İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Profesörü Dr. Cahit Tanyol İş Bankasının Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı dolayısıyla hazırlattığı oklar dizisinde Atatürk ve Halkçılık’ı yazmış. Galiba, bu çalışma başlangıçta merhum Cavit Orhan Tütengil’e ısmarlanmıştı. Onun öldürülmesi üzerine, Banka Tanyol’u görevlendirmiş, Tanyol da çaladaktilo kitabı yetiştirmiş olmalı. Sonuçta, ortaya çıkan, -iyi ya da kötü- edebiyat niteliği ağır basan bir denemeler demeti. Oysa, halkçılık özellikle son yıllarda tarihsel bağlamı içinde, enine boyuna incelenmiş bir kavram; altıokun belki en iyi araştırılmış olanı.
Örneğin,
- Zafer Toprak’ın Toplum ve Bilim’in ilk sayısındaki “İkinci Meşrutiyette Solidarist Düşünce: Halkçılık” yazısı ve Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları.
- Sempozyumundaki “Halkçılık İdeolojisinin Oluşumu” bildirisi (İstanbul: İktisadî ve Ticari İlimler Akademisi Mezunları Cemiyeti Yay., 1977);
- İlhan Tekeli ile Gencay Şaylan’ın yine Toplum ve Bilim’deki (Sayı 6-7) “Türkiye’de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi” makaleleri önemle anılmaya değer.
Ne var ki, Tanyol bu gibi kaynaklardan yararlanmaya tenezzül etmemiş.
1960’ların ilk yarısındaki Sosyalist Kültür Derneği kuruculuğu ve Yön yazarlığından Tahiriliğe transferi, anlaşılan Tanyol’un söylemini sosyalist sosyolojiden o mezhebin siyasal edebiyat biçemine kaydırması sonucunu vermiş. Bu kitabını da, ulusal egemenlik ilkesine “hangi biçimde olursa olsun gölge düşürenler, Kemalizm’in ’affedilmezlik’inde kendilerine yer beğenmelidirler” diye fiyakalı bir meydan okumayla açıyor. Sonra, bilgi yerine övgü, kanıt yerine benzetme, çıkarım yerine sıçramayla, doğrularla yanlışları karmakarışık ederek ilerliyor. Ulusal devlet - ulusçu devlet (s. 20), Kemalist Kemalizm (s. 30) gibi derin ayrımlar yapıyor. “Pan-Kemalizm”i eleştirirken “Uzak ve yakın tarihimizde dini siyasaya alet etmeyen, onu vicdanların engin alanında özgür bırakan tek adam Atatürk’tür” (s. 27) diyor.
Kemalizmin ilk kuramcısı saydığı Mahmut Esat Bozkurt’un aşılamadığını ileri sürüyor;
aynı öğretinin bir başka kuramcısı olan Niyazi Berkes’e karşı ise hafif tertip Osmanlıcılıkla şunları söylüyor:
“Osmanlı İmparatorluğundaki devletçilik, bir anlamda Kemalizmin savunduğu devletçilikten daha ileridedir.
Kemalizmin devletçiliği, osmanlı devletçiliğine karşı liberalizmi savunan tohumları beraberinde getirmiştir.”
Atatürk’le ilgili tutumları sınıflandırırken, “İlericiler”i ikiye ayırıyor: Demokratik anayasacılar ve sosyalistler.
Sosyalistler de iki grupmuş:
“Bunlardan bir bölümü, devrimlerin doğal gidişinin sosyalizm olduğunu savunur, bir bölümüyse Atatürk devrimlerini korumakla Batı uygarlığına ulaşılacağını sanır. Birincilere göre, Atatürk ilkeleri Batı burjuva demokrasilerine doğru gelişmektedir. İkincilere göre, karma ekonominin yer aldığı Batı örneği bir sosyalizm söz konusudur.” (s. 36: Birinciler - İkinciler ters oldu, ziyanı yok.)
Ama, “Bilimsel Sosyalizm yöntemi ile Türk toplumunun gerçeklerini araştırmanın zorunluluğuna inanan Marksistler”in bu sınıflama dışında tutulduğunu görünce şaşırıyoruz. Acaba, yazarımızın kendisi bu gruptan mıdır? Hiç sanmam.
Şu özeleştirisine bir bakalım:
“Çoğu zaman birçok yazarlar gibi ben de ondaki (Atatürk’teki) bu ideoloji eksikliğini eleştirmiş ve bugünkü Sovyet başarısını Lenin’in büyük bir eylem adamı olduğu kadar, Marksist bir toplum ve devlet anlayışının devamcısı olmasına yormuştum. Hatta kendisinden sonra kurduğu devletin yozlaşmasında böyle bir eksikliğin payı olduğu kanısını kaba bir kıyaslamanın akla getirdiği ilk düşünce olarak görmüştüm. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Atatürk’ün ulusal savaşıma başlamadan önce sosyalizm hakkında bir bilgisi olduğuna dair elde hiçbir kanıt yoktur. O, bolşeviklerle temastan sonra sosyalizm ve onun içeriğindeki sosyal düzen hakkında bilgi ediniyor ve Marksist-Leninist ideolojinin amaçlarını süratle kavrıyor. Hepsini gerçekçi dehasının süzgecinden geçiriyor. Bu nedenle Lenin’in düştüğü sürekli yanılmalardan kendini kurtarıyor. Bir an için Mustafa Kemal’in gerçekçi ve yararcı görüşünün yerine ideolojiyi koyalım: Ulusal savaşım, Osmanlı İmparatorluğu döneminde rastlanan başarısız bir ayaklanma olmaktan öteye geçemezdi. Üstelik kendisi de çelişkiye düşerdi. Çünkü Tanzimat’tan beri iyi kötü bir geleneği bulunan yenilik hareketlerini bile taklitçilikle suçlayan bir kimseden sosyalist bir eylem ve uygulama beklemek çocukça bir düşünce olurdu. Fakat O’nun kurduğu devletin sosyalizme kapalı, Batı burjuva demokrasilerine açık olduğunu iddia etmek de aynı derece sakat bir düşüncedir” (s. 94-95).
Nitekim, Tanyol’a göre, Atatürk “kaynağı İbn Haldun’dan Cevdet Paşa’ya kadar gelen ve Marksçı sosyolojinin görüşüyle birleşen” (s. 102) bir görüşe sahiptir. Bu kurgusal akıl yürütmeleri ciddiye almak ve “bilimsel sosyalizm yöntemi”nin yakın tarihimize uygulanması saymak, bana mümkün görünmüyor.
Tanyol, 1961 Anayasasının Cumhuriyetin niteliklerini altıok yerine “insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti” diye sıralamakla, “sola kapalı, sağa açık ve devrimci olmayan” bir anayasa haline geldiğini de ileri sürmekte (s. 111).
Bu kitabı daha çok eleştirmekte yarar görmüyorum.
Onun için, bu yazıda asıl yapmak istediğim şeye geçip, Ek 1’deki sözlerini aktaracağım (s. 181-82):
“Son yıllarda Atatürk hakkında bir dergide (Toplum ve Bilim, sayı 4, 1978) yapılan bir eleştiride, O’nun Fransız İhtilâli’nden kabataslak haberdar olduğu ve fakat devrimi hazırlayan düşünürler hakkında bilgisi olmadığı ileri sürülmektedir. Buna Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’nde söz konusu edilen Rousseau ile ilgili bir parça neden olmuştur. Yazar düşüncesini kanıtlamak için Atatürk’ün söylev ve Demeçleri’nde kuvvetlerin ayrılmasından söz ederken Rousseau’yu eleştirmesini tanık olarak gösteriyor. Çünkü diyor, Atatürk’ün kendi savunduğu kuvvetlerin birliği Rousseau’dan gelmektedir. Muhaliflerinin dayandıkları kuvvetler ayrımı fikri Montesquieu’nündür.
Demeçler’den alınan bir paragrafla Atatürk’ün Rousseau’yu bilmediğini ve Montesquieu’yle karıştırdığını kanıtlamaya kalkmak bilimsel olmak şöyle dursun, hem Atatürk’ü ve hem de Rousseau’yu tanımamaktır.
- Türkiye Cumhuriyeti’nin “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu”nu yapan bir insana “Anayasa öğrencileri kadar bu işlerden habersiz”dir demek bilimsel ciddiyetle bağdaşamaz, bu bir.
- Rousseau’nun fikirlerini anayasa kitaplarındaki bilgilere dayanarak özetlemek ve aynı biçimde Atatürk’ün adı geçen önemli konuşmasını üstünkörü okuyarak iki özetle ahkam çıkarmak yakışık almaz, bu iki.
- Atatürk’ün her alanda sömürüldüğü bir dönemde yarına kalacak olan ancak onun hakkında nesnel ve bilimsel yargılardır. Bu alanda yazı yazanların acele ile yanlışlıklar yapmamaya ve dikkatli olmaya çalışmamaları haksızlık olur. Bu üç.
Atatürk, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ni satır satır dikkatle okumuştur. Okuyup da anlamadığını ileri sürmek söyleyeni gülünç duruma düşürür. Yazarın haklı olduğunu kabul etmek için gerçekten Atatürk’ün Rousseau’yu arizamik okuduğunu söylemesine rağmen okumadan konuştuğunun kanıtlanması gerek.
Tarihsel bir belge niteliği taşıdığı için önce bu konuda merhum Adnan Adıvar’dan dinlediğim bir olayı buraya aktarmak isterim:
Bir gün Türkiyat Enstitüsü’nde Yahya Kemal’in de bulunduğu bir söyleşide Adnan bey Atatürk’e ait şu olayı anlattı:
“Bir gün vekiller heyetinin hazır bulunduğu bir toplantıda Mustafa Kemal Rousseau’nun kitaplarını okuyup okumadığımızı sordu. Heyet-i vekilede hiç kimse okumamış. Ben gençliğimde onun İtiraflar’ını (Confessions) okumuştum. (Mukavele-i İçtimaiye’yi) okuyan yoktu içimizde. Düşünün bir kere ne durumdaydık, Mustafa Kemal milli iradeye dayanan bir meclis kuruyor. O’nun nazariyatçısını ne kendisi ve ne de biz biliyoruz. Galiba Necati Bey’e “Bana Rousseau’nun bu kitabını bul” dedi. Bir ay kadar bir zaman geçti, bir gün Meclis Başkanlık odasında toplanmıştık.
Mustafa Kemal: “Yahu Rousseau deyip dururlar, kitaplarını okudum. Bu adam hayalperest serserinin, delinin biri” dedi. Ve sonra sözlerini, Büyük Millet Meclisi kürsüsünden tekrarladı. “Adnan Bey bunu Mustafa Kemal’i eleştirmek için söylemişti. “Koca Rousseau’ya deli deyip çıktı,” dedi. İçimden “doğru söylemiş” diye düşündüm. Çünkü Adnan Bey bir özel toplantıda söylenen bir eleştiriyi Millet Meclisi’nde tekrarlamasını Mustafa Kemal için hafiflik gibi görmüştü. Oysa ben bu sözlerin gerisinde, tam tersine Mustafa Kemal’in gerçek dehâsını, derin kavrayışını görür gibi olmuştum. Böyle bir yargıya varmak için Rousseau’yu çok dikkatli okumuş olması gerekir diye düşünmüştüm.”
Tanyol, bu kanaatinin “öznel bir belge” olduğunu düşünerek, “nesnel” bir belge de ortaya atıyor. Atatürk’ün, kitapları arasındaki bir Toplum Sözleşmesi çevirisi üstünde işaretlediği yerleri Doç. Dr. Musa Çadırcı aracılığıyla saptamış. O bölüm başlıklarını sıralıyor. (Belirtelim ki, saptanan yerler hep Kitap II / Bölüm 6 ile Kitap IV / bölüm 4 arasındadır.)
Tanyol’un adını vermeden andığı yazının sahibi benim.
Toplum ve Bilim’deki yazımda aynen şunları söylemiştim:
“Atatürk’ün 1789 Fransız Devrimi ilkelerinden genel çizgileriyle haberdar olduğu besbellidir; ama bu Devrimi hazırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak tanımadığı şu örnekten anlaşılabilir: 1921 Aralık ayının başında, TBMM’nde İcra Vekilleri Heyetinin vazife ve Salâhiyetlerine dair kanun teklifi görüşülürken, Mersin Meb’usu Salâhattin Bey ve arkadaşlarının tefrik-i kuvva (yani, şimdiki anayasamızda olduğu gibi kuvvetler ayrılığı) istemelerine karşılık, Mustafa Kemal Paşa tevhid-i kuvva (yani, kuvvetler birliği) ilkesini savunurken şöyle demektedir:
Efendiler! Bu nazariyat-i meşrutiyeti bulan en büyük filozofların bu nazariyatı kurmak için çalıştıkları esasları tetebbu ettim. Bunlara nüfuz ettim. Benim gördüğüm şudur: düşünmüşler ve nasıl yapalım da bu kuvve-i müstebide o irade-i içtimaiye ve milliyenin dûnunda kalabilsin. Yahut sıfıra müncer olabilsin diyorlar. Ve buna muvaffak olamamak yüzünden büyük ve derin bir ızdırap duyuyorlar. J. J. Rousseau’yu baştan nihayete kadar okuyunuz. Ben bunu okuduğum vakit, hakikat olduğuna kâil olduğum, bu kitap sahibinde iki esas gördüm. Birisi bu ızdırap, diğeri bir cinnettir. Merak ettim. Ahvâl-i hususiyesini tetkik ettim, anladım ki: hakikaten bu adam mecnun idi. Ve hâl-i cinnette bu eserini yazmıştır. Binaenaleyh; çok ve çok istinat ettiğimiz bu nazariye böyle bir dimağın mahsulüdür.
Oysa, bugün her Anayasa Hukuku öğrencisinin bilmesi istenildiği üzere, Atatürk’ün kendi savunduğu kuvvetler birliği Rousseau’dan gelmektedir, muhaliflerinin dayandıkları kuvvetler ayrımı fikri Montesquieu’nündür.”
Yazım bu ve başka noktalarıyla bir hayli tepki uyandırdı.
Cumhuriyet gazetesinde 8 tefrikalık bir diziyle bana çatan Niyazi Berkes’i aynı gazetenin 16 Şubat 1979 tarihli yazısında cevapladım.
Diğerlerinin yanısıra,
Em. Alb Şükrü Galip Erker ve Em. Gen. Celil Gürkan’ın eleştirilerini ise, yine Toplum ve Bilim’deki (sayı 8) “Yanıtlara Yanıt”la karşıladım.
Orada bu noktayla ilgili olarak şöyle diyordum:
“Atatürk’ün 1921 sonlarında Meclis’teki bir söylevinde Rousseau ile Mortesquieu’yu karıştırmasini, Fransız Devrimi’ni hazırladıkları söylenilen düşünürleri doğru olarak tanımadığına örnek göstermiştim. Erker de, Gürkan da buna şiddetle karşı çıkıyorlar. Atatürk “Cumhuriyet Erdemliktir” demiştir, diyor; “Locke’u okumasaydı, bu özdeyişi söyleyebilir miydi? Atatürk özgürlükçü, erkinlikçi okulun başı Locke’u da, onu izleyen Hume’u da, Montesquieu’yü de, Voltaire’i de en azından, J.J. Rousseau’yu tanıdığı, bildiği ölçüde biliyordu.”
Gürkan’a göre de, “Atatürk’ün 1789 Fransız İhtilâlini en azından çok iyi incelemiş bir kişi hüviyetine sahip bulunduğu bir gerçek”tir; bunun kanıtı “Çankaya’da Atatürk’ün eski köşkünün kitaplığında Rousseau’ya ilişkin yapıtların Fransızca baskılarında bizzat Atatürk tarafından yapılmış çıkmalar, konulmuş notlar”dır.
Ben, Atatürk Rousseau’yu okumamıştır demedim - kendisi okuduğunu söylüyor. Erker’in dediği gibi, Locke’u, Hume’u okuduğunu ise, hiç sanmam. (Kaldı ki, “Cumhuriyet Fazilettir” sözü Locke’tan değil, Rousseau’dan gelmektedir!) Atatürk’ün Çankaya’daki özel kütüphanesinde bir tek Rousseau vardır, eski harflerle, 1913 tarihli bir Mukavele-i İçtimaiyye çevirisi. Yayımlanmış olan katalogda, bu kitabın bazı sayfalarında notlar ve işaretler” bulunduğu kayıtlı (sıra no. 451). Fakat, Milli Kütüphane’nin eski genel müdürü Dr. Müjgân Cumbur, Önsöz’ünde “katalogun hazırlanması sırasında Sayın Prof. Afet İnan işaretlerin kısmen kendisinin olduğunu söylemişlerdir” diyor.
Onuncu Yıl Söylevinin Atatürk’ün kendi elinden diye posterleri basılan yazmalarının bile, onun el yazısı ile olmadığı ortaya çıkalı (bu konuda, Hasan Rıza Soyak’ın Yapı ve Kredi Bankası’nca yayımlanan anılarına bakınız), böyle bir kanıta korkarım güvenilemez.
Erker, daha ileri gidip Rousseau’nun Kuvvetler Birliği’ni savunmadığını söylüyor ve herhalde öğrencilerime de bu gibi yanlış şeyler öğretiyorumdur diye beni fakültemin dekanına, üniversitemin rektörüne şikâyet ediyor. Bu saçmalığa “Kargalar da güldü mü bilemem” diye ekliyor. Kargalara karışmam, ama benim bildiğim şu ki: Rousseau’ da yasama, yürütme ve yargılama işlevlerini ayrı ayrı organlar kullanacak olsa da (Locke’un ve Montesquieu’nün tersine, Atatürk’ün 1921’de savunduğu gibi), halk egemenliğinin bölünemezliği inancından ötürü, bütün bunlar o egemenliğe tümüyle uyruktur ve kuvvetler arasında bir ayrılık ya da denge olması söz konusu bile değildir. Atatürk’ün sözleri ortadayken, bu yazarı “doğru tanımadığı”ndan başka ne söyleyebilirim?”
Görüldüğü gibi, Tanyol’un bilimsel ciddiyetle bağdaşmaz, yakışıksız ve haksız diye nitelediği yargıma daha önce de itiraz edilmiştir. Ne yazık ki, sayın profesörün itirazı, eskilerine dişe dokunur bir şey eklemiyor. Benim dediğimi çürütmek için, ya Atatürk’ün muhaliflerinin Kuvvetler Ayrılığı ve Dengesini değil, Kuvvetler Birliğini savunduklarını ya da Rousseau’nun Kuvvetler Birliğini savunmadığını kanıtlaması gerekirdi. 1 Tam tersine, Adıvar’dan aktardığı öyküde, Adnan Beyle arkadaşlarının, Mustafa Kemal’in kurduğu milli iradeye dayanan meclis’in (Anayasa yazınındaki Meclis Hükümeti, yani Konvansiyon sisteminin) nazariyatçısının -ne söylediğini okumamış olsalar da- Rousseau olduğunu bildikleri görülüyor.
Şimdi biraz akademik bir iş yapalım ve Rousseau’nun Atatürk’ün kitaplığındaki Mukavele-i İçtimaiyye çevirisinde Kuvvetler Ayrılığını alaya aldığı bir parçanın çevrim yazısını verelim:
“İkinci Kitap - İkinci Bap: Hâkimiyet Gayr-i Kabil-i İnkisamdır.
Hâkimiyet ne esbaba mebni gayr-i kabil-i ferağ ise yine o esbaba mebni gayr-i kabil-i inkisamdır. Çünkü irade ya umumîdir ya değildir. Ya heyet-i ahalinin veya yalnız bir kısmının iradesidir. Birinci şıkta, resmen beyan ve izhar olunan bu irade, hâkimiyetin bir fiili olup kanun hükmünü iktisap eder. İkinci şıkta ise, bir irade-i.hususiye veya bir fiil-i adlî olup gaytî bir karardan ibaret kalır.
Fakat siyasiyûnumuz hâkimiyeti asl ve unsur itibarıyla taksim edemediklerinden kuvvet ve iradeye, hükümet-i teşriiye ve hükümet-i icraiyeye, hukuk-u tekâlif ve hukuk-u adliye ve hukuk-u harbiye, idare-i dahiliye ve münasebad-ı hariciye hukuklarına, taksim ederler. Bütün bu kısımları kâh yekdiğerine karıştırırlar kâh taksim ederler. Hâkimiyeti muhtelif parçalardan müteşekkil bir vücud tahayyül suretinde tasvir ederler...”
Mukavele-i İçtimaiye yahut Hukuk-u Siyasiyye Kavaid-i Esasiyyesi
Müellifi: Fransa Meşahir-i Ulemasından Jan Jak Ruso
Mütercimi: Mütekaidin-i Hariciyeden Ayın.
İstanbul: Kütüphane-i İslâm ve Askeri - İbrahim Hilmi, 1329.
Bu dil yeni kuşaklarca anlaşılmayacağından, ayrıca yanlışlarını görmek için, bir de en yeni çevirisinden aynı parçayı okuyalım: 2
“Bölüm II: Egemenliğin Bölünmezliği
Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına bağlanamazsa, yine aynı nedenlerden ötürü bölünemez. Çünkü istem ya geneldir (buradan ilk çeviride atlanmış önemli bir dipnotu çıkıyor!), ya değildir; ya halkın tümünün istemidir, ya da sadece bir bölüğünün. Birinci durumda, açığa vurulan bu istem bir egemenlik işidir, yasayı meydana getirir; ikincideyse sadece özel bir istem ya da bir yönetim işidir; çok çok bir kararnamedir.
Ama bizim politika yazarlarımız egemenliği ilkesinde parçalara ayıramadıkları için, konusunda ayırıyorlar. Onu güç ve istem, yasama gücü ve yürütme gücü, vergi, adalet ve savaş hakları gibi bir takım parçalara bölüyorlar; iç yönetim ve dış ilişkilere girişmek yetkisi diye bölümlere ayırıyorlar: Kimi zaman bütün bu parçaları birbirine karıştırıyor, kimi zaman birbirinden ayırıyorlar. Egemen varlığı ayrı ayrı parçalardan eklenerek meydana gelen gerçeksiz bir varlık haline sokuyorlar...”
Toplum Sözleşmesi, Vedat Günyol çevirisi (İstanbul: Can Yay., 1965).
Günyol çevirisiyle karşılaştırınca görüyoruz ki, kitabın kimi yerlerinde cümleler, hatta paragraflar atlayan emekli Osmanlı diplomatı, “bir yönetim işi”ne (un acte de magistravure) “bir fiil-i adlî” dediği gibi, (“hukuk” sözcüğünü “hak”kın çoğulu olarak kullanmış saysak bile) “münasebat-ı hariciye hukuku” derken, Günyol’un “yetki”yle karşıladığı pouvoir’ı doğru çevirmemiş oluyor.
Ama en vahimi, Rousseau’nun kuvvet, erk ya da güç anlamına puissance sözünü “hükûmet” diye aktarıyor: “hükûmet-i teşriye ve hükümet-i icraiyeye... taksim”den Kuvvetler Ayrılığının reddedildiğinin anlaşılması, Osmanlıcayı iyi bilen biri için bile herhalde kolay olmazdı.
Sanıyorum ki, bu küçük çeviri incelemesi, benim yakaladığım yanlış-anlama ile buna karşı yükselen Tanyol’unki gibi duygusal tepkiler (Atatürk okudum derken hâşâ yalan mı söylüyor, yoksa maazallah okuduğunu anlayamayacak kadar akılsız mı?) arasındaki çatışmayı çözüyor. Mustafa Kemal Paşa Rousseau’yu bu bozuk çeviriden okumuş olmalı!
Bütün bu kıssadan -daha başka birçokları çıkar ya- bir de şu hisseyi çıkaralım:
bilgi üreten ya da aktaranların sorumluluğu büyüktür.
Aydın geçinenlerin işlerini doğru dürüst yapmamalarını, geçmişte kalmış bir günah sanırsak, çok aldanırız.
________________________________________________________________________________
(1) Tanyol, kitabının 100’üncü sayfasındaki yıldızlı bir dipnotunda, “Rousseau’nun düşüncelerini ele almamız iki nedeni var. Birisi kendisinin Rousseau’yu eleştirmesi, diğeri de Kanun-u Esasi’yi, parlamenter sistemi ve demokrasiyi savunanlardan çoğunun Mustafa Kemal’in karşısına her zaman açık ya da kapalı olarak Rousseau’yu çıkarmalarıdır. Bütün muhalefet ve anayasacılar düşüncelerini ona dayandırmışlardır" diyor. Acaba Tanyol, herhangi bir muhalifinin Atatürk’e karşı Rousseau’yu çıkarmasının tek bir örneğini gösterebilir mi?
(2) Bu, Du Contract Social’in Türkçeye beşinci çevirisidir:
- İlki yukarıda örneklenen,
- ikincisi Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fikir Hareketleri dergisinde tefrika ettiği Sosyal Mukavele,
- üçüncüsü Selmin ve M. Evrim’in yaptıkları İçtimâî Mukavele,
- dördüncüsü Vedat Günyol’un 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri arasında çıkan Toplum Anlaşması;
- son çeviri, Günyol’un iyice gözden geçirdiği Toplum Sözleşmesi oluyor.
Mete Tunçay | sanat olayı - Sayı:17 - Mayıs 1982