Atatürk’ün doğumunun 100. yılı dolayısıyla yayımlanmış bir kitabın girişinde, yazar, bu yapıtı hazırlarken, “kesinlikle objektif kaldığını” belirtmekle söze başlıyor. Yazarın bu sözüne güvenilebilir mi? Bu soruyu yazarın içtenliğinden duyduğum bir kuşkuyu dile getirmek için sormuyorum. Sorumun nedeni ise şu: Olguları saptamak, birbiriyle bağlantısını göstermek ve yan tutmadan açıklamaktan ibaret olan “Nesnellik” ile, çözümlemeye, değerlendirmeye, yorumlamaya ve sonuçta yargılamaya ulaşan bir inceleme yöntemi ne ölçüde bağdaşabilir? Üstelik, böyle bir nesnellik savı, yeni bir devlet kuran reformist ya da devrimci bir eylem adamını, tarih içindeki yeri bakımından “durugan bir olgu” Saymak ve onu sadece yaşamını çevreleyen koşullara hapsederek algılamak olmaz mı?
Söze başlarken yönteme ilişkin bu noktayı içtenlikle açıklamakta yarar görüyorum: Söylemek istediklerimin “nesnel gerçekler” ile sınırlı olmasına özel bir özen göstermiyorum. Buna gerek olmadığı kanısındayım. Bu tür bir nesnellik yöntemini ve savını biyografi yazarlarına bırakmanın uygun olduğunu düşünüyorum.
Türlü yönleriyle anlatılan Atatürk ve Atatürkçülük konusuna yeni bir şeyler katmanın zorluğunu biliyorum. Ama, bu zorluğu bile bile, söze bir savla başlayacağım: Mustafa Kemal’in önderi olduğu Türk bağımsızlık hareketi, daha 1920’lerin başında “cumhuriyetçilik” içeriğine kavuşmuş bulunuyordu. Bu savın da “yeni” birşey olmadığını biliyorum. Mustafa Kemal’in daha Anadolu’ya geçmeden önceki sözlerinden ve davranışlarından kanıtlar getirilerek, cumhuriyet "fikri"nin onun kafasında olgunlaştığı; Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasındaki oluşumlar içinde bunun birçok belirtilerine rastlandığı; özellikle saltanatın kaldırılması kararında yer alan açık sözlerle bunun vurgulanmış olduğu çok kez söylenmiştir. Bunları yadsımıyorum, ama benim ileri sürmek istediğim, bunları biraz geçen ya da olaya başka bir açıdan bakılarak yapılan bir gözleme dayanıyor. Benim ileri sürdüğüm, kısaca, siyasal içerikli değişimin TBMM’nin kuruluşuyla kesinkes gerçekleştiği savı. “Türkiye Büyük Millet Meclisinin Sureti Teşekkülü Hakkında Heyeti Umumiyye Kararı” başlıklı, 23 Nisan 1920 tarihli belge de bunun somut ve “nesnel” ilk kanıtını oluşturuyor. İlk toplantıya başkanlık eden Şerif Beyin “Milletimizin dahili ve harici istiklâl-i tam dahilinde mukadderatını bizzat deruhte ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilan ederek” Büyük Millet Meclisini açtığını açıklaması da bu yönden önem taşıyor. Bu açılıştan sonra, Ankara’da oluşan yeni siyasal odağın ardarda gerçekleştirdiği “tasarruflar” dizisini dikkatle gözlemek ve izlemek gerekiyor. Bu tasarruflarda belirgin olarak göze çarpan nokta, sözünü ettiğim siyasal değişimle yakından ilgili bulunuyor.
Bu değişimi şöyle özetleyebiliriz: “TBMM adını taşıyan siyasal güç, yurt düzeyinde var olan biricik iktidardır. Bu iktidar, yetkilerini ulustan almıştır ve onun dışında kimseye hesap verme yükümlülüğü yoktur. Bu iktidar kendisine karşı çıkanları ya da tanımak istemeyenleri yok etmek kararındadır” Hıyaneti Vataniyye Kanunundan başlayarak (29 Nisan 1920), TBMM tarafından çıkarılan yasalarda ve alınan kararlarda sık sık ortaya konan bu düşünceyi örnekleyerek açıklamak istiyorum:
O “TBMM’nin meşruiyyetine isyanı mutazammın kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan (kimseler) hain-i vatan addolunur.” (29 Nisan 1920).
O “İstanbul’daki gayrimeşru kabinenin yaptığı gayrikanuni terfiler vesaire keenlemyekûndur (geçersizdir).” (24 Mayıs 1920).
O “16 Mart 1336 tarihinden itibaren İstanbul hükümetince akdedilen bilcümle mukavelât, ukudat (akitler) keenlemyekûndur.” (7 Haziran 1920).
O “Şurayı saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar ve rey verenlerle, muahedeyi imzalayanların vatan haini sayılmaları hakkında karar.” (19 Ağustos 1920).
O “TBBM’nin âmal ve maksadına aykırı hareket edenleri” yargılamak üzere İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına ilişkin yasalar. (11 Eylül 1920 ve 26 Eylül 1920).
O “Hakimiyyet bila kaydüşart milletindir. Türkiye devleti BMM tarafından idare olunur ve hükümeti BMM Hükümeti unvanını taşır.” (7 Şubat 1921).
Rasgele seçtiğim örneklerden oluşan bu süreç, “Osmanlı İmparatorluğunun inkıraz bulup TBMM Hükümetinin teşekkül ettiğine dair Heyet-i Umumiyye Kararı” (30 Ekim 1922) ve “TBMM’nin hukuku hakimiyyet ve hükümranının muümessili hakikisi olduğuna dair Heyeti Umumiyye Kararı” (1/2 Kasım 1922) ile noktalanmaktadır.
Bilindiği gibi, “Cumhuriyetin İlanı” olarak anılan siyasal olay, biçimsel olarak, yukarda belirlediğim tarih kesitinden tam bir yıl sonra gerçekleşmiştir. Ne var ki, yine yukarda belirttiğim gibi, 1920’nin Nisan ayından başlayarak 1922’nin son aylarına kadar devam eden süre içinde meydana gelmiş olan siyasal yapı değişikliği, özünde, cumhuriyet adı ile anılan bir yönetim düzeninin eylemsel olarak gerçekleştiğini göstermektedir. Ankara’da oluşan iktidar, daha en baştan itibaren, kendisinin yurt yönetiminde biricik güç olduğunu, halka dayanan bu güç karşısında başka bir odağın ya da kişinin iktidarının bulunamayacağını birçok kez vurgulayarak ve bu savını çeşitli tasarruf ve eylemlerle somutlayarak, egemen olan yönetim biçiminin, Hanedan temeline dayalı “Osmanlı idaresi” değil, özünde “Cumhuriyetçilik” yatan “Halk Yönetimi” olduğunu belirlemiştir.
Bu çözümlemenin (TBMM’nin kurulmasından itibaren Türkiye’de, özü bakımından, cumhuriyet esasına dayanan bir siyasal yapı değişikliğinin gerçekleştiği savının) yararı şudur: Daha sonraki olaylar dizisi içinde Cumhuriyet’in ilanına sıra geldiğinde, olan-biteni kavrayamayan bazı kişiler, hareketin başlangıç noktasında siyasal içerikli metinlere geçirilen “makamı muallâ’yı hilafet ve saltanatı ve memaliki mahrusayı şahaneyi yed-i ecanipten tahlis” gerekçesini kullanarak, buna karşı durmaya kalkmışlardır. Oysa, yeterince olgunlaşmış ve özü bakımından gerçekleşmiş bir yönetim biçimi, o tarihte, zaten eylemsel olarak yürürlükte bulunuyordu. Bu nedenle, cumhuriyetin ilanına karşı çıkanların sesi hiçbir ciddi yankı uyandırmamıştır. Öte yandan, bu çözümleme, cumhuriyetin ilanını adeta bir sürpriz sayan ve Mustafa Kemal’in kendi kafasında uzun yıllar bir sır gibi sakladığı bu düşünceyi, sırası gelince birdenbire gündeme getirdiği şeklindeki savlara da bir yanıt getirmektedir. Gerçekten, Mustafa Kemal’in, daha gençlik yıllarından beri, doğrudan halka dayanan bir yönetim biçimi olarak cumhuriyet fikrini benimsediği ve bunun özlemini duyduğu saptanabilmektedir. Daha sonraki dönemlerde, örneğin Anadolu’ya gitme kararını vermeden önce İstanbul’da, bir süre sonra da Erzurum’da bu düşüncelerini kendisine yakın saydığı kişilere açıklamış olduğu da bir gerçektir. Ama onu soyut düşünceleriyle düş kuran ve fırsat belirince bunları uygulamaya geçiriveren bir kişi olarak kabul edemeyiz. Cumhuriyetin ilanı olayı, bazı kimselerin sandığı ve anlattığı gibi, yıllarca kurnazca gizlenmiş, “hilafet ve saltanatın kurtarılması” ödünü ile maskelenmiş ve fırsat zuhur edince, verilen sözlere karşın, birdenbire ortaya çıkarılmış bir olay değildir. Siyasal olgu’yu sadece sözlere ve birtakım soyut mantık çözümlemelerine dayandırarak kavramaya çalışanların bu tür yanılgılara düşmesi kaçınılmazdır. Bunun için, kimi yazarlar, Atatürk’ün cumhuriyetin ilanı kararını gündeme getirmesi olayı karşısında, daha önceki söz ve davranışlarına (bu kararıyla çeliştiği sanısıyla) mazeretler bulmaya çalışmaktadırlar. Bence bu gereksiz bir çabadır. Somut siyasal gerçek gözönünde tutulursa, cumhuriyetin ilanı olarak tanıdığımız olay, Mustafa Kemal’in önderliğinde, daha üç yıl öncesinden kurulmuş bir siyasal yapının adlandırılması olayıdır.
Aydın Aybay | sanat olayı - Sayı: 11 - Kasım 1981