Adına Atatürk devrimleri dediğimiz atılımların tümü, ulusallaşma, çağdaşlaşma düşüncesinden kaynaklanır. Daha geniş bağlamda Türk insanını değiştirme, kulluktan yurttaşlığa geçirme özlemine dayanır. Şöyle de söylenebilir: İnsanımızı, Osmanlılığın değerler örüntüsünden arındırma, onun kafasında ve gönlünde ulusal bilincin çiçeklenmesini gerçekleştirme yönsemesi, Atatürk devrimlerinin düşünsel yapısını oluşturur.
Türk insanı, Osmanlılığın değerler düzeninden nasıl kurtulur? Kendi us gücünü kullanma yetisini nasıl kazanır? Yüzyılların onda yarattığı uyuşukluktan, “bir lokma, bir hırka” düşünüşüne dayanan çağdışı yetingenlikten, yazgısına tutsaklıktan nasıl sıyrılabilir? Atatürk devrimlerini yönlendiren sorulardır bunlar. Yanıtı da bir noktada toplanır: Ulusal ve çağdaş değerlerle dokunmuş bir ekinsel örüntü oluşturarak... İnsanımızın usuna ve gözüne gerilmiş perdeyi yırtarak, onu bu dünyanın değerleriyle yüzyüze getirerek. Kestirme söyleyişle hem birey hem de ulus olarak yeryüzündeki yerimizi doğru algılayabilecek düşünebilme gücünü insanımıza kazandırarak... Bunun içindir ki Ulusal Bağımsızlık Savaşımızı izleyen toplumsal yapıdaki değişmeler, ayrı ayrı adlarla da anılsalar, tümü bir yerde, ulusal ve çağdaş bir ekinsel örüntü oluşturma amacında birleşirler.
“Mecelle”den Yurttaşlar Yasasına,
“Halife”li devlet düzeninden layik devlet düzenine,
Arap abecesinden Latin kökenli Türk abecesine değin tüm değişiklerin özünde böyle bir amaç vardır.
Bu amacı, bir konuşmasında şöyle belirtir Atatürk:
“Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyarı almak, düşünmek, zekâyı eğitmektir. Yani insan enerjisiyle ve fakat tabiatın ona iltifat edildikçe tükenmez yardımıyla yükselen, genişleyen insan zekâsı sınırsız kavrayış anlamında insanım diyen bir özel niteliği olur.” (Afet İnan, Tarihten Bugüne, Ankara 1970, s.98).
İnsanı belirleyen temel yetilerin oluşturduğu bir bütün olarak geniş boyutlu bir kavram içinde düşünüyor kültürü Atatürk. İnsanı insan kılan başat öğe sayıyor. İşte dil ve tarih çalışmalarının Atatürkçülüğün haritasında önemli bir bölge oluşturması da bu yaklaşımın doğal bir sonucu oluyor. Çünkü ekinsel örüntüyle dil arasında sıkı bir etkileşim vardır. Bu, yüzyıllarca üzerinde tartışılan bir konu olmuştur. İnsanbilimden toplumbilime, budunbilimden düşün bilime (felsefe) değin toplumsal bilimlerde ele alınmıştır bu konu. Dille tarihselliğin içiçeliği gösterilmiştir. Dilin, bireylerle bireyleri, bireylerle toplumu birbirine bağlayan, bütünleştiren önemli bir aracı olduğu gerçeği vurgulanmıştır. Bundan da öte dilin, düşünceyi üreten, ürettiğini taşıyıp yayan önemli bir araç olduğu belirtilmiştir.
Ulusal ve çağdaş nitelikli ve ekinsel örüntü, ancak ulusal bilincin toprağında oluşturulabilir.
Bunun için de bu toprağı işleyip güçlendirecek kurumlar gerekir.
Türk Tarih Kurumu da, Türk Dil Kurumu da böyle bir gereksinimin ürünü olarak doğmuştur işte.
Ulus olarak özelliklerimiz nelerdir? Denilebilir ki çağlar boyunca Türk ulusu özelliklerini, kendi değerlendirimleriyle yapamamıştır. Kendini başkalarının gözüyle görmüş, başkalarının değer yargılarıyla tanımıştır. Türk soyu yanlış ölçütlere vurulmuş, Türk insanı Batılı insana göre “ikinci sınıftan insan türü” diye nitelendirilmiştir. Türlü etkenler, bu türden yanlış değerlendirimler sonunda yüzyıllarca aşağılık duygusuna itilmiş, özgüvenimizi yitirmişiz. Buna son verme, uygarlık haritasındaki yerimizi kendi araştırmalarımızın verilerine göre algılama amacıyla kurulmuştur Türk Tarih Kurumu. Bu, tüzüğünün dördüncü maddesinde şöyle belirtilmiştir: “Türk tarihi ile Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili konuları incelemek ve elde edilen sonuçları her türlü yollarla yaymak...”
Bugüne değin bu amaç doğrultusunda etkinliklerini sürdürmüştür Türk Tarih Kurumu. Türk ve Türkiye tarihini değişik açılardan değerlendirmeyi amaçlayan, kaynaklara yönelik araştırmalar yapmıştır. Bu araştırıların bulguları toplanan kurultaylarda ele alınmıştır. Yabancı dillerde Türk ve Türkiye tarihini konu alan yapıtların çevirisi gerçekleştirilmiştir. Belgeler üzerindeki çalışmaların yanı sıra kazılar düzenlenmiş, Türk-İslam dönemini kuşatan çalışmalar yapılmıştır. Budunbilimsel araştırılara yer verilmiştir. Böylece kendi öz değerlerimizi kuşatan, bunları nesnel bir yaklaşımla değerlendiren tarih bilinci oluşmuştur.
Türk Dil kurumu da, Türk Tarih Kurumu gibi ulusal bilincin toprağını işleme, başka bir deyişle Cumhuriyetin getirdiği temel değerler dizgesini yerleştirmede iletişim görevini gerçekleştirecek ulusal dil varlığımızı ortaya karma amacıyla kurulmuştur. İletişim sözcüğünü geniş anlamıyla kullanıyoruz burada. Çünkü salt bir iletişim aracı olarak düşünülemez dil. Düşünceyi oluşturan boyutlandıran ana etkendir de. Dahası dünyayı algılaması, tanıması da diline bağlıdır kişinin. Ünlü dil felsefesicisi Wittgenstein’in dediği gibi, “dilimin sınırları dünyamın sınırları demektir.” Bu yönden yaşamı ve yaşama biçimini değiştirmede bir değişkendir dil. Yeni Türkiye’yi ve yeni Türk insanını yaratmada elbette büyük olacaktır dilin payı.
Türk Dil Kurumu, dilin bu işlevini yerine getirmesi yönünde çalışmalarını sürdürmüştür bugüne değin. Türkçeyi kendi öz değerlerine kavuşturma, Türk düşüncesini dilimizin dokusu içinde oluşturma amacı özleştirme seferberliği’ni başlatmıştır. Halk ağzında yaşayan, yazı diline girmemiş sözcükler derlenmiş, eski dil anıtları taranmış, bu yollarla on bir ciltlik Derleme Sözlüğü, sekiz ciltlik Tarama Sözlüğü oluşturulmuştur. Derleme, tarama çalışmalarının yanı sıra Türkçenin söz yaratma olanakları işletilmiştir. Türetme yoluyla çağdaş uygarlığın getirdiği bilim ve uygulayım terimlerine karşılıklar yaratılmıştır.
Türk Dil Kurumundaki çalışmalar salt söz varlığımızı özleştirme ve geliştirme yönünde kalmamıştır.
Bilimsel yöntemlerle Türkçenin tarihsel gelişimi incelenmiştir.
Bu incelemelerin verimleri olarak Orhun ve Yenisey yazıtları, Eski Uygurca metinler, DIvanü Lûgat-it Türk, Kutadgu Bilig tıpkıbasımları ve metni... gibi eski Türk dillerinde yazılmış metinlerin tıpkıbasım olarak yayımı sağlanmıştır.
Ayrıca bu tür metin ve yapıtların Türkçeye çevrilmesi gerçekleştirilmiştir.
Bunların adını sayıp dökme bu yazının sınırlarını aşar.
Çünkü çalışma ve araştırmalar, “Türkçenin genel gelişimi ve eski Türk dillerinde yazılmış yazın ürünleri üzerine incelemeleri”,
“Türkiye dışındaki çağdaş Türk lehçelerinden metin derlemeleri”,
“Anadolu ve Rumeli Türkçesinden ağız derlemeleri”,
“Türkiye Türkçesinin dilbilgisi üzerine yapılan çalışmaları”,
“Sözlükler, kılavuzlar ve terim sözlükleri”... gibi oldukça geniş bir alanı kuşatır.
Nirengi noktalarına değinerek andığımız bu çalışma ve etkinlikler, anadili bilincinin uyanmasına yol açmıştır. Türkçe düşünme alışkanlığı doğmuştur. Yazarlarımız, anlatım gücünü örneklendiren arayışlar içindedir. Yabancı sözcüklere dadanma yerine bir kavramı Türkçenin kendi öz değerleriyle karşılama yazıncılarımızda olduğu gibi bilim adamlarımızda da ortak bir tutuma dönüşmüştür. Bu da Türk Dil Kurumunun, Atatürk’ün çizdiği yolda sürdürdüğü onurlu savaşımın sonucudur.
Türk Dil Kurumu da, Türk Tarih Kurumu da 50 yaşına basmıştır bu yıl. Ulusal bilincin toprağını işleme, bu bilinci diri tutma yolundaki çalışmaları ortadadır. Gelgelelim bu kurumların varlığına son verecek ya da işleyiş düzenini değiştirecek girişimler de son yıllarda yoğunlaşmıştır. Sözgelimi kurulması tasarlanan “Türk Bilimler Akademisi”, kendi içinde böyle bir amacı barındırmaktadır. Hazırlanan yasa tasarısına göre, Türk Dil ve Tarih Kurumlarının varlığına son verilecek, kurumlar ad olarak akademinin yapısı içinde yer alacaktır. Niyesine gelince, dil alanında yıllardan beri süregelen birbirine karşıt iki görüş vardır. Bunlar birbirleriyle çatışmaktadır. Bu da doğal olarak Türk dilini bir kargaşa ortamına itmektedir. Türk Dil Kurumu akademi içinde yer aldı mı bu kargaşa ve çatışma bitmiş olacaktır. Atatürk’ün dil ve tarih ülküsünü yaşatma ereğiyle oluşturduğu, bir bakıma kendi öz varlığından birer parça sayarak bıraktığı “miras”la geleceğini güvence altına aldığı Türk Dil ve Tarih Kurumlarını değiştirmeyi amaçlayan girişimlere tüze ve yasalar ne der? Bilim adamları böyle bir girişimin tüzeyle de, yasalarla da bağdaşmadığını vurguladılar. Gerekçeye yön veren dille ilgili düşüncelere gelince, bunun da dilin doğasına, yaşamın akışına ters düştüğünü hemen belirtelim.
Soğukkanlı bir yaklaşımla varsayalım ki gelişen ve özleşen dilimize karşı çıkanların savları da bir görüştür. Ancak bu görüşü besleyen büyüten düşüncelerle dil devrimini yönlendiren düşünceleri aynı düzlemde görmek aldatıcıdır. Şundan ki, dilimizdeki gelişme ve özleşme ulusal bağımsızlık savaşımızın bir uzantısıdır. Konuyu bu bağlamda algılamak gerekir. Çünkü Atatürk Türkiyesinin temel taşı tam bağımsızlıktır. Bu kavram, siyasal bağımsızlığın yanı sıra, ulusal yaşamın bütün alanlarını kapsar. Bu alanlardan biri de dildir. Atatürk bu gerçeği şu sözleriyle açıkça belirtmiştir:
“Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Gelişen ve özleşen dilimizin işçileri, yazarlar, ozanlar, bilim adamları bu buyruğun gereğini yerine getiriyorlar. Bunların karşılarına çıkanlar, gerçekte Atatürk’ün dil ülküsünü içlerine sindiremeyenler, bundan tedirgin olanlardır. Bu tedirginliklerini “milli dil”, “nesilleri birbirinden koparma”, “anlaşmada kargaşa yaratma”, “milli kültürümüzden uzaklaşma”... gibi duygusal boyutlu suçlamalarla örtmeye, “karar verme" yetkisini taşıyanları etkilemeye çalışıyorlar.
Türk Dil ve Tarih Kurumlarını kurulması tasarlanan akademi içinde eritmeyi amaçlayan düşünüş, dil ve toplumsal yaşam arasındaki etkileşimle de bağdaşmaz. Bu yönden yaşamın akışına ters düşen ölü bir düşünce olarak kalır. Çünkü dil, içinde soluduğumuz toplumsal yaşamla iç içedir. Bu yönden dilin söz varlığı sürekli bir değişim içindedir. Yeni yeni nesneler, buluşlar, düşünce ve duyuşlar çıkar ortaya. Bunları ayırmak, adlandırmak gerekir. Diyelim ki kırk elli yıl önceki sözlüklerimizde “işveren, toplu sözleşme, toplum polisi, katsayı...” gibi sözcükler ve kavramlara raslanmazdı pek. Bugünse günlük dilde kullandığımız sözcüklerdir bunlar. Şu bir gerçektir ki dillerin sözlüğüne bitmiş, tamamlanmış gözüyle bakılamaz. Yaşamdaki değişmeler, yenileşmeler dilin sözcük dizgesinde de gösterir kendisini. “Buzdolabı, düdüklü tencere, soğutucu” sözcükleri somut örnekleridir bu olgunun. Toplumsal yaşamdaki değişme dilin sözcük dizgesine, sözcükler evrenine yansır ilkin.
Toplumsal yapı ve yaşamımız gelişen yığınsal iletişim araçlarınında etkisiyle yabancı kökenli sözcüklerin baskısı altındadır. Uygulayım bilimden tecimsel ilişkilere, giyim kuşama değin değişik alanlarla ilgili kavramlar kendi dillerindeki karşılıklarıyla giriyor yaşamımıza, dilimizin yatağı yabancı öğelerle doluyor yeniden. Oluşumu ve yapısı gereği akademi böyle bir durumla savaşamaz. Çünkü dilin önünde değil, ardından gider akademi. Varolanı gözlemler, saptar. Türk Dil Kurumu ise kuruluşundan bu yana bilimsel nitelikli çalışmalarıyla dilin ardından, devrimci nitelikli özleştirme ve geliştirme etkinlikleriyle de dilin önünden gitmiştir. Yarım yüzyıl içinde dilimizin sözvarlığındaki yenileşimin ulaştığı düzey, bu tutumla, Türk Dil Kurumunun geleceğe yönelik çalışmalarıyla açıklanabilir. Bu yaşamsal ve yapısal olgu düşünülürse Türk Dil Kurumunun akademinin yapısı içine alınamayacağı gerçeği açıkça çıkar ortaya.
Değindiğimiz gibi toplumsal değişme ile dilin sözcük dizgesi arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Buna ulusallaşma, dilimizin kendi öz değerlerine dönme yönsemesini de katarsak sözvarlığındaki değişim ve dalgalanmaları doğal karşılamamız gerekir. Sözcüksel değişme ve dalgalanmayı “kargaşa” diye adlandırmak doğru olmaz. Başlangıçta eski sözcüklerle onların yerine önerilen yeni sözcükler karşı karşıya gelecektir bir süre. Ne ki yeni bir söz değeri, dilin çevrimine girdi mi eskisini sürüp çıkaracaktır dilden. Dıştan baskıyla, zorlamayla değil kendiliğinden gerçekleşecektir bu sürüp çıkarma işi. Durum “vaziyet”in, emekli “mütekait”in, yetinmek “iktifa etmek”in yerini aldıysa dil dışı zorlamalara bağlayamayız bunu.
Dili, zorlayıcı yollarla düzenceye sokmak olanaksızdır da. Çünkü sözcükleri seçme, kullanma bireysel bir olgudur. Diyelim ki Türk Dil Kurumu, akademiyle birleştirilerek Kurumun varlığına son verildi. Tutucuların yakındığı durum değişecek, dilimizin gelişmesi, özleşmesi duracak mıdır? Durmayacaktır elbette. Bilinen bir gerçektir ki yazarlar, ozanlar buyruk tanımaz. Onlar kendi anlatımlarının sınırlarını.genişletirken varolanla, dilin kendilerine sunduğu olanaklarla yetinmeyeceklerdir. Yeni sözcükler yaratacak, yeni deyiş yolları arayacaklardır. Hangi akademi engelleyebilir bu arayışı? Kaldı ki bu arayışı yönlendirecek, yeni yaratımlar arasında eşgüdüm sağlayacak devrimci nitelikli bir kuruluş bulunmazsa, gerçek kargaşa o zaman doğacaktır işte...
Türk Dil ve Tarih Kurumlarının etkinliklerine son verici bir akademi tasarısı yasalaşırsa, Atatürkçülüğün dil ve tarih ilkesi yaralanmış olur. Daha doğrusu ulusal bilincin bu iki kurumuna, özellikle de Türk Dil Kurumuna diş bileyen tutucuların bu kurumları kapattırma düşleri gerçekleşmiş olur.
Emin Özdemir | sanat olayı - Sayı: 14 - Şubat 1982
_______________________________________________________________________________
Cumhuriyet çocuğu değil miyiz, üç aşağı beş yukarı, hepimizde şöyle bir iç üzüntüsü vardır:
Türktür de, Mevlana Celaleddin Rumî, neden ünlü Mesnevi’sini Farsça yazmıştır?
Türktür de, İbn Sina neden Araba benzer bir ad seçmiş, eserlerini Arapça yazmıştır.
Örnekler çoğaltılabilir, üzüntünün temeli değişmez batı Türklerinin, (elbette doğu Türkleri’nin de), müslüman olurken, Araplardan sadece dini alacak yerde, dili de alması; bu kadarla da yetinmeyerek, daha önce müslümanlığı benimsemiş İranlılardan Farsça’yı ödünç istemesi! Bizim çocukluğumuz Arap Acem etkisini kötülemekle geçmiştir. Pek açıkça söylenmiyordu ya, önünde sonunda, bu yanlışdan da padişahlar sorumlu tutuluyordu.
Sonradan ‘dil devrim’ adı verilen, Türkçenin arılaştırılmasında, bu inanışın etkisi büyüktür. Sanılır ki Türkçe Arapçanın ve Farsçanın açık saldırısına uğramış, etki alanlarına düşmüştür; ne yapıp yapıp, onu kurtarmak bağımsızlığını geri vermek lâzımdır. Bu saptamada bir doğru yatıyor, bir de yanlış: Önce doğruyu görelim: ümmet toplumundan millet toplumuna geçerken, Türklerin de ulusal dillerini araması doğaldır, hatta zorunludur. Elbette dillerini bağımsız kılıp, bütün özgünlüğüyle kullanmak isteyeceklerdi. Yanlış olan, Arapça ve Farsçanın Türkçeyi zaptettiğini sanmak! Kurtuluşu, ne pahasına olursa olsun, bu dillerin kelimelerinden dilimizi arındırmakta görmek!
Neden mi? Bunu bilmeyecek ne var: ümmet toplumunda, din dili geçerlidir de ondan. Bütün toplumlar ümmet aşamasında iken, bağlı olduğu dinin ‘resmi’ dilini benimsemiştir. Birçok insan topluluklarında bu, öz dilini unutmak derecesine varır. Çok şükür Türkçede böyle olmamıştır, olmamıştır ama, elbette din dillerinden sürüyle kelime kullanılan Türkçeye geçmiş, bunların büyük bir kısmı yerleşmiş, Türkleşmiştir.
Fakat önce, olayın evrenselliğini bir görelim.
Eğer bir saldırı söz konusuysa Arapçanın hışmına uğrayan sadece Türkler olmamıştır. Müslümanlığın hızlı döneminde. Afganistan’dan Endülüs’e kadar geniş bir alanda, bütün kavimler Arapçayı bilim ve edebiyat dili bellemişlerdi. Hangi ansiklopediye el atarsanız görürsünüz ki Arapça’nın yaygınlaşmasıyla müslümanlığın yaygınlaşması paralel yürür. O kadar ki, Kuzey Afrika halkları sonunda Arapçayı anadil bellemişler, Afrika içlerinde bazı siyahi kavimler Arapça konuşmaya koyulmuşlardır.
Hal böyle olunca, o dönemde yetişmiş Türk ulemasının adını Araba benzetmesinde de, Arapça yazmasında da hiçbir gariplik olmaz. Şimdi siz adı Ali Sina olduğu halde İbn Sina’nın bu imzayla Kitab-üş-şifa diye eser yazdığı için üzülüyor musunuz? Vazgeçin canim! Aslen Nişapur’lu bir İranlı olan (Evet, İranlı) Nasreddin Hüseyin bin Muhammed de (XIII yy.) İbn Bibi diye imza atıyor kitabına da şu adı koyuyordu: El evâmir-ul-alâiye fil-umûr-il-alâiye! Söylemeye hacet var mı, Farsça gibi işlenmiş bir dili olduğu halde, İbn Bibi bu eserini Arapça kaleme almıştı. Hadi bir örnek de öteki uçtan vereyim: Endülüs’lü Süleyman bin Yahuda (XI yy.) hem ünlü bir şair, hem önemli bir filozof, hem de bilim adamıdır. İspanyol Yahudisidir aslında, fakat İbn Cebron diye imza atıyor, en önemli eserini Arapça yazdıktan başka, Kitab-ül Islah-ül Ahlâk diye bir de ahlâk kitabı yazıyor, o da Arapça.
O zaman görülen nedir? Müslümanlığın egemen döneminde, kökeni ne olursa olsun, edebiyatçı ve bilim adamları o dille yazmakta, o dille imzalamaktadırlar. Bu bakımdan Türk şairlerinin Arapçadan Farsçadan yararlanması, Türkçenin hor görülmesinden çok, ümmet toplumu koşullanmasının bir gereğidir. Bunun böyle olduğunu anlamak için, sanırım, hristiyan toplumlarına da bir göz atmak yararlı olacaktır.
Lisede, Erasmus’un ünlü Delilige Övgü’sünü okumuştum. O tarihte, yazarı sevdimse de, kimliğini pek çıkaramıyorum: latince yazmasına, bir Latin adı taşımasına rağmen, gerçekte Hollandalı olduğunu bilmiyorum. Rotterdam’lıdır, latince adından da bellidir bu, Desiderius Roteradamus Erasmus! Deliliğe Övgü’nün adı da, Latince dir: Economium Morias Sen Laus Stultitiae! Nasıl, beğendiniz mi?
Onun gibi, Erastus diye imza atan, ilk bakışta Romalı sanabileceğiniz bir başka bilim ve felsefe adamı da, asıl adi Thomas Lieber olan Isviçreli bir hekimdir, daha sonraları yaşadığı halde, o da ünlü eserini latince yazmış, latince ad koymuştur: Explicatio Gravissimae Question is! Üşenmesem listeyi uzatabilirdim, ünlü Newton’un Principia Mathematica’sı, vs...
Bunda da şaşılacak bir yan görmüyorum, çünkü hangi ansiklopedinin Latince maddesine baksanız görürsünüz ki, bu dil, yani hristiyanlığın ümmet dili, taa 18 yy.’a kadar bilgin ve filozoflar arasında ulusal sınırlar ötesinde de anlaşmayı sağlayan ortak dil olmuştur. Arapçanın müslüman kavimlerin bilgin ve filozofları arasında olduğu gibi.
Öyleyse, dil konusunda ilk düzeltilecek yanlış. 20 yy. Türkçesindeki Arap ya da Fars kökenli kelimelerin, bir saldırı sonucu yerleştiğini sanmak yanlışı! Nasıl Batı dilleri, Latince ve Yunancadan dillerine yerleşmiş, onların olmuş kelimeleri, ana dilimizin kökeninden değildir gerekçesiyle ‘tasfiyeye’ kalkışmıyorsa, (tam tersine, o kelimenin artık ulusallaştığını benimsiyorlar). biz de, ümmet dilinden millet diline geçerken, ümmet dönemini yok saymak, o dönemin dilimize kazandırdığı kelimeleri reddetmek saplantısından vazgeçmeliyiz.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 156 - 15 Kasım 1986
Farkındasınız ya.. kelimeleri dedim, kuralları demedim.
Attilâ İlhan | sanat olayı - Sayı: 14 - Şubat 1982
________________________________________________________________________________________
________________________________________________________________________________________
“Şimdi değineceğim olay, hiçbir yerde yayımlanmadı, çıkmadı. Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılında, Genelkurmay, “Atatürkçülük”le ilgili bir yapıt hazırlatmayı kararlaştırmıştır. Yıl, 1982'yi bulmuştu. Toplantılar, genellikle Genelkurmay'da yapılmaktadır. Burada uzun tartışmalar olur, ‘dil’ ile ‘laiklik’ konularına gelince, tartışmalar büyük. “Laiklik” konusunda, öyle çarpık düşünceler ileri sürülür ki, Türk Dil Kurumu'ndan giden, o zamanki Terim Kolu Başkanı Aydın Köksal:
- Efendim, böyle yaparsanız, bu MSP çizgisinde bir kitap yazmak olur! demek zorunda kalır...
O zamanki Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Şerafettin Turan, laikliği, Köy Enstitülerini, Halkevlerini savunan konuşmalar yapar.
Çalışmalar sürerken, toplantıya, çalışmalara katılanlar Devlet Başkanı Evren'in kabul edeceği haberi gelir.
İki otobüse binip Çankaya'ya giderler. (...)
Devlet Başkanı Evren, konuşma sırasında, Atatürk'ün kurduğu kurumlara değinir,
TDK’nın, Yaşar Miraç'a verdiği ödülü kastederek, ‘Jandarmayı öldüren katili öven şaire şiir ödülü verildiğini' anımsatır.
Afet Hanım, ‘Efendim, Türk Dil Kurumu Başkanı da aramızda’ deyince, Şerafettin Turan söz alır. Türk Dil Kurumu'nun çalışmalarını anlatır.
Sözü TDK ödüllerine getirerek, şöyle der:
- Ödüller, dünyanın her yanında tartışma konusu olagelmiştir. Nobel ödülleri bile.
Şerafettin Turan daha sonra, Evren'e sorar:
- Necip Fazıl’ın bir Atatürk düşmanı olduğu, halife yanlısı olduğu da kamuoyunca bilinir.
- Evet!
- Ama, böyle Atatürk'e, Atatürkçülüğe yıllardan beri cephe almış, saltanat ve halifelik yanlısı birine, Kültür Bakanlığı ödül vermiştir. Necip Fazıl'ın devletten ödül almasıyla, Yaşar Miraç'ın Türk Dil Kurumu’nda ödül alması karşılaştırılamaz bile...
Devlet Başkanı Evren, yaverine Yaşar Miraç'ın şiir kitabını getirmesini söyler, ‘okuyalım’ der.
Kitaplar gelir, Şerafettin Turan:
- Biz bu şiire ödül vermedik, ödül alan şiir bu değil! der.
- Aman efendim, bu şiir onun değil mi?
- Efendim, biri ödül aldı diye, adamın davranışlarını, yazılarını takip edemeyiz. Ödül aldıktan sonra, gider adam, adam öldürür, ya da büyük adam da olur...
Tartışma bu hava içinde sona erer.
Toplantıdan ayrılırken bir Orgeneral, Şerafettin Turan'ın kulağına:
- Hocam, dengini topla! diye takılır...
Kurumun suyu ısınmıştı. Bunlar TDK'nın kapatılmasından az bir süre önce olmaktadır.”
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 156 - 15 Kasım 1986