Öteki



Önay Sözer, Öteki adlı romanını şöyle bitiriyor:

Siz insanoğullarının özellikle düzgün halka çizmek için başvurduğunuz bu yoldan benim kırık bir halka çizmeme dikkat et! Zaman içinde aldığım yol, çemberin şu iki ucu belki de hiç kavuşmayacak. Her kavuşur gibi oluşunda karanlığa dalıp sonra boz anımsamalarla yeniden başlamadım mı gerilerden? Şimdiye değin tek varolma biçimim bu olmadı mı? Sürebilmek, hâlâ yazılmakta olan öykümün arkasının yazılabilmesi için...

Olaylardan çıkarak birden düşünsel bir ortama sokmayı amaçlıyor. Sözer'in romanı. Belki roman bile dememek gerek bu düşünsel arayış denemelerine. Bir arayış'ın yazıya dönüşmesi, felsefi bir deneme demek daha uygun düşüyor bana. Ama böyle romanlar yok mu? Gerçekte roman, böyle olanıdır. Kuru olaylar sıralamasının roman sayıldığı dönemler nerelerde kaldı... Her yazar, düşünsel bir dünya yaratabildiği, kendi görüşünü ilginç kılabildiği zaman yazmanın tadına da varmıyor mu? En yoğun hazlar da bu tür romanlardan alınmıyor mu?

Her roman bir yaşamdır; ya yaşanmışın bir üsluba dönüşmesi, ya da yaşananı yepyeni bir duyarlıkla yansıtma. Kimi zaman bir yaşamı anlatmayabilir de. Tasarlanan bir yaşam da olabilir bu. Ne var ki, her şey bir yaşamda düğümlenir. Önemli olan yaşanmış olmak değildir, yaşam diye sunulana inanç uyandırmaktır. Dşünsel boyutlu, romanlarda bu yön çoğunlukla ağır basıyor. Kafka, Sartre, bir bakıma Camus, yaşanmamış gibi görünen olayları anlatır gibidirler. Yaşamı özünden, yepyeni bir yanından kavramak çabası değil midir onların yaptığı? Önay Sözer de bunu deniyor. Bir yanda yaşanmış olan kendi gerçeği, öte yanda bilinçaltında yaşayan düşünceler ve olaylar...

Görünüşte bir meleği, resme, ikona, mozaike dönüşen, ya da resimle, mozaikle, ikona biçiminde simgelenen bir meleği anlatır. Gerçekte anlattığı ise, insanoğlunun çağrışımları ve düşüncesinin gelişmesidir. Önay Sözer güç olanı seçmiş. Bizde bu tür romanın geleneği yok. Ama insanımız bu çelişkilerin içinde. Hele yaşadığımız topraklar bu çağrışımlara çok elverişli. En ilkel kültürlerden, başka bir deyişle en ilkel dinlerden en gelişmişine değin, Anadolu tarihsel çağrışımların yurdudur. Nitekim Önay Sözer, bu tarihsel çağrışımla düşünsel gelişimi, insanın düşünce biçimlemesini çok iyi bağdaştırıyor.

Şu bölümde görüyoruz bunu:

...Hikmet iken soyut bir sofia olmuştum. Yok, o denli soyut da değil. Benden bir logosun doğduğu, aslında erden kalmakla birlikte logos’a annelik ettiğim söylentisi çıkmıştı sağda solda. Benim insanlara doğru yolu göstermek için, ilkin onları anlamak, bunun için de onlara benzemek isteyebileceğimi, insanca sevgimi düşünen yoktu. Hıristiyanlaşmış, gitgide soyutlaşan bir logos olmuştum. Ama ya zavallı vücudumun başına gelenler! İlkin güç’ü, sonra da hikmet’i kalmayan gövdem, hangi Haçlı Seferi sırasındaysa, bu şehre getirilmişti. Bir Bizans Kilisesinde ikon olmuştum artık. Aslına bakılırsa bu şehri sevmiştim, çünkü her taşı bir başka diyardan getirilmişti, ben de oradaki gariplerden biriydim: İran-Yahudi kırması şimdi de Hıristiyan bir melek!

Önay Sözer, işte bu bütün dinlerin konusu olan, hep de yüceltilen, ama insana gene insan düşüncesinde hiç yaklaştırılmayan bu meleğin öyküsünü yazmış romanında. O görkemli melekliğin çağımızdaki varlığı, ancak bir meraklının eline düşmektir.

Melek de çağdaş bilince ermiş görünerek gerçeği şöyle dile getiriyor:

Evet, ben de adımlarımı değişen bu dünyaya uydurarak konakları, eski evleri aradım, toz ve kitap sayfaları arasında, şu eski eşya toplayıcısını, seni buldum. Biriktirdiğin ikonlar arasında bana da bir yer verebileceğini bakışlarından anlamıştım. Bir müzede turistlerin bakışlarına yem olmaktan kat kat iyiydi bu benim için.

Sözer, bir eski eserin tarihini çizer gibi, bir ikona bakarak insan düşüncesinin ve bu düşüncede varolan dinsel imajın gerçeğini arıyor.
Bu romanı “deneme” diye nitelememin nedeni de bu.

Susarak yaratan, kendisi sessizlik ve sessizliğin doğurduğu bir varlık olan, hem var, hem varlığının çekirdeği çiçek açan, kadın-erkek-kadın, ışığı bulan ve ışıksız kalan bu Melek'le ilgili çağrışımlar daha çok kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor. Önay Sözer felsefi bir deneme sayılabilecek bu bölüme, baştaki birtakım yorumlardan, düşüncelerden sonra geliyor. “Maria-Anne'nin Öyküsü” bölümü ise Öteki'nin en ilginç yönü.

Maria-Anne'yi şöyle anlatıyor Sözer:

Maria Anne M. değildi, ne de kent İstanbul. Uzak, ama bir yüzüyle yine de ona bakan başka bir kentteydim. Kitaplarım ve kâğıtlarımla göç ettiğim Kolonya'da kafamdaki konu üzerine almakta olduğum notların bir yerinde ortaya çıkıverdi Maria-Anne. Neden bilmem Maria-Anne'ye yazmayı istedim. M.'nin şiirinden gizemli bir biçimde bana geçen, geçtiği andan beri de çeşitli kılıklara girip ortada dolanan gücün sanki yeni bir gerçekleşmesiydi Maria-Anne. Geçmiş olayları ve artık orada olmayan biçimleri hâlâ kendimle birlikte sürüklemenin verdiği mutlu bir boşluk duygusuyla yabancı kentin tekdüze caddelerini dolaşırken kendi kendime soruyordum: Niçin? Kimdi Maria-Anne?

Maria Anne, çağımızda verilen özgürlükleri değil, kendi özgürlüğünü yaratmak isteyen, bunun için de tüm değer yargılarını sarsan yeni kuşaktan biri mi? “Sevgi o kadar büyük ki, onu başkalarıyla paylaşmamak, yalnız bir tek kişiye ayırmak çok yazık. Ama (aynı) zamanda birçok kişiyi sevebiliyorsam, niye kendimi kısıtlayayım, ya da sevmiyorum diye aldatayım?” sorusunu soran Maria-Anne bir şeyleri sarsmak istemiyor mu? Ya da alıştıklarımızın ötesindeki bir duyarlığı vurgulamıyor mu?

Sevgi konusundaki şu yargılar da Maria-Anne'nin: “Yalnız bir tek kişiyi seversem, o sevginin baskılı egemenliği altında ezilir giderim, kendim olamam, yok olurum. Ulli’yi ya da bir başkasını sevmek, ama kendim kalarak sevmek için aynı zamanda başkalarını da sevmeliyim. Vazgeçilmez bir şey bu benim için, kendimi sevginin içinde de, dışında da özgür olarak bulmam, anlıyor musun, baskısız sevebilmek, gerçekten verebilmek, vereceğim bir şeyin olması için...

Sözer, romanı boyunca bu imgesel kişilikler üzerinde, yazma ediminin, varoluşunun, bilinç kaynaklarının kökenini bulmak için duruyor olmalı. Öteki, bir yazarın yazma krizleri geçirmesinin öyküsüdür. Yaratı, bir kriz geçirmedir. Nitekim romanın düşünsel özü hep bu yazma edimine yönelik arayışlarla beslenmiş. Maria-Anne, sevgisini dağıtarak dengeli kararlı bir noktaya varmıştır. Böyle bir yere yazmakla varılacağı kanısındadır Sözer:

Yazarken yeniden yaşamakla, sürekli, başladığım yere dönmekle. Esrime ve coşku patlamasının açtığı boşluğu doldurmak, kendi izlerimi yeniden bulmak ve daha önce açtığım yoldan sürdürebilmek için yolculuğumu, yazmalıydım. Yazmak, yaşamaya yeniden açılmak ve yeniden yazmak koşuluyla bu döngüden başka ne olabilirdi benim için?

Nitekim kitabın sonunda da, hâlâ yazılmakta olan öyküsünün arkasının yazılabilmesi için, sürebilmeyi ister.

Kitabın birinci bölümü (ya da başlangıcı) olan “M,” Sözer'in yazma edini konusunda bir iç tartışması gibi göründü bana. Çünkü birçok yönden Sözer'in kendi gerçeğini de yansıtıyor. Sözer, düzyazıyı özenle kullanan, Türkçeyi, vardığı en yeni ve doğru biçimde değerlendiren bir yazardır. 1960'lardan bu yana çok ilginç denemeleri yayımlanmıştır. Ne var ki şu son yıllarda pek yazısı görülmedi.

Şu parça böyle bir gerçeği yansıtmıyor mu?

On yılı aşan bir süreden beri karşımdaki şu görünüme baka baka kendim için düşsel bir uzay yaratmaktan başka bir şey yapmamış olabilir miyim? ...Dört beş yıl önce şiirlerimin bayağı yoluna girdiğini, zorlamadan yazdığımı, kısaca bu işe alıştığımı, şiirlerimin de teknikleştiğini görünce vazgeçtim yazmaktan. ...Tam da o sıralarda şu yazma işi bende köklerinin bilinçaltıma kadar indiğini sandığım bir bunaltıyı uyandırdı: o, yarı sıkıntılı, yarı korkulu duyguyu masa başına her oturuşumda duymaya başladım, sonunda da, evet, o benim için yazı yazmanın bunaltısı olup kaldı. Kalemi her ele alışımda, aslında tek gerçek olan yaşama uzak ya da ters düştüğüm duygusu: Yazıyorum diyelim, ama yaşamıyorum artık işte. ...Bir yandan, yazmadan yaşamak benim için hemen hemen olmayacak bir şeydi, öbür yandan da yazmaktan kaçıyordum, kaçmak istiyordum. ...Yaşam denilen şey bir türlü başlamıyordu benim için, başlamadığı için de yazmaya oturduğumda bunun sıkıntısını duyuyordum hep: yazmak denilen şeye bulaşmış, oradan dönüp geriye vuran bir bunaltı. Nasıl anlatayım, gittikçe soyuta kaçan, ilgisizleşen bir yazma işiyle yaşam denilen somut ama erişilmez gerçeklik arasında sıkışıp kalmak gibi bir şey.

Öteki'yi bu birikimler yazdırıyor. Sözer'in yazarlığında bir deneyiş, başka alanları zorlayış, romanımıza bir katkı Öteki. İyice tavsamış olay romancılığına, romanın salt anlatılanlarla ayakta duracağı anlayışına bir tepki. Tezer Özlü Kıral'ın Çocukluğumun Soğuk Geceleri gibi, Öteki de ilgimi çeken romanlardan oldu. Çağımız insanını kavramak açısından Öteki üzerinde durulmalıdır. Dilimizi bir kez daha güzelliği ile yaşamak için de.
________________________________________________________________
Öteki Yazko, İstanbul 1981. (Roman, Yazko 1981 Roman Özendirme Ödülü’nü de almıştır.)



Adnan Binyazar | sanat olayı - Sayı: 10 - Ekim 1981