu, ünlü lider konusunda (ve film dolayısıyla) yapılan yorumların en ilgi çekicisi oldu.
Diğer yandan, “Gandi”, şimdiye dek yaptığı “Uzakta Bir Köprü”, “Ah, Ne Güzel Bir Savaş” ve “Büyü” gibi filmlerle bir türlü “ciddiye alınan” bir yönetmen olmayı başaramayan Richard Attenborough’u artık önemli bir yönetmen katına yükselttiği gibi, İngiliz bir anneyle, Hintli bir babadan gelen, düne kadar adını kimsenin bilmediği Shakespeare oyuncusu Ben Kingsley’i de birden üne kavuşturdu.
COSTA-GAVRAS’IN POLİTİK YAPITI: “KAYIP”
En iyi film ödülüne aday filmlerin arasında “Gandi”den sonra “Kayıp”, “Tootsie”, “E.T.” ve “Yargı” geliyordu. Bu beş film de çağdaş Hollywood sinemasının değişik yönlerini, eğilimlerini, kendi alanlarında en iyi biçimde temsil eden yapıtlardı. Bir İngiliz filmi olan “Gandi”nin yanı sıra diğerleri tipik Amerikan filmleriydi. Costa-Gavras’ın “Kayıp - Missing” yapıtı, geçen yıl Cannes Şenliği’nde de (“Yol”la birlikte) Altın Palmiye alarak isminden söz ettirmişti. Costa-Gavras’ın filmi, Yunan kökenli Fransız yönetmeninin ustası olduğu ve daha önceleri de “Z”, “İtiraf” gibi filmlerle ilginç örneklerini verdiği bir türün, politik ve gerçek olayları belli seyirlik değerler ve sinemasal bir ustalıkla bezeyerek yığınlara seslenen filmler yapma çabasının, bu kez biraz da “Amerikan sosu” bulaşmış bir örneğiydi. Costa-Gavras’ın Amerikan hükümetlerinin Şili darbesine sağladıkları destek konusunda Amerikan toplumunun vicdanını tedirgin edecek imalar veya açık suçlamalarla dolu olan filmi, kuşkusuz Amerikan sinemasının özeleştiri geleneği sayesinde yapılmak, gösterilmek ve böylesine ilgi görmek fırsatını buluyordu. Film, en iyi film dahil olmak üzere dört dalda Oscar adayı olarak kendinden söz ettiriyordu. Bu dört dalın arasında, filmdeki unutulmaz oyunlarıyla Jack Lemmon ve Sissy Spacek’in oyunculuk adaylıklar da vardı.
“KADIN OLAN ERKEK”: “TOOTSIE”

“Öyle konular vardır ki, bunları ciddi olarak ele almak tehlikelidir. ’Erkeklik’ ve kadınlık ilişkileri, sözgelimi... Bunlara bir dram olarak yaklaştığınızda önyargılar harekete geçer, herkes sinirlenir, ne söyleyeceğinizi bilemezsiniz. Film güldürü olduğu ölçüde -çelişkili gözükse de- daha ciddi şeyler söyleme fırsatını bulursunuz”...
“Tootsie”, Dustin Hoffman’ın “Kadın olduğumda daha iyi bir erkektim” cümlesinin çevresinde anlamını bulan ve gerçekten de kadın-erkek ilişkileri ve bu ilişkiler konusunda toplumlarda yerleşmiş olan değer yargılarına ve klişe inançlara köklü bir eleştiri ve hatırı sayılır bir alay getiren değişik ve ilginç bir yapıttı. En iyi film, erkek oyuncu (Hoffman), yardımcı oyuncular (Jesica Lange ve Terri Gaar) ve yönetmen dallarında da Oscar’a aday olan “Tootsie”, kuşkusuz 80’lerin en ilginç güldürülerinden biri olarak sinema tarihine geçecekti.
ÇAĞDAŞ SİNEMASAL MİTOS: “E.T.”
“Gandi’nin 11, “Tootsie”nin ise 10 daldaki adaylığını dokuz daldaki adaylıkla izleyen Steven Spielberg’in “E.T.”sinden bilmem söz etmeye gerek var mı? Artık herkes bu filmin konusundan, ürkünçlükle sevimlilik arasında gidip gelen baş ’yaratığına’ dek her şeyini biliyor. “E.T.”nin Amerikan sinemasına bundan böyle yeni bir yol çizeceğini, bilim-kurgunun ve fantastiğin mutlaka şiddet, dehşet ve korku öğeleri içermesine gerek olmadığını, bu tür bir filmde de yumuşak, insancıl ve duygusal olma olanağının bulunduğunu kanıtladığını söylemek kehanet olmasa gerek. Artık büyüklerin de çocuklarla birlikte “yaş sınırlamaları”na tabi olmadan izleyebileceği, hayal gücü denli şiire, gerilim denli duyguya da yaslanmış filmler dönemi başlıyor belki de... Sinema sanatı bundan ne kazanır, bilinmez ama özellikle genç seyircilerin şiddetten ve korkudan uzak filmlerle, kişiliklerinin sinema aracılığıyla zedelenmesinin biraz önüne geçileceği umulabilir.
Bu arada “E.T.”nin adaylıkları arasında en iyi filmin dışında en iyi yönetmen, görüntü, kurgu, senaryo, müzik, efekt gibi alanlar olduğunu da anımsatalım.
LUMET’NİN “YARGI”SI VE PAUL NEWMAN’IN OYUNU
Oscar’larda adı geçen beşinci film ise, Sidney Lumet’nin “Yargı - Verdict” adlı yapıtı... Lumet, sinema eleştirmenlerince pek önemsenmemesine, iyi bir ’zanaatçı’ sayılmasına karşın son yıllarda üstüste başarılı filmler yapan ve dikkatleri üstüne çeken bir yönetmen. Özellikle polisiye film türünde son yıllarda verdiği “Serpiko”, “Köpeklerin Günü”, “Kentin Prensi” gibi filmler unutulacak gibi değil...
“Yargı”da Lumet, Hollywood’un usta olduğu ve çok iyi örneklerini verdiği bir türde “adlî film” türünde olgun ve düzeyli bir yapıt ortaya koyuyordu. Kişisel sorunları yüzünden mesleğinde geriye dönüş aşamasına girmiş olan bir avukat (Paul Newman), bir hastanede yanlış tedavi sonucu ölen birinin davasını üstlenir. Karşısında Boston’un en büyük avukatlık bürosu, onun gerisinde ise çok nüfuzlu kişiler vardır. Film, yaşlanmış, alkolik avukatın tüm ’kötü’lere karşı verdiği savaşımı kazanmasının öyküsüdür. Hollywood usulü bir ’bireye övgü’ içeren, bireysel dirençle neler başarılabileceğini gösteren bu film, 5 dalda Oscar adayıydı. En iyi film, yönetmen, uyarlama senaryo, baş oyuncu, yardımcı oyuncu. Filmin özellikle tam beş kez Oscar’a aday gösterildiği halde alamayan baş oyuncusu Paul Newman’a, çizdiği olağanüstü kompozisyonla ödül getireceği bekleniyordu.
DİĞER BAZI ADAY FİLMLER
Bu beş filmin yanısıra, Oscar ödüllerinde çeşitli adaylıklar dolayısıyla adı geçen başka filmler de vardı. Bunlardan biri, Meryl Streep’in çok güçlü adaylığını getiren, Alan Pakula’nın “Sophie’nin Seçimi” adlı filmiydi. Pakula, ünlü bir romandan alınan ve Polonyalı bir kadının savaşta, bir toplama kampında başlayan uzun ve acılı serüvenini anlatan senaryo üzerinde yıllardır çalışıyor, ama filmi bir türlü çekemiyordu. Bir söylentiye göre, Pakula, “Sophie’yi oynayacak aktrisi bulamıyordu”. Sonunda bu rol, “Avcı”, “Kramer”, “Fransız Teğmeninin Kadın” gibi filmlerle günümüzün en büyük oyuncularından biri olduğunu kanıtlayan Meryl Streep’e kısmet oluyor ve Streep, ilk günden beri en ciddi aday olarak gösterildiği Oscar’lar da söz sahibi oluyordu...
Julie Andrews’in adaylığını getiren film, bilindiği gibi Blake Edwards’in şu günlerde ülkemizde oynamakta olan nefis güldürüsü “Viktor Viktorya” idi...
Bir diğer kadın oyuncunun, Jessica Lange’in adaylığı, 1930’ların ünlü bir kadın oyuncusunun, Francis Farmer’in yaşamını canlandırdığı ve Clifford’un ilk yönetmenlik denemesi olan “Frances” filmindeki kompozisyonundan geliyordu.
Yine genç bir yönetmenin Taylor Hackford’un Amerika’da çok tutularak hasılat rekorları kıran filmi “Subay ve Centilmen”, Taylor Hackford’un Amerika’da çok tutularak hasılat rekorları kıran filmi “Subay ve Centilmen” bir askeri okulun iki öğrencisi ve duygusal ilişkiye girdikleri kadınlar arasında geçen, biraz ‘vatan-millet’ edebiyatı yapmakla birlikte Amerika’dan ilginç ve derinlemesine bir kesit getiren değişik bir yapıttı ve genç oyuncusu Debra Winger’i Oscar adayı yapmıştı.
OYUNCU ADAYLARI VE BÜYÜK ÇEKİŞME
Kadın oyuncu adayları, yukarıda adını ettiğimiz filmleriyle Meryl Streep,
Julie Andrews,
Debra Winger,
Jessica Lange ve de
“Kayıp” filmindeki şaşırtıcı kompozisyonuyla,
birkaç yıl önce “Madencinin Kızı”yla Oscar sahibi bulunan Sissy Spacek’ti.
Erkeklerden ise, yine sözünü ettiğimiz filmleriyle,
yani “Kayıp”la Jack Lemmon,
“Yargı” ile Paul Newman,
“Gandi” ile Ben Kingsley,
“Tootsie” ile Dustin Hoffman,
ve de “En İyi Yılım - My Favorite Year” adlı değişikmiş İngiliz oyuncusu Peter O’Toole’du.
Gerek kadın, gerekse erkek oyuncuların tümü de söz konusu filmlerde olağanüstü kompozisyonlar çizmişler, başarının doruğuna tırmanmışlardı. Bu nedenle özellikle oyun dalında bu yıl yapılan çeşitli tahminler son dakikaya dek değişiklik gösteriyordu. Hele geçmiş yıllarda, söz gelimi çeşitli kereler aday oldukları halde veya çeşitli nedenlerden kamuoyunun sempatisini topladıkları halde tüm beklentilere karşın yine de ödül alamayanlar anımsandığında, bu konuda kesin bir yargıda bulunmak hiç de kolay olmuyordu.
YÖNETMEN ADAYLARI VE YABANCI FİLMLER
Bu yılki en iyi yönetmen adayları, saydığımız filmlerden;
“Gandi” ile Attenborough,
“Tootsie” ile Sidney Pollack,
“E.T” ile Spielberg,
“Yargı” ile Sidney Lumet ve bir de sürpriz isim,
bu yıl izlediğimiz “Mukaddes Vazife - Das Boat” adlı Alman filmiyle genç Alman yönetmeni Wolfgang Petersen’di.
Diğer yandan, yabancı film adayları arasında, yine bizde izlediğimiz, geçen yılki YAZKO şenlikleri sırasında yönetmeni Bertrand Tavernier’nin katılmasıyla sunulan Fransız filmi “Toptan Temizlik - Coup de Torchon” filmi vardı.
Bunun yanı sıra pek bilmediğimiz bazı filmler adayları tamamlıyordu:
Sovyet filmi “Özel Hayat”,
İsveç filmi “Kartalın Uçuşu”,
Nikaragua filmi “Alsino ve Akbaba” ve
İspanya filmi “Volver A Empezar”...
Atilla Dorsay Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 70 - 15 Nisan 1983
_____________________________________________________________________________________________________
Hint halkının bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin simgesi Gandi, bugün de İngiliz sinema sanayiinin umudu oldu. Sekiz Oscar birden alan “Gandi” filmi, dikkatleri İngiliz sinema sanayiinin uzun zamandır verdiği ayakta kalma mücadelesine çekti, özel sektöre müdahale etmeme politikası izleyen muhafazakâr Thatcher hükümetini bile sinema sanayiinin devlet eliyle desteklenmesini düşünmeye yöneltti.
Bir yarı kamu kuruluşu olan İngiliz Ulusal Film Finansman Kurumu Genel Müdürü Mamoun Hassan,
“Elbette şimdi İngiltere hükümeti, bu alanda desteklenmeye değer pek çok yetenek olduğunu görmeye başladı” diyordu.
Gerçi İngiliz sinema sanayii hiçbir zaman Hollywood ya da Cinecitta gibi parlamadı ama zaman zaman başarılı yapımlarıyla adını duyurmayı başardı. Üstelik yetiştirdiği sanatçılarla Hollywood’u besleyen en önemli kaynaklardan biri oldu İngiliz sineması. Bugün, şu anda Hollywood’da çekilmekte olan 20 filmden 11’inin yönetmenliğini İngilizlerin yaptığı gözönünde tutulursa, İngilizlerin Amerikan sinemasındaki katkısı kavranabilir.
SENEDE BİR KEZ SİNEMAYA GİDEN İNGİLİZLER
Ama ülke içinde İngiliz sinemasının durumu doğrusu hiç de parlak değil. Sinemaya gidenlerin sayısı hızla düşüyor.
Bu rakam geçen yıl 65 milyona indi. Yani kaba bir hesapla İngiltere’de herkes yılda sadece bir kez sinemaya gidiyor.
Milyonlarca kişi ise filmle evinde, salonunda ayağını uzatarak videodan seyretmeyi yeğliyor. Üstelik hemen her sokakta bakkalın yanı başında açılan videocudan gecesi bir sterlinden istediğiniz tür filmi kiralamak olası. İsterseniz üzerinde en çok konuşulan moda filmleri, isterseniz sinema tarihinin klasiklerini. Üstelik en ucuz olduğu zamanda bile bir sinema biletinin iki sterlin olduğu dikkate alınırsa, bunun çok da ekonomik bir hareket olduğu ortaya çıkıyor.
Gerçi bir kısmı resmi kanallardan üretilen bu video kasetler, film yapımcılarına da bir kazanç sağlıyor. Ama yaygınlaşan korsan kasetçilik bu kazancın bir kısmını silip süpürürken, bu durum sıkıntılar içinde kıvranan İngiliz sinema sanayiine büyük yarar getirmiyor. İşte bu nedenle Gandi’nin sekiz Oscar birden kazanması Los Angeles’te şampanyalı havyarlı bir partide kutlanırken, aynı saatlerde İngiliz film yapımcılarından bir grup, Sanayi Bakanı’nın film sanayiinden sorumlu yardımcısı Spoat’ın kapısını çalıyor ve devlet yardımının artırılmasını istiyordu.
Gerçi “Gandi” şimdiden çok başarılı bir film. Hollywood’daki başarının haberi daha Londra’ya ulaşmadan önce filmin yaklaşık 100 ilâ 180 milyon dolarlık bir gişe hasılatı yapacağı tahmin ediliyordu. Şimdi Oscar Ödülü bu geliri yaklaşık yüzde 20-25 oranında daha artıracak.
Filmin sadece Amerikan ve Kanada televizyonlarında gösterilme tekelini satın alan Embassy Communications International’in ne kadar ödediği açıklanmıyor ama bunun da 20 milyon doları bulduğu sanılıyor. Bütün bu gelirin yaklaşık 50-90 milyon doları dağıtımcılara gidecek. Gene de reklam giderlerini ve gösterim kopyalarını hazırlamak bu dağıtımcılara ait. Bu da az para değil, örneğin Gandi’de bu miktar 25-30 milyon doları buluyor.
Bütün bu karışık hesaplar ardından Gandi’nin yapımcılarına yaklaşık 40 ila 60 milyon dolar arasında bir para kalacak.
Bu paranın bir miktarı yönetmene ve oyunculara dağıtılacak da olsa, 22 milyon dolara malolan bir film için hiç de kötü bir gelir değil diye düşünülüyor.
SİNEMA ALANINDA YENİ BİR ŞİRKET
Bu başarının ardındaki yatırımcısı Goldcrest adlı yeni bir şirket İngiltere’nin ünlü yayınevi grubu Pearson Longman’ın bir yan kuruluşu Goldcrest. Bu yayın grubu aynı zamanda belki de iş adamlarının dünyayı pembe görebilmesi için pembe kâğıda basılan günlük ekonomik gazete Financial Times’ın da sahibi.
Goldcrest’in bir yetkilisi başarılarını şöyle açıklıyor:
“En başından anladığımız olay şu oldu: EMI gibi büyük İngiliz şirketleri büyük ve pahalı filmlerle Amerikan piyasasına girmeye çalışırken, aslında piyasa belli bir para ödenerek abone olunan kablolu televizyon kanalları, kapalı devre yayınlarla kökten değişiyordu.
Bu durumda aniden bütün şirketler bu işten soğudu. ‘İşler kötü’ deyip bir kenara çekildiler.
Bu durumda David Puttman, Richard Attenborough gibi yapımcılar, yönetmenler bize gelmeye başladılar.
Biz de, bu arada Amerikalıları kendi oyunlarıyla kendi piyasalarında Amerikan tipi filmler yaparak alt edemeyeceğimizi anladık.
Biraz daha değişik, nasıl diyeyim, biraz daha yabancı bir şeyler yapmak zorundaydık.”
“Gandi” filmi de işte böyle bir anlayışın ürünü olmuştu.
AMERİKA İLE İNGİLTERE ARASINDAKİ FARK
Burada İngiliz yapımcılarla Amerikan yapımcılar arasındaki farka da dikkat etmek gerekiyor.
Birleşik Amerika’da yedi büyük yapım şirketi var:
Warner,
Paramount,
MGM,
Universal,
Colombia,
Disney ve
20’th Century Fox.
Bütün bu şirketler yılda ortalama 15 film yapıyorlar.
Bu arada büyük zararları da göze alabiliyorlar.
Çünkü hepsi
- ya sırtlarını dev bazı malî kuruluşlara dayamışlar
- (örneğin Warner’ın ardında American Express Bankacılık Şirketi,
- Colombia’nin ardında Coca Cola var),
- ya da çok başarılı yapımların kazancı bu zararı karşılayabiliyor.
İngiltere Ulusal Film Finansman Kurumu yöneticisi Mamoun Hassan, “Bir Amerikan stüdyosu hesabını şuna dayandırıyor:
Yedi filmim zarar edecek, ikisi başa baş gelecek. Bir filmim de çok başarılı olacak” diyor.
Elbette bir de dikkate alınması gereken video ve TV’den sağlanan kazançlar var.
Beş yıl önce sinemaların gelirlerinin yüzde 80’i gişeden sağlanırken, şimdi bu oran yüzde 60’a düştü.
Aslında bir Filmin ne zaman satın alındığı çok önemli. İlginç bir örnek “Chariots of Fire”. Filmin sorumlu yapımcısı David Puttman BBC’ye gidip filmi 200 bin sterline satmayı önerdiğinde aldığı cevabı hatırlatıyor. “BBC’nin o sırada TV Genel Müdürü olan Alasdair Milne, bana bunun çok yüksek olduğunu söyledi.” Ama bu arada film Oscarları alınca bu defa BBC Genel Müdürlüğü’ne yükselmiş olan aynı Milne filmi 1 milyon 600 bin sterline kapabildiği için çok mutlu oluyor. Puttman ise “Bu bir çılgınlık” diyor.
GANDİ’NIN GÜÇLÜKLERİ
Gandi’ye gelince, bugün filmin elde ettiği baş döndürücü başarı belki birçok kişiye bugünlere nasıl gelindiğini unutturuyor.
Ama filmin ortaya çıkmasında karşılaşılan güçlükleri hâlâ çok iyi hatırlayanlar var. Örneğin Richard Attenborough.
Attenborough, filmin senaryosunun nasıl sadece EMI tarafından on defa geri çevrildiğini, şimdi artık gülerek anlatıyor. Bulunan diğer birçok yatırımcı ise son dakikada cayıyor. Çünkü, İngiliz sermayedarlar, bir Hint devlet adamının yaşam öyküsü üzerine bir İngiliz filminin İskoçya’nın taşrasında iş yapabileceğine hiç inanmıyorlar. İşte bu noktada Goldcrest devreye giriyor. Film için gerekli 22 milyon doların yüzde 60’ını sağlamayı kabul ediyor. Paranın gerisi de Hint hükümetinden geliyor. Elbette Hintlilerin de ulusal kahramanlarının öyküsünü bir İngiliz yapımcının eline teslim etmeleri, o kadar kolay olmuyor. Büyük mücadeleler gerekiyor.
Aslında Gandi’nin karşılaştığı güçlük, sadece bu filme özgü bir sorun değil. İngiltere’de bağımsız her yapımcı, benzer olaylarla karşı karşıya. Bağımsız bir yapımcının film çekmeye kalkışması, akıntıya kürek çekmeye benzetiliyor. Oysa İngilizler elinde iyi bir konu olan bir yapımcının Amerika’daki beş firmaya önerebileceğini ve bunlardan birinin gücü yetmezse bile, üç, dördünün bir araya gelip, bu filmi yapabileceğini söylüyorlar. David Puttman, “Amerika’da kapının önünden geçerken adamı kolundan içeri çekiyorlar. İngiltere’de ise sinemadan başka her şey için sermaye bulmak mümkün” diye yakınıyor. Halbuki günümüzde büyük bir film, en azından 5-10 milyon sterlini gerektirirken, çok daha küçük bir bütçe ile çok daha başarılı ve kazançlı filmler yapılması olası.
İNGİLİZ YAPIMCILAR SIKINTI İÇİNDE
STÜDYOLARIN YÜZÜ GÜLÜYOR
Bunlar, İngiliz film yapımcılarının sorunları.
Buna karşılık İngiltere’deki film stüdyoları çekim için başvurulara zaman bulmakta güçlükle karşılaşıyorlar.
600 kişinin çalıştığı Rank’a ait Pinewood stüdyolan her anı dolu bir yılı geride bıraktı.
Sermayesini Amerikalıların son James Bond filmi “Octopussy” ve “Superman III” Rank’ın kasalarına para akıtıp durdular.
Gerçi Pinewood geçmişte de böyle parlak dönemler yaşamış, sterlin, dolar karşısında değer kaybederken işler akmış, sterlin güçlenince bu akım durulmuştu. Bugünlerde gene sterlin, dolar karşısında zayıf ve Amerikalı yapımcılar, İngiliz stüdyolarının kapılarını aşındırıyorlar, maliyetlerini düşürebilmek için.
Rank’ın bir sözcüsü, “Sterlinin değer kaybetmesi yüzünden Amerikalıların saldırısına uğradık, ama sorun, sadece bu değil.
Amerikalıları buraya çeken bizim elimizde onların başka hiçbir yerde bulamayacakları teknik olanaklar ve üstün yeteneklerin olması” diyor.
Gerçekten de İngiliz stüdyoları özel efektler gerektiren filmlerde çok başarlılar. Bilim-kurgu filmlerini çok yaratıcı bir biçimde çekebiliyorlar. Şu anda hazırlanmakta olan “Yıldız Savaşları” dizisinin üçüncüsü, “The Revenge of Jedi - Jedi’nin İntikamı” ve “Superman III”ü izleyecek olanlar bu olanakların kısa süre içinde nasıl geliştirildiğini görebilirler.
DEVLET YARDIMI GENE GÜNDEMDE
Ancak, İngiliz stüdyoları da tıpkı yapımcılar gibi devletten yardım ve ek olanaklar istiyorlar.
Sinema sanayiinden sorumlu bakan yardımcısı Iain Sproat ile görüşen film yapımcılar heyeti, çok somut bazı öneriler götürdü.
Bu olanakların seferber edilmesi halinde, 30 milyon sterlinlik bir fon yaratılabileceğini düşünüyorlar.
BUGÜNKÜ SİSTEM
Aslında İngiltere’de halen belirli bir destek politikası sürüyor.
Sistemi icat eden kişinin adıyla anılan “Fady Rüsumu” en önemli fon kaynağı.
Sinemaya gelenlerden alınan belli bir yüzde yılda 4 milyar sterlin tutuyor.
Bu para, Türkiye’de olduğu gibi, belediyelerin kasasına değil, film yapımına gidiyor.
Bu miktarın 1.5 milyon sterlini Ulusal Film Finansman Kurumu’na ayrılıyor.
Böylece, belli bazı projeler destekleniyor, kısa filmlerin desteklenmesi için kullanılıyor.
Yarım milyon sterlin Ulusal Sinema ve TV Okulu’na veriliyor.
125 bin sterlin ise, İngiliz Sinematek’ine gidiyor.
Kalan da uygulanan belli bir prim politikasıyla başarılı filmi yapımcılarına dağıtılıyor.
İNGİLİZLER UMUTLA DOLU AMA GÜÇLÜKLER YERİNDE DURUYOR
İngilizler, iki yıldır dünya sinema sanayiinin başkenti olarak görülen Hollywood’u fethetmenin keyfi ve heyecanı içinde. Kolları sıvamak, yeni bazı yapımlarla ortaya çıkmak istiyorlar. Sudan, sıradan macera filmleri gibi, “Chariots of Fire”, “Gandi” gibi filmlerin dünyada daha büyük başarı şansı olduğuna inanıyorlar. Yani, giderek deyim yerindeyse, mesaj içeren filmlere yönelme çabasındalar. Ve eskiden burun kıvrılan bu tür filmler, ödüller aldıkça gişe hasılatı getirdikçe ve daha da önemlisi, bu iki etken birbirini karşılıklı etkileyerek, bir zincirleme reaksiyon yarattıkça umutları artıyor.
Gene de sorunlar orta yerde. Ekonomik sıkıntının arttığı bir dönemde insanlar, ellerindeki avuçlarındaki son parayı sinema kapılarında harcama niyetinde değiller. Ve gönlü yüce birkaç kişinin amatörce heyecanı ve gayreti ile ayakta duramayacak kadar büyük ve ağır bir sanayi sinema.
Bir çekici, iki oyuncu ile yapılan 5 dakikalık filmlerin çağı kapanalı çok oldu. Bu durumda, büyük mali kuruluşların kapılarını sinemacılara açması gerekli. Ama David Puttman’ın da dediği gibi, “Sinemadan başka her şeye kredi vermeye hazır olanlar” bu konuda hâlâ çok dikkatli ve bu da İngiliz sinemacılarının işini kolaylaştırmıyor.
Nuri Çolakoğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 71 - 1 Mayıs 1983