İletişimciler, kitle iletişim araçlarının işlevleri konusunda çeşitli kuramlar üretiyorlar, çeşitli düşünceler ileri sürüyorlar. Sözgelimi Unesco Komisyonu’nca hazırlanan ve kısaca Mac Bride raporu olarak bilinen kapsamlı araştırmada iletişimin işlevleri şöyle sıralanıyor.
- Toplumsallaştırma
- Güdüleme
- Tartışma ortamı Hazırlama
- Eğitim
- Kültürel Gelişmeye Katkı
- Eğlendirme
- Bütünleştirme
Bu işlevlerin her biri ayrı ayrı ele alınıp kapsamlı araştırmalara konu olabilecek kavramlar.
Genel olarak bakıldığında da bunların tümü son derece olumlu; insancıl ve toplumsal gelişmeye katkı sağlayacak unsurlar gibi görünüyorlar.
Ancak burada bir bölüm Avrupalı ve Amerikalı iletişimcinin toplumsal gelişmeyle eşdeğer tuttukları Modernizasyon (çağdaşlaşma) kavramını biraz açmakta yarar var. Öncelikle bu kavramı, gelişmiş ve az gelişmiş toplumlar için farklı ölçütlerle değerlendiriyorlar. Gelişmiş endüstri toplumlarındaki “gelişme sorunu”nu çağın getirdiği teknolojik kökenli yeniliklerin, uluslararası düzeyde yarattığı yeni problemlerle uğraşmak biçiminde algılıyorlar. Her gün biraz daha yalnızlaşan, “kendi de dahil” her şeye yabancılaşan toplum bireylerinin sorunlarıyla undan ilgileniyorlar ve bu bunalan insan topluluklarını gelişen teknoloji ürünlerinin sürekli müşterisi haline getirmeye çalışıyorlar. Böylelikle ona çok etkili bir terapi uygulamış, onu mutlu kılmış oluyorlar. (!)
Modernizasyon kavramın benimseyen Lerner ve Dobb gibi uzmanlar, az gelişmiş ülke insanlarının durumunu daha farklı yorumluyorlar. Bu iki uzmana göre, bu insanların temel sorunu, çağın gelişmiş teknolojik ürünlerini kullanmakta yetersiz kalmaları... Ama onların da (geri kalmış ülke insanlarının) bu teknolojiyi üretecek düzeye ulaşmaları gibi “sakıncalı” beklentileri yok elbette. Asıl önerileri gelişmiş ülke insanlarının gelişmemiş ülke insanlarına örnek oluşturmaları. Yani “Bak ben nasıl doymak bilmez bir iştahla tüketiyorum, sen de öyle yap... İki yılda bir çamaşır makineni, üç yılda bir buzdolabını değiştir, yenisini al, en yenisini al,” diyecek biçimde yaşamaları ve yoksul ülke insanlarına böyle örnek olmaları.
Lerner, modernleşmenin temelinde “akılcı ve pozitivist” bir ruhun yattığını belirterek “doyum” ve “empati” kavramlarını öne çıkarıyor. Doyum kavramı, biraz önce söz ettiğimiz tüketme iştahının medyalar tarafından kışkırtılmasından başka bir şey değil. Sıradan insanın bu anlayışla doyum’a ulaşabilmesinin biricik yolu; evinde hâlâ kullanabildiği televizyonunu ıskartaya çıkarıp mutlaka en yenisini alması ya da en poliüretanlı (ne demekse) buzdolabı ile en otomatik çamaşır makinesinin ucuz taksit kampanyalarına hemen katılması... Empati kavramı ise, örneksenecek kişiler ve gruplar yaratıp kitlelerin bunlara hayranlık duymalarını anlatıyor. Bu kişiler ve gruplar “söz gelimi farklılığı sevenler, güç beğenenler, en seçkin olanlar v.s.” yaratıldıktan sonra onların kullandıkları tüketim araçlarının geniş kitlelere pazarlanması iyice kolaylaşıyor... Kısacası Lerner bu kavramlar aracılığıyla aslında iyi bir tüketici kimliğinin önkoşullarını belirliyor.
Bir başka uzman Dobb ise Afrika’da yaptığı araştırmalar sonucu “modernizasyon” ile ilgili birtakım ölçütler koymuş ortaya. Devlet etkinliklerine karşı olumlu yaklaşımda bulunmak, iyimser olmak, insanlara güvenmek ve toplumsal değişime açık olmak gibi özellikler Dobb’un ölçütlerinin bazıları. Burada çizilen insan profili tipik bir “iyi insan, örnek vatandaş” modeli. Ama biraz “hınzırca” bakıldığında bunun da “tüketici insan” kimliğinden başka bir şey olmadığı hemen fark ediliyor.
Uzmanların düşüncelerini uzatmaya sanıyorum gerek yok. UNESCO’nun kitle iletişim araçları için belirlediği yüce işlevler ise son gözlemde insanlar tarafından hayat geçirilecek ve daha önemlisi dünyada var olan SİSTEM içinde değer kazanacak şeyler. Yani temel olan kuramsal düzeyde belirlenen ilkeler değil, bu araçların “aslında neye, kime, kimlere hizmet ettikleri”...
Kitle iletişim araçlarının günümüzdeki işlevini anlamak ve kitle kültürüyle olan organik bağını çözümleyebilmek için yeryüzünde bugün varolan SİSTEM’i doğru değerlendirmek gerekiyor. Bunun için de üşenmeden en yalın biçimiyle tarihi sürece göz atmakta yarar var.
Yeni Çağ’la birlikte özgür düşüncenin önündeki engelleri kaldıran Avrupa; bilim, sanat ve özellikle teknolojide büyük atılımlar gerçekleştirmişti. Aynı dönemde Merkantilist anlayışla tüm dünyayı sömürgeleştirmeye başlamıştı. Böylelikle kendi gelişmiş ürünlerini geri kalmış ülkelere satarak olağanüstü bir sermaye birikimi sağlamıştı. Bu süreçler sonunda burjuvazi giderek güçlenmiş ve 18. yüzyıl sonlarında Fransa’da başlayarak ülke yönetimlerini teker teker ele geçirmişti. (Fransa dışında, siyasal iktidar doğrudan doğruya almamışsa bile, ekonomik güce sahip olduğu için yönetimde onun sözü geçmekteydi.) Daha sonra 19. yüzyılın ikinci yarısında buhar devrimi gerçekleşmiş, bu da tüm dengeleri altüst eden endüstri devrimini doğurmuştu. Endüstri devrimi sonucu demir-çelik ürünleri üretimi olağanüstü boyutlara varmış; daha çok üretmek ve üretilen mallara pazar bulmak tek amaç haline gelmişti. Bu arada binlerce işçi “kadınlar ve çocuklar da dahil” on iki, on altı saat gibi insanlık dışı sürelerde çalıştırılmaktaydı. Ama bu zorlu süreç sonunda vahşi kapitalizm, dünyanın geri kalmış ülkelerini ucuz hammadde deposuna dönüştürmüş, ayrıca bu depoyu iyi bir pazar haline getirmişti... 20. yüzyılla birlikte dev bir güç olarak beliren Amerika da bu talana katılmaya başlamıştı. Bu yüzyılın ilk yarısında insanlığın yaşadığı iki dünya savaşı felaketi, dünya pazarlarının kapitalistlerce paylaşılması kavgasından başka bir şey değildi. Siyasi sömürgeciliğin yerini çok daha kârlı bir iktisadi sömürgecilik almıştı ve bu yaşadığımız dünyanın mutlak gerçeğiydi.
Konuyu daha fazla dağıtmadan toparlamakta yarar var. Son birkaç yılda meydana gelen kökten değişiklikler (kapitalist sömürgeciliğin karşıtı durumundaki sosyalist kampın çökmesi v s.) tüm dünyayı endüstri devriminden sonra bir kez daha altüst etmiştir. Ancak sonuç yukarda çizilen tablonun çok daha belirginleşmesinden başka bir şey değildir. “Yeni dünyada, değişen dünyada” diye söze başlayıp, bugünkü dünya düzenini savunanlar için "en genel çizgileriyle” sergilenen bu tablo "demode" olabilir. Kuşkusuz insanlık bugün çok büyük bir sancıyı ve değerler karmaşasını yaşıyor. Yaşanan bu süreci standart bakış kalıplarıyla hele hele hazır sloganlarla çözümlemek olacak şey değil. Ama ortada olan gerçek, bu görüntünün bugün her zamandan daha “gerçek” olduğudur. Az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkeler karşısında her zamandan daha zor durumda kaldıkları ve korumasız oldukları meydandadır.
En yalın çizgileriyle belirlediğimiz bu “SiSTEM”, çok uluslu şirketlerden oluşan tekelci kapitalizmin beklentileri doğrultusunda yaratılan kitle kültürü (daha doğrusu kültürleri) ile işlerlik kazanmaktadır. Bu kültürün temel özelliği tek renkli, tek sesli, tek boyutlu olmasıdır. Çok kanallı radyo ve televizyon yayınlarıyla, gelişmiş video teknolojisiyle ortaya çıkan kitle kültürü, ufku alabildiğine daraltılmış DÜNYA ÜLKESi YURTTAŞLARI’nı yaratmaktadır. Bu yurttaşlara (!) gerçek mutluluğun, beslenme, barınma, sağlık ve eğitim sorunlarının çözümlendiği bir dünyada gerçekleşebileceği anlatılmamaktadır. Çünkü az gelişmiş ülke yurttaşlarının sorunları ancak ekonomik ve toplumsal kalkınmayla gerçekleşecek türdendir. Bu da bu yurttaşları yaratanların işine gelmemektedir.
Sözgelimi bu yurttaşların ülkemizde yaşayan bölümü tüm yaşamları boyunca yeterli proteini alamamaktadır. Hem ekonomik olanakları, hem de beslenme bilinçleri ve alışkanlıkları buna izin vermemektedir... Yine bu insanların büyük çoğunluğu ancak emekli olurken bir konuta “belki” sahip olabilmektedir... Nüfus artış hızları ise önlenemez düzeyde olduğu için, aynı oranda artmayan sağlık hizmetleri “doğal olarak” yetersiz kalmaktadır. Ayrıca insan sağlığının en kârlı ticaret olduğunun anlaşılması bu sorunun başka yönüdür... Yeterli eğitim ve öğretim olanaklarından yararlanamadıkları ise açıkça ortadadır. Özellikle büyük kentlerdeki uyumsuz-eğitimsiz insan toplulukları bunun somut örnekleridir. Ayrıca bu yurttaşların çocuklarının öğretim durumlar da pek iç açıcı değildir. Üniversite giriş sınavlarına katılanların %10’a yakın bölümü -0- (sıfır) puan almaktadır. (Çünkü bu sınavlarda eksi puan uygulaması yoktur.)
Ama aynı insanların çok büyük çok büyük çoğunluğunun evlerinde renkli televizyon, azımsanmayacak bir bölümünde de video aygıtları bulunmaktadır... Peki bu durum bir şeylerin aksadığını göstermiyor mu?.. Aslında göstermiyor! Tam tersine dünyada geçerli olan SiSTEM’in tıkır tıkır işlediğini gösteriyor. Uzay Sanayiinden sonra en pahalı ve gelişmiş sanayi olan elektrik-elektronik sanayii ürünlerinin geri kalmış ülkelerde nasıl leblebi çekirdek gibi satıldığını en etkili biçimiyle ortaya koyuyor.
En yalın, en genel çizgileriyle anlatmaya çalıştığımız bu sistem içinde, kitle iletişim araçlarının ve reklamcılık hizmetlerinin önemi kendiliğinden ortaya çıkıyor. Gelişmiş endüstri toplumları, üretim fazlası yüksek teknoloji ürünlerini hem kendi ülkelerinde, hem de geri kalmış ülkelerde satıyorlar.
Bunu yaparken fiyat mı kırıyorlar yani?.. Elbette ki hayır. Önce insanlara en temel gereksinmelerinin ne olduğunu unutturuyorlar ve uygun taksitlerle ürünlerini pazarlıyorlar. Bu gelişmiş ve her geçen yıl biraz daha gelişen (ama yavaş yavaş, eskisinin değerini kısa sürede ortadan kaldıracak şekilde gelişen) ürünleri kullanmanın adı da “modernizasyon” ya da “çağdaşlaşma” oluyor. İnsanların sorunlara eleştirel açıdan bakma olanaklarını köreltip televizyonlarının ve videolarının başına oturttuktan sonra işler iyice kolaylaşıyor zaten. İnsanları bir kez tutsak ettikten, insani derinliklerini ve duyarlıklarını geliştirmelerini engelledikten sonra iyi bir tüketicinin altyapısı hazırlanmış demektir. Özetle söylemek gerekirse kitle iletişim araçları bu tüketici modelini yaratırken, reklam sektörü de mal ve hizmetlerin tanıtımını yaparak SiSTEM’i tam bir bütünlük içinde işletiyorlar.
Şimdi günümüzün en etkili iletişim aracı olan televizyon yayınları ile SİSTEM arasındaki ilişkiyi, reklam programlarını eksen alarak en genel biçimiyle inceleyelim.
Amerikalı Kenneth reklam kavramını “Çağdaş pazarlamanın temel işlevi” olarak nitelendiriyor. Sonra da “üretilen mal ve hizmetlerin; tüketiciye uygun niteliklerle, uygun zamanlarda, uygun fiyatlarla sunulması ve tüketicilerde satın alma isteğinin uyandırılmasıdır” diye ekliyor. Konumuz olan televizyon reklamlarında “tüm reklamlarda olduğu gibi” tanıtılan ürünün olumlu özelliklerinin sergilenip olumsuz yönlerinin gözardı edildiğini görüyoruz. Reklamcının izleyiciye tek gözünü kullandırdığını açıkça fark ediyoruz. Zaten reklamcının en önemli özelliği hedef kitlesini avucunun içine alıp onu istediği gibi yönlendirebilmesidir. O nedenle iyi bir reklamcı her şeyden önce iyi bir toplumbilimci olmak zorundadır.
Reklamcıların, gelir düzeyi yüksek kitleye seslenirken daha seçkin bir dil kullandıklarını görüyoruz. Hedef kitlesine farklılığını (hatta ayrıcalığını) hissettirdiğine, onu belli ölçülerde onore ederek ürününü pazarladığına tanık oluyoruz. Örneğin iddialı bir konfeksiyon mağazasının ya da kozmetik ürünleri üreticisinin reklamı yapılırken, hedef kitlenin yaşam standartlarına uygun atmosfer yaratılıyor. Popüler bir hafif müzik eşliğinde bir kokteyl parti ve bu partide yer alan şık ve farklı insanlar bu tür bir reklam için ilk akla gelen (ve zaman zaman karşılaştığımız) görüntüler. Bu arada reklamcının kendini daha farklı bir konumda, daha yukarılarda gördüğünü ve “seçkinler de dahil” herkesi yönlendirme hakkını kendinde bulduğunu sezebiliyoruz.
Orta sınıfa seslenen reklamlarda ise daha alçakgönüllü bir anlatımla karşılaşıyoruz. Makarna, margarin, salça gibi reklamlarda geniş kitlenin beğenisine uygun “daha çok diyaloglara dayalı” görüntüler izliyoruz. Akaryakıt, lastik, kamyon gibi ürünlerin tanıtımında lümpenizme prim verildiğini, anadilini [?] doğru dürüst kullanamayan arabesk müzik sanatçılarının yer aldığını biliyoruz.
Reklamcılar, gelir düzeyi yüksek ya da düşük her türlü kitleye seslenirken üç yöntemden çokça yararlanıyorlar... Bunlar, cinsellik, sürat ve kitle kültürünün simgesi olan sanatçılar. Cinsellik, insan hayatında var olan (ya da olması gereken) olağan boyutlarıyla değil, alabildiğine kışkırtıcı biçimde işleniyor, insanların bu konudaki açlığı sonuna kadar sömürülüyor. Özellikle temel işlevinin düzeysiz kitle kültürünü yaygınlaştırmak olduğu iyice anlaşılan ülkemizdeki özel televizyon istasyonu, bu işi pervasızca yapıyor. TRT denetiminden geçemeyen erotik reklamlar bu özel televizyon istasyonunda rahatça yayımlanabiliyor.
Sürat unsuru, ses, müzik, görüntü ögeleriyle sağlanan çok çarpıcı bir özellik. Çağımızın çok hızlı yaşayan (ya da öyle yaşadığına inandırılan) insanına sürat unsuru gerçekten çekici gelebiliyor. Yalnız yetişkinlerin değil, okul öncesi çocukların bile büyük ilgiyle izledikleri "hatta dünyayla bağları kopardıkları anlar, ritmi yüksek reklamları izledikleri anlar oluyor. Sürat unsurunun olumsuz etkilerinden söz etmek pek mümkün değil. Ancak reklamların dışında, sürat unsuruna şiddet unsurunun da eklendiği dikkat çekiyor. Amerikan sineması başta olmak üzere şiddet, sürat (ve bunlara ek olarak çoğu zaman seks) unsurlarının dünya sinemalarında tedirgin edici biçimde arttığı gözden kaçmıyor. Bu arada yine ülkemizdeki özel televizyonun yayınlarında da şiddet unsuruna yer veriliyor. Spor olup olmadığı tartışılan boks karşılaşmalarının en acımasızları, en kanlıları büyük bir keyifle sunuluyor. Ayrıca Amerikan güreşi denilen, sporla ve sporun yüce amaçlarıyla hiçbir ilgisi olmayan bayağılık gösterisi de, toplumu sanki şiddet içeren daha başka programlara hazırlıyor. (Bu konuda yanılmış olmayı içtenlikle diliyorum.)
Amerikan toplumunun bu sağlıksız deşarj yolu, sosyal yapısı ve insan düzeyi her gün biraz daha erozyona uğrayan ülkemizde salgın haline gelirse neler olacağını insan düşünmek bile istemiyor.
Üçüncü özellik olarak, popüler sanatçıların reklamlarda sık sık yer almasından söz etmiştik. Popüler müzik günümüzde kitlelerin hayata bakışını ve yorumunu en iyi aksettiren unsurlardan biri. Batıdaki pop müzik ile ülkemizdeki arabesk müzik, içerik olarak ele alındıklarında, kendi ait oldukları toplumun iç dünyasını yansıtmaları açısından pek çok ortaklıklar taşıyorlar. Armoniyi bir kenara bırakıp bütünüyle ritme ağırlık veren, cinsellik içeren mesajlarıyla Madonnalar, Michael Jacksonlar, müzikle egzite olmak isteyen toplumlarının simgesi haline geliyorlar... Bizde ise temel sorunlarını çözememiş "ve galiba artık çözme şansı kalmayan" gecekondu kuşakları umarsızlıklarını, düzeysizliklerini Emrah’larda, Ferdi’lerde bulup, ağlayıp sızlıyorlar. Bunların “kendini politize olmuş zanneden” bir bölümü “özgün müzik” dedikleri bir garip müziği dinleyip özgün kültürlerini geliştirmeye çalışıyorlar... Düzeyi, niteliği ne olursa olsun popüler kültür tüm dünyada en etkili yansımasını müzikte bulduğuna göre, bu müziğin ve “bu kültürün” TV programlarında ve reklamlarında çokça yer alması kaçınılmaz oluyor... Ülkemizdeki özel televizyon, arabesk sanatçılarını rahatlıkla ekrana çıkarırken, devlet televizyonu bunları yılbaşında ve bayramlarda halkımıza “armağan” olarak sunuyor. Bayramlardan arta kalan zamanlarda “Çok sesli Türk Müziği” diye yeni türetilen bir türle arabesk müzik gereksinimini “elden geldiğince" karşılamaya çalışıyor.
Reklamlarla ilgili belirtilmesi gereken bir nokta da reklamların kolay anlaşılır olması. Ülkemizde seçkinlere yönelik reklamlarda bile bu kolaylık hemen fark ediliyor. Aslında bunda pek yadırganacak bir şey yok. Öyle fazla örtülü mesajlar vermek, kamera oyunları yapmak, sanatsal unsurlardan yararlanmak olumsuz sonuçlar doğurabilir. Çünkü ülkemizin ekonomik seçkinlerinin estetik beğenilerinin ne ölçüde geliştiği fazlasıyla kuşkuludur. Ayrıca sade vatandaşlar için hazırlanan alçak gönüllü reklamlarla halkımızın pek beğendiği Latin Amerika dizileri de bazı benzerlikler tadıyorlar. Bu tür reklamlarda (salça, margarin, konserve v s.) çok sıradan bir anlatım ve dramatize edilmiş bölümler bulunuyor. Latin Amerika dizilerinde de aynı kolaylığı görmek mümkün. Bu dizilerden birinin ilk bölümünden sonra 356. bölümü izlediğinizde herhangi bir zorlanmayla karşılaşmıyorsunuz. Öyle pek bir kopukluk hissetmiyorsunuz. Yine bu dizilerle, orta sınıfa yönelik reklamlarda sıkça gördüğümüz gerçekten güzel kadınlarla yakışıklı erkeklerse bu yapımların örtülü (bazen de apaçık) cinselliğini oluşturuyorlar. Aynı zamanda daha büyük bir ilgiyle izlenmelerini sağlıyorlar.
Böylesine rahat ve kolay izleyici olmak, nitelikli sanat yapıtlarının izlenmesinde sorunlar yaratabiliyor. Düzeyli bir sinema filmini ya da televizyon yapımını izlemek her şeyden önce büyük bir ilgi ve dikkat gerektiriyor. Bir başka ifadeyle yoğun bir çaba ve emek istiyor. Bir Visconti, bir Antonioni, bir Bergman filminden tat alabilmek, yüklü bir kültürel birikimle birlikte, izleyici olma kültürünü de zorunlu kılıyor. Oysa sıradan televizyon seyircisi bu tür yapımlardan çok çabuk sıkılıp kanal değiştiriyor. Ancak yalın insanın nitelikli sanat ürünleriyle iletişimsizliğini yalnız kolay televizyon izleyiciliğine bağlamak eksik ve yanlış olur. Bu başlı başına ve yine SİSTEM’le ilintili bir başka önemli sorun.
Reklamcılığın temeli olan, tek gözünü kapatarak gerçeği algılama eğilimini TV haberlerinde çok fazla görebiliyoruz. SiSTEM’i ellerinde tutanlar (yönetip yönlendirenler) yalnızca tüketici insan kimliğini yaratıp onu amaçladıkları gibi şekillendirmekle yetinmiyorlar, dünya olaylarını da “kendi diledikleri gibi” görmesini istiyorlar. Bu yüzden dünya televizyonlarında (dolayısıyla bizim televizyonumuzda da) tek yönlü haberciliğin belirgin örneklerine sık sık tanık oluyoruz. Sözgelimi son Körfez Savaşı sırasında, pek çok insanın hayatını yitirdiği acımasız bir hava saldırısı, CNN muhabirleri tarafından "sıkılmadan” havai fişek gösterisine benzetilebilmişti. Müttefik pilotlarının yalnızca askeri hedeflere yönelen centilmenler oldukları ısrarla vurgulanmıştı. Sonuçta DÜNYA ÜLKESİ YURTTAŞLARI’nin fındık fıstık yiyip, meşrubat içerek “kansız bir savaş” naklen yayını izlemeleri ve bu "kansız katliama” (!) kayıtsız kalmaları sağlanmıştı. Kısacası gerçekler, tıpkı reklamcıların yaptığı gibi, hedef kitlenin tek gözü kapatılarak sunulmuştu. (Buradan, hâlâ kime ve neye hizmet ettiği belli olmayan Bağdat külhanbeyini savunuyor, sonucu kesinlikle çıkarılmamalıdır.)
Ancak bu benzetme galiba reklamcılara haksızlık oluyor.
Çünkü reklamcılar bu konuda çok daha masum ve dürüst görünüyorlar.
Görsel kitle iletişim araçları tıpkı ilahlar gibi, olağanüstü güdüleme güçleriyle toplumları diledikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Onların neyi isteyip neyi istemeyeceklerine, ne yapıp ne yapmayacaklarına, ne düşünüp ne düşünmeyeceğine karar veriyorlar. Ancak bunu bağımsız olarak yapmıyorlar kuşkusuz. Bu yüzyılın egemen gücü olan tekelci kapitalizmin buyruğunda, mevcut SİSTEM’i sürdürebilmek için tüm yerel ve ulusal kültürleri (Batı kültür ve uygarlığı da dahil) kitle kültürü içinde eritip DÜNYA ÜLKESi YURTTAŞLARI’ni yaratıyorlar. Böylelikle tekelci kapitalizmin insan kişiliklerini, çevreyi, doğayı ve tüm güzellikleri çürüten, önlenemez kazanç dürtüsüne alet oluyorlar. En önemlisi insanların, eleştirel düşünme yetilerini körelterek, insanlığın yarınlara yönelik umutlarını köreltiyorlar. Siyahıyla, beyazıyla, kuzuluyla-sarısıyla cıvıl cıvıl, çok renkli, çok sesli, çok kültürlü ve sömürünün en aza indiği bir dünya özlemlerini kurutuyorlar. Çünkü yarattıkları standart DÜNYA ÜLKESİ YURTTAŞLARI’nı, böylesi yüce özlemleri sahiplenecek birikimden, duyarlıktan ve düşgücünden yoksun bırakıyorlar.
İnsanlığın ve dünyanın geleceğini savunanların sesleri, görsel kitle iletişim araçları karşısında giderek cılızlaşıyor. Gerek yazılı basında, gerek elektronik iletişim kurumlarında çalışan ve “kendine, çevresine, topluma, doğaya, tüm insanlığa” karşı sorumluluk taşıyanlar, DÜNYA ÜLKESİ YURTTAŞLARI’na pek cazip gelmiyorlar. Onların anlattıkları Madonna’ların, Michael Jackson’ların, İbo’ların, Emrah’ların showe’ları kadar ilginç olamıyor bir türlü...
Vakur Kayador | ADAM SANAT - SAYI: 72 - KASIM 1991