Yeşiller Olayı ve ‘Yeşil Olmak’



Gökyüzü nasıl alınır ya da satılır?
 Biz havanın temizliğinin ve suyun pırıltısının sahibi değiliz. Bunları bizden nasıl satın alacaksınız?
 Anılarımız ve tecrübelerimizle dünyanın her köşesi halkım için kutsal ve yücedir.
 Beyaz adamın bizim âdetlerimizi anlamadığını biliyoruz. O, gece gelip topraktan ihtiyacı şeyleri alan bir yabancıdır.
 Dünya onun dostu değil düşmanıdır ve dünyayı ele geçirdikçe ilerler. Dünyayı çocuklarından çalar.
 İştahı, dünyayı hırsla yutar ve geriye bir çöl bırakır.

 Bütün hayvanlar yok olduğunda ruhumuzun büyük yalnızlığı nedeniyle öleceğiz, hayvanlara ne olduysa bizim başımıza da o gelecektir.
 Her şey birbirine bağlıdır. Dünyanın başına ne gelirse, aynısı dünyanın çocuklarının da başına gelir.

(1885'te topraklarını satın almak isteyen ABD hükümetine Dwam Kızılderili reisinin cevabı.)

Yeşiller yavaş yavaş  -öncelikle bir kavram olarak-  bizim de günlük hayatımıza girmeye başladı.

Bundan on yıl öncesine kadar "sorun" olabileceğini sanmadığımız birçok şey bugün artık "sorun":

  • Gökova'da kurulan santral,
  • Dalyan'daki kaplumbağalar,
  • denizlerdeki kirlenme,
  • Çernobil faciası,
  • Karadeniz kıyılarına vuran sanayi artığı dolu variller
  • ve en son da hormonlu etler...

Bütün bu sorunlar klasik bilgilenme kalıplarıyla açıklayamadığımız yeni bir durumun varlığını gösteriyor. İşte bu noktada ekolojiyi konu alan yeni bir bilim dalının oluşmasından ve buna bağımlı olarak "hayatı yeni bir tarzda tanzim etme çabası olarak" değerlendirebileceğimiz Yeşillerden söz edilebilir.

Yeşilleri bütünüyle açıklayacak net formülasyonlar yok!

  • Bir nedeni hareketin henüz kendini tamamlayamamış olması (tamamlanmış hareketlere Yeşiller içinde karşı olanlar da var);
  • ikincisi kurallı, net formülasyonlardan özellikle kaçınılması.

Zira ‘Yeşil Olma’yı temellendiren en önemli özelliklerden birisi çoksesliliği benimsemesi, savunması.

Bu yüzden hareket içinde rahiplerden ateistlere, feministlerden solculara kadar birçok farklı akım ( =kişi, görüş) bir arada bulunabiliyor.
Bir diğerini egemenliği altına alması içinde olmadan, kendi egemenliğini de başkasına vermeden...

Bugün Türkiye'de de partili partisiz birçok yeşil grup var.
Bu farklılaşmayı bölünme / parçalanma olarak görüp paniğe kapılmaktansa zenginlik olarak görmek ‘Yeşil Olma’ya daha yatkın bir davranış.

ABD'deki Yeşil alternatifin önde gelen taraftarlarından olan Theodore Roszak Yeşil hareket için şöyle yazıyor:

Tek başına hiçbir ideolojik formülasyon hem bu kadar zengin bir çeşitlilik taşıyan deneyim ve duyguyu yakalayıp hem de herkesin protestosunun bağımsızlığını ve kendine özgü niteliğini barındıramaz. (Yeşil Politika, S.24)

Biz bu kısa yazımızda ‘Yeşil Olma’yı karakterize eden en önemli özelliklerin altını çizmeye çalışırken yeni bir sav ileri sürmenin ötesinde var olanı toparlama, aşağıda tanıtımı yapılan kitapların okunmasına hazırlayıcı olma amacını güdüyoruz(*). Becerebildiğimiz ölçüde.


BATI ALMANYA

Yeşillerin nicel ve nitel anlamda en gelişkin oldukları ülkenin Batı Almanya olduğu kuşkusuz.

Bu durum bazı yazarlara göre Nazi dönemine ve ona bağlı olarak 50'li yılların kayıtsız toplumuna karşı tepki.

50'li yıllar Amerikan yaşam tarzının -tüketim toplumu anlayışının- egemen kılındığı bir dönem:

"Disiplin, başarı, kazanç gibi değerler baştacı edilmekte, insanlar her yere otomobille gidip kalori hesabına göre beslenmektedir."

"Para"yı her şeyin önüne koyan bu anlayış bütün dünyayı etkileyen '68 hareketiyle birlikte ilk darbelerini yer.
Evlilik, eğitim gibi kurumlar sorgulanmaya, isyankar bir üslupla “devrim” sözleri edilmeye başlanır.

“Yakın tarihin düzenden en radikal biçimde kopma çabası” diye nitelendirebileceğimiz ‘68 hareketi’ kendi mekanizmalarını olgunlaştıramadan atak yapma durumunda kaldığı için geri çekilir, düzen tarafından massedilir.

Ama kıvılcım çakılmış, bazı insanlar yolculuğa çıkmıştır bir kere. Onlar için dönülecek yer de yoktur zaten...

Burada Yeşil hareketin '68'in devamı olduğu gibi bir sonuç çıkarılmamalı. '68'den bir "kopuş"un başlangıcı olarak söz edilebilir yalnızca.

Kopanlardan bazıları Yeşil harekette aktif bir biçimde yer aldılar: Ama bir bütün olarak Yeşil hareketin '68'le hemen hiçbir ilgisi yok gibi.

Nazizmin bir kültür olarak "aşağıdan yukarıya" iktidara gelmesi, etkisinin yıllarca kalmasına neden oldu.
2. Dünya Savaşı'nda yenilmiş olması, ideolojisinin de hemen ortadan kalkmasını getirmedi.

İçe kapanık, disiplinli, pozitivist ve rasyonalist Alman toplumu kendi karşıtını da kendi içinden -Nazizme bir tepki olarak-  “alternatif hareketler”le çıkarmaya başladı.

Artık insanlar hiyerarşiye, tasarlanan bir gelecek için çalışmaya,
rasyonalizme, ilerleme tabusunu yaşatmak için doğanın katline karşı çıkmaya, her şeyi "hemen şimdi" istemeye başladılar.

Yeşiller, yerleşik düzene alternatif oluşturmak isteyen hareketlerden biri!..


YEŞİL OLMAK

Bir tek cümleyle özetlemek gerekirse Yeşiller “yaşamın ekolojik temelde yeniden düzenlenmesi”ni istiyorlar.

İlerleme anlayışının  -ekonomik, teknolojik gelişme-  mitoslaştırılarak doğanın, doğa-insan ilişkilerinin ve hatta insan haklarının önüne geçmesine karşı çıkıyorlar.

Bu genel tanımlamayı önce kişiselleştirelim ve Jonathon Porritt'in ‘Yeşil Olma’dan ne anladığına bakalım:

  • Dünya ve dünyadaki bütün yaratıklar için duyulan saygı.
  • Dünya zenginliğinin bütün insanlar arasında paylaşılması için gönüllülük;
  • Ekonomik büyüme hengâmesine karşı sağlam alternatifler aracılığıyla elde edilen refah;
  • Nükleer olmayan savunma stratejileri ve önemli ölçüde düşürülen silah harcamaları aracılığıyla varılan sürekli güvenlik;
  • Materyalizmin ve endüstriyalizmin yıkıcı değerlerinin reddi;
  • Kaynak kullanımında gelecek kuşakların hakkının tanınması;
  • Toplumsal olarak yararlı, kişisel olarak ödüllendirici çalışmaya (insani ölçülere uygun teknolojiyle artırılan) önem verilmesi;
  • Sağlıklı bir toplumun ön koşulu olarak çevrenin korunması;
  • Kişisel ve ruhsal gelişime önem verme, insan doğasının daha ılımlı olan yönüne saygı;
  • Toplumun her düzeyinde açık, katılımcı demokrasi;
  • Anlamlı bir nüfus azalmasının öneminin tanınması;
  • Her ırk, renk ve inançtan insan arasında uyum;
  • Koruma, daha büyük verim ve yenilenebilir kaynaklar temelinde nükleer olmayan düşük enerji stratejisi;
  • Kendine yeterliliğe ve merkezi olmayan topluluklara önem verilmesi.


Şimdi de örgütlenmiş bir yapı olarak Batı Almanya'daki Yeşil Parti'nin tanıtım broşürüne bir göz atalım:


BİZ KİMİZ, NE İSTİYORUZ?

Biz geleneksel partilerin alternatifiyiz.
 Yeşil, çok renkli, alternatif liste ve partilerin bir araya gelmesinden doğduk.

 Yeni demokratik hareket içinde etkin olan, yaşamı, doğayı, çevreyi koruma örgütlerine, vatandaş inisiyatiflerine, barış, insan hakları, kadın ve 3. Dünya hareketlerine kendimizi bağlı hissediyoruz.

 Kendimizi tüm dünyadaki Yeşil hareketin bir parçası sayıyoruz.

  (...)

  Yaşamın ve çalışmanın esaslarının bozulması, demokratik hakların ortadan kaldırılması o denli tehdit edici bir noktaya ulaştı ki, ekonomi, siyaset, ve toplum için köklü bir alternatif ihtiyacı doğdu.

 Bu yüzden kendiliğinden demokratik bir vatandaş hareketi ortaya çıktı.

 Binlerce vatandaş inisiyatifi kuruldu.

 Vatandaş inisiyatifleri, güçlü gösterilerle nükleer santrallerin kurulmasına karşı çıktılar,
çünkü santralların taşıdıkları risklerin önüne geçilemiyor, radyoaktif artıklar hiçbir yere depolanamıyor.

 Vatandaş inisiyatifleri, doğanın çölleşmesine, çevremizin betona boğulmasına,
giderek yaşama düşman kesilen bir tüketim toplumunun neden ve sonuçlarına karşı çıkıyorlar.

 Artık kısa vadeli iktisadi çıkarlara göre düşünmekten kesinkes vazgeçmek gerekiyor.
 Var olan israf ekonomisinin mutluluğu sağladığı, yaşamın gereklerini yerine getirdiği bizce bir yanılgı.

 Tam tersine, insanlar giderek daha az özgür, daha çok telaşlı, öfkeli oluyorlar.

 Ancak maddi yaşam standardını abartmaktan vazgeçtiğimiz, yeniden kişinin kendini gerçekleştirmesini mümkün kıldığımız
ve yeniden doğamızın sınırlarını göz önüne aldığımız ölçüde, ekolojiyi temel alan bir yaşamın kurulmasını sağlayacak yaratıcı güçler de ortaya çıkacaktır.

 (...)

 Tek boyutlu üretimi arttırma siyasetine karşı, bütüncül bir tasarıyla çıkıyoruz.

 İzleyeceğimiz siyaset uzun vadede gelecek kaygıları gütmekte, dört temel ilkeye dayanmaktadır.

 Siyasetimiz ekolojik, sosyal, taban demokrasisine dayalı ve barışçıdır."

("Batı Almanya'da Alternatif Hareket" / Necmi Zekâ, s. 80)

Bu dört temel ilke Yeşiller'in en genel özelliklerini belirtiyor.

Parti içindeki bütün farklı gruplar kendi "farklılık hakları"nı saklı tutarak bu ilkelerde birleşiyorlar.


Bu ilkeleri açmaya çalışalım:


Ekoloji:
Ekoloji biliminin geçmişi çok yeni.

  • Sanayileşme politikalarının doğal dengeyi bozmaya başlaması,
  • çevre kirlenmesinin artması,
  • kaynakların tükenme sürecine girmesiyle birlikte ekoloji bilimi önemsenmeye başlandı.

Ekolojik felsefenin en önemli özelliği, doğaya olan bakışı değiştirmeye çalışması:

Doğayı parçalayarak onu fayda önemine göre sıralayan anlayışa (ağaçtan odun çıkma oranı, ağacın orman içindeki işleminden, diğer canlılarla ilişkisinden üstün tutuluyor) karşı çıkarak; doğanın tek tek bağımsız birimlerden oluşan bir toplam değil de ortak bir yaşam mekânı olarak algılanmasını istiyorlar (ağacın dallarına yuva yapan kuşlar ve ağacın atmosferle ilişkisi, elde edilecek odundan daha değerli bulunuyor).

Böylece doğaya sahip olmak, ona hükmetmek değil, onunla bütünleşmek önem kazanıyor.


Taban demokrasisi:
Yeşilleri karakterize eden en önemli özelliklerden biri.

Taban demokrasisi her şeyden önce, karar alma sürecinin, merkezi olmayan, herkese açık, doğrudan bir süreç olmasını öngörüyor.

 Aynı zamanda temsili demokrasinin ve çoğunluk sisteminin eleştirisi de sayılabilecek bu ilke, yalnızca parti için karar alma süreçleriyle sınırlı değil; Yeşillerin her alanda savundukları, önerdikleri genel bir yöntem.

 Daha geniş bir açıdan bakıldığında, bir kararı ancak o karardan etkilenebilecek olanların alması, ya da kararların geri dönülebilir nitelikte olması gibi özellikler de 'taban demokrasisi' kavramı içine giriyor.

Kısacası, taban demokrasisi, bürokratik, kariyerist, elit vb. siyasete karşı bir alternatif.

 Taban demokrasisinin en önemli yönü de, oylanılacak çoğunluk yerine consensus'un benimsenmesi.
 Rekabet ya da yansıma yerine, anlaşma ve uzlaşmanın amaçlanması.

Yeşil Parti'nin kendini diğer partilerden ayıran bir özelliği de kendini “anti-parti” olarak tanımlaması.

Hiçbir partinin devamı olmadığı için bir anlamda doğru da bu.

İç işleyişleri de hiçbir partiye benzemiyor:

...Yeşiller içinde tüm görevler fahri olarak yürütülmekte, mevki ile kişi özdeşleşmesi önlenmeye çalışılmaktadır.
 Böylece başrolü oynayan hep taban olacak, siyasetçiler de 'amatör' statülerini hiçbir zaman yitirmeyeceklerdir.

 Hepsi amatör siyasetçi olan Yeşil milletvekilleri, örneğin maaşlarını partiye aktarmakta, ancak kalifiye bir işçinin normal kazancına eşit bir maaş almaktalar.


Sosyal siyaset:
Yeşiller ekonomik bunalımın aşılması için öncelikle enerji, konut, ulaşım, eğitim, sağlık gibi alanlarda ekolojik doğaya ve insana zarar vermeyecek yatırımların yapılmasını öngörüyor.

 Yeni iş olanakları yaratabilmek için de, kalkınma oranının düşürülmesini, büyük teknolojilerden vazgeçilip, emek yoğun yatırımlara ağırlık verilmesini öneriyorlar.

 Büyümenin sadece GSMH'nın artışıyla ölçülmesine de karşı çıkıyorlar.

 Örneğin doğaya zarar veren fabrikaların kurulması
ya da sinir ilacı, alkol tüketiminin artması, ekolojik ve sosyal maliyeti gözardı ettiğinden, büyüme, kalkınma sayılamaz Yeşillere göre.

 Bu yüzden geri teknolojiler kurulurken, ekonomik etkilerinin de hesaplanması, buna ek olarak bazı tüketim alışkanlıklarının değişmesi gerekiyor.

 Alternatif projeler bu bağlamda Yeşiller için somut bir çıkış noktası oluşturuyor:

 Üretim koşullarının sorgulanması, gerçek ihtiyaçlara yönelik 'katılım' ve 'özyönetim' ilkelerine dayanan bir üretimin gerçekleştirilmesi sık sık vurgulanan noktalar arasında Sosyal demokratların ya da sosyalistlerin tam tersine devletleştirme yerine, yerel, merkezi olmayan, taban denetimine dayalı özerk çalışma birimleri öneriyorlar.


Barışçı siyaset:
Yeşiller, bütün sorunların 'zora dayanmayan' yollarla çözümlenmesinden yanalar.
Askeri bloklardan çıkmayı, Avrupa'nın nükleer silahlardan arındırılmasını savunuyorlar.

İnsani amaçlara gayri insani araçlar kullanılarak ulaşılamaz ilkesinden hareketle
dünyadaki bütün nükleer, biyolojik ve kmiyasal silahların imha edilmesini,
bütün işgalci orduların yabancı topraklardan geri çekilmesini istiyorlar.

Yeşiller'e göre ‘şiddetsizlik’ ilkesi kutsal meşru savunma hakkını zedelemez, yani belli girişimlerden etkilenen insanların pasifliği demek değildir.

Tersine, şiddetsizliğin özü, insanların hayati çıkarlarını kendi-başına hareket eden egemenlik düzenine karşı savunmalarının ve belli koşullarda devlet önlemlerine karşı direnmelerinin yalnız meşru değil, aynı zamanda gerekli olduğudur.

Yani şiddete başvurmayan aktif yurttaşlardan yanalar.

En ünlü sloganlarından birisine bakarsak, "sinik" bir kişiliğe ne ölçüde karşı oldukları anlaşılır:

Yarın radyoaktif olmak istemiyorsan bugün aktif ol!

(Bu dört şıkta belirtilen görüşler için bkz. B.A.A.H. / Necmi Zekâ ve Yeşiller ve Sosyalizm / Der. Tanıl Bora)


BAĞLARKEN

Belirtmeye çalıştığımız gibi ‘Yeşil Olma’ tek başına doğayı sevme değil; ekolojiden kalkarak yeni bir hayat tarzı kurma çabası...

Türkiye'de konunun düşünsel geçmişi olmadığı için bu çaba bize biraz "muğlak" gelebilir.

Ama J. Porritt'in yaptığı şu kıyaslama bile ‘Yeşil Olma’yı hayatın her alanına yayma çabasında Yeşiller’in ne ölçüde ileri gittiklerini gösterir.
(Bkz. Tablo)


“Yeşil Politika”nın arka kapağında şöyle bir spot var:

“Her yıl Avrupa'da 40 milyon ton kükürt atmosfere karışarak yağmurlar aracılığı ile bütün dünyaya yayılıyor.”

Tek başına bu spot bile nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yeter.

Üstelik bu tehlike "sınır ve ideoloji" tanımadan bütün insanlığı tehdit eden bir tehlike türü;
solcu, sağcı, Müslüman, Hıristiyan olmak bu noktada pek bir önem taşımıyor.

Ünlü Yeşil düşünür Rudolf Bahro dünyadaki bütün insanların sanayi toplumlarında yaşayan insanlar gibi yaşaması halinde  -ki bunu istemek en doğal hakları-  şimdiki enerji ve mal tüketimini, bunun yarattığı çevre tahribatını en az 10'la çarpmak zorunda kalacağımızı söyleyerek kapitalizme karşı çıkıyor.

kapitalizmin bizi israfçı ve kullanıp atmaya yönelik tüketime zorlaması bir yana bırakılırsa,
bu ülkede kesinlikle daha fazla maddi mala ihtiyacımız yok. (Yeşiller ve Sosyalizm, s.118).

Ve artık insanlığın yalnızca üretim ilişkilerini değil, üretim biçiminin genel karakterini, yani teknolojik yapı denen şeyi temelden dönüştürmesi gerektiğine, “insanlığın toplumsal sorunlarının endüstri, bilim ve teknikteki gelişmeyle kendiliğinden çözülme rayına oturduğu yönündeki teknokratik ve bilimselci inanış, içinde, günümüzdeki hayat düşmanı yanılsamaların en büyüklerinden birini oluşturuyor” diyerek tehlikenin önemine dikkat çekiyor.

Türkiye'nin ekonomik ve sosyal yapısı henüz sanayileşmiş toplumların ulaştığı "seviyeye!" gelmedi.
Ama "çağdaşlık", "uygarlık", "modernlik" adına o noktaya doğru hızla evrildiğimiz de bir gerçek.

Oysa batı bu noktaya kendi doğasını yok ederek geldi.
Ve bugün bu noktanın  -doğayı yok ederek tüketim toplumu olmanın-  bedelini ödemek istemiyor.

  • Çevreyi tahrip eden modası geçmiş / pahalı teknolojilerini (nükleer santraller),
  • sanayi artıklarını (Karadeniz'deki bidonlar)
  • ve hatta kendi piyasalarından çektikleri ilaçları (hayvanlara yapılan hormonlu ilaçlar) bizim gibi ülkelere kakalayarak (tabirimi hoş görün, ama hiçbir sözcük bu durumu daha net ve gerçek anlatmıyor) sıkıntılarını gidermeye çalışıyorlar.

İşin komik ( = aslında daha çok trajik) yanı da bütün bunların “kalkınma” adı altında yapılması.

Türkiye için henüz vakit çok geç değil:
Ormanların katline, denizlerin kirlenmesine, insanları atomize etmekten başka bir işe yaramayan şehirleşme anlayışına karşı çıkabiliriz.

Bu tümüyle bize, kendi geleceğimize sahip çıkmamıza, "pasif tüketiciler" olmaktan çıkıp "aktif yeşiller" olmamıza bağlı.
_______________
(*) Dikkatli okur, yazılanların özgün olma iddiasını taşımadığını hemen farkedecektir.
    Yapılan, Türkçe'de yayımlanmış kitap ve yazılarda dile getirilen görüşlerin, Milliyet Sanat için kurgulanmasından ibarettir.


Ömer Faruk | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 200 - 15 Eylül 1988
___________________________________________________________




'Yeşiller' adıyla epey tanışık hale geldiğimiz bir gerçek, ancak bu tanışıklığın onların doğaya olan duyarlılıkları boyutuyla algılandığı da bir başka gerçek.

Ülkemiz çoğu düşünce akımları gibi, önce popüler bir tarzda ortaya konulan 'Yeşil Görme'nin, aslında yaşamın her alanına ilişkin sorgulamalar ve alternatif arama isteklerini toplumsal düzeyde ortaya koyma çabası olduğu, sayılarının artmasını beklediğimiz yazı ve yayınlarla daha bilinir hale gelecek kuşkusuz.

Gerçekte Yeşil Politika'nın ekolojik boyutunun hareket içinde de öne çıktığı söylenebilir.

Bu, 'Yeşiller'in yerleşik düşünce kalıplarıyla hesaplaşmasını doğaya başvurarak yapmasının bir sonucu olsa gerek. Düşünce tarihi boyunca, dünyayı kavrama tarzında gerçekleştirilen çoğu devrimin yeni bir doğa tasarımıyla ortaya çıktığı göz önüne alınırsa, 'Yeşiller' dünyayı yeniden kavrama çabasında olan köktenci bir tavır olarak görülebilir.

Ayrıntı Yayınevi'nin Alev Türker çevirisiyle Türk okuruna sunduğu "Yeşil Politika" adlı eser,
“Yeşiller”in kim olduklarını ve ne istediklerinin anlaşılması için önemli bir katkı niteliğinde.

Eserin yazarı Jonathon Porritt, ekonomi, politika ve toplumda temel bir alternatifi gerekli kılacak ölçüde tehdit edici bir boyuta ulaşan endüstriyalizmin temelinde bulunan çağdaş akılcılığın 300 yıl önceye dayanan tarihiyle birlikte önümüzde baskın bir dünya görüşü olarak durduğunu ve bu dünya görüşünün değiştirilmesi için önce temelindeki doğa tasarımının değişmesi gerektiğini söylüyor.

Gerçekten de, Batı akılcılığının temellerini oluşturan bir düşünce devrimi 17. yy'da gerçekleştirilmişti.
Doğa bilimlerinin gelişmesi açısından tam anlamıyla yeni bir çığır açan bu devrimi mümkün kılan yeni doğa tasarısı, Galile ile birlikte ortaya konulan makine-doğa tasarımıdır.

Doğanın birdenbire evrensel Tanrı mertebesinden düşüp makine olması sonucu  -bu bilim anlayışının felsefi söylemle kavramsallaştırılmasıyla da-  doğa mekanize edilmiş, ilkel bir veri olma durumuna düşürülmüştü ve artık insan doğayı istediği gibi sömürebilirdi.

Böylece insan, doğa karşısında yeni bir tavır takınıyor,
16. yy'ın sanata ilham veren tanrısal doğasını örnek almak yerine onu ele geçirmek, onun sahibi, efendisi olmak istiyordu.

Bu isteğin sonucu, artık bilgi bir temaşa değil, kullanılan yararlanılan bir etkinlik oldu ve mühendis, çağın bilgini ilan edildi.

Bu üretim sanatının bilimin en yetkin örneği haline gelmesi demektir ve bu anlayışın söylediği en yeni şey, bilmenin yapmak ve üretmek olduğudur.

Descartes'la birlikte doğanın keşfinde Tanrı'nın öfkesinden korkmamaya da başladı.

Sonuçta bu bilim anlayışı öyle öngörülemeyen bir yere geldi ki,
doğa bilimin ve bilim teriminin yeni anlamıyla tekniğin konusu olan ereksiz, anlamsız bir yapıya dönüştürüldü.

Jonathon Porritt, Bu felsefenin gelişmesi, insanları giderek doğayla ilişkiden uzaklaştırdı.
Doğa, üzerinde pazarlık yapılacak bir 'meta'ya, sömürülecek bir 'fayda'ya dönüştü diyor.

Bu durumda insan-doğa ilişkisinin yeniden kavranılması gerekmektedir ve görülüyor ki, bu kavrama çabasına girişmeyi 'Yeşiller' üstleniyor.

Tarihinin oldukça yeni olduğunu söyleyebileceğimiz Yeşil Hareket, kendisinden önceki bütün hareketlerle
ve yerleşik anlayışlarla tam bir kopuşu temsil eden, tümüyle yeni olanı kurma çabasında olan bir akım.

Bu nedenle başlangıçta kuramsız, kılavuzsuz, lidersiz bir hareket olarak ortaya konuldu ve Yeşil Hareket kendini başkalarına kuramlarla açıklama çabasına da girişmedi.

Ancak doğal eğilimlerin, kendiliğinden tepkilerin bir sonucu olmadığı, "Yeşil Görme"nin bilinçli bir tavır olduğu düşünülürse, 'Yeşiller'in de kendilerini daha çok anlatmaya, daha doğrusu sorgulamalarını, eleştirilerini, karşı çıkışlarını ve alternatiflerini giderek daha net olarak ortaya koymaya başlamaları doğaldır.

İşte 'Yeşil Politika'yla Jonathon Porritt'in çabası bunun iyi bir örneği.

J. Porritt, yeşil tavrın bütün çeşitliliğini kabul ederek, daha çok genel bir yeşil perspektif ortaya koyma çabasında.

İngiliz ekoloji politikasının ve dolayısıyla da Avrupa Yeşil Hareketi'nin epey önde isimlerinden biri olan J. Porritt,
kitabını "Yeşil olmanın ilhamları ve yoksunluklarına ses olma çabası" olarak sunuyor.

Kitaba önsözünde Alman Yeşilleri'nin tanıdık isimlerinden Petra Kelly de kitabı,
sadece ekoloji politikasının farklı bir analizi değil,
yaşamının her düzeyinde Yeşil perspektifi denemiş bir kişi tarafından yazılan oldukça kişisel bir kitap diye tanıtıyor.

J. Porritt, kitabın "Yeşil Görmek" adlı bölümünde, bu görme biçimini genel olarak tanıtırken, ekoloji politikasının aslında bir Yeşil tavır olduğunu söylüyor.

'Ekoloji' teriminin Yeşil perspektifin tüm etkinlik alanını ifade etmekte belki biraz bilimsel ve özelleşmiş kaçtığının farkında Porritt ama ekoloji teriminin 'gezegenimizi anlamamıza aracılık eden' anlamına geldiğini belirterek, ekoloji politikasının Yeşile yönelen bir politika olduğunu söylüyor.

'Yeşiller' arasındaki en önemli tutum farkının iktidara ilişkin olduğunu
ve bu sorunun özellikle parlamento koltuklarına oturan üyelere sahip Yeşil iktidara ilişkin tutumunu şöyle açıklıyor:

İktidar makamında, bu iktidara sadece insanların ve gezegenin insafsızca sömürülmesi yoluyla yapışan birçok insan vardır.

 Bundan feragat etmeye de hiç niyetleri yoktur. Ve böyle insanların ellerinden iktidar alınmalıdır.

 Bunu başarmanın birçok yolu vardır
ve Yeşiller onursuzluk, şiddet ya da ideallerine ihanet anlamına gelmediği sürece bu yolların hemen her birini denemektedirler.

Bu tavırdan hareketle de Yeşiller hareketi bir protestodan fazla bir şey, bir politika olarak görüyor ve
Politikamız, bana kalırsa pragmatizm ve idealizm, sağduyu ve görüş gücünün oldukça basit bir karışımıdır.
Bu bir ideolojiyse bugün hayatlarımıza hâkim olanlardan oldukça farklı bir ideolojidirdiyor.

J. Porritt, kitapta geniş bir bölümle 'Bilanço'yu serimliyor.

 "Çünkü radikal bir Yeşil cephenin oluşumundaki en büyük faktör,
yerleşik politik partilerin gezegenin korunması için bir şeyler yapmakta başarısız kalmalarıydı."

O halde önce bu başarısızlığın sonucu ortaya konulmalıdır.
Bilançonun sonucu, gezegenin bir kirz içinde olduğu, yani kirlenen, tükenen, bozulan bir dünyayla karşı karşıya olduğumuz.

Bu sonucu doğuran ve çocuklarımızdan ödünç aldığımız bu dünyayı onlardan çalanın “bütün ihtişamıyla endüstriyalizm” olduğunu söyleyen Porritt'e göre, bu bakış açısı çağımızdaki bütün dünya görüşlerine hâkimdir.

Öyleyse Yeşil politikanın politik alandaki yeri belirlenmelidir..

Kitapta ortaya konulan Yeşil tavır,
biz Sağ politika ve onun temelini oluşturan kapitalizmin ideolojisiyle derin bir uyuşmazlık içindeyiz, sol politika ve onun, komünizmin ideolojisine çeşitli derecelerde bağlılığıyla da derin bir uyuşmazlık içindeyiz. Bu durum pek az seçenek tanıyor, fakat daha az derin de olsa, merkezi politikayla ve onun toplumsallaştırılmış kapitalizm şeklindeki ideolojik karışımıyla da uyuşmazlık içindeyiz.

diyor ve ekliyor:

Endüstriyel çağ politikası, sağı solu, merkeziyle, farklı şeritlerinde farklı, fakat hepsi aynı yöne giden araçları olan üç şeritli bir otoyola benziyor. Yeşiller hatanın bu şeritlerden birinin ya da diğerinin seçilmesinde değil, yönün kendisinde olduğunu hissediyorlar. Bizim algılayışımıza göre, endüstriyalizm otoyolu kaçınılmaz olarak dipsiz bir kuyuya gidiyor. Bu nedenle bizim kararımız ondan kurtulmak ve tamamen değişik bir yol aramak.

O halde Yeşil politika ne sağa, ne sola, ne de ortaya aittir.

Ancak Yeşillerin köktenciliği çağdaş politikada çok sık kullanılan ve buna karşılık da değeri düşen çözümleri yüzeysel, temelsiz olan
ve yeryüzünün sağlık durumuna pek dikkat etmeyen köktencilikten de bir kopuş.

Üstelik Porritt'e göre en kökten tavırda bile olsa çok az politikacı bugünkü gerçeklerle yüzyüze gelmeye hazır.
Bu nedenle gerçek köktenciler temellerini değiştirmeli ve yeni yaşam tarzları, yeni yaklaşımlar bulmalılar.

Porritt, tümüyle karşı çıktıkları "süper ideoloji"yi tanımlıyor ve bu ideolojinin çağımızda olduğu varsayılan ideolojik kampların hepsini birden kucakladığını, çünkü bu kampların  “gezegenin fethedilmek için varolduğunu, büyüğün kendiliğinden güzel olduğunu ve ölçülemeyenin önemsiz olduğu noktasında birleştiğini” söyleyerek, yerine getirilmesi gerekenin “başka bir süper ideoloji değil, fakat farklı bir dünya görüşü” olduğunu savunuyor.

Aslında yeni de olsa her düşünce yapısının soluk aldığı entelektüel dünyadan etkileneceği söylenebilirse
J. Porritt'in de bir Anglo-Sakson düşünme biçimini sergilediği söylenebilir.

Empiriye dayalı ve analizci tavrı kitabın her yerinde kendini gösteriyor
ama özellikle ABD ve SSCB'yi karşılıklı ilişkilerinde, kendi iç yapılarında irdelerken bu yaklaşım tarzı çok açık.

Sonuç, dünyanın bugünkü durumunda sorumluluk payları olan bu iki güç arasında ‘düşman ikizler’dir
ve onların soğuk savaş, atom bombası gibi kontrolü güç komplekslerle yarattıkları dünya akıldışı bir dünyadır.

Bu 'büyük' süper ideolojinin “büyük güzeldir” anlayışına karşı Porritt'in attığı slogan “küçük güzeldir.”

Bu sloganda söz konusu olan boyut değil.
Karşı çıkılan insanları aktif katılımcılar yerine pasif alıcılar yapan, kendine güven duymasını değil,
bağımlı olmasını sağlayan, yaptığı işten ve birlikte yaşadığı insanlardan yabancılaştıran “büyük”.

Bunun alternatifi ise insan etkinliği için uygun eylem alanları.

Jonathon Porritt'e göre bu "büyük" yıkılmazsa, yüzyıllardır peşinden koşulan gerçek demokrasiye ulaşılamaz.

Yeşiller endüstriyalizm eleştirilerinde, bu anlayışın toplumsal plandaki en tehlikeli sonucunun demokrasinin uğradığı başarısızlıklar ve karşı karşıya bulunduğu tehlikeler olduğu savıyla, gerçekten de tek politik etkinliği çoğu zaman oy vermekten ibaret olan halktan seçim yoluyla onay alarak işbaşına gelen ve giderek baskı aygıtları haline dönüşen yönetim sistemlerinin karşısına, ekonomi, politika ve toplumda temel bir alternatif aracılığıyla çıkıyorlar.

Ve "Yeşil Politika"da J. Porritt'in ifade ettiği bir politikayı hayata geçirmeye çalışıyorlar.

Bu politika;
  • tek boyutlu politikalara karşı global bir kavrayış ortaya koyan,
  • uzun vadeli geleceğe ilişkin düşüncelerle yönlendirilen,
  • ekolojik halka dayalı demokrasiyi isteyen,
  • toplumsal olan ve
  • şiddete karşı bir politika.

Yeşil Politika;
  • ekolojik temelinin “kendisini ve çevresini doğanın bir parçası olarak anlamak” olduğunu söyleyen,
  • doğa ile aktif bir uyum ve ortaklık sağlamaya çalışan,
  • demokratik bir toplum talep eden bir politika.

Yeşiller daha doğrudan ve hiyerarşik olmayan bir demokrasiyi hayata geçirmeye çalışıyorlar.

Toplumsal platformda isteklerini gerçekleştirmek için mücadele verirken şiddet dışı bir tutumu öngörüyorlar.

Çünkü onlar için “insansal amaçlara insansal olmayan yollarla ulaşılamaz.”

Artık çağdaş akılsallık modelinin açmazları ortadadır.
Yaşamımıza anlam vermekten uzak olan bizi şeytanla pazarlığa zorlayan bu model parçalanmalıdır.

Yapılması gereken
...yaşamın tinsel boyutuna da açılan yeni bir tür radikal politika ile ekonomik olmayan değerleri dikkate alan yeni bir hesaplaşma yaklaşımı yaratmak, bireylerin ve bütün toplumların yaratıcı potansiyelini özgür bırakmak, kendi yaşamına ve başkalarının yaşamına ve dünyaya eşit saygı göstermek olacaktır.
J. Porritt'e göre.

Artık yeşile yönelinmelidir, çünkü Kişinin hakları gezegenin haklarıdır ve Bu haklara geri dönmek zorundayız.

Yeşil Hareket bir bilinçtir ve bu bilinç temelinde bir protestodur.
Ama bu protesto "bütün eskileri yıkalım" derken, ilkel yoksunluk durumuna ve endüstri öncesi konforsuzluğa geri dönelim demek istemiyor.


Bu protesto bilime değil onun kötü kullanımına karşıdır, ilerlemeye değil onun bozulmasına karşıdır, gelişmeye değil onun çarpıtılmasına karşıdır, refaha değil onun yanlış kavranışına karşıdır.

Onlar diyor ki,
Biz hayat merkezli bir felsefeyi savunuyoruz. Ve gezegendeki hayatın merkezi insanlık değildir, dünya bedenimizin bir parçasıdır.

İnsanların sömürülmesini sona erdirmeden, çevrenin sömürülmesini sona erdirmenin mümkün olmadığının,
dünyanın başına ne gelirse, aynısının çocuklarının da başına geleceğinin farkındalığıyla J. Porritt şöyle sesleniyor:

Dünyanın mezar taşını yazmaktan kaçınmak için, geleceği bugünün bir gelişmesi olarak görmeyi bırakmalı ve ne olması gerektiğini en azından ne olduğunu düşündüğümüz kadar düşünmeliyiz.

 Dünyayla kendimiz arasındaki bağları tekrar düşünmeliyiz ve bu yolla dünya bize bir yaşam ideali aracılığıyla seslenecektir.

 Dünyamızı ve yaşamımızı çorak bir diyara indirgeyen ekonomik ve endüstriyel sınırlamaları yok etmek üzere yaratıcı yollar aramalıyız.

 Hepsinden önemlisi, barışın, özgürlüğün ve ekolojinin endüstri sonrası yaşamın politikası aracılığıyla
insanlara olan bağlılığımızı dünyaya olan saygımızla birleştirmeyi öğrenmeliyiz:

Yaşam Politikası.

Bu yaşama politikası aslında bir görme biçimi.
(kitabın orijinal adı 'Yeşil Görme' -Seeing Green- Yazarın bilinçli seçimi olduğu muhakkak.
 Çeviride neden değiştirildiğini anlamak güç.)

Dünyaya açılan birçok pencerenin olduğu ve dünyayı değişik 'görme' yolları olduğu açık.
Ancak dünyayı nasıl gördüğü, son tahlilde kişinin kendine ve yaşamına ilişkin tercihine bağlı olsa gerek.
___________________
* “Yeşil Politika” - Jonathon Porritt, Çeviren: Alev Türker, Ayrıntı Yayınevi, 223 sayfa.



Nilgün Toker | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 200 - 15 Eylül 1988
___________________________________________________________




Samoa'ya ilk misyoner bir beyaz yelkenli ile gelir.

Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak görürler, "beyaz adam"ın ufkun içinden çıkıp kendilerine doğru geldiği bir delik.
Çünkü “beyaz adam”, yerlilerin kendisine verdiği adla "papalagi", göğü delip geçmiştir.

Nedir bu "göğü delip geçmenin" öyküsü?

Dünyayı hep Batı'nın gözlükleriyle görmeye çalışmadık mı?
Hep Batılı gitti, gördü ve yazmadı mı?
Marco Polo'dan bu yana böyle değil mi?
Ya Batılının gördükleri, tanık oldukları, yazdıkları nasıldı?

Doğulu nasıl görüyordu Batılıyı?

Batılı'nın giyim kuşamından günlük yaşamına, evlilik ilişkilerinden üretim süreçlerine, Tanrı'ya bakışından "makine" karşısındaki tavrına nasıl bakıyordu Doğulu?

Bu iki farklı kültürün, yaşam biçiminin anlamı neydi?
Hep “göğü delen”ler yazıp anlatmıştı, ya “göğü delinenler”in macerası?

Samoa takımadalarından birinde Tiavea köyünün beyi ve şefi Tuiavii'nin yazdıkları
(Bunları Erich Scheurmann'ın kitap haline getirdiği ileri sürülse de temelde neyi değiştirir?) işte bu soruların altını çiziyor.

Tuiavii, "beyaz adam"ı yalnızca anlatmakla kalmıyor, kendisini de, kendi kültürünü, yaşam biçimini de göz önünde tutarak
doğrusu Batı kültürü karşısında kendi durumu hakkındaki düşüncelerini aktarıyor.

En önemlisi de eleştiriyor "beyaz adam"ı bir bakıma.

Sözü Tiavea köyünün şefi ve beyi Tuiavii'ye bırakalım da o anlatsın "beyaz adam"ı.

Papalagi'nin işi gücü habire etini sıkıca örtmeye çalışmaktır...
 Bir kızı kendine eş olarak seçen delikanlı, aldanıp aldanmadığını hiçbir zaman bilemez.
 Çünkü kızın bedenini önceden görme olanağı yoktur.

Papalagi, tıpku bir midye gibi, sert bir kabuğun içinde oturur.
 Toprak kurdu gibi, taşların arasında, lavların çatlaklarında yaşar.
 Sağı, solu, altı, üstü hep taşlarla örtülüdür. Barınağı dikine duran taş bir sandığı andırır, çok sayıda gözü olan delik deşik bir sandığı.

Beyazların ülkesinde, güneşin doğuşundan batışına kadar parasız hiçbir şey yapamazsın.
 Paran olmadı mı ne açlığını, ne susuzluğunu giderebilirsin ne de yatacak bir döşek bulabilirsin.

İnsan gerçek bir Avrupalı oldukça, o kadar çok 'şey'e gereksinim duyar ki.
 Bu yüzden Papalagi'nin elleri 'şey' yapmaktan dinlenmeye fırsat bulamaz. Yüzleri yorgun ve acılıdır.

Papalagi, yuvarlak metali ve ağır kâğıdı sever.
 Katledilmiş meyvelerin suyunu, domuz, sığır gibi korkunç hayvanların etini midesine indirmeyi sever.
 Ama, hepsinden çok sevdiği bir şey var ki, bunu kavramak mümkün değil: Zaman.

Papalagi'nin son derece kendine has ve karışık bir düşünce tarzı vardır.
 Nasıl yaparım da bir şeyi kendim için kullanırım ve hakkı da benim olur diye düşünür.
 Bütün insanlar için değil, bir tek kişi için düşünür hep. Bu tek kişi de kendisidir.

Bütün mucizelerin, gizli de olsa, kusursuz olmayan bir yanı vardır.
 Koruyucu ve çalıştırıcıya gereksinim duymayan tek bir makine bile yoktur. Hepsinin içinde bir bela saklıdır.
 Çalışırken, her şeyin içinde var olan ellerimizle yarattığımız sevgiyi indirir midesine.

Elbet hepsi bu kadar değil. Bunları daha da uzatmak mümkün.
Ama Tuiavii, "beyaz adam"ın bu nitelikleri karşısına hemen kendi değerlerini, düşüncelerini koymaktan çekinmez.

“Beyaz adam” etini örtüyorsa kendisi örtmeyecektir; o, “toprak kurdu” gibi taşların arasında yaşarken kendisi doğanın koynuna sığınacaktır; o, her şeyini para ile alınıp satılan bir meta haline dönüştürürken kendisi “yuvarlak metal kağıtlar”ın dünyasından uzakta bir yaşam kuracaktır. Özlemi budur.

“Zevklerin, sevinçlerin uzak dursun bizden, bütün zenginlikleri vahşice elinde ya da kafanda toplaman, kardeşinden daha üstün olma hırsın, anlamsız işlerin, elinin marifeti, ne idüğü belirsiz göz boyamaların, meraklı düşüncen, hiçbir şey bilmeyen bilgin bizden uzak dursun derken karşı koyuşu da...

Bugün Tuiavii'nin birçok düşüncesine karşı olabiliriz, teknolojinin bu kadar insan yaşamıyla iç içe olduğu bir çağda.
Ama, 60 yıl önce bir 'ilkel' kabile reisinin söyledikleri de pek göz ardı edilecek şeyler değil.
Teknolojinin günlük yaşamımıza getirdiği açmazlar her gün dünyamızda yeni "handikap"ların kapılarını aralamıyor mu?

Birincisi bu "handikap"ları yalın, süssüz bir dille anlattığı için önemli "Göğü Delen Adam" (*)

Uygarlığımızın bu karmaşasında yönelttiğimiz okların hedefini bulması açısından önemli.
Basit de olsa eleştirisini haklı gerekçelere dayandırması açısından önemli.
İkincisi, bize pek az bildiğimiz dünyaların ufkunu açmasından önemli.
Yaşadığımız yalnızca bizim algılarımızla mı sınırlı? Elbette hayır. Bunu sezdirmesi açısından önemli.

"Göğü Delen Adam" kim yazarsa yazsın, nasıl yazarsa yazsın elbette bir ders kitabı değil. Egzotik bir gezi kitabı da değil.
Ama bunlar, onun keyifle okunmasına da engel değil.
Hem keyifle hem de düşünerek...

Şunu da düşündüm: 1960'ların başında Sivas'ın bir köyünden çıkarak Almanya'nın bir kentine metal işçisi olarak giden çoban Mehmet, köyünde yaşadığı 30 yılın karşısına daha sonra yaşadığı Münih kentini koysaydı nasıl bir şey çıkardı ortaya?
__________________
* "Göğü Delen Adam" - Papalagi, önsöz: Erich Scheurmann, Çeviren: Levent Tayla, Ayrıntı Yayınevi.



Refik Durbaş | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 200 - 15 Eylül 1988
___________________________________________________________




Çağımızın en zeki, pırıltılı ve en önemli toplumsal eleştirmenlerinden biri.

1926 Viyana doğumlu İvan İllich'i tanımlamak için en çok kullanılan klişe bu.
Üstelik de fena halde geçerli bir klişe.

Tıp, eğitim, ulaşım, büyüme, teknoloji vb. yerleşik kurum ve kavramlara yönelttiği sert eleştiri ve çok da ütopik olmayan alternatif önerileriyle kendine "murid" değilse bile görüşlerine saygı duyan geniş bir kitle oluşturan İllich, 1950 yılında Avrupa'dan ABD'ye göç etti.

Bu arada doğa bilimleri, tarih ve ilahiyat öğrenimi görmüştü.
New York'ta yoğun olarak İrlandalılar ve Porto Rikoluların yaşadığı bir semtte papazlık yaptı.
Bir süre de Porto Riko'da yaşadıktan sonra 1960 yılında Meksika'ya giderek oraya yerleşti.

İvan İllich Ayrıntı tarafından yayınlanan Şenlikli Toplum'u (*) (Tools for Conviviality) okurlarına sunduğunda daha 40'larındaydı.
Kitabın Türkiye'de yayınlandığı bu yıl ise tam 62 yaşına girdi.

Aynı zaman aralığı,
resmi öğretimi kıyasıya eleştirdiği Okulsuz Toplum (Deschooling Society) adlı kitabı için de geçerli.
İlk kez 1971'de yayınlanan bu kitap Türkiye'deki okurla 1985 yılında tanışabildi.

Türkçe olarak yayınlanan bu iki kitabı dışında,
yazarın yine kurum ve araçların köleleştirici gelişmelerine karşılık, katılımcı özerk bireyi savunan başka kitapları da var:

  • Celebration of Awareness (1969)
  • Energy and Equity (1974)
  • Medical Nemesis (1975).

İllich'in son derece kafa açıcı, tartışmayı son derece hak eden
ve özgürleştirici radikal görüşlerini okurken kitapseverlerin bir noktayı gözden uzak tutmamaları gerekiyor:

Bu görüşler 1968 başkaldırısının ve kültür devriminin içinde ve hemen ardından şekillendi ve yine dalga durulmadan kâğıda döküldü.

Örneğin İllich'in Şenlikli Toplum'da Mao'nun Çin'ine yaptığı sevecen ve umutlu göndermeler şimdilerde herhalde o denli geçerli değil.

Yazar şenlikli bir toplumu şöyle tanımlıyor:

Teknokratik felakete alternatif olarak şenlikli toplum görüşünü öneriyorum.
 Şenlikli bir toplum, her bireyin, topluluğun araçlarına en geniş ve özgür biçimde erişmesini güvence altına alan ve bu özgürlüğü ancak bir başka bireyin eşit özgürlüğü yararına kısıtlayan toplumsal düzenlemelerin sonucu olacaktır.(s.22)

Bundan tam dört sayfa sonra, başka birçok şeyin yanısıra, şöyle bir varsayım var:

Belki de Mao'nun Çin'i dışında, günümüzdeki yönelimlerin hiçbiri toplumu şenlilik ilkelerine göre yeniden yapılandıramaz.

Peki şimdiye dek kısaca söylediklerimizle İvan İllich'in "modasının" geçmiş olduğunu utangaç bir biçimde ima etmeye mi çalışıyoruz?

Bunun yanıtı net ve kocaman bir hayır.

Hele hele yeşil ve radikal hareketlerin pek sağlıklı olmasa da
yeni yeni filiz vermeye başladığı Türkiye'de Şenlikli Toplum mutlaka ciddiye alınması gereken az sayıda kitaplardan biri.

Bürokrasi ve teknolojinin sultasına karşı özerk bireylerin birbirleriyle (ve toplumla) doğrudan ilişkilerinin önemini vurgulayan İllich'in görüşleri katılımcı bir demokrasiden yana olan hiçkimsenin gözardı edemeyeceği kadar hayati.

Yalnız yine hemen vurgulanması gereken bir nokta daha var.

Şenlikli Toplum iyi sunumuna
ve İllich'in hep “Allah'ın emri” saydığımız kurum ve kavramları zekice darmadağın etmesine rağmen bir solukta okunacak kitaplardan değil.

Yazarın kendisinin de dediği gibi "aslında bir gelişme raporu" olan bu çalışma okurdan "birazdan fazla" dikkat istiyor.
Bunu gösteren okurun o birazcık fazla zahmetini ise kat kat ödüllendiriyor.

Ayrıntı İllich'in Medical Nemesis adlı kitabını da yakında çıkaracağını belirtiyor.

Biz de size bir tiyo verelim. İllich “sağlık politikası konusunda hocam Andre Gorz'dur” diyor.
_________________
* "Şenlikli Toplum" -İvan İllich, Çeviren: Ahmet Kot, Ayrıntı Yayınevi, 116 sayfa.



Tuğrul Eryılmaz | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 200 - 15 Eylül 1988
___________________________________________________________





Solda “Yeşil olan eski solcular” suçlamaları yeni ihanet tartışmalarını besliyor.
Devlet katından, bazı çevreci eylemler karşısında “Bunlar karpuz gibidir; dışı yeşil, içi kızıl” ithamları yapılıyor.

Avrupa'daki güçlü Yeşil hareketler içinde, solculuğa veda edip yeşilleşenler olduğu gibi,
sosyalizmle, Eko-sosyalizm (ekolojik sosyalizm) akımı çerçevesinde tanışanlar da oluyor.

Bu tablo, 70'lerden beri giderek gelişen ve son yıllarda Türkiye'ye yansıyan Yeşil hareketle sosyalizmin ilişkisinin güzelliğini ortaya koyuyor.

İletişim Yayınları'ndan çıkan,
Tanıl Bora'nın derlediği Yeşiller ve Sosyalizm, (*) bu güncel sorunsalı hem saptamak ve duyurmak, hem de tartışmak için işlevsel bir çalışma.

Yeşiller ve Sosyalizm, üç katlı bir kitap.
Her bölüm, okura başka bir düzeyde bilgi ve malzeme sunuyor.

Telif hazırlanmış olan ilk bölüm,
şu anda dünya yüzündeki en güçlü ve etkili Yeşil Örgüt olan Alman Yeşiller Partisi'nin tarihini ve oluşumunu etraflı bir şekilde aktarıyor.

Almanya'da seçimlerde parlamentoya girebilmek için konmuş bulunan %5 barajının yanı sıra; "küçük" partilere, marjinal akımlara hayat hakkı tanımayan Alman siyasal kültürünün koyduğu barajı da aşabilen bu partinin hikâyesini izlemek, şu çok yıpranmış tabirle "güldürürken düşündüren, düşündürürken güldüren" cinsten.

Yeşil Parti'nin hikâyesinin ne kadar mütevazı çıkış noktalarından kaynaklandığını; kendine özgü, kalıpları yıkan yöntemleriyle nasıl boyundan büyük işler başardığını; partinin boyu yaptığı işlere uyarlı hale geldikten sonraki evrede de en uçuk Yeşil, en radikal hayallerin ve siyasal hedeflerin nasıl gündelik telaşeye boğulduğunu, giderek diğer partilere benzemenin krizini yaşadığını öğrenmek gerçekten ilginç...

Bu hikâyeyi okumak, Yeşil politikanın çıkışsızlık mı, kader mi, taktik hata mı, teorik-siyasal yetersizlikler mi sorularını, kuşkularını uyandırıyor.

Okurun kafasında uyanabilecek bu tür sorulara cevap ararken, kitabın ikinci bölümü işe yarayabilir.
Bu bölümde, üç teorik makalenin çevirisi yer alıyor.

Üç Alman:
  1. Marksist akademisyen Alexa Mohl,
  2. Demokratik Almanya'dan Federal Almanya'ya geçen ünlü Marksist Rudolf Bahro,
  3. Marksist kökenli iki Yeşil Parti aksiyoneri Thomas Ebbermann ve Rainer Trampert; siyaset, Yeşil hareket ve sosyalizm bağlantısını tartışıyorlar.

Özellikle, Mohl ve Bahro'nun makaleleri,
Yeşiller meselesinden tamamen bağımsız olarak salt sosyalizmin teorik sorunlarıyla ilgili okurlar açısından da ilgi çekici olabilir.

Kitabın gene çeviri olan üçüncü bölümü ise, Almanya'daki Yeşil Parti'nin ve değişik Yeşil örgütlerin genel siyasetten ekonomi, kültür, kadın, sağlık gibi özgül alanlara değin her düzeyde savundukları politikaları yansıtan programlarından kesitler içeriyor.

Siyasal hareket deyince dizi dizi maddelere ve vaatlere alıştırılmış seçmen-okurla da, Yeşil düşünceyle bağlantı kurma fırsatını bu bölümde bulabilirler.

Şunu da eklemeli: Yeşil programlar, hem üslup hem de içerik yönünden, alışılagelmiş parti programlarının kuruluğundan çok farklılar.

İletişim Yayınları, Yeşiller ve Sosyalizm'le ilgili gazete ilanlarında, "Yeşiller ya da sosyalizm değil, Yeşiller ve sosyalizm" şiarını kullanmıştı.

Yeşiller ve Sosyalizm, Tanıl Bora'nın kitabın sunuşunda da açıkladığı bu yaklaşımla hazırlanmış bir derleme.

Ancak herhalde, hem Yeşil akımla sosyalizmin bağdaşmazlığını savunan sosyalistler,
hem de yeşilin içinde alıştıkları kızılı arayan muhafazakâr politikacılar için faydalı bir başvuru kitabı olma özelliğini de taşıyacak.
______________________
* "Yeşiller ve Sosyalizm" - Derleyen: Tanıl Bora, İletişim Yayınları.



İsmet Necdetoğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 200 - 15 Eylül 1988
___________________________________________________________





“Alternatif hareket, son analizde bir karşı-toplum oluşturma çabası olarak nitelendirilebilirse de, toplum dışı, daha doğrusu toplumun kenarında yaşayan bir hareket olmadığı da açık.

 Marjinallik çoğu proje için, genellikle kaçınılmaz bir varış noktası; ancak hareketin asıl izlediği yol, toplumun tam ortasından geçiyor.”

“Her ne kadar kin kusan, öfkeli, asık suratlı bir hareket olmasa da, oldukça 'ciddi'dir alternatif hareket; her şeyden önce sorunlara doğrudan muhatap olanların hiç kimsenin aracılığını, kurtarıcılığını beklemeden, doğrudan giriştikleri bir çözüm arayışıdır.

 Varolan topluma dışardan gelen bir saldırı değil, içten gelen bir patlama, çoğu insan için bir hayatta kalma savaşıdır.”

“Batı Almanya'da Alternatif Hareket” (*) son yıllarda özellikle sesini giderek daha çok duyuran ve ülkemize henüz yalnızca Yeşiller kanadıyla yansıyan alternatif hareket hakkındaki Türkçe kaynak sıkıntısını gidermeye yönelik ilk yayınlardan biri.

Yukardaki alıntılar kitabın yazarı Necmi Zekâ'nın alternatif hareket üzerine yaptığı bazı tanımlamalar.

Önsöz bölümünde ise şöyle diyor yazar:

Ama hiç de kolay bir konu değil alternatif hareket.
 Her şeyden önce bitmiş, tamamlanmış bir hareket değil çünkü.
 Farklılığın ve muhalifliğin sınırlarının tam olarak belli olmaması da işi oldukça güçleştiriyor.
 Üstelik hareket özelliğin, kuralsızlığın ağır bastığı çok heterojen bir yapıya sahip; kendini başkalarına açıklama ihtiyacı da duymuyor pek!

Necmi Zekâ kitabında bu güç işi başarmaya soyunmuş.
Bunu yaparken de bilinçli bir biçimde, tarafsız olma kaygısına düşmemiş ama nesnel olmaya özen göstermiş.

Önce Batı Almanya'nın yakın siyasi tarihine kısaca bir göz atarak, bu hareketi oluşturan etmenleri açıklayan yazar, daha sonra alternatif ekonomi uygulamaları, vatandaş inisiyatifleri, Yeşiller ve barış hareketleri konularını Almanya'da yaşanan örneklerle anlatıyor.

Aslında kitabın her bir bölümü başlı başına bir kitap olabilecek kapsamda.
Bu bağlamda bu kitabı konuya genel bir bakış, bir ilk adım ya da tartışmayı gündeme getirici olarak değerlendirmekte fayda var.

Yazar farklı hareketleri anlatırken, olayları sosyal ve siyasi tarih çerçevesinde oturtmaya ve gerek sağ gerekse sol kesimden gelen eleştirileri de okuyucuya iletmeye dikkat ediyor. Kitabın son iki bölümü yine Almanya'daki örneklerden yola çıkarak anlatılan alternatif eğitim ve kültür üzerine.

Alternatif yayın türleri, radyo istasyonları, okullarda yaşanan deneyimler, alternatif edebiyat ve dil üzerine yazılanlar,
bu konularda oldukça farklı tartışmaların sürdüğü ülkemizde, okurlara oldukça ilginç gelecektir.

Kitapta her olgu ve hareket kendi iç dinamiği içinde anlatılırken, alternatif hareketin bütünü de kendi platformuna oturtuluyor.

Yazar kitabında Almanya'da yayınlanan çeşitli alternatif bildiri, dergi ve gazetelerde çıkan yazılardan da çeşitli örnekler veriyor.

Ayrıca sözü edilen proje ve kuruluşların adresleri de yer alıyor.

Kitabın sonunda Türk okurlarına da bir mesajı var Necmi Zekâ'nın. Şöyle diyor:

Ancak alternatif hareket bir 'çözüm önerisi' ya da 'model' değil. Görüldüğü gibi, genelgeçer savlar da üretmiyor.

 Öyleyse alternatif hareket bir reçete sayılamaz, pek kolay kolay ithal edilemez.

 Burada anlatılanlar, Whyl ile Gökova'nın birbirlerine ne kadar yakın olsalar da, aslında ne kadar uzak olduğunu gösteriyor açıkça
ya da İ. İllich okumanın ne kadar önemli olsa da, aslında ne kadar anlamsız olduğunu.
_______________________
* "Batı Almanya'da Alternatif Hareket" - Necmi Zekâ, Metis Yayınları, 192 sayfa.



Lale Tayla | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 200 - 15 Eylül 1988
___________________________________________________________





Genelde çevre korunması deyimiyle insan sağlığının korunması amaçlanmakta, bunu da çevremizdeki hava ve su kirliliğini denetleyerek gerçekleştirdiğimizi sanmakta, zaman zaman getirilen kısıtlamalarla yetinmekteyiz.

Bu yaklaşımla dahi, alınan sonuçların çok başarılı olduğu ileri sürülemez.

En gelişmiş toplumlarda dahi, (kimi bireysel deneyler dışında) insanın çevresini tahrip etme içgüdüsü, her ne pahasına olursa olsun, hedefe ulaşma hırsıyla birleşince, insan sağlığı kolaylıkla gözardı edilebiliyor.

Ayrıca, insan sağlığının korunması, yalnız hava ve suyun arındırılmasıyla sağlanabilir mi?

Bireyin korunma ve gelişiminde ruh ve düşünce sağlığının gerçekleşmesinin, en az biyolojik korunması kadar önemli olduğunu sanıyoruz.

24 saatlik güncel yaşamı içinde, insan, birbirine bağlı değişik işlevleri tamamlamaktadır.
İşiyle evi arasında, ritmik yaşantısı dışında boş zamanların değerlendirilmesi ve her seviyede sürekli eğitimin kendisi için yararlı olduğu bilincindedir.
Toplum olarak bu şartları ne oranda gerçekleştirebiliyoruz?

Yüzyılımızın en büyük hastalığı olan gürültünün yanında deniz ve hava kirliliği, termik ve nükleer enerji santrallarının getirdiği sorunlar devam ederken, bir yandan da, Boğaziçi'nin yapılanması, koruma ve SİT bölgeleri için çıkartılan yasalar ve aflar birbirini izlemekte, tarih mirası ve doğayı korumak da insanın içgüdüsüne terk edilmektedir.

Benzer bir olayı trafik konusunda yaşıyoruz:

Basın ve yayın organları uzun listeler halinde trafik kurbanlarının isimlerini vermekte devam ederken,
bu olayların gerçek nedenleri, kimseyi hatta sorumluları bile ilgilendirmiyor:

Aynen öteki konularda gösterdiğimiz “duyarlılık” (?) gibi...

Bir deprem sırasında ve sonrasında devam eden ilgimiz,
afet bölgelerindeki insanlara felaket gelmeden önce alınması gereken tedbirleri neden gerçekleştirmemize yetmiyor?

Büyük şehirlerimizde nüfus artışımızın getirdiği sorunlara çözüm ararken neden kırsal alanların altyapı ve sosyoekonomik sorunları üzerine eğilemiyoruz?

Bu ve buna benzer gözlemleri yıllardan beri dile getirmemize rağmen, olayları neden güncel ve noktasal olarak görmeyi ve göstermeyi yeğliyoruz?

Bu nedenleri şöyle özetleyebiliriz:

Eğitim:
Uzun süre umut bağladığımız eğitimin, tüm yurt çapında çözümlendiğini ileri süremeyiz.
Yine de, nitelik açısından olmasa bile,  nicelik açısından, her düzeyde eğitimin, bundan 50-60 yıl öncesindeki ortamdan çok farklı bir noktaya geldiğini kabul etmeliyiz.

İlk ve orta eğitiminde 11 milyon öğrenci okutarak büyük bir başarı, küçümsenmeyecek bir potansiyel sağlamış oluyoruz.
Önce YÖK'süz sonra YÖK'lü üniversitelerimizden her yıl binlerce genç hayata atılmakta, gerçekte bu diploma bir açıdan "altın bilezik" olmak yerine bir "silah" olabilmektedir.
Her düzeydeki toplum hayatımızda kamu ve özel sektörde, karar ve kilit noktalarını diplomalılara teslim etmiş oluyoruz.

Sonuç meydanda:
Her gücü, her yetkiyi, öncelikle kendimiz açısından değerlendirdiğimiz sürece, kendimize saygıyı ve sorumluluk hissini ikinci plana attığımız sürece "diploma" aynen ters tepen bir "silah" oluyor.

Öğrencilerimizi üniversitelerimize alırken geçirdiğimiz imbikten,
hayata salıvermeden belki de daha sık dokulu bir elekten neden geçiremiyoruz?

Aldıkları bu diplomanın mesleklerine, çevrelerine, toplumlarına katkıları oranında,
kendilerine yararlı olabileceğine neden inandıramıyoruz?

Milli eğitim şûralarında ele alınmayan bu konuların irdelenmesine çok erken başlamak, her düzeyde süreklilik sağlamak gerekli.
Bazı konuları oldu bittiye getirmenin, kısa vadeli çözümler aramanın, yıllarca sonraya yönelik vaatlere inanmamızın bedelini ödedik ve ödemeye devam ediyoruz.

Boğaz üzerindeki asma köprüyü yapmanın zor olduğunu biliyoruz.
Ancak köprünün üzerinden arabasıyla geçen sürücünün pencereden dışarıya çöp atmasını önlemenin daha da zor olduğunu bilmiyoruz.

Olaylar arasında ilişki kurmak:
Olaylar arasında ilişki aramak, bizi sıkıyor, yoruyor.

“Her koyun kendi bacağından asılır” (ki öyle olduğunu kabul etmiyoruz) deyişini işimize geldiği zaman kabullenerek,
herkes kendi olayını "şahsen ve bizzat" hallederek, soruna çözüm getirmenin "mutluluğu" (!) içinde yaşıyor.
Açıkgözlülük ve becerikliliğin bugünkü kadar rağbet gördüğü bir ortam düşünülemez.
Bilgi ve deneyimin, düşünce üretiminin, yaratıcı gücün adeta dışlandığı bir dünya yarattık.

Sebep-sonuç ikilisi ve süreklilik:
İleri uygarlıkların en belirgin özelliği, bir kuşaktan ötekine aktarılan bilgi, düşünce ve araştırmalardır.
Her konunun kendimizle başladığını kabul ederek, bizden önce yapılanları unuttuğumuz sürece, bir süre sonra kendimizi de benzer durumda bulmamız çok şaşırtıcı olmayacaktır.

Aynı zamanda olayların olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya çıkarmakta yarış halinde olmamıza rağmen, sonuçlar üzerinde bir türlü anlaşamıyor, hatta kısa bir süre sonra unutuyoruz. Öyle bir bayrak yarışı ki, her dört koşucu kendi bayrağını, finiş çizgisinde görmek istiyor.

Kolektif hayatımız, (spordan başlayarak sosyal dünyamıza, teknik ve bilimsel çalışmalara kadar) ekonomik
ve politik ortamımızı etkileyen ekip çalışmasını yok eden bir "one-man show" yöntemiyle sürüyor.

Toplum ise, olayların kendisiyle ilişkisini küçümsemekte, boks maçındaki seyirci örneği,
kimin yere serileceğini izleyip, yaptığı önseçimin doğruluğunu görmekle yetinmektedir.

Nüfus planlaması "son umudumuz" (!):
Çok aklı başında kimselerin ileri sürdüğü, bu amaçla dernekler kurduğu nüfus planlaması, hiçbir şeyin planlanamadığı ortamda, son çözüm olarak görülmektedir.

Akla gelen ilk hesaba göre, aynı somun ekmeği, iki kişinin yemesine karşı, bir kişinin karnını doyurması örneği...

Son beş yılda nüfus artışında gördüğümüz düşüşün, planlamadan çok, ekonomik veriler ile çocuk ölümlerindeki artıştan kaynaklandığını sanıyoruz.

Hiçbir şeyi kontrol kabul etmediği bir ortamda nüfus kontrolünden söz etmek, fazla iyimserlik olmuyor mu?

Buna karşın akla ilk gelen önlem,
artışını kontrol edemediğimiz bu toplumun, kırsal alanlardan kente göç etmesinin nedenleri üzerine eğilmek olamaz mı?

Günlük yaşamımızın parçası olan "teşvik"leri bu kesime de uygulamak mümkün değil mi?

En ileri toplumlarda bile 50-60 yıldan beri bu konuda kısıtlamalar uygulanmakta,
yatırımların, yeni işlerin kurulması, eğitim yerinin seçilmesi, rastlantılara ya da vatandaşın içgüdülerine bırakılmamaktadır.

Hedef, herkesi kendi yöresinde belli oranda yaşatacak altyapıyı (yalnız telefon ve elektrik bağlamak değil, kız çocukları dahil eğitimi, sosyal ortamı, kadın ve erkek eşitliğini, iş emniyetini, kırsal alanda aile işletmelerinin teşvikini) sağlamaktır.

Türkiye'deki endüstri ve iş hayatının yüzde 70-80'ini Batı yörelerinde toplayarak, Keban'la başlayan GAP Projesi'nde üretilecek enerjiyi Batı Anadolu'ya naklederek, Güney ve Güneydoğu Anadolu'yu içeren sosyo-fiziksel ve ekonomik "master planı"ı yapmadan nüfus kaymalarını önleyemeyiz.

Üniversite adaylarını da merkezi sistemle yurdun bir köşesinden koparıp, hallaç pamuğu örneği hazır olmadığı bir ortamın içine atarak, eğitimin ötesinde yarattığımız sosyoekonomik sorunları yıllardan beri yaşamaktayız.

Kentlerin bu orandaki nüfus artışını önümüzdeki 20-25 yıl içinde gelişmemiş ülkelerin en büyük sorunu olarak görmekteyiz.

Bu arada Mexico City 35 milyona yaklaşırken, bugünkü nüfus artış grafiği devam ederse,
İstanbul'un dahi 16 milyona ulaşacağını düşünebiliyor musunuz?


ÇEVRE KÜLTÜRÜ

Yapma çalıştığımız açıklamaların çevre kültürüyle ilk bakışta dolaysız ilişkisini görmeyebiliriz.
Ancak insanın biyolojik, ruhsal ve fikirsel sağlığını, şu ya da bu şekilde gerçekleştirmek zorundayız.

Yukarıda, eğitimle başlayıp, nüfus planlamasını içeren bu konulara değinmemizin nedeni,
sebepler üzerine gidilmeden, sonuçları değiştiremeyeceğimizi bilmemizden kaynaklanmaktadır.

Çevreyi, doğamızı, tarihimizi korumayı gerçekten istiyorsak (ki buna pek emin değilim) güncel kararlardan, kestirme yollardan uzaklaşmalıyız.

Doğa ve sanat sevgisi ve eğitimini genç beyinlere aşılamazsak, özgür ve sorumlu kuşaklar yetiştirmeyi amaçlamazsak bu tahribatı önleyemeyeceğiz. Ve dünya kamuoyunda beklediğimiz saygıyı göremeyecek, çağdaş uygarlıklar arasında layık olduğumuz yeri almakta güçlük çekeceğiz.

Kalkınmanın önkoşulu, yaratıcı insanlardan meydana gelen uygar bir toplum yaratmaktır.
Bunun da en kısa-uzun yolu, çevre kültürünü aşılamaktan geçer.



Melih Birsel | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 200 - 15 Eylül 1988
___________________________________________________________




- Yeşiller Partisi'nin kuruluş amacı nedir?

- Yeşiller Partisi bugün var olan hiçbir siyasi partiden gelmeyen, yepyeni bir düşünceden kaynaklanan yeni bir alternatiftir. Amacımız doğal, sosyal, kültürel, siyasal çevredeki kirlenmeleri, ekolojik sistemdeki denge bozukluğunu önlemek, siyasal yapılaşmada demokratikleşmeyi, insan hak ve özgürlüklerini sınırsız olarak gerçekleştirmektir.

Sanıldığı gibi biz sadece doğal çevreyi, yeşillikleri korumayı amaçlayan tek yönlü bir parti değiliz. Çevre sözcüğü sosyal, kültürel, siyasal, doğal değerleri, ekolojik sistemi içeren bir bütündür. Biz bu bütünün kirlenmeleri ile savaş için varız.

Yeşiller Partisi Türkiye'nin gündemindeki çevre sorunları giderek tüm kapsamı ile korkunç boyutlara ulaştığı için kuruldu. Kurulmasında zorunluk vardı. Çünkü ülkede yapılan kalkınma, ilerleme, ekonomik büyüme, sanayileşme hareketleri pek çok doğal, ekolojik, kültürel, sosyal değerlerin acımasızca yok edilmesi pahasına yürütülmektedir.

Kuşkusuz kalkınma, ilerleme, sanayileşme ve ekonomik büyümeye karşı çıkma düşünülemez. Ancak bu çabaları, içinde yaşadığımız dünyayı yok etme pahasına sürdürmek, insanlığı felakete, gelecek kuşakları yokluğa, açlığa, mutsuzluğa hatta ölüme mahkûm etmek demektir. Buna göz yumulamaz. Doğaya karşı değil, doğayla birlikte yaşamak zorundayız. Ve unutmamak gerekir ki, dünya bize ait değil, biz dünyaya aitiz.

Yeşiller Partisi'nin odaklaşmış amacı, bir siyasal zihniyete bilimsel, gerçekçi, dürüst verilerle karşı çıkmak, o zihniyetin Yeşil Düşünce doğrultusunda tavır almasını sağlamaktır.

Yeşiller Partisi'nin mevcut siyasal kuruluşlara yepyeni bir alternatif olduğunu söylemiştim. Bugün mevcut olan siyasal sistemin ömrünü tamamladığına, işlerliğini yitirdiğine inanılmaktadır. Çünkü ülkenin en önemli sorunu, bütün rahatsızlıkların kökenindeki kördüğüm, Türkiye'deki siyasal yapılaşmanın, partileşmenin de demokratik olmayışıdır.

Sayın Cumhurbaşkanı'nın da ABD'de ifade ettiği gibi, demokrasimiz ordunun himayesi altındadır. Bu gerçeği saklayamayız. Çünkü siyasal yapılaşma, tepeden tabana doğrudur. Oysa gerçek demokrasi tabandan tavana olacaktır.

Bireysel inisiyatif ile katılımcı demokrasi tabanda yaygınlaşacaktır. Bizde çatı demokrasisi, sakıncalı demokrasi vardır. Sözü geçen, istekleri dinlenen halk kitlelerinin oluşturduğu taban iktidarı yoktur. Tepedeki putlaşmış liderler ve hiyerarşik elit kadroların egemenliği ile de demokratikleşmeden söz edilemez.

Devlet hukuksal niteliğini korumakla birlikte, özünde otoriter bir yapıdadır. Bu nedenledir ki, Türkiye'de güvence altına alınmış, kendi kendini denetleyen, korunmaya ihtiyacı olmayan bir demokrasi sağlanması kaçınılmaz olmuştur. Bu demokrasi, taban iktidarına dayanan bir demokrasidir. Sağda ve solda tabanı olmayan tavan yönetimleri, ümit ticareti için meydanlarda sonu gelmeyen vaatler üretirler, halka şirin görünmeye çalışırlar.

Heyecanlar sömürülür, "Baba bizi kurtar" diyen kalabalık kitlelere nabza göre şerbet verilir.

Oysa Yeşiller olarak biz artık tavan demokrasisi yerine taban demokrasisi gelmeli, meydanlarda duygusallık dalgalanmaları yerine halk söz sahibi, güç sahibi olmalı, bireysel inisiyatifiyle katılımcı demokrasiye işlerlik kazandırmalı diyoruz. Ve temel amacımız, asıl hedefimiz budur. Çünkü bütün sorunlar burada düğümlenmektedir. O zaman nerelere fabrika kurulacağı, nerelerin milli park olacağı, nerelerin tarım, nerelerin yerleşim alanı olacağı, nerelerde turistik tesis kurulacağı birtakım çıkar hesaplarıyla denk getirilmez. Ve ekonomik büyüme, kalkınma, ilerleme; insanı, doğayı, gelecek kuşakları yok etmeden yürür. Bugün olduğu gibi doğal, sosyal, kültürel, siyasal çevre, ekolojik sistem, insan hak ve özgürlükleri acımasızca kıyıma uğramaz. Kıyılar kapışılmaz, narenciye, muz bahçeleri, bağlar, otlaklar, parsellenmez, çirkin yapılaşma önlenir. Hava, su, toprak, canlılar, bitkiler yaşam ortamlarını yitirmezler. Bunlar ancak gerçek demokratikleşme ile sağlanabilir.


- Yeşiller Partisi'nin sanata ve sanatçıya bakışı nedir?

- Yeşiller Partisi sanatı insanoğlunun en kutsal ürünü olarak benimser. Bu nedenle daima sanattan ve sanatçıdan yanadır. Sanatın otonomisinin titizlikle korunmasında kararlıyız. Sanatsal etkinliklerin gelişebilmesi için tam bir özgürlük ortamı sağlamak amacımızdır.

Yeşiller olarak devletin sanata müdahalesini, dolayısıyla "Devlet Sanatçısı" anlayışını benimsemiyoruz.

Görsel, plastik, yazın, tiyatro, sinema, müzik, bale sanat ve sanatçılarının, insan ve insanlığın gelişmesinde ve yücelmesindeki önemini tüm boyutlarıyla kabul ediyoruz. Sanatçının toplumda gerekli saygınlığa ulaşmasını destekliyoruz.

Sanatın, sanatçının üretkenliğini artırmak için, sanatın ve sanatçının toplum ile bütünleşmesine özen göstermekten yanayız.

Yeşiller olarak sanatta her türlü sansüre karşıyız.
Çünkü doğru yönlü bir eğitim sonunda kişinin ulaşacağı kültür düzeyinin yeterli bir öz denetim sağlayabileceğine inanıyoruz. Sanat ve sanatçının bütün olanakları ile çağdaş bir eğitim ortamına kavuşturulmasını sağlamak yeşil düşüncenin içeriğinde vardır.



- Gençliğin eğitim ve yönlendirilmesinde Yeşiller Partisi'ne düşen görev nedir?

- Gençliğin eğitim ve yönlendirilmesi konusunda yeşil düşüncede esnek, duyarlı bir mantık egemendir. Eğitim kavramının genel çizgisi insan ruhundaki yetenek ve potansiyelin olabildiğince gelişmesini sağlama doğrultusundadır. Sistem olarak eğitim, birtakım bilgi, beceri ve kavramları insandan insana aktarmak biçiminde olmayacaktır. Öğretici, öğretmen, hoca eğitimin her aşamasında bir gözlemci, bir düşünme antrenörü  işlevini yapacaktır. Gençliğin yetişmesinde, fiziki ve ruhsal gelişme, doğal ve baskılardan arınmış bir doğrultuya oturtulacak, özgürce düşünce üretebilen, kendi fikirlerini savunmaktan çekinmeyen bir gençlik yetiştirilmesi hedeflenecektir.

Kalıplaşmış bilgi aktarması, ezbercilik, sınav işkencelerine son verilecek, eğitimde herkesin fırsat eşitliğinden yararlanması sağlanacaktır.

Sadece genç kuşakları değil, toplumu doğal mecrasından saptıracak etkenleri ayıklayacak bir eğitim ortamının yaratılması söz konusudur. Bugün gençliğimiz genelde özgürce düşünce üretebilecek bir ortama ve kişiliğe sahip olmaktan uzaklaştırılmıştır. Bu da çıkar esasına dayanan siyasal mekanizmanın topluma yansıttığı olumsuzluktan doğmaktadır.

Genç kuşaklar matematik insan gücü hesapları ile yetiştirilemez, onları fanatik mangalar ya da robotlar haline getirmek insanlığa hiyanettir. Bebeklikten itibaren yeni kuşakları, olabildiğince kendi kişiliklerinin özgür gelişimine bırakmak en iyi seçenektir. Yeşil toplumun gençliği böyle olacaktır.

- Programınızdaki "Çıkarcılık Kentleri" sözleriyle ne anlatılıyor?

- Programımızdaki "Çıkarcılık Kentleri" sözlerinden plansız, programsız, altyapısız kentleşme hareketinde, yönetimlerin ruhuna işleyen çıkar mekanizmasının etkisini ve spekülatif konut üretiminde, buna çıkar karşılığı yardımcı olan çeşitli kademelerdeki kamu görevlilerini kastediyoruz.

İşte İstanbul, işte İzmir, işte Ankara ve öteki kentler. Doğal, kültürel, sosyal, siyasal çevreyi buldozer gibi ezen, fabrikasını şehrin göbeğinde tüttürebilen; denize, dereye, göle atıklarını rahatça döken; kültür mirasını, sanat eserlerini savurganca harcayan, ağaç ve yeşil örtüyü gece yarısı yok eden betonlaşma, çıkar ve çıkarcılığın ürünleri olarak yayılmakta, gücünü de yukarıda sözünü ettiğimiz siyasal zihniyetten almaktadır. Bu zihniyet çıkarla beslenir. Plan, program, altyapı dinlemez. Engelleri aşmak için kullanılan araç menfaattir. Bu menfaat bir ziyafetten, yüklü çeklere, nüfuz ticaretine kadar gider. Böylece çıkarcılık kentleşmesi kavramı doğmuş, beslenmiş olur.


Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 200 - 15 Eylül 1988