Filistin




Filistin denen ülkenin tarihi, üç aşağı beş yukarı bilinebilir biçimiyle İsa'dan önce iki bin yıllarına kadar uzanır. Filistin halkı da çok karışmış bir halktır. Filistinlileri salt Araplar ya da Yahudiler diye algılamak yanlıştır. Filistin'e ilk yerleşmeler, Arap yarımadasından göçen sami kökenli Kenanlar ile Asya bozkırlarından gelen kimi göçebe kavimlerdir. Bölgeye ayrıca, Deniz Halkları Göçü denilen büyük bir dalga halinde Girit ve Ege adalarından gelmiş başka kavimler de yerleşti.

Sami soyundan Amurrular ve Kaldeliler yönetimindeki Filistin halkının yaşadığı bölgeye adını verenler de Hint-Avrupalı Deniz Halkları Göçü'nü yaratanlar, yani Filisti'ler oldu. (İ.Ö.XII.yy.). Filisti'ler, Kenanlılar'ı kovdukları Şefale kıyı bölgesine yerleştiler. Burada beş site kurdular (Askolon, Gazze, Asdot, Ekron ve Gat). Başlangıçta Yahudiler için gerçek bir tehlike oluşturdular ama bu üstünlükleri uzun ömürlü olmadı. İ.Ö. 1010'da büyük bir bozguna uğradılar. VIII yy.’da da izleri silindi gitti. Filisti'lerden geride kalan, sadece bu topraklara verdikleri Filistin adı oldu.

Filistin, İ.Ö. 1800'den başlayarak Hititler ve Mısırlılar arasında bir çekişme alanı oldu. Kadeş savaşından sonra (İ.Ö. 1286) kesin olarak Mısır egemenliği altına girdi. Bu dönemde Musa'nın önderliğinde Filistin'e yerleşen İsrailoğulları, bu toprakları Tanrı tarafından kendilerine vaat edilmiş topraklar olarak algıladılar (Arz-ı mev'ut). Burada İsrail Krallığını kurdular. 12 kabilenin birleşmesiyle İbrani Krallığı'nı oluşturan Yahudiler daha sonra Davut ve Süleyman'ın ardından kuzey yörelerinde İsrail ve Güneyde de Yahuda Krallığı diye ikiye bölündüler. (İ.Ö. 931). Asur egemenliği altına giren Filistin'deki İsrailoğulları'nın 10 kabilesi yerlerinden sürüldü (İ.Ö. 720). Yahuda Krallığı halkı da Babil saldırısına dayanamayıp köle olarak Babil kentine götürüldü (İ.Ö. 587). Pers egemenliği döneminde bunların bir bölümü yeniden Filistin'e döndü. (İ.Ö. 583-333).

Filistin daha sonra Büyük İskender'in eline geçti ve onun ölümü üzerine (İ.Ö. 323) önce Mısırlı Ptolemaios’ların, İ.Ö. 200'de de Selefkiler'in yönetimi altına girdi.

Hellen kültürü etkisi altında da kalan Filistin artık bundan böyle iki bin yıla yakın süre, Yahudi egemenliği görmeyecektir. İ.Ö. 64'de Roma egemenliğine giren bölge İ.S. 395'te bu imparatorluk bölündüğünde Bizans'ın, yani Doğu Roma İmparatorluğu'nun payına düştü. İslamiyetin ortaya çıkmasının ardından (VII.yy.)

Halife Ebubekir döneminde ünlü Arap komutanı Amrübnülas kuvvetlerince ele geçirildi ve Arap egemenliği ile kültürü, dini ile birlikte burada kök saldı. Emevi ve Abbasi Arap imparatorlukları döneminde de bu etki sürdükten sonra sırasıyla Fatimiler ve Selçuklular'ın egemenliği altına girdi. Haçlı seferleri sırasında kurulan Hıristiyan Krallığı ise (1099), Eyyubiler tarafından yıkıldı (1187). Memluklara bağlanan bölge, Osmanlı İmparatoru Yavuz Sultan Selim'in Mercidabık yengisinden sonra (1516), Osmanlı topraklarına katıldı. Önceleri üç sancak daha sonra ise üç eyalet biçiminde Türk egemenliğinde 400 yıl kalan Filistin, arada kimi kardeş kavgalarına, Napolyon'un yöreyi ele geçirme girişimlerine de sahne oldu. Cezzar Ahmet Paşa'nın 1799'da Akka kalesi önlerinde Napolyon'u bozguna uğratıp püskürtmesinden sonra da Filistin bir süre, Mısır'da baş kaldıran Kavalalı Mehmet Ali Paşa yönetiminde kaldı. Ancak bu geçici ve bir bakıma gene sürüp giden bir Osmanlı egemenliği idi. Nitekim bir süre sonra yeniden ve doğrudan bir Osmanlı ülkesi haline geldi.

Filistin ve çevresinde bütün bunlar olup biterken, yöredeki Yahudi sayısı inanılmayacak kadar azdı. Müslüman ve Hıristiyan Araplar ve hatta çevreden göçmüş Ermeniler, başta Kudüs olmak üzere Filistin'de büyük bir çoğunluk oluşturuyorlardı. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu'nun İslamiyet dışındaki kitaplı dinler sahiplerine de saygı göstermesi ve onların da tapınaklarını yok etmeyip koruması, Musevilerin de kutsal toprak saydıkları Filistin'de toptan yok olmalarının önüne geçmişti. Nitekim 1896'da Theodor Herzl adında bir Yahudi varsılının Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması için eyleme geçmesi, Rusya'da kıyıma uğrayan Yahudilerden 2000 kadarının Filistin'e göçerek burada toprak satın alıp yerleşmesi, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması yolundaki belirleyici adımlardan biri oldu. Bu amaçla 1897'de İsviçre'nin Basel kentinde toplanan siyonist kongresi de bu yoldaki yeni bir adım oldu.

Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti, daha savaş içinde 1917'de Filistin'i İngiliz kuvvetlerine bırakmak zorunda kalmıştı. Kudüs'ü ele geçiren İngiliz Generali Allenby'in birlikleri arasında Yahudi askerleri de vardı. Savaşın ardından Filistin'in yönetimi İngiltere'ye kaldı. İngiltere, buraya atadığı sömürge valisinin yardımcılığına koyu bir siyonist olan Herbert Samuel’i getirdi ve yöreyi, “sürekli olarak" topraklarına kattığını açıkladı. Bu kararın Milletler Cemiyeti'nce de onanması üzerine Filistin resmen İngiliz koruması altına girmiş oldu (1923). Ne var ki daha önceden İngilizler, Balfour bildirisi ile Yahudilere İsrail’e resmen bir yurt kurma müsaadesi vereceklerini vaat etmişlerdi. Ancak savaş içinde Müslüman Arapları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtabilmek için bu müsaadeden vazgeçmişlerdi. Buna karşılık bu kere de Araplara bağımsız bir devlet kurdurmak vaadinde bulunulmuştu.

Bölgede vaatler vaatleri kovalıyordu. İngiliz çıkarlarına göre birçok kez yön değiştiren bu vaatler, yörede söz sahibi olmak isteyen Araplarla, Yahudileri birbirine düşman haline getirdi. Buna karşılık, Filistin'in bir bölümünde Ürdün Krallığı kuruldu.

1880 ile 1918 yılları arasında bölgedeki Yahudi nüfus sadece 24 bin kişi idi.
İngiliz yönetimi süresince bu nüfus, Filistin'e göçenlerle 65 bine ulaştı ve genel nüfusun yüzde onunu buldu.

1929 yılında Kudüs'teki Kutsal Ağlama Duvarı önünde tapınmak isteyen Yahudilerle, Araplar arasında olaylar çıktı. Birçok kişi öldü. İngiltere Yahudilerin Filistin'e göçmesine yeni kısıtlamalar getirdi. 1933 sonrası Almanya'daki Yahudi soykırımından kaçanların Filistin'e yığılmaları buradaki Yahudilerin sayısını artırdı. 1935'de Yahudi nüfus sayısı 355 bin kişiyi bulmuştu ki 1 milyon 300 bin kişilik genel nüfus içinde bu pay oldukça büyük sayılabilirdi. Araplar bu göçler karşısında 1936 yılında aylarca süren bir genel grev yaptılar. Ne var ki İngiliz politikası Arap yönetimleri arasındaki dayanışmayı parçaladı ve Arap direnişi yok oldu.

İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması ve İngilizlerin bir kere daha Araplara şirin görünme zorunluluğu Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurulmasını geciktirdi. Ancak Yahudi göçü bitmek bilmiyordu. 1939 yılında Filistin'de yaşayan ve yerleşen Yahudi nüfusu 430 bin kişiyi bulmuştu. Yahudiler, yörede hem Araplara hem de İngiliz yönetimine karşı sabotajlara, kıyımlara giriştiler. İkinci Dünya Savaşı bitiminde Filistin bir barut fıçısına dönmüştü. Birleşmiş Milletler Filistin'de bağımsız bir Arap ve bir Yahudi devleti kurulması önerisini kabul etti. Ne var ki, Araplar arasında çeşitli bölünmeler ortaya çıkmıştı. Buna karşılık ABD Başkanı Truman'dan da destek gören Yahudiler bu kararın çıkmasının hemen ardından 14 Mayıs 1948'de Bağımsız İsrail Yahudi devletinin kurulduğunu ilan ettiler. Dünya Yahudiliğinin desteklediği bu devlet, kısa zamanda güçlü bir orduya sahip oldu. Araplar ise, dağınık bir biçimde İsrail’e karşı çıktılarsa da ağır bir yenilgiye uğradılar. Eylül 1948'de Gazze'de kurulan tüm Filistin için Arap hükümeti hiçbir etkinlik gösteremedi. 1950 yılında ise Araplar arasında baş gösteren panislamcılık akımı, Arapları iyice böldü ve güçsüz kıldı. Filistin üç kesime bölündü ve Filistin'in yüzde 78'ini İsrail işgal etti. Ürdün ülkenin yüzde 20.5'unu ve Gazze şeridinde ülkenin yüzde 1.5'unu da Mısır ele geçirdi. 750 bin Filistinli Arap, İsrail yönetimine girmektense ülke dışına kaçmak zorunda kaldı. Suriye, Lübnan ve Ürdün topraklarına sığınan bu Filistinliler yurtlarından edilmiş göçmenler oldu.

1956'da İsrail, Mısır'a saldırarak Gazze şeridi ve Sina Yarımadası'nı ele geçirerek Araplara yeni bir darbe vurdu. Süveyş Kanalı'nı millileştirmiş Nasır yönetimi, ABD, İngiltere ve Fransa'nın desteğiyle saldırıya geçmiş İsrail'in tokadını yedi. Ancak Birleşmiş Milletler kararıyladır ki Mart 1957'de İsrail işgal ettiği toprakların bir bölümünü Mısır'a geri vermek zorunda kaldı.

Ancak 1960'da Filistinli Araplar bir parlamentoya kavuştular. 1964'de örgütlenme kararı alındı, Kudüs'te Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu. Bu örgüt düzenli bir ordu, FKÖ'yü kurma kararı aldı. Başında Ahmet Şukayri'nin bulunduğu FKÖ, öteki Arap devletlerinin bir aleti konumundaydı ve bu Arap devletleri de sürekli birbirleriyle çekişiyorlardı. Ancak, 1950'li yılların sonlarına doğru kurulmuş gizli bir örgüt, El-Fetih (Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi) Arap devletlerinden bağımsız hareket etmeyi kararlaştırmıştı. 1966'da bu örgüt İsrail'e karşı ilk gerilla savaşlarını başlattı. Ancak bu hareketin içinde de çeşitli ideolojik aykırılıklar baş gösterdi. El Fetih gruplara bölündü ve liderlik tehlikeye girdi. 1968'de El-Fetih ve öteki gerilla grupları FKÖ'nun parlamentosu demek olan Filistin Ulusal Konseyi'ne girdiler. Yaser Arafat, El-Fetih'in de lideri olarak bu örgütün Yürütme Kurulu Başkanı oldu. İsrail devletinin ortadan kaldırılması, manda dönemindeki Filistin'in tümünün işgalden kurtarılması ve bağımsız bir Arap devleti kurulması kararları alındı.

FKÖ, Filistin'e komşu ülkeleri ve buralardaki Filistinli mültecileri geri üs olarak kullanmaya başladı. Bu ise, bazı devletleri kendi sınırları içindeki Filistinlilerin bulunmasından tedirginlik duymaya itti. Bu devletler, (Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır) FKÖ'nün kendi iç işlerine karışmasından ve Filistin komandolarına karşı İsraillilerin misilleme yapmasından korkuyorlardı. Suriye'de Fedayin'in hareketleri denetim altına alındı. Ürdün'de hem kendi halkı hem Filistinliler adına konuşmak iddiasındaki Haşimi Kralı Hüseyin'le FKÖ arasında çekişme çatışmaya dönüştü. Bu arada Kara Eylül adlı terör örgütünün denetimsiz terör girişimlerinde bulunması, FKÖ'nün Ürdün'den çıkarılmasına neden oldu. Ürdün'den kovulanların Lübnan'a gelmesi ise 1973'ten başlayarak burada yeni olaylara yol açtı. Ekim 1973'deki dördüncü Arap-İsrail savaşından sonra İsrail ordusunun Batı Şeria ve Gazze bölgesinden çekilmesi olanağı doğunca, FKÖ bu topraklar üzerinde bir bağımız Filistin devleti kurulacağını ileri sürmek zorunda kaldı. Bu küçük devleti, örgüt içindeki kimi katı gruplar reddetti, Yaser Arafat şiddetle eleştirildi, "Red Cephesi'' kuruldu. Bu ayrılıklar ve bölünme Aralık 1977'de giderildi. Cezayir'deki Arap konferansında (Kasım 1973) Filistin halkının tek yasal temsilcisinin FKÖ olduğu kabul edildi. Ancak Ürdün bu karara katılmadı. 1974'de Filistinlilerin kendi kendilerini yönetme hakkı ve FKÖ'nün temsilcilik niteliği, İslam Devletleri Konferansı (şubat), Afrika Birliği Örgütü (haziran), UNESCO (ekim), Rabatz'ta Arap liderler toplantısı (28 Ekim) ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda (22 Kasım) kabul edildi. Birleşmiş Milletler, Filistin göçmenlerinin geri dönmek ve tazminat almak hakkı olduğunu da açıkladı. FKÖ'yü gözlemci olarak görüşmelere katılmaya davet etti. FKÖ 1975'de Tarafsızlar Hareketi’nin üyesi oldu. Eylül 1976'da üye devletlerin bütün haklarıyla Arap Birliği'nde yerini aldı. Ayrıca yüz kadar devlet tarafından resmen tanındı, gerçek bir devlet statüsü edindi. Buna karşılık FKÖ de, bazı terör hareketlerini (uçak kaçırmak, rehine almak) bir yana bıraktı.

Bu gelişmeler FKÖ'nün etkisini artırdı. Batı Şeria'da sürekli bir kaynaşma başladı.
1976'dan sonra her yıl “toprak günü”nün kutlanmasının gösterdiği gibi İsrail'de bile bir ulusal bilinç uyanışı görüldü.

Lübnan'daki “iki yıl savaşı”ndan sonra Mart 1977'de Kahire'de yapılan FKÖ toplantısı, Arafat'ın ılımlı stratejisinde ikinci bir aşamayı belirtiyordu.

FKÖ, Filistin'in tüm toprakları üzerinde laik ve demokratik bir devlet kurmaktan artık söz etmeyen “Onbeş Nokta” programını kabul etti. Böylece İsrail gerçeği dolaylı olarak da olsa kabul edilmiş oluyordu. FKÖ bu arada Kral Hüseyin ile de ilişkiler kurdu (Mart 1977).

Sürekli değişen politikalar, zaman zaman FKÖ’yü güç durumlarda bıraktı. 1980 ve 1981'de İsrail Filistinlilerin askeri gücünü kırmak için saldırılar düzenledi. Katliamlar yaptı. 1982'de Beyrut'taki Filistinliler çekilmek zorunda kaldı. Suriye ile Arafat arasında gerginlik doğdu. Ardından El Fetih içinde görüş ayrılıkları yeniden patlayıverdi. Arafat'ın ılımlı yaklaşımı, sertlik yanlılarını yeni hırçınlıklara itti. Tunus'a göçen FKÖ merkezi İsraillilerce havadan bir saldırıya uğradı (1985). Arafat Mısır Devlet Başkanı Mübarek ile görüşüp İsrail işgali dışındaki yerlerde operasyon yapmayacaklarını açıkladı. Lübnan'a dönen Filistinliler bu kez de Batı Beyrut'u denetimi altına almak isteyen Şii Emel Örgütü ile çatışmaya girdiler. Sabra ve Şatilla kamplarında kıyıma uğradılar. Dürziler'in Emel örgütü ile çatışmaya girmesi üzerine kamplar savaşı bitti. Bu arada İsrail savaş uçakları da FKÖ kamplarını bombaladılar. 1986'da Ürdün-Filistin uzlaşması sona erdi, Ürdün'deki FKÖ büroları kapatıldı. Filistin Ulusal Konseyi Nisan 1987'de Cezayir'de toplandı. Ebu Nidal dışında tüm Filistin örgütleri konseye katıldı. Filistin Ulusal Birliği yeniden kuruldu. Arafat örgütlerin desteğini bir kere daha sağladı. Buna karşılık Mısır'la ilişkilerin kesilmesi kararlaştırıldı, Mısır da, ülkesindeki FKÖ bürolarını kapattı. 1988 Nisan'ında ise, Tunus'taki FKÖ karargâhında FKÖ'nün ikinci adamı Ebu Cihad bir suikasta kurban gitti.

Filistin ve Filistin'le ilişkisi olan bütün bu eylemlerle dolu Filistin tarihinin yazılması henüz bitmiş değildir. Ama görünen odur ki, emperyalist güçlerin Ortadoğu'da bir “Truva Atı” olarak kullanmak için kurdukları İsrail devleti, ortadan kaldırılmasa bile eninde sonunda yani başında kurulacak olan bağımsız ve savaşkan bir Filistin Devleti ile dengelenecektir. Tarihi gelişim bunu göstermektedir.


İlhami Soysal | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 191 - 1 Mayıs 1988
______________________________________________________________________________________




Topraklarından sürülmüş, toprakları işgal altında olan bir halkın binlerce yıllık kültürünü, o halkın soluk alıp verişini taa yüreğinin dibinde duyanlarla paylaşabilmek için, Ankara'ya, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün temsilcisi Ebu Firaz'la görüşmeye gidiyorum.

Yolda içime sık sık saplanan bir utanç... Yurt içinde ya da yurt dışında, şu son aylarda, Peki siz Filistin halkı için ne yaptınız, ne yapıyorsunuz? sorusuyla her karşılaştığımda duyduğum utanç... Televizyonda, İsrail askerlerinin Filistinli gençlerin kollarını, bacaklarını taşlarla nasip kırdıklarını tüm dünyayla birlikte izlediğimiz akşamdan sonra, bir avuç üniversiteli gencin, Filistinlilerle dayanışma gösterisi yaptılar diye tutuklanmaları... Biz şimdilik, Filistinliler için bir şeyler yapmaya kalkışanları tutukluyoruz diyemediğim için, susmaların getirdiği utanç...

Şimdi bunları düşünmemeliyim. Aksine, Filistin halkıyla dayanışma amacıyla gerçekleştirilen sayısız bireysel ya da kurumsal çıkışları, simgesel de olsa bu amaçla verilen ürünleri, yaratılan eserleri düşünmeliyim. Hem zaten FKÖ Merkezi'ne geldim bile. Ebu Firaz'ın karşısındayım.

Ebu Firaz, sorularımı yalnız FKÖ temsilcisi, yalnız bir diplomat olarak değil, aynı zamanda bir şair olarak da yanıtlıyor.
Ülkesinde Ribhi Hallum adıyla tanınan, ünlü bir şair. Ebu Firaz adı, Filistin Kurtuluş Örgütü'ne katıldıktan sonra aldığı ad.

Önce kısaca onu tanıyalım:

Çocukluğumda, gözlerim kanla açıldı. Babam, İsrailliler tarafından öldürüldü. Gözlerimin önünde. On bir yaşındaydım... 23 yaşımda Filistin Kurtuluş Örgütü'ne katıldım. O zaman devrimci adımı, Ebu Firaz'ı aldım. Halkım beni yayınlanan şiirlerimle, Ribhi Hallum adıyla tanırdı. Bizde şiir ve mücadele birbirinden ayrı değil. Şiirlerim genel konularda, her konudaydı ama hepsi devrimcidir.

Şiirlerinden örnekler istediğimde Ebu Firaz, Arap harfleriyle yazılmış bir şiirini gösteriyor ve
bunu ölüme mahkûm edildiğimde, 1964'te idam edilmeyi beklerken yazmıştımdiyor.

Ebu Firaz'ın katıldıktan sonra silahlı mücadeleyi sürdürdüğü dönemde ne ilk ne son tutuklanışıydı bu. Toplam 87 ay tutuklu kalmıştı. Tutukluluk dönemlerinde de şiir yazmayı sürdürdü. Kâh gizliden içeri soktuğu kalemlerle, kâh yanmış kibrit çöpleriyle, kâh duvarlara, kâh pantolon ceplerine... Bir ara Irak televizyonunda politik yorumcuydu, bir ara Arap Emirliklerinde enformasyon bakanıydı. Bakanlığı döneminde, Mısır'da yayınlanan iki kitabı “Siyah Dev” (şiir) ve “Arap Dünyasında Özgürlük Düşmanları” (düzyazı), büyük yankılar yapacaktı. 1963 “Filistin” adlı şiiriyle Arap Şairler Ödülü'nü kazanacaktı.

Dokuz yıldır Türkiye'de olan Ebu Firaz,
Bugün hâlâ sürdürüyorum şiir yazmayı ama koşullar çok zor. Yazıyorum ama yayınlamıyorum diyor.

(Sayfalarımızda Ebu Firaz'in Türkiye'de ilk kez yayınlanan “Yaz Bulutu” adlı şiiri yer alıyor.)


Ebu Firaz'ı dinliyorum:

Halkımın kültürü, tarihten aldığı, tarihin derinliklerinden aldığı güçle destekleniyor, bugünkü direnişle sürüyor. Halkım üç bin yıldır Filistin topraklarında yaşıyordu. Maalesef, işgalle birlikte, düşmanın ilk amacı kültürümüzü ezmek oldu. Kültürü ezmenin, kültürü yok etmenin bir milleti yok etmekle eşit olduğu bilinmeyen bir şey değil. Size şöyle örnekler verebilirim: Lübnan işgalinde ilk iş Filistin Araştırmaları, İncelemeleri, Planlama Merkezi'ndeki kitapları çaldılar. Burada Filistin kültürüyle ilgili sayısız kitap, tez, belge bulunuyordu. Düşünün kültürümüzle ilgili 17 bin kitabı çaldılar...

Bir an durup ekliyor Ebu Firaz:

Beş yıl sonra, bu kitapların bir bölümünü İsrailli rehinelerle değiş dokuş ederek geri alabildik. Ama henüz tümünü geri almış değiliz. İsrailliler folklorumuzu çaldılar. Souk Al Garb, bizim folklor merkezimizdi. Önce orayı bombaladılar. Buradaki bir okulda 5-15 yaşları arasında 300 çocuğumuz vardı, hepsi folklorcu olarak yetiştiriliyordu, o okulu bombaladılar.

Ebu Firaz'ı dinliyorum:

Sinemamızı çaldılar, sinemamızı hedef aldılar. Filistin'in yetiştirdiği en büyük film yönetmenimiz Rasmi el Asmar ve Ekrem Cevheriye, İsrailliler tarafından öldürüldü.

Tiyatromuzu hedef aldılar. İşgal altındaki topraklarımızda Masrah El Hakewati adlı bir tiyatromuz var. Çalışmalarını hâlâ sürdürmektedir. Ve elbette direniş oyunları temsil edilir. İsrail askeri, polisi her gün gelir kapatır tiyatroyu, kapıyı mühürler, bizimkiler her gece yeniden açar, kolluk güçlerine karşı koyar. Tüm yazarlar, şairler bu tiyatroyla içli dışlıdır, halkla içiçedir. Halkın nabzı bu tiyatroda atar.

Edebiyatımıza gelince... Önce şunu belirtmem gerek: Arap edebiyatının içinde Filistin şiirinin çok önemli bir yeri vardır. Arap dünyasının en ünlü şairleri Filistinli'dir. Şiir olan yerde korkulmaz. Dünden bugüne şiirimiz, bugünün Filistinlisine bir zenginlik, bir güç katmaktadır. Bir nesil önceki şairlerimiz İbrahim Tukan, Abdürrahim Mahmut, onlar İngilizlere karşı mücadele verdiler. Şimdiki birçok şairimiz, ki değerlerini dünya bilmektedir, örneğin Mahmut Derviş, Samih El Kasım, örneğin Tefik Ziyad, Fadua Tokan ve adlarını saymadığım niceleri şiirleriyle direniş mücadelesi vermektedir... Ressamlarımız en ünlüleri diyebileceğim İsmail Şamut ve Tamau Şamut, dünyanın her yerinde açtıkları sergilerle, bu direnişin sesini duyurmaktadırlar... Özetle size şunu söyleyebilirim: Filistin halkının mücadelesinde ve savaşında, ve sanat çok önemli. Çok etkin bir yer tutar, bir rol oynar. Halkımızın kültürü bir direniş kültürüdür.

Bugün Filistin halkının büyük bir bölümü, kendi topraklarından uzakta, dünyanın dört bir yanına dağılmış yaşıyor. Ebu Firaz'a, bunca dağınık yörelerde yaşamalarına karşın, Filistin halkının ulusal kültürünü nasıl yitirmediğini, ulusal kültür kimliğinin yeni yetişenlere nasıl geçirildiğini soruyorum.

Evet ne yazık ki halkımız dağınık yaşıyor. Ancak çok sıkı bağlarla birbirimize bağlıyız. Dolaysız, doğrudan bağlarla. Herşeyden önce tahmin edemeyeceğiniz kadar çok yayınımız var. Kültürel, politik yayınlar.Tüm bu yayınlar dünyanın her ucuna dağılır, haberleşme, iletişim sağlanır. Nerede olursak olalım, her gün, günü gününe sürdürülen bir haberleşme bu... Bir de şu var: Yeryüzüne bunca dağılmış olduğumuz, topraklarımız işgal altında olduğu için birbirimize ve kültürümüze daha sıkı sarılmak, daha çok bütünleşmek gereksinimini duyuyoruz. Yaptığımız bu işte.

Bir an durdu ve ekledi Ebu Firaz:

Bizim, fabrikalarımız yok ki çalıştıralım, tarlalarımız yok ki sürelim. Bizim insan gücümüz var ve tek işimiz öğrenmek. Onun için sürekli öğreniriz, kendimizi eğitiriz. Türkiye'de 3 bin kadar Filistinli öğrenci var. Tümü de paralarının büyük bir bölümünü kültüre harcarlar.

Ebu Firaz'a son bir soru: Geleceği nasıl görüyor?

Geleceğe güveniyorum. Umutluyum. Bir şair olarak, doğamda düşle gerçekleri bütünlemek tutkum var. Politikacı olarak da özgürlüğü, bağımsızlığı gözbebeklerimle görüyorum... Ellerinde avuçlarında taşlar taşıyan çocuklarımız, İsrail ya da Amerika Birleşik Devletleri'nin teknolojisinden daha etkili. Nasıl ki koca bir fırtınanın gücü, küçük bir kuşu öldüremez, aksine, onu daha yükseklere daha yükseklere çıkarır... İşte öyle...İsrail baskısı, saldırganlığı ve işkencesi de Filistin kuşunu asla öldüremeyecek. Bu kuş hep yükselecek ve ötmeyi sürdürecek.

Teşekkür ederiz Ebu Firaz.



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 191 - 1 Mayıs 1988
______________________________________________________________________________________




Felsefe tutkunlarındandı... Ona göre yaşam, soyut bir kuramdan ibaretti. Daha çok küçükken felsefe yapmaya başlamıştı. Bir keresinde, kendisini tamı tamına yedi gün boyunca uğraştıran o zorlu soruyu nasıl bulduğunu anımsadı: İnsanlar, niçin başlarına şapka ayakların da ayakkabı giyerler? Niçin ayakkabı başta, şapka da ayaklarda olmaz? Niçin... niçin... niçin? İşte o gün, bulduğu zorlu sorunun yol açtığı bilinmez denklemin, uğrunda derin düşünceye dalmaya değer olduğunu keşfetmenin övüncünü yaşadı ilk kez. Ardından yepyeni bir soruyu daha düşündü: İnsanlar, neden hayvanlar gibi elleri ve ayakları üzerinde yürümezler? Böylesi daha mi rahat sanki?

Gün geçtikçe felsefi düzeyi de gelişti, yükseldi. Sonuçta ilk felsefi düşüncesini şöyle özetledi: “Mademki insanoğlu, kendi görüşüne başvurulmaksızın yaşamaya doğru itilmiştir. o halde, neden kendi sonunu seçme özgürlüğüne sahip olmasın?” Daha sonra bu formülasyon, kısa bir özdeyişle doruğuna ulaştı: “Ölüm, yaşamın özetlenişidir...

Varmayı başardığı bu “kısa karar”la birlikte istikrara kavuştu Abdülcabbar. Sonunda aradığını bulduğunu hissetti. Yıllar yılı düşüne düşüne keşfettiği ve tek cümlecikte özetlenen felsefi düşüncesini uygulamaya gelmişti sıra: İnsanın kendi sonunu seçme özgürlüğü demek olan herhangi bir ölümü gerçekleştirecek onurlu bir yol bulmak. O mutlu anı beklemek.

Abdülcabbar'ın "Devrime'' katılmak için arkadan dürdüklendiğini iddia eden kimse, gerçeği hiç mi hiç bilemeyecekti. Çünkü o Gönüllüler Merkezine bilerek ve bizzat isteyerek gitmişti. Henüz kendisine uyabilen üniformayı bulamayan subayın önündeki masaya ellerini dayamıştı. Sonunu özgürce seçebilmek için. Yaşamın “son tortusu” diye tanımladığı ölümden nasibini alabilmek için..

-- Devrime katılmak için bir tüfek istiyorum.

Böyle demişti Abdücabbar... Ancak çok geçmeden “tüfek almanın”, “silah kuşanmanın'' öylesine kolay bir mesele olmadığını kavrayacaktı. Çünkü ortalıkta ''tüfek'' diye bir şey yoktu. Ve kimse, kimseye “silah'' vermezdi... Her silahın bir bedeli vardı. Bu durumda silah isteyen, onu dilediği yolla elde etme özgürlüğüne de sahip olacaktı. Devrime katılmanın ilk kuralı buydu...

-- Fakat ben, silah elde edemeden ölüp gidebilirim, diye mırıldandı Abdülcabbar, belli-belirsiz bir sesle. Bu sözler dudaklarından dökülürken boğazında düğümlenip kalmıştı. Daha sözlerini tamamlayamadan gerçeğe yakın, ancak bir o kadar da tuhaf bir yanıtla susturulmuştu:

-- Buraya güzel bir yaz tatili geçirmeye gelmediniz beyefendi... Böyle düşünüyorsanız, evinize dönmekte serbestsiniz...

Abdülcabbar burda durdu, yeniden düşündü. Felsefesinde küçük bir değişiklik yapmak gerekiyordu. Çünkü yaşamın katı gerçeğine olduğu gibi Çünkü silahı elde edemeden "ölme'' olanağı var, hesapta olmayan... Çok geçmeden yepyeni bir özet karara daha vardı Abdülcabbar: “İnsanın, yüce düşüncesini gerçekleştirmek için ölmesi önemli değildir. Önemli olan, ölmeden önce kendisine ulu bir düşünce bulmasıdır..."

Böylece Abdülcabbar, formüle ettiği “kısa felsefi” kararında yaptığı son değişiklikle “istediği” silaha kavuşmakta gecikmedi. Ne var ki, elindeki yepyeni silah için çok çabalaması da gerekmemişti. Hiç aklına gelmeyen, önceden düşünemediği rastlantısal bir yolla gerçekleşmişti ilk düşü: dışarlarda bir yerde dolaşırken, ayağının takıldığı ölü bir askere aitti bu silah, Abdülcabbar'da kısa ve öz bir felsefi düşünce daha yaratmıştı: "Ölmüş kişinin silaha ihtiyacı yoktur...”. Sıra uygulamadaydı. Abdülcabbar cesedi hafifçe yan çevirdi, altındaki silahı aldı. Bu, dişli namlusuyla ünlü bir Fransız tüfeğiydi.

Siperdeki yoldaşları arasında “filozof” olarak ün saldı Abdülcabbar... Savaşçı arkadaşlar, onun felsefesinde, meydana gelen olayların mantıklı bir gerekçesini buluyorlardı. Devrimcilerin çoğu gençlerden oluşuyordu. Abdülcabbar'ın bunlardan yaşça biraz büyük olması da ayrı bir mutluluktu, kendisi için. Her çatışma sonunda, gençleri etrafında toplayarak "ölüm'' için vardığı “yeni ve kısa karar”larından söz etmenin tadı bambaşkaydı!

Her ölenle birlikte Abdülcabbar'ın "kısa karar"lardan oluşan felsefesi, hem gelişiyor hem de değişiyordu... Derken gecenin karanlığında okur-yazar olmayan bir köylü ölmüştü... Ancak vurulup siperden aşağı düşmeden önce köylü, “......” erkekler “......” sözcüklerini kullanarak küfretmişti. Olayın yakın tanığı olan Abdülcabbar, aynı gecenin kör karanlığında “kısa” felsefi özdeyişinde küçücük bir değişiklik daha yapma gereği duydu: "Ulu bir düşünce, genellikle anlaşılmaya gereksinim duymaz. Oysa böyle bir düşünceyi hissetmek gerek...” Olaydan bir gece sonra, siperden çıkarak duvarın dibinden sürünen düşman askerine bıçakla saldıran bir genç daha öldü. Hemen arkasından Abdülcabbar “Cesaret, sadakatin tek ölçüsüdür” felsefi kararını alıverdi.

Abdülcabbar'in bizzat kendisi de gayet cesurdu. Sonunda, kendine uygun üniformayı bulmayı başaran “Gönüllü Subayı”, Abdülcabbar'a gizli bir “görev” vermişti:

-- Abdülcabbar, yüzünüzdeki sakin ifade, kuşkulu kişileri şüphelendirmeyecek türden. Bu yüzden “düşman” limanına kadar gidip orada ne olup bittiğini gözlemenizi istiyoruz, demişti uygun üniformalı subay.

Cesur Abdülcabbar “zahmetsiz” bulduğu Fransız tüfeğini ilk kez elinden bırakarak, söz konusu limana doğru yol aldı. Kent caddelerinde istenilen yerlerde dolaşıp gereken bilgileri topladı. “Görevi”ni bitirme rahatlığı içinde özlediği “sipere” dönmeye hazırlandı.

Ancak bu kez olaylar, Abdülcabbar'ın varsaymadığı türden gelişti. Eskiden birlikte olduğu biri, kedisini tanıdı ve Abdülcabbar yakalandı.

Abdülcabbar'ı elleri titreyerek tokatlayan ürkek tipli sorgu subayı:
-- Sen Devrimcisin...
-- Evet...
-- Sen mel'un bir şeytansın...
-- Hayır!

Acımasız sorgu dayağı altındayken Abdülcabbar, deneyimli bir felsefeci olarak “kısa ve öz bir karara” daha varmakta gecikmedi: "Tutukluyu dövmek, korkunun bir başka ifadesidir...

Bu karar, Abdülcabbar'da derin bir ferahlık yarattı.

Ne ki olaylar, yeniden Abdülcabbar'ın mantığına ters bir yön izledi. Ürkek düşman subayı, kendisine bağlı yardımcıların önerileriyle zekice bir sonuca vardığında,

-- O lanetli siperlerinize kadar bizimle birlikte geleceksin. Sapık yoldaşlarına “yeni devrimcilerle birlikte geldiğini” söyleyeceksin... Gerisini bizim askerler halleder... dedi.

Abdülcabbar sordu:
-- Peki ben ne olacağım?

-- Dediğimizi yaparsan, bundan sonra rahat ve mutlu yaşarsın. Ya da bize ihanet eden köpekler gibi geberip gidersin!..

Abdülcabbar 'in filozof damarları yeniden kabardı: “İhanetin bizzat kendisi, aşağılık bir ölümdür...

Aklında son felsefi kararı ile birlikte Abdülcabbar, düşman askerlerinin eşliğinde, sırtına dayanmış bir mitralyözün soğukluğunu duyarak siperlere doğru yürümeye başladı. Dost siperlerine az kala, ürkek subay, Abdülcabbar'ı bir kez daha uyararak şu emri verdi:

-- Haydi... göreyim seni...

Abdülcabbar,
-- Hey arkadaşlar... Size elli düşman askeri getirdim... Anladınız değil mi?

Abdülcabbar korkmamıştı bağırırken... Böyle demişti ona siperden gelen arkadaşlar Sesi gür, güvenle ve kararlı çıkmıştı... Yerde cansız yatan düşman askerlerin arasında bulunduğunda Abdülcabbar henüz ölmemişti... Ancak can çekişiyordu... Kendisini kollarına alan yoldaşlarından birisi Abdülcabbar'in son “kısa kararına” bir kez daha tanık olmuştu: İçimizden birinin ölmesi o kadar önemli değil... Önemli olan birilerinin bu davayı sürdürmesidir...

Filozof ölmüştü artık...
Şam, 21.7.1958

Çeviren: Faik Bulut | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 191 - 1 Mayıs 1988
______________________________________________________________________________________















Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 191 - 1 Mayıs 1988
______________________________________________________________________________________




İşgal gölgesindeki Filistin basını, ilkelerinden ödün vermeden faaliyetini nasıl sürdürebilir?

Bu soru, yirmi yıldan beri işgal altındaki Batı Şeria ve Gazze bölgesinde yaşayan Filistinlilerce, doyurucu bir karşılık bulmadan yinelenip durur.


BİR ÇELİŞKİ VE ZOR GÖREV

İlk bakışta çelişki hemen göze çarpar:
Bir tarafta “askeri işgal”, diğerinde “ilkelerine sadık, yurtsever Filistin basını”.
Bir yanda “korkunç bir sansür” öte yanda “ulusal kimliği” korumaya çalışan basın görevlileri.

Bu çelişki, işgal altındaki basın, siyaset ve halk kesimlerinde bir başka soruyu gündeme getirmekte: Madem ki basın böylesine eli-kolu bağlanmış durumda, o zaman işgal altında ilkesel gazetecilik yapmanın gerçek bir olanağı var mı? Sorular zincirinden bir halka daha: Sansürlü basının gerçek bir “seçeneği” bulunabilir mi? Gizlice dağıtılacak bildiri ya da diğer yayınlar, günlük basının rolünü üstlenebilir mi?

Böylesi bir durumda Filistinlinin önünde iki zor görev durmakta: Ya basından elini ayağını çekip, ortalığı Ürdün-İsrail propagandasına terk etmek, ya da facto'yu (oldu-bitti) kabul edip her şeye rağmen yayına devam etmek.

Anlaşılan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), ikinci yolu seçmiş bulunuyor: Yayınlanan günlük gazetelerle haftalık/aylık dergilerin "ulusal kimlik" ve ''bilinç'' yaratma mücadelesini -karşılaştığı tüm tehlikelere karşın- desteklemek...

Yirmi yıllık sürede Filistin basını bu yolda hatırı sayılır bir mesafe kaydetti. Buna karşılık israil sansürü de Filistin basınının mesleki ve teknik zaaflarıyla, Filistin Direnişi arasındaki bölünmüşlükten yararlanarak gazete merkezlerine nüfuz etmeyi başarmış; belli oranda basını uysallaştırmıştır.




ASKERİ DENETİM VE SÜPER SANSÜR

Batı Şeria ve Gazze'de her gün aynı şey yaşanır basın dünyasında: Askeri denetim ve sansür kuruluyla Filistinli basın görevlisi arasında hırçın bir çatışma. Şu haber çıksın, diğeri budansın, öteki yeniden gözden geçirilsin, bir diğeri yayınlansın diye Gazeteci, yurtseverlik görevleriyle sansürün korkunç makası arasında ikirciklidir hep. Benzer gelişmeyi bizzat İsrailli denetim görevlileri de yaşamakta: Bir yandan “İsrail demokrasisi”ni dünya kamuoyuna gösterme çabası, diğer yanda ise “ülkenin güvenliği ve yüce çıkarları” kaygısı...

Sansür, mali baskı, ilansızlık, geçici yayın yasakları ya da tümüyle kapatma gibi engeller Filistin basınının hırçın tutumlarını önemli ölçüde yumuşatmış görünüyor. Deneyimsiz basın görevlileri tehditlere boyun eğerek kendi kendilerine bile “oto sansür” uygulama yolundalar. Dolayısıyla, eskiden baş sayfalarda görülen belli “ulusal deyim ve kavramlar” arka fona itilivermiş.

Bu durumu gören Filistin “Arap Gazeteciler Birliği” fırsat elden gitmeden, ulusal bilinci geliştirme, ilkeli basın ve sansürle mücadele konusunda işgal altındaki basın görevlilerine yönelik kurslar düzenliyor. Kurslar, aynı zamanda gazetecilerin teknik ve mesleki alandaki gelişmelerini de amaçlıyor. Birlik Başkanı Rıdvan Abu Ayyaş'a göre, her satırı ve hatta satır aralarını bile didik didik arayan, gazetelere sinen “ulusal kokudan” bile rahatsız olan süper işgal sansürüne karşı şimdilik tek mücadele yolu bu...


DİRENİŞ'İN KAZANÇLARI

Her şeye rağmen, İsrail, neden Filistin'de gazetelerin çıkmasına izin verdi?
Amaç, FKÖ'ye seçenek olabilecek yepyeni bir Filistin önderliği ortaya çıkarmaktı; Batı Şeria ve Gazze'de.

Yaratılacak kamuoyu aracılığıyla Ürdün ve İsrail ile “işbirliği” yapmanın koşulları oluşturulacaktı.
Bu yüzden “El Kudüs” gazetesinin yayınına 1968'de izin verildi.
Arkasından (1972) “El Saab” ve “El Fecr” gazeteleri çıktı.

Ancak hesaplar tutmayınca İsrail yeniden ağır baskı ve sansürle basını hizaya getirmeye denedi.

Yetmişli yılların sonundaki gelişmelere koşut olarak İsrail, yeni basın organlarının çıkışı karşısında hoşgörülü davrandı.
Amaç aynıydı: Yıldızı yükselen FKÖ'ye karşı “içerde Ürdün/İsrail” yanlısı bir seçenek oluşturmak.

“El Beyadır El Siyasi” ve “El Şira'a” (1976),
“El Fecr El Edebi” (1978) ile
                                     “El Misak” ve “El Katib” (1979) bu hoşgörünün ürünleri.

Aynı yılların Camp David ve “Filistin'e özerklik” planlarının tartışıldığı yıllara rastlaması da ilginç.

Ancak, “patlamak üzere olan ulusal duyguları yatıştırmak” amacıyla çıkmasına izin verilen basın,
İsrail için tam bir “geri tepmeli top” işlevine büründü. Direniş hareketi bundan kazançlı çıktı.

Çünkü:

  • Basın, işgal bölgelerinde kültürel abluka altına alınan halka moral, bilgi ve direniş inancı verdi. Açıkça direnişin propaganda görevini yüklendi.
  • İsrail işgaline karşı, işgal altındaki Filistinlilerin duygularını ifade eden kamuoyu yarattı ve bunu işgale karşı kullandı...
  • FKÖ'ye, elde edemediği bilgi, belge ve verileri yayın yoluyla aktardı. İsrail’in doğru bir siyasi-toplumsal ve ekonomik tahlilini sundu.
  • Yayınlayamadığı ya da sansüre uğrayan her türlü bilgi ve haberi ya İsrail ya da Batı basınına sızdırdı...


İSRAİL’İN KAZANÇLARI

Kuşkusuz kazançlar karşılıklıydı.
Yoksa İsrail, Filistin basınının bunca kazancına göz yummazdı.

İşgal açısından bakıldığında:

  • ... İsrail, sansüre gelen tüm bilgi ve belgelerden istihbarat yönünden tahmin edemeyeceği ölçüde yararlandı. Bu tür bilgileri elde edebilmek için binlerce istihbarat elemanını seferber etmesi gerekiyordu oysa.

  • ... Filistin ve dünya kamuoyunda “İsrail liberal, demokratik bir ülkedir” imajını yaratmayı başardı belli ölçüde.

  • ... Silahlı eylem ve sıcak çatışmadansa, belli oranlarda Filistin halk direnişini “basında keskin sloganlar atmak”la sınırlamak istedi.

  • ... Basın yoluyla, halk direniş güçlerini ortaya koyarak, önderleri istediği anda tutuklamasını bildi. Bir bakıma sürekli gözaltı siyaseti uyguladı.

  • ... Filistindeki sol sesleri (El Darb, El Misak ve El Şira'a çevresi) bastırarak, direnişin gidişatını ılımlı olarak bilinen El Kudüs, El Şaab ve El Fecr gibi basın çevresine kanalize etmeyi denedi.

  • ... FKÖ içindeki bölünmeden ve Ürdün/FKÖ çatışmasından yararlanarak işgal altındaki direniş saflarını bölmek ve Ürdün yararına taraftar kazanmayı amaçladı... Nitekim bu Ürdün yanlısı “El Nahar” gazetesi, çarçabuk yayın hayatına sokuldu. Gazze de ise islami eğilimli yine Ürdün yanlısı “El Hude” gazetesinin çıkarılması girişimlerini teşvik etti...


SÜPER SANSÜR VE KÜÇÜK DEV BASIN

Karşılıklı çatışmalar, keskin çelişkiler ve karşılıklı kazançlar... Askeri işgalin dayanılmaz ''süper'' sansürüyle, deneyimsiz, mesleki/teknik yanıyla geri ama yurtseverliğin sorumluluğuyla bilenmiş “küçük dev Filistin basını”nın akıl almaz çabaları... Yer yer kurşunlama, tehdit, cop, dayak, kapatma, para cezası ve tutuklamayla karşı karşıya kalan basın görevlileri... Görünen o ki, her iki taraf da amaçlarında belli mesafe katetmiş durumda. Hatta yetmişli yıllardaki Filistin basını, seksenli yıllarda biraz daha akıllı uslu olmuş İsrail'e göre... Taa ki, son ayaklanma başlayana kadar...

Böylece yeni bir raund daha başlıyor işgal sansürüyle direniş basını arasında...



Faik Bulut | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 191 - 1 Mayıs 1988
______________________________________________________________________________________





...1937 yılında El Celil bölgesinin El Şecara köyünde herhangi bir Filistini gibi doğdu. 1948 İsrail işgaliyle birlikte Lübnan'a "göçmen" olarak gitti. Sayda kentinde yurttaşı ünlü öykücü Gassan Kanafani'den, yazar olma yerine karikatürü seçme öğüdünü aldı. Daha sonra “El Sefir” (Lübnan) ve “El Haliç” (Katar) gazetelerinde aynı anda çizer olarak çalıştı. 1983'te Lübnan'ı terk ederek Kuveyt'teki “El Kabas” gazetesinde karikatürcü oldu. 1985 yılında İngiltere'ye göç etti ve Londra'da yerleşti. 1987'de "El Mecelle" dergisince Arap aleminin en iyi karikatürcüsü seçildi. 22 Temmuz 1987 günü Londra'daki “El Kabas” gazetesinin bürosunda boynundan vuruldu. 30 Ağustos'ta hayata veda etti... Üç ay sonra İngiltere'de yakalanan Arap katilin, MOSSAD ajanı olduğu açıklandı.


KİŞİLİĞİ VE SANATI

Kırk yıl önce Kuzey Filistin'den gelip, o çocuksu adımlarıyla “ilk göçmen/sürgün'' kafilesine katıldığında ilk nefesini Lübnan'ın Sayda kentinde almıştı. Filistin yerlisi, özyurduna bir taş atımlık mesafedeki Sayda ağaçlarının altında dinlendiğinde yurttaşlıktan mülteciliğe dönüştüğünün farkında bile değildi...

İlk çizgilerini çamur bataklığındaki göçmen kamplarının toprak duvarlarında denedi, Naci El Ali. Her göçmen çocuğun ilk ABC'yi öğrendiği o gerçek grafitti (duvar yazı ve resimleri) müzesinde...

Yirminci yaşını doldurduğunda henüz doğum gününü bilemiyordu.Doğrusu bu günü bilme zahmetine de katlanmış değildi. Sadece Ben, Filistin Meselesi'yle yaşıtım demekle yetiniyordu. Ancak, bu yirmilik delikanlının içinde bir başkası daha vardı. Gün geçtikçe büyüyen ve kabuğunu kıran. Kara mizah... Ya da karikatürün ilk sancıları. Bir bakıma karikatür, Naci El Ali'nin ruhundaki henüz doğmamış ikiziydi. Belki de bir türlü anlatamadığı ezilmiş çocukluğu. Sayda hapishanesinin dört duvarı arasında geçen gecelerde doğdu ilk karikatürü. Ancak gerçek çizgilerinin doğum yeri “Ayn ül Hilwa”, “El Duheyşe'' ve “Tel Zaatr” göçmen kampları oldu. Ebesi de bir trajedi ustası.

Naci El Ali'nin ilk karikatürü “Yalınayak Tanık” adıyla yayınlandı.
Sonra da “Hanzala” diye ün saldı. Bir bakıma Oğuz Aral'ın “Avni”si.
Ne ki, Hanzala” asi ama bilge bir çocuktur.

Üç önemli özelliği bir arada taşır:

a) Adının taşıdığı anlam gibi “acı bir meyve”dir.
b) Biçimsel yönüyle çocuksu masumluğun ve dürüstlüğün simgesidir.
c) Tutum olarak her türlü hile, dalavere, haksızlık ve entrikaya karşıdır.

Bir bakıma her göçmen kampındaki asi, aç ama Filistinli çocuktur. Hiç büyümez ama olgun kişidir. Deneyimlidir, her şeyi görür. Sürgüne, tehcire ve katliama yakından tanıktır. Elleri arkasında kenetli, sırtı herkese dönüktür. Çünkü kendisini koruyacak tek silahın “o çocuksu masumluğu” olduğunu bilir. İnsanlara güvenmiştir bir kez. Sırtından vurulmayacağından son derece emindir.

Kısa şortu ve omuzundaki yamasıyla sıradan bir Filistinlidir, acının ve mihnetin olgunluğu ve sabrı vardır davranışında...
Kâh taş atar zalime, kâh tekerlek yakar, bazen de yumruk sallar o cüce boyuyla...


Naci El Ali, “Hanzala” tiplemesiyle dogmatik tasvir ve çizgi sanat kurallarının dışına çıkan ilk kişidir de. Yaratıcılık ve estetik yasalarından kendine özgü kurallar çıkarmasını bilen Arap çizeri. Bir Avrupalı eleştirmenin nazarında Filistin'in “Van Gogh”udur. Başkasına göre, Çehov'un kahramanlarının çizgisel ifadesidir. Kimilerince yaşamın çelişkileri ve olguların engelli eğrileri arasında hafif, esnek ve kıvrak çizgileriyle bir tüy hafifliğiyle sıyrılıp çıkmasını bilen “çadırdan gelen bu karikatürcü”nün üç önemli niteliği bulunmakta:

Öz yaşamında çektiği acılarını, çizgilerinin odağına koydu.
Bu, çizgilerine dürüstlük, acı bir sıcaklık ve sempati kazandırdı.

Çevresindeki olaylara bir sanatçı sezgi ve duyarlılığıyla yaklaşarak çizgisini sınırların ötesinden sonsuzluğa taşıdı...

Yetenekli bir sanatçı sıfatıyla da kendiliğindenci, serbest ve özgür ya da kuralcı çizgiler arasında iyi bir uyum sağlamasını bildi ve en iyi anlatım yöntemini kullanmasını başardı.

“Çizgide sınır ötesi” ya da kendi öz deyimiyle Kara mizahta sınır yoktur. Yoksa sağlıklı asi çocuklar doğmaz.” Bu yüzden fırçası nerden vuracağı belli olmayan “kör bir kurşun”du adeta. Aynı nedenle de “yöneticiyim” diyen herkesin korkulu düşü...

Naci El Ali, 1982 Beyrut kuşatmasını (İsrail tarafından) önceden görebilen tek sanatçıydı. Ölümünü tahmin edebilen nadir Filistinlilerden biriydi. Lübnan'ı bundan mı terk etti? Londra'da aynı nedenle mi mekân kurdu, bilinmez! Ama son çizgilerini Mısır'daki “El Ahali” ve “Sawt-ül Arab” gazetelerinde yayınlarken sanki her göçmen Filistinlinin son adresi olan “ölümü'' bekler bir hali vardı... Bu yüzden de ruhundaki ikizi “Hanzala”nın koruyucu silahı, o çocuksu masumluğuna güvenerek, Londra'nın sisli caddelerinde “özgür çöl Bedevisi” gibi gezmekten geri kalmadı...


Öldüğünde tabutunda şunlar vardı sadece:
Boynundan vurulup düştüğünde,
Ne kefeni vardı ne de gömütü...
Sadece zamansız ve mekânsız bir haritadan ibaret
O vatan yücelmişti gözlerinde....



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 191 - 1 Mayıs 1988
______________________________________________________________________________________




70'lerin başından bu yana Filistinlilerin silahlı savaşımını bütünlemek üzere siyasal, sosyal ve kültürel direnişin olgun biçimleri ortaya çıktı. Tiyatro da bunlardan biri.

Adını Arap dünyasındaki geleneksel masalcılardan alan “El-Hakawati” tiyatro topluluğu, işgal altındaki topraklarda kurulan ilk Filistinli tiyatro “Balalin”den 7 yıl sonra, 1977'de kuruldu.

“El-Hakawati”nin kurucularından ve baş oyuncularından Radi Shehadeh, topluluğun kuruluş amaçlarından birinin özellikle siyasal olduğunu ve Filistin sorununu düşündürmeyi, bu konuda insanları bilinçlendirmeyi amaçladığını açıklıyor.

Başka bir kurucu Jackie Lubeck, "El-Hakawati''nin kökenini anlatıyor:

Bence birincil ve öncelikli olan sanatsal bir dürtüydü, yani tiyatro yapmak. Fakat bunu özellikle acil kılan silah taşımayı gerektirmeyecek bir ifade biçiminin bulunması zorunluluğuydu.''

Bu arada Lubeck'in ABD'de doğup büyümüş bir Musevi olduğunu söylemeliyiz. ilk kez 1972'de Kudüs’e, kendi deyimiyle “aptal bir turist'' olarak gelmiş. Giderek İsrail işgali altındaki Filistinlilerin durumunu fark eder olmuş.

Teknik olarak “El-Hakawati” doğaçlamaya ve izleyicilerle iletişime önem veriyor.
Grubun traji-komik bir üslubu var. Sözcüklerden çok, canlı ve görsel tiyatroya dayanıyorlar.

El-Hakawati”nin coşkusu ve dramatik gücü İsrailli eleştirmenlerin bile övgüsünü kazandı. İsrail gazetesi Haaretz 1983'te "İsraillilerin El-Hakawati'nin tekniklerinden öğrenecekleri çok şey var, bu topluluğun Musevi tiyatrosunda bir benzeri yok

Filistin-İsrail çatışması topluluğun ele aldığı bütün konuların ardında dev bir hayalet gibi belirmesine karşın odaklandıkları tek konu değil. Topluluk Filistin toplumunun iç sorunlarına da eleştirel bir bakışla yaklaşmakta. “Baba, Ana ve Oğul Adına” adlı oyunları Filistinli kadınların durumunu ele almakta. Karakterlerden biri Filistinli bir anne, bütün oyun boyunca dev bir tencereye zincirlenmiş olarak durmakta.

Filistinli izleyicilere oynandığı zaman, erkekler bu tür yorumlar için yanlış zaman seçildiğinden şikâyet ediyorlar.

Fakat “El-Hakawati”li oyunculardan birinin sözlerine göre,
Filistin toplumu da ötekiler gibi. Biz normal, sıradan insanlardan söz ediyoruz, onları kahramanlaştırmıyoruz.

“El-Hakawati”nin gerçek amacı Filistinli bireyin İsrail işgali altındaki yaşamının alçakgönüllü ama, gene de kahramanca durumunu anlatmak. Topluluk yalnızca kent soylu tiyatroseverlere değil, köylerde ve Batı yakasındaki ve Gazze bölgesindeki kamplarda, daha önce hiç tiyatro görmemiş insanlara oyunlar sergilemek.

Allah'ın dağında bir yerde ışıklarıyla, sahnesiyle, her şeyiyle bir tiyatro kurmak olağanüstü bir deneyim. Sonra bütün köy geliyor ve her sözcüğünde kendileri olan bir oyun izlemekten büyük heyecan duyuyorlar'' diyor “El-Hakawati” oyuncularından biri.

Yıllarca Filistin'de ve Batı Avrupa'da dolaştıktan sonra topluluk Doğu Kudüs'e terk edilmiş bir sinema kiraladı ve onu yalnızca oyun oynanan bir tiyatro değil, çok gereksinme duyulan bir Filistin kültür merkezine dönüştürdü.

“El-Hakawati”nin neredeyse tümü Musevi olan izleyiciler önündeki ilk gösterisi müthiş bir gürültü koparttı. Oyunculardan Lubeck, Filistin ya da Filistinli sözü yaratıyor. Kendinizi Araplar olarak tanıtırsanız mesele yok. Ama bu 'kötü' sözcük "Filistinli' insanları kızdırıyor diyordu.

Bütün Filistinli kurumlar gibi, “El-Hakawati” de sürekli olarak İsrail yetkililerince rahatsız ediliyor, kapatılmaya çalışılıyor, oyunları yasaklanıyor. Topluluğun Avrupa turnesinde sunduğu “Göz ve Diş Öyküsü” adlı oyun da İsrail yetkililerince yasaklanmış durumda.


Topluluk 1980'den bu yana Avrupa'daki sanat festivallerinin çoğuna kendini kabul ettirdi. Büyük ilgi çeken ve oldukça iyi eleştiriler alan Batı Avrupa turneleri, Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere, Almanya, İsviçre, Hollanda, Belçika ve iskandinav ülkelerini kapsıyor.

Topluluğun son oyunu “Göz ve Dişin Öyküsü” bir Romeo ve Juliet çeşitlemesi. Oyunun teması Montague ve Capulet'lerin çatışmasından çok, Filistin-israil çatışmasını düşündürüyor ve bir Arapla İsraillinin ilişkisi ve iki ailenin geçmişleri aracılığıyla Filistin çatışmasını yansıtıyor.

İngiliz “The Observer” gazetesine göre,oyunda oyuncuların hiçbir yerel tiyatro geleneğinden yararlanmamasına rağmen gösterideki Filistin gündelik yaşamının ayrıntıları son derece zengindir; üslubu uluslararası ve eklektiktir.''

Oyunla ilgili olarak İngiltere'de çıkan coşkulu eleştirilerde "El-Hakawati''nin yalnızca sanatsal bir başarı kazanmadığı, aynı zamanda "tiyatro dünyasının bir parçası olmaisteğini de gerçekleştirdiği belirtiliyor. Topluluğun bir başarısı da kitle iletişim araçlarının kurbanı olan, aslında herkes gibi yiyen, uyuyan ve parasızlıktan yakınan bir halkın sesini dünyaya duyurması.



Çeviren: Nurdan Arca | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 191 - 1 Mayıs 1988
______________________________________________________________________________________




İşitiyor musunuz?
Bu ses ne?

Nereden geliyor?..
Hangi zamanların çığlığı bu?..
Uzakta mı?.. Yeterince yakın mı?..
Yüzümüze vuran sıcak soluk hangi kutsal toprakların bağrından fışkırıyor böyle?..
Utanç içinde başımızı eğelim.
Lut Gölü ufkundan yükselmiş yüzyılların iniltisi, seni kim duyuyor?

Şu son yaşananlar -elbet, ne ilk ne son!- sınırların, duvarların ve önyargıların ötesinde uzanan Ortadoğu'da, tarihsel bir kayşa. Dengelerde patlak vermiş siyasal çöküntü, suları daha tuzlu yeni bir Lut Gölü yaratabilir. Özgür kalan yüksek basınç, sağ-görüsüzlük, ne sınır tanıyor ne mantık! Geçmiş ve tarih bilmiyor.

Titreşen sıcak havada çölün kokusu, suya ve kana duyarlık bir arada. Bölgede su uğruna dökülen kan, nice yüzden hep ıslak kalmış. Kurumuyor hiç. Dün su olmuştu anlaşmazlıkların konusu, şimdi onun yerini neft aldı. Günün açık zulmü, bu kez nefti bir alınyazısından kaynaklanıyor. Ortadoğu'nun insanı kül öksüzü sanki. Piramitlerden, Mısırlı kölelerden bu yana sanılır ki değişen bir şey yok!.

Oysa kutsal toprakların belleği, o hep çok güçlü. Hiç unutmadığı gibi, hiç de bağışlamıyor.
Hırslar ve siyasetler ne denli salmastraya dönüşse de, gün gelecek çözülecek hepsi.
Bitecek acı. Değişecek dengeler.

Bu toprakların baskın özelliği, her ölçüsüz hırsı bilgece cezalandırması. Kerbela'da dökülen kan yüzyıllar sonra tarihin en uzun Sünni-Şii Savaşına maya oldu. Yarın yeniden gündeme gelebilir unutulmuş su sorunu. Belki şimdi geldi. Geldi de, yeterince haberimiz yok.


Ne istiyor İsrailoğulları? Şunun şurası apaçık ki, vefayı bir yana itmekten korkmadı onlar. "Ne kendileri, ne kardeş çocuklarına karşı, ne de tarihe vefa besliyorlar. Bencillikleri kaç bin yıllık acılarının bile önüne geçti. Ama eskiyi daha unutmamış olanlar var bilgeler arasında. Tek yönlü bu çıkarcı tavırlar geçmişte  nice ırkçı tepkinin altyapısını hazırlamamış mıydı? O bencil duygu tortusu yüzyılların sürekli kararttığı soylu bir gümüş alınlık gibi, bu kez Davud askerlerinin kimlik künyesini oluşturuyor.

Bir zamanlar bir yerde ne demişti D. H. Lawrence:

Traji-komiktir, insan. Onun doymak bilmez her şey olma isteği, kendisi de olabileceğini unutturuyor ona. Her şey olmak, her şey olmak! İnsanlık tarihi, insandaki bu özlemin tarihinden başka nedir?

Evet, insan bir avcı: Uomo é cac ciatore! Doğru! O halde kendine gözkulak olmak “av”a düşüyor, bu hesaba göre. İnsana. Filistinli yurtsuzlara, sözgelimi. Ne var ki, nice tanrılar görmüş yaşamış bu kutsal topraklarda, çok çabuk İsrailoğlu kendisini Kral Tanrı'lık katına yükseltti. Öyle ki, önce kendisi olmayı bile denemeden. Kendi arasında çıkan sağduyulu uyarılara bile kulak asmaksızın.

Nedir niyeti?

İsrail, “ortaçağ”ını XX. yüzyıla mı taşımak istiyor acaba?
Üstelik yüzyılın sonuncu on yılına?..

İyi beslenmiş genç İsraillilerin tekmeleri altında boğulan hakkın sesi, hırpalanan sinirler, et, kırık kemikler, başka nasıl tanımlanabilir? Ağır öğle güneşinde Kubbetüssahra'nın altına kubbesi tarazlanırken, gölgelerde tartaklanan, aranan, kurşunlanan insanlar. Cami imamı.

O kubbenin altında bile, barıştan artakalmış bir ses yok.
Hoşgörüye saygı tanınmıyor.

Sanki yeryuvarlağı bilincinde, tıpkı gökyüzü deliği gibi bir boşluk belirdi. Unutuyoruz ya da susuyoruz.
Çağın duyarsızlığı mı, gezgin bir ırkın umarsız doyumsuzluğu mu şu olup bitenler?

Ne yakındakiler (Arap ulusu) ne uzaktakiler (İsa'dan bu yana suçluluk duygusundan kendini bir türlü arındıramayan Batı), belirleyici ve adil bir tepkisel duyarlığa sahip! Yönetimler halklara, ırklar ırkdaşlarına, sömürgeci sömürge topraklarına sürekli ihanet içinde. Hayınlığın alaca safran rengi, Ortadoğu'yu kuşatmış çepeçevre. Gözgözü görmez bir sis içinde.

Batı Şeria, Kudüs ve Gazze ölülerini, Halepçe sokaklarında kimyasal acılarla yaşamlarından olmuş çocuklardan ayıran ne?
İnadiye ve Duceyde kasabalarına sağnak sağnak inen Kürt Hiroşiması'ndan?


Kırılan kemiğin çıtırtısı, gerçekte duyarsız utancın siyah fotoğrafı. Kutsal toprakların kuytularında olduğu ölçüde her uygar insanın oturma salonunda da aynı anda işlenen tanıklı, dekorlu cinayetler. Yemek saatleri çerçevesinde bir bakıma yumuşatılmış. Ama her gün artarak yineleniyor. Sıradan Siyonizm'in bağışlanmış, izin verilmiş örnekleri.

İsrail Ordusu'nun silahsız Filistinlilere karşı, onların gözlerine baka baka giriştiği soğukkanlı terör, sistemli bir toplukıyım politikasından daha vahşi bir karakter taşıyor. Genç askerler yalnız taş, tekme, sopa kullanmıyor; sanki bileylenmiş bir kinle, nerdeyse somut, canlı, kişisel bir düşmanlıkla saldırıyorlar, diz çöktürülmüş elleri bağlı hedefe. Boşanmış bir öfke zembereğinin birikmiş enerjisiyle vuruyor, vuruyorlar. Ancak kendine hiç güveni olmayanlar, böylesi bir boşalmada erkeklik gücü gösterilerine eş doyumlar bulabilirler.

İşgal edilmiş topraklarda, açıkça, cellatla kurban arasında başka türlü yabansı ve yadsınamayacak bir ilişki var.
Doğrudan, birebir.

Yıllar geçince ya da şimdi, Davud Devleti'nin çağdaş kurşun askerleri,Suçsuzum, böyle emir almıştım diyebilir mi?
Bir zamanlar, kahverengi ve kara gömlekli saldırı mangaları bunu söyledi.
Ancak, geçerli sayılmadı; bunu en iyi Yahudiler anımsayacak.

O halde, yalnız bir “kızıl hatıra” mı kalıyor o kanlı taş seslerinden?

Ama taşla kırılan kemiğin çatırtısı, o ses, unutulabilir mi? Vuranlar unutabilecekler mi?
Bu sesi, çöl yıldızları ve sayısız kum tanesi, ertelenemez büyük hesaplaşma gününe dek koruyup saklayacaklar.


İki savaş arası faşizmi, dayatmacı siyasetler sonucu kimi sömürgelerin el değiştirmesinden doğmuştu. Ama yayılmacı doymaz iştihanın isimsiz kurbanları ne ırk, ne din ve ulustan milyonlarca insan oldu sonunda. Tüm dünya demokratları, sonra Yahudiler. Sayısız ulus ve aynı zamanda Almanlar.

Ne var ki, yarım yüzyıl öncenin suçsuz Yahudileri, şimdi ırkdaşlarının cellatlığı önünde bir kez daha can veriyor. Bu durum, çifte haksızlık: İlkin ölmüş Yahudilere haksızlık! Sonra yurtsuz Filistinli kuşaklara haksızlık! Her gün onlarca sayıda öldürülen genç, çocuk, kadın Filistinlilere...

Bu arada ikinci kez yanılan Batı'ya ne demeli?
İlkinde toplama kamplarından habersiz görünmüş, uzun süre onları yadsımıştı.
Şimdi de Filistin kıyımına karşı duyarsız. Hareketsiz.
Çok incelikli, çokkatlı anlamlar taşıyan bir susuş bu.

Nedense bir türlü düşünce serüvenciliğine yükselemedi. Ortadoğu'da İsrailoğulları. Buna karşılık kusursuz bir cinayet sendikası, modern Yahudi devleti. Çoktan geride kalmış bir büyüklük, eski geçmişi, eğer kendini yenilemezse. Geçmişte kalan parıltıya karşın çökme sırası bir kez daha yine onlarda.

Tarih unutulabilir mi?

“İşkencenin en kötüsü”nü Yahudilere yükleyen Firavun Hanedanı?
O dönemde İsrail'in oğulları öldürülüyor, ancak kızları yaşıyordu.

Sonra dünün dünde kalmış görünen sözü:

Bizim, Calut'a ve ordusuna karşı duracak gücümüz, enerjimiz yoktur diyorlardı peygamberleri Davud'a.

Gerçi arkadaki destekleri saymazsak, bugün de yok güçleri.

Ya Roma çağı?
Kudüs'ün baştan aşağı yıkıldığı Hedodes Tapınağı'nın ve kutsal yapıların yerinde Jüpiter Sunağı'nın yükseldiği yıllar?
Pompeius'un aman bilmez askerleri?
Yeni kente Yahudilerin girmesinin yasak edildiği kara günler?

Ama bugün kendi yurtlarından ve işlerinden kapıdışarı edilen Filistinliler.
Umutsuzluğa karşı umutsuzca savaşan yeni akıncı ruh, şimdi Filistinliler.
İlk Hıristiyanlar gibi yoksul ama, kararlı, direşken...

Bir bakıma eski geçmişten çıkarılacak Roma dersini unutmuşa benzemiyor Siyonist politika. Güçlü Roma'ya karşı çıkmak yerine, onunla birlikte adım atmayı yeğliyor artık. Tıpkı Scola'nın Balo'sundaki işbirlikçi çiftin yarım kalmış eşitsiz dansı gibi. Ama şimdi, yani Roma'nın ücretli askeri kimliğini taşıyor. Başkasına güvenerek yaşamakta. Yalnız öyle bir gün gelir ki, hiç kimse hiç kimse adına bir şey ödeyemez.

Bu kez zamanımızın Calut'u iki güçlü ikiz devden oluşmuş. Batılı Golliath ve sarı Japon Samurayı.
Petrolle ışıyan modern Alaeddin Lambası'nın çifte devleri.
Kurşuna, tanka karşı sapan taşı.
Öte yandan, Hak'kın temsilcisi Davud ise, çocuk Filistinliler...

Biri ötekinin kan yağısı. Öldürülen her Filistinlinin kanı İsrail devlet politikasının boynuna. Böyle giderse Avrupa'nın ağır bir haç gibi taşıdığı suçluluk duygusunu bundan böyle İsrail yüklenecek. O zaman Ağlama Duvarı olarak Herodes Suru'nun kalıntıları da yeterli olmayacak belki suçluluğun taşan gözyaşları önünde.



Uğur Kökden | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 191 - 1 Mayıs 1988