Bu yazı1 “ciddi” ya da “nitelikli” edebiyat üzerine değildir; yalnızca yazın üzerine de değildir. Kitle iletişim araçlarının ortaya çıkardığı eğlence etkinliklerinin, İngiliz ‘Kültür’ünün bugünkü görünümünü yansıtan ve etkileyen olağanüstü ve karmaşık etkinlikler alanı üzerinedir. Bu kitabın başka bölümlerinde tartışılan romancıların, şairlerin ve oyun yazarlarının yapıtları bu alanın biraz dışındadır; meslek örgütleri kulüplerinin konserleri, bandolar, kilise koroları, komik posta kartları ve Peg’s Paper gibi daha eski popüler kent eğlence biçimleri de; Arts Council gibi resmen kurulmuş kültür örgütleri de, yerel kurumların sanatlara harcayabildiği üç kuruşluk düzenlemeler de bu alanın dışındadır. Bugün, burada, Reveille, Sunday Night at the Palladium, The News of the World, Tonight (tele magazin), Compact, This is Your Life, The Daily Mirror, Emergency Ward 10, Tempo, I.T.V’deki reklamlar, Coronation Street, Juke Box jury, gazeteci Cassandra ve ‘Paul Slickeys’in küçük kalabalığı Panorama, televizyon Western’leri, Woman, The Archers, Monitor... gibi yayın organlarından ve televizyon programlarından söz edeceğiz.2 Bütün bunların yazınla, yazının da bir bölümü olduğu ‘yüksek kültür’le ilişki doğrudan belirgin değil. Ama yine de doğrudan ve önemli bir ilişki var, yazına ve topluma ilgi duyan herhangi bir kişinin durup üzerinde düşünmesi gereken bir ilişki...
Kuşkusuz, birçok kimse de düşünüyor bu konuda; kitle iletişimi, yüzyılımızda, inatçı, karmaşık ve ateşli tartışmalara neden oluyor. Fakat temelde yeni de değil bu durum. Uzun bir geçmişi olan, daha geniş çapta bir tartışmanın çağdaş terimlerle bir uzantısı. Daha geniş çaplı bu tartışmanın en son tarihçisi ve eleştirmeni olan Mr. Raymond Williams, incelemesinde Edmund Burke’le başlıyor ve -yalnızca belli başlı kişilerin adlarını verecek olursak- Coleridge, Newman, Lawrence ve (eğer Eliot’a İngiliz gözüyle bakarsak) Eliot’a kadar götürüyor. Bu liste, üstelik yalnızca İngiltere’de, yüz elli yıldan uzun bir süreyi kapsıyor. Konuya daha geniş bakıp da Avrupalı ve Amerikalı yazarlara kadar uzanacak olursak, kabaca aynı süre içinde, diyelim Alexis De Tocqueville’den Ortega y Gasset’ye kadar uzanabiliriz.
Kültür ve toplum, bu demek, demokrasilerin sunduğu ve yüreklendirdiği yaşamın niteliği üzerine daha geniş bir tartışma var. O halde burada ‘kültür’, yalnızca, bu toplumların yaratıcı sanatlara ve entelektüel sorgulamaya verdiği yer yoluyla olmasa da, en açık bir biçimde dile getirdiği imgelemsel ve entelektüel yaşamın niteliğiyle ilgilidir. Tartışma aynı zamanda, kaçınılmaz bir biçimde, kültürün ‘sınıf’la, servetle, çalışmayla ve eğitimsel hazırlıkla ilişkisi üzerinedir. Genel okuma yazma yüzdesi yüksek ve oldukça varlıklı bir demokraside, ‘yüksek kültür’ün (eskiden büyük ölçüde orta ve yukarı sınıf üyelerinin yarattığı ve sürdürdüğü sanatlar ve sorgulamalar) geleneksel biçimlerinin, varsa, nasıl bir yeri vardır? Farklı bir biçimde dile getirilmiş bir yerel ‘işçi-sınıfı’ kültürü öğelerinin, varsa, nasıl bir geleceği vardır? Bu tür demokrasilerde, iyi, yaygın bir ‘popüler’ kültür ya da halk kültürü olanaklı mıdır? Devlet ya da statü dışı (non-statutory) örgütler tarafından yapılacak ne tür etkiler (persuasion) yasal ve arzu edilir olabilir?
Böyle bir tartışma yalnızca yazılı biçimde de dile gelmiyor. On dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde, ‘ayrıcalıklı sınıf’ üyelerinden bazılarının, eğitimin ve kültürün yararlarını daha az şanslı konumda olanlara yaymak için gösterdiği kararlı ve özverili çabalar, aynı hareketin bir bölümüdür (üniversitelerce, önce Cambridge tarafından başlatılmış olan açık öğretimin geliştirilmesinde olduğu gibi). Aynı şekilde, kendileri de işçi sınıfından gelen on dokuzuncu yüzyılın o becerikli reformcuları, politik ve ekonomik olduğu kadar kültürel bir misyonlar da olduğuna inanıyorlardı (yetişkin eğitiminden bir örnek daha verelim: üniversiteler orada el değmemiş bir alan üzerinde çalışmıyorlardı; üniversitelerden önce, işçi sınıfının kültürel gelişmesi için birçok halk örgütü vardı).
Asıl amacı, kitle iletişimi tartışmasının, daha büyük ve daha uzun bir sorgulamanın bir kısmı olduğunu göstermek olan karmaşık bir geçmiş birikimin çok basit bir taslağıdır bu. Fakat sorgulamanın bugün neden özellikle etkin olması ve özel bir ağırlığı olması gerektiğinin birazdan açıklayacağımız sağlam nedenleri vardır. Yirminci yüzyıl, ilk gerçek kitle iletişim araçları yüzyılıdır, bu da yukarda sıralanan türden sorulara özel bir ağırlık verir. ‘Yüksek kültür’, kitle iletişiminin itici ve ezici güçlerine ikincil olmaya mı yazgılıdır? Bütün eski kültür tipleri, yerlerini alan, Almanların ‘kitsch’ dediği yeni biçimlerin altında ezilecek midir? Yaratıcı sanatların ve özgeci entelektüellerin etkinliklerinin bu yeni iletişim yollarıyla ilişkisi nedir?
Ama önce, mass media3 nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır? Kesin bir tanım verilemez, ama işe yarar bir tanıma ulaşılabilir. Deyimin bugün normal olarak kullanıldığı şekliyle, kitle iletişiminin başlıca biçimleri, radyo ve televizyon yayınları, (bazı istisnalarıyla) basın, sinema ve bazı reklam tipleridir. Genel olarak, bütün bu etkinlikler -ayrımları da budur zaten- kesinlikle sınıf, gelir, geçmiş birikim, ya da yer bakımından nispeten farklılaşmamış çok geniş dinleyici ve seyirci kitlelerine yönelmiştir (işte bu anlamda, çoğu kitap, medya değildir). Bütün bu etkinlikler son seksen yılın4 ürünüdür; ondan önce, radyo ve televizyon yayını ve sinema yoktu; basın ve reklamlar vardı, ama onların medya olarak adlandırılmasına izin verecek biçimlerde değil.
Bu çağdaş iletişim biçimlerinin ortaya çıkabilmesi için çeşitli toplumsal ve teknolojik etmen bir araya gelmiştir. Bunlardan ikisine ağırlıklı bir önem verildiği için önce onların anılması gerekir. Doğrusu, bunların, sorunun daha karanlık yanlarına -yön ve nitelikle ilgili- getirdiği aydınlık o kadar fazla da değildir. Bu iki etmen, teknolojik ilerleme ve genel okuryazarlık düzeyidir. Bu iki etmen açık bir biçimde birbirini etkilemekte, medya’nın bir bölümü (özellikle popüler yayınlar) özellikle bu etkileşimden ortaya çıkmaktadır; öte yandan, sinema ve radyo-televizyon yayınlarının okuryazarlığa pek gereksinimi yoktur. Bu durumda, çağdaş kitle iletişiminin ortaya çıkışının en göze çarpan birincil nedeni teknik bilgi ve onun uygulanmasıydı. On dokuzuncu yüzyılın, özellikle son on yılında, bu alanın bütün bölümlerinde baş döndürücü bir hızlanma görüldü.
İngiltere’de, gerçektir ve önemlidir bu, bu ilerlemeler yeni bir okuyucu kitlesinin ortaya çıkışıyla hemen hemen aynı zamana rastlıyordu. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, Registrar-General5 İngiltere’nin -başka hiçbir ulusta daha önce görülmemiş bir biçimde- büyük ölçüde okuryazar olduğunu açıklayabiliyordu. Toplam nüfus ise artmakta devam ediyordu. Özellikle ilk basın krallarının özyaşam öykülerinde, bazı iş bilir insanların, bu yeni, okuryazar fakat entelektüel yönden kültürlü olmayan alıcı kitlenin sunduğu ticari olanakların farkında olduğuna değgin bol kanıt vardır. Bununla birlikte, kitle iletişiminin genel gelişiminde okuryazarlık düzeyine gereğinden fazla ağırlık verilmemesi için, iki belirlemenin daha yapılması gerekir.
- Birincisi, on dokuzuncu yüzyıldan önce İngiltere’de ancak küçük bir azınlığın okuyabildiği gibi bir çıkarsama yapmak yanlıştır. Son araştırmalar, yüzyılın ortasına doğru, işçi sınıfı içinde bile önemli bir çoğunluğun okuyabildiğini göstermektedir.
- İkincisi örneğin 1840’ta, işçi sınıfı için çok sayıda ucuz yayın vardı; bu yayınlar kabaca iki tipe ayrılıyor: ‘geliştirici’ olanlar ve sansasyonel olanlar.
- Üçüncüsü halk kitlelerinin yasal eğitimi ile bazı kitle iletişim türlerinin ortaya çıkışı arasında çok basit bir ilişkinin olduğu varsayılırsa, o zaman, bu yayınların daha çok çalışan insanlara seslendiğini, bunlardan hemen hemen yalnızca çalışan insanların etkilendiğini varsaymak da daha kolay olur. Temel gerçekse hiçbir zaman bu değildi, ve geçerliliğini hergün biraz daha yitiriyor.
Kitle iletişiminin gerisinde, bize onların doğası ve niteliği hakkında çok şeyler söyleyen, iki başka etmen yatıyor. Bunlardan ilki, hem demokrasilerde hem de totaliter devletlerde, merkezi toplumsal planlamanın gelişimidir. Hemen bütün toplumlarda, özellikle de her gün sanayileşmekte olan toplumlarda, bir tür ulusal bilinçlilik bugün her zaman olduğundan daha büyüktür. Bu, mutlaka ‘ulusal ruh’ denen şeyin daha güçlü olduğu anlamına gelmemektedir, ama bu toplumların, yurttaşlarına bir kitle olarak seslenmeye, onları belli yönlere yönlendirmeye her gün daha çok gereksinim duyduklarını göstermektedir. Kitle iletişiminin gerisindeki kamu ya da hükümet baskısıdır bu, ve çok çeşitli şekillerde görülebilir: Baskı altındaki ülkelerde devlet ideolojilerine bir destek olarak (Mussolini İtalya’sı, Hitler Almanya’sı, Sovyet Rusya, Komünist Çin); demokratik ülkelerde özellikle savaş ve ‘soğuk savaş’ günlerinde teknolojide ileri bir devletin barış zamanı gündelik yaşamındaysa, gittikçe artan ölçüde görülebilir bu durum. Kitle iletişim yollarının farklı ülkelerdeki benimsenme hızları karşılaştırıldığında, çeşitli etmenlerin hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermek güçleşmektedir. Demokrasilerde ticari güçlerin önemini olduğundan fazla değerlendirme eğilimi vardır bizde. [Oysa] daha büyük güçlere, kamu ve hükümet baskılarına daha çok önem vermeniz gerekir.
Yine de, demokrasilerde önemli ticari baskılar vardır. iki büyük savaşın yaptığı hasara karşın, nüfustaki artışlara karşın, son yarım yüzyılda birçok Batı ülkesinin gerçek (reel) zenginliğinde önemli artışlar görüldü. Her gün çok daha fazla sayıda şey yapılıyor ve rekabet içersinde satılmak zorunda. Örneğin İngiltere’de, gelirlerinin hemen tümünü daha önce geçimine harcayan, yine de geçinemeyen büyük bir halk kitlesi, bugün, zorunlu olmayan ama sahip olunması güzel eşyalara harcayacak paraya sahiptir. Bütün toplumda eşit bir şekilde yaygın olamamakla birlikte genel bir gerçektir bu. Savaştan bu yana özellikle gençlerin marjinal harcamaları, zengin ticari işletmeleri cesaretlendirmiş, aynı zamanda bu işletmelerce cesaretlendirilmiştir; tersine, emekliler ve çalışma yaşını geçmiş olanlar savaş-sonrası bolluktan fazla yararlanamamaktadır (ticari televizyonun ‘gençliğe’ ayırdığı yeri yaşlılarınkiyle karşılaştırın). Bu genel düzelme, bir toplumda gelirlerin aynı düzeye gelişiyle birlikte olabilir de olmayabilir de. Önemli olan nokta, daha önce temel olmayan tüketim malları üreticilerinin ciddi ve yoğun dikkatlerini çekecek bir kazanç düzeyinde olmayan çok sayıda insanın bugün bu düzeyin üzerine çıkmasını sağlamış olan gerçek zenginlikteki genel yükselmedir. Bunlar, pazar araştırma uzmanlarının, özellikle, daha önce yalnızca orta ve yukarı sınıftan olanların yararlandığı beğeniler için, ‘yeni pazarlar’; ya da daha yeni bir beğeninin veya yeni yaratılmış bir ‘gereksinim’in cesaretlendirilmesi zorunluluğu karşısında ‘potansiyel pazarlar’ dediği alıcı kitleyi temsil ederler.
Rusya’da ve Çin’de medya, hükümetin, olumlu ve nispeten tek amaçlı işlevlere sahip temel silahıdır. Medyanın farklı demokrasilerdeki kullanımı ise, her toplumun yapısına ve temel davranışlarına göre değişmektedir. Kabaca diyebiliriz ki, Amerika’da asıl ağırlık, kitle iletişimi araçlarının ticari kullanımı üzerindedir - satışa yardımcı olma ya da kendi başlarına kazanç getirici kuruluşlar olma eğilimindedir. Sorumlu ve oldukça güçlü etki odaklarına (Establishement) sahip, ama aynı zamanda ticari bir ‘açık’ demokrasi olan İngiltere’deyse kitle iletişiminin kullanımı, bu iki renkli karakteri yansıtmaktadır. İngilizler, doğrudan hükümet etkisini olabildiğince az kullanmaktan hoşlanır; ama onların güçlü kamu hizmeti ve kamusal sorumluluk gelenekleri, var olan gönüllü hizmetlerini desteklemenin olanaklı ya da uygun olmadığı yerlerde) düzenli fakat devamlı olmayan hükümet gözetimi altında çalışan, yarı özerk, uzman kuruluşlar kurmaya götürür. Üniversitelerin Bağış Kurulu (Grants Committee) ve Sanat Kurulu (Arts Council) bu tür kuruluşların tipik örneklerindendir. Bu gelenek, radyo yayınları gücünü göstermeye başlar başlamaz, 1920’lerin ortasında, kamu yararına yayından sorumlu yeni bir uzman kuruluşun -British Broadcasting Corporation- yaratılmasını sağlamada yardımcı olmuştur. Televizyonun ortaya çıkışından sonra ticari bir kanal konusunda -ülkenin artan zenginliğinin de güçlendirdiği- büyük bir baskı vardı, böylece 1954’te reklam kazançlarıyla ikincisi bir televizyon kanalını yürütecek Independent Television Authority (Bağımsız Televizyon Yetkesi) kuruldu. Bunun savunucuları bu kanaldaki programların, Birleşik Devletler’de olduğu gibi reklamcılar tarafından paraca desteklenmediğini ileri sürerler hep. Doğrudur, ama Amerikan televizyonu ile İngiliz I.T.A. televizyonu arasındaki benzerlikler, farklılıklardan daha büyüktür. Her ikisinin genel eğilimleri ise B.B.C.’ninkilerden belirgin şekilde farklıdır. İngiliz ikinci kanalını, ‘bağımsız televizyon’dan çok ‘ticari televizyon’ diye adlandırmak daha uygun olur. Böylesine merkezileşmiş ve anında böylesine geniş bir seyirci kitlesine ulaşmış olan bir medyada tam bağımsızlık olamaz ya kamu hizmeti sorumluluklarını, olabildiğince nesnel bir biçimde yerine getirme yolu seçilebilir; ya da reklamlar için para ödeyenlerin çok yönlü genel isteklerine kapılınır. Bugün her biri İngiliz halkının dikkatini çekmek için yarışan ve temel bir ‘bağımlılık’ biçimi gösteren bu iki kanal, bu denemenin iki izleği (teması) için en göze çarpıcı kanıttır: kitle iletişim organlarının asli gücü ve önemi; Büyük Britanya’nın bu organların kullanımıyla şaşılacak derecede karmaşık ilişkisi - bu ilişkiler kısmen tarih ve gelenek, kısmen de yeni yeni beliren ticari ve kültürel baskılarca belirlenmektedir.
Büyük Britanya’da, özellikle son otuz yıl süresince, şu dört etmen -teknolojik ilerlemeler, okuryazarlık düzeyi, artan kamu bilinçliliği ve artan mal tüketimi- hemen bütün kamu iletişim biçimlerinde göze çarpan iki değişimi körüklemiştir. Merkezileşmeye (centralization) ve yoğunlaşmaya (concentration) yönelik bu değişiklikler, bir dereceye kadar, iletişim araçları kitle iletişim araçlarına dönüştükçe gelişecektir; İngiltere’de çok hızlı gelişmektedir bunlar.
Merkezileşme, yerel ya da bölgesel iletişim kaynaklarının bir metropolitan kaynağa yol açma eğilimini gösterir. Metropolitan alanın kendisiyle, her biri, belli bir dal içinde ulusal popüler gerecin çoğunu sağlayan dilimlere bölünür (örneğin, popüler şarkılar için Denmark Caddesi ve yöresi). Bu sürecin İngiltere’de böyle hızla gelişmesinin birtakım nedenleri vardır. Ülke yüksek derecede sanayileşmiştir, nüfus yoğundur, toprak küçüktür ve iyi bir iletişim vardır. Pratik olarak, radyo ve televizyon yayınıyla anında, ya da bir ulusal gazeteyle birkaç saat içinde herkese ulaşılabilir. Birleşik Devletler, kabaca İngiltere’den üç buçuk kat nüfusa, fakat otuz kat toprağa sahiptir. Hollanda ve Belçika, yukarda verilen özelliklerin çoğuna sahiptir, ama nüfuslarının görece azlığı, iletişim alanında gerçekten büyük kuruluşların kurulabilmesini olanaksız duruma getirmektedir. İngiltere’nin de güçlü bölgesel kültür ve entelektüel etkinlik merkezleri yoktur. Edinburgh ve Manchester böyle bir savda bulunabilir, ama diyelim Napoli ve Milano’yla yapılacak bir karşılaştırma bu savın ne denli sınırlı olduğunu gösterecektir.
İletişimde merkezileşme, ticaret ve sanayideki merkezileşmeyi yansıtır. Aynı şekilde, merkezileşme daha yaygın ekonomik hareketleri yansıtır. Merkezileşme, bir tür hemen bir tek tutarken, yoğunlaşma her tür içinde çeşit yönünden bir azalma yolunu tutar. Sanayide, motorlu taşıt üretimi bunun belirgin bir örneğidir. Çeşitli türden arabalar vardır (aile arabaları, spor arabalar, limuzinler ve steyşinler) fakat her tür içindeki farklı markaların ve modellerin sayısı azdır. Bu şekilde beslenen büyük pazarların açık üstünlükleri vardır: düşük fiyat, nispeten sabit, çalışan insan sayısı, kaynakların araştırma için bir araya toplanması. Bazen değerli entelektüel ve yaratıcı yapıtların dağıtımında bu üstünlüklerden olumlu bir biçimde yararlanılabilir bugün Birleşik Devletler’de, daha küçük ölçüde de olsa İngiltere’de gelişmekte olan, değerli kitapların ucuz baskılarının çıkarılması gibi. Fakat bu daha çok varolan iyi nitelikli bir ürünün pazarlanması sorunudur (aynı makineler bu türden her yayına karşılık son derece niteliksiz bir sürü şeyler üretir). Kültürel konularda yoğunlaşmanın ortaya çıkardığı sorunlar burada yatmaktadır: yoğunlaşmanın, var olan ürünü yalnızca dağıtmakla kalmayıp, büyük ölçüde bütün yeni ürünlerin biçim ve yapısına karar vermesi, yaklaşımda ve tavırda çeşitliliği azaltıyor, çoğu zaman kitle alıcıyı çoğaltacak tavırlar arıyor. Motorlu araçlar gerçekte pek önemli değil; bunların üretimini merkezileştirerek ve yoğunlaştırarak işe yarar modelleri daha ucuz elde ediyorsak, bizi doyurabilir bu. Ama ucuzluk, hız, çağdaşlık, şıklık, entelektüel ve yaratıcı konularla tamamen ilgisiz şeylerdir; daha da kötüsü bunların gerçek değerinin tamamen dışında şeyler pahasına satın alınır bu ürünler.
Radyo ve televizyon yayınları yüksek teknolojik bir dönemin ürünleridir ve daha ilk günlerinden başlayarak her ikisi de merkezileşmiş ve yoğunlaşmıştır. Sinema, hemen tamamen kazanç getiren bir sanayi olduğu için, nerdeyse başlamasıyla birlikte merkezileşmiş ve yoğunlaşmıştır; bir filmde, küçük de olsa yeni bir buluşa gidildiğinde, beğenimiz, bunun nasıl bir kayıp anlamına geldiğini bize yeterince gösterir. Fakat İngiliz basınında ve zamanlı yayınlardaki son otuz yıllık değişmeler, bu tip üretim daha başlangıçta çok değişik çıkışlara ve tavırlara sahip olduğu için, çok açık bir biçimde merkezileşmeye ve yoğunlaşmaya doğru bir eğilimi ortaya koyuyor.
Halen yayımlanmakta olan taşra gazetelerinin sayısı bu alanda en azından merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın henüz fazla ileri gitmediğini gösterir gibidir. Kuşkusuz, taşra akşam gazeteleri, sabah gazetelerinden daha bağımsız bir yaşama sahip. Fakat çoğu taşra gazetelerine yakından baktığımızda, merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın burada da olduğunu görürüz. Dışardan bakılınca, bir gazete bir taşra kasabasının olabilir, editörü de onun banliyösünde yaşıyordur. Fakat çoğu kez bu gazeteler birçok önemli yönden, Londra’nın büyük ortaklıklarının taşra çıkışlarından, basımevlerinden başka şeyler değildir: bir miktar yerel haber ve görüş içermelerine karşın (daha çok, bir bölge gazetesindeki yerel ekler gibi şeyler) ana yorumları ve başyazıları, temel yazılar, tamamen yerel olanların dışındaki bütün konular üzerine yargılar büyük bir olasılıkla her gün Londra’dan teletiple geçilir ve bütün İngiltere’de aynı merkezi kontrol altındaki gazetelerde yayımlanan şeylerdir.
Merkezileşme burada daha da göze çarpıcıdır. Birçok kimse hâlâ İngiltere’nin aşağı yukarı eşit etkiye sahip sekiz ya da dokuz ulusal, popüler günlük gazetesi olduğunu sanır. Gerçekten de sekiz ya da dokuz gazete vardır, ama onların satışlarındaki farklılığa şöyle bir bakınca, yoğunlaşmanın nerelere vardığını görebiliriz. Ulusal, popüler sabah gazeteleri arasında yalnızca ikisinin satışı, bir tek gündeki bütün satışların yaklaşık üçte ikisi kadardır. Durum, populer Pazar gazeteleri, haftalık aile dergilerindekine benzer, kadın dergilerinde daha da belirgindir bu.
Bazılarının yaptığı gibi, medya’nın, bir iletişim aracından, dağıtılma şekliyle özelliği değişmeyen bir maddenin büyük ölçekli dağıtım için açılan kanallardan başka bir şey olmadığını söylemek yeterli değildir. Bu savda gerçek payı da vardır ve kitle iletişiminin sağlayacağı yararları daha da belirgin hale getirir. Televizyon, çoğumuzun başka yollardan elde edebileceğimizden çok daha geniş alanda bir dizi önemli ilgi alanları ve beğeniler sunabilir, doğrudur, bize yeterince sık söylenen şey de bu. Milyonlarca kişiye kamu yararına herhangi bir konu üzerinde gerçekten bilgilendirici bir tartışmayı görme fırsatı da verir; bazen, televizyon olmasaydı kafamızda ancak bir isim olarak kalacak çok etkileyici kişilerin özelliklerini çok yakından tanıma fırsatı verebilir bize; aydan aya, iyi oynanmış, iyi sahneye konmuş, çoğumuzun yaşam boyu göremeyeceğimiz oyunlar sunabilir. Kısacası, televizyon bir iletici, çok yanlı bir iletici olarak çalışır; son derece değerli de olabilir.
Kitle iletişiminin bazı başka biçimlerinin daha az gözle görünür ya da basit yollardan, ‘doğrudan’ ileticiler olarak iş gördüğü de olabilir. Bunların dağınık ve çeşitli sözel aracılardan ilkel bir halk sanatını saklama görevini aldığı zamanlar da olur. Bu karanlık ama güçlü simgesel dünyada bazı çizgi-öyküler, bugün bir kent öyküleri ve mitleri karanlık ağının yani başında iş görüyor, belki de onun yerini almaya başlıyor. Bu yontulmamış fakat anlamlı alt-dünya, ne kitle iletişim alanında çalışan yazarlar, ne yazın araştırmalarınca, ne de reklam metni yazarlarınca -sevinebiliriz buna, çünkü kullanabilirlerdi bunları- fazla incelenmiştir.
Medya çalışmalarının çoğu, daha belli, daha açık bir işik altında yaprlir. Bu çalışmaların bir alıcı kitle için yapılıyor olması onun karakterini kökten etkiler. Konumu, hemen her zaman belli niteliklere sahip olmaya zorlar onu; bunlarsa, kitle iletişiminin den besleneceği yerleşik sanatların niteliklerinin zayıf yanlarıdır.
Kitle iletişimi genellikle, önce açık psikolojik ve toplumsal tanımdan kaçınmaya itilir. Kesin tanım ‘yüksek sanat’ta, herhangi bir türden somut tanım ise ‘düşük’ sanatta olasıdır, çünkü her biri, bir alıcı sınırlandırmasına bağlıdır.
İlk alıcı kitlesi, şimdilerde, büyük ölçüde toplum ve coğrafya etmenlerine fazla gereksinme duyulmaksızın kendiliğinden seçiliyor. Daha iyi bir terim kullanacak olursak, bunlar ‘seçkinler’ kitlesidir; bir yandan da hiç kuşkusuz aşağılayıcı bir anlamda değil -Sheffield’te memur, Manchester’de teknisyen ya da Croydon’da borsacıdırlar- bu işler günlük uğraşları da olabilir onların ve okumalarına destek de olabilir. Ama bu alıcı kitleyi oluştururken bir anlamda kayıtsızdırlar. Bir memur, Anna Karenina’yı, bir borsacı ya da teknisyenle temelde aynı bir dikkatle okuyabilir, oysa on dokuzuncu yüzyılda yukarı sınıftan bir Rus yüksek memurunun yaşamı, bunlardan herhangi birinin çok az bir toplumsal benzerlik gösterir.
İlk alıcı kitlesi, şimdilerde, büyük ölçüde toplum ve coğrafya etmenlerine fazla gereksinme duyulmaksızın kendiliğinden seçiliyor. Daha iyi bir terim kullanacak olursak, bunlar ‘seçkinler’ kitlesidir; bir yandan da hiç kuşkusuz aşağılayıcı bir anlamda değil -Sheffield’te memur, Manchester’de teknisyen ya da Croydon’da borsacıdırlar- bu işler günlük uğraşları da olabilir onların ve okumalarına destek de olabilir. Ama bu alıcı kitleyi oluştururken bir anlamda kayıtsızdırlar. Bir memur, Anna Karenina’yı, bir borsacı ya da teknisyenle temelde aynı bir dikkatle okuyabilir, oysa on dokuzuncu yüzyılda yukarı sınıftan bir Rus yüksek memurunun yaşamı, bunlardan herhangi birinin çok az bir toplumsal benzerlik gösterir.
İkinci tip alıcı, sınıf ya da coğrafyayla veya her ikisiyle sınırlıdır. Özgül bir yaşam tarzı sınırları içinde bir tür tanımlamaya izin verebilir, çünkü bu yaşam tarzı yereldir ya da toplumsal olarak kabul edilir bir yaşamdır. Bunlar, örneğin Peg’s Paper’in ya da Tatler’in alıcılarıdır.
Medya bu alıcı tiplerinden her ikisini de ancak pek seyrek olarak kabul edebilir. İlki, kullanım alanı olarak çok küçüktür; ikincisiyse, alışkanlık ve töreyle bölünmüş de olsa aşağı yukarı aynı tipten bir alıcı grubu’dur. Medyanın işi, temelde ikinci seriden bu alıcıları çok daha büyük bir grup içinde kaynaştırmaktır. Dolaysız bir kayıp vardır ortada. Lawrence’ın Sons and Lovers’nda (Oğullar ve Aşıklar) betimlenişiyle işçi sınıfı yaşamının dokusunu, hatta eski moda bir işçi sınıfı kadın dergisindeki göstermelik işçi sınıfı yaşamının tikelliğini ve yoğunluğunu, daha yenilerdeki sınıfsız kadın dergilerinde betimlenen göstermelik yaşamla, ya da İngiltere’deki ana politik partilerden herhangi birinin dağıttığı posterlerdeki, kitapçılardaki yaşamla karşılaştırın bir.
Kitle sanatında (mass art) ‘gerçekçi’ ya da fotografik yöntemin yoğun bir biçimde kullanılışı bu durumu daha iyi ortaya koymaktadır. Medya, özellikle de bir ticari toplumda, status quo’yu bile-isteye rahatsız etmeye ya da sorgulamaya cesaret edemez. Temelde onun işlevi, günün belirli yaşamını güçlendirmek, yeni ya da belirmekte olan alıcı kitlenin kendilerine sunulan ‘gerçekliği’ kabul etmelerine yardımcı olmaktır. Her şey ‘ilginç’, hatta aynı derecede ‘ilginç’ olarak gösterilmek zorundadır, çünkü bunun dışında bir şey yapmak, ayrılıkları akla getirecek ve böylece azınlıklar yaratacaktır. Bu yolla, yaşam, genellikle her biri bir sonraki kadar önemli, birbirini izleyen eğlenceler bütünü olarak gösterilir Bir televizyon ‘magazin’ programı ya da resimli haftalık bir magazin, bir film yıldızına, bir atom fizikçisine, yeni yetme bir ses yıldızına, büyük bir edebiyatçı’ya karşı hiçbir ayrım gözetmeksizin aynı türden görsel, yeni, ilginç bir davranış sergiler; ya da kişisel bir facianın da, yol yapımında yeni bir tekniğin de yakından çekilmiş resimleri aynı ağırlıkta sunulur. Sıra ve önem, görünümde saydamlığa, kaba deneyimi sonsuza kadar parçalama hevesine yol açar.
Bu yüzden, medya, pek ender olarak elindeki koskoca kitlenin koskoca bir kitle olduğunun farkına varsa da, bu kitleyi oluşturan bireylerle gerçek bir yakınlık kurmaya cesaret edemez. Bu kitleden herhangi bir kimseye ‘Şey, aman Allah korusun...’ ya da, ‘Ben bu davranışı kabul edemem...’ gibi şeyler söyletecek kadar açık ve bireysel olamaz. Sanatın dramatik dolaysız sonuçlarından ‘belgesel’in zararsız, mikropsuz dünyasına çekilir: orada, bireysel varoluşun yakın ayrıntıları, genelleştirilerek, ‘hepimizi ilgilendiren sorunlar’, ‘tarafsız’, ‘akıllı uslu’ ve ‘nesnel’ bir tarzda incelenmiş sorunlar konumuna indirgenir. Medya için özellikle üretilmiş hemen bütün işlerin özelliği olan bu standartlaştırmanın, bu aynılaştırmanın (stereotyping) temeli budur.
Medyanın, dünyanın bugüne kadar görmediği en büyük aydınlatma organı olduğu söyleniyor bize; örneğin bugün İngiltere’de milyonlarca kişi Panorama’nın hiçbir programını, yine milyonlarca kişi Tonight’in hiçbir programını kaçırmıyormuş. Bu savın bir temeli olduğunu zaten kabul ediyoruz. Ama o kadar da değil. Doğru, insanlık tarihinde hiçbir zaman bu kadar insan, toplumlar, yaşam biçimleri, kendi yerel toplumlarında öğrenebileceklerinden başka davranışlar hakkında bu kadar sık ve bu kadar fazla bilgi yağmuruna tutulmuşlardır. Böyle bir bombardıman, pekâlâ, bazı önemli entelektüel ve yaratıcı nitelikleri bir yargı genişliği, davranışlarda olası bir çeşitlilik duygusu elde etmek için bir çıkış noktası olabilir. Ama tek başına böyle bir bombardıman entelektüel ya da yaratıcı bir gelişme getirmez. Bir taş ocağında çevrede yatan ve anlaşılacağı üzere bir katedral yapımında kullanılabilecek taş yığınlarından başka bir şey değildir bu. Ama medya bu katedrali inşa edemez, bu taşları gösterme tarzı da başkalarını katedral inşa etmeye götürmez her zaman. Çünkü taşlar kendi içinde bütün, kendi kendine yeterli bir dünyada sunulur; taşlara yalnızca bakmak, aralarındaki farkın tek tek ilginç noktalarını uçarcasına gözlemlemek tek başına yeterli bir şeydir izlenimi verilir.
Gerçekte yaşam, yurttaş olarak ya da tek tek kişiler olarak üzerinde kararlar vermek zorunda olduğumuz ya da bunu denemek zorunluluğunu hissettiğimiz sorunlarla doludur. Ama çoğunlukla ne bu kararların gerçek güçlüğü, ne de her bireyin bu işte karşılaşabileceği gerçek ve rahatsız edici meydan okuma medya aracılığıyla verilebilir insanlara. Gerçek bir seçenek bireysel bir karar önermeye karşı medyada bulunabilecek isteksizlik, müşterilerin mutluluğunu bozmamak gibi ticari bir isteğin ürünü değildir yalnızca. Kitle iletişiminin yapısında vardır bu. Kuruluşların, ne denli iyi niyetli olursa olsun, şekilleri ne olursa olsun (Devlet, Kilise, gönüllü grupları, politik partiler) halk gemisinin şiddetle kayalara bindirmesini önlemede çıkarı vardır, bu yüzden de medya içinde çalışanları öylesine etkiler ki, bunlar, tartışma ve sorgulama yapar gibi görünseler de, bu tür sorgulamaların gerçekten zarar verebileceği yerlerde deriyi çatlatmayan üretim biçimlerine duygusuzca yönelirler. Sorunları sergilerken, demokratik toplumun herkesin kabul ettiği basmakalıp varsayımlarının tamamen içinde hareket etmeye yönelecek; ne bu basmakalıp varsayımları kökten sorgulamaya, ne de bunları çağdaş yaşamın özelliklerine rahatsız edici bir biçimde uygulamaya girişecektir; programların verdiği ‘uyarı’yı vurgulayacaklardır, ama bu, çok geçmeden ajitasyonun kendisinin ilginçliği adına sorunların bir ajitasyonu haline dönüşecektir; dolayısıyla bu da yine status quo’nun bir kabul şekli olacaktır. Bu eğilimin bazı istisnaları vardır, ama bunlar tipik değildir.
Sonuç, yüzlerce radyo ve televizyon programında, kamu sorunlarının popüler basında gördüğü normal davranıştaki kadar açıklıkla görülebilir. Okuyucuların ya da seyircilerin farklı birikim düzeylerinde olduğu varsayılabilir, ama genellikle olan şey, yargıya varma sürecinin yerine başka bir şeyin konmasıdır. Bu tür programlar her iki kanalda da görülüyor sundukları ‘uyarı’ yönünden değil de, (belirli aralarla yinelenen) uyarının, dikkatle ulaşılmış ve akılda ve nabızlarda denenmiş yargının yerini alması, ona bir engel olması bakımından önemlidir. Öyleyse kitle iletişimi entelektüel sorunları göz ardı etmiyor; onları iğdiş etmeyi, onların şöminenin bir kenarında bir aile oyuncağı gibi uslu uslu, hiçbir işe yaramadan oturmalarını istiyor.
Aynı şekilde, kitle iletişimi, yaratıcı sanatı da göz ardı etmez. Onunla beslenmek zorundadır, çünkü gereçlerinin ve yaklaşımlarının çoğunun kaynağı yaratıcı sanatta ama onu sömürme yolunu arayıp bulmak zorundadır. Ona yaşam veren siniri kesmek ister - bir sanatçının toparlayabileceği bütün yaratıcı ve entelektüel kaynaklarla, deneyiminin doku ve anlamını sorgulamasını durdurmak ister. Bu yüzden medya, sanat su katılmamış bir estettir; sanatın olası anlamlarını ve önemini değil de, biçimlerini ve biçemlerini ister. Kendisi kitle iletişimi olması dolayısıyla, alıcı kitlesinin bir yandan acilen bilgilendirilmesini, ilgisinin çekilmesini isterken, bir yandan da bu kitlenin belirsizliğinin farkındadır. Ciddi bir sanatçı, alıcısını düşünmez demenin bir anlamı vardır elbet (alıcının, konuyu sömürdüğü, sanatçının ilgisini böylece paylaştığı düşünülerek); ya da, belirli bir alıcısı olan popüler bir sanatçının o alıcı kitlesini benimsediğini, çünkü yapıtının hiçbir zaman dikkat çekilmeyen davranışlar içinde yuvalandığını, onları dile getirdiğini söyleyebiliriz, bunun da bir anlamı vardır. Ama medya içinde çalışan bir kişi, öncelikle bir şey bulmaya ya da bir şey dile getirmeye çalışıyor değildir Bir alıcı kitlesi yakalamaya ve onu elinde tutmaya çalışıyordur. Tavır, konudan daha önemlidir. Belli bir programda çoğu kez bir tek yazarın değil, her üyenin kendi taktik buluşlarıyla katkıda bulunduğu bir ‘takım’ın bulunması, bu sürecin, ciddi bir sanatçının kendi inatçı imgesel dünyası karşısındaki tekil stratejisinden ne denli uzak olduğunu açıkça gösterir bize.
Bir sanatçı, medyayla onların koşullarında işbirliği ediyorsa (bazı sanatçılar kendi hesaplarına, kendi yaratıcılık koşullarıyla kazanabileceği başarılar hatırına medyayla birlikte çalışmaya devam eder) akıl almaz ödüller kazanabilir. Çünkü kitle iletişimi çağında sanat, ‘marjinal farklılaşma’nın en şaşırtıcı ve dolayısıyla aranan biçimlerinden biri olur. Kültür bir mal olur. Deneyin ikilemleri, nasıl ilginç ama aynı zamanda önemsiz birtakım enstantane resimlere (snapshots) ya da belgesel ‘sorunlar’ statüsüne indirgeniyorsa, sanat ürünleri de pırıl pırıl bir eklektik biçemler müzesine dönüşür bu müzede her biçem, belli zamanlarda ve belli yerlerde acı çeken ve sevinen bir insan ya da insanlardaki köklerinden kopmuştur artık. Oturma odanızdaki çiçeklerinizi nasıl sık sık yeniliyorsanız, çok meşhur bir yetkililer kurulunun sizin için seçmiş olduğu, Aztek sanatı, Afrika sanatı ya da Post-empresyonist veya Kübist resim örneklerini ya da yeni çıkmış bir kitabı (büyük olasılıkla kitle-toplumunun dehşeti konusunda) belli bir ücret karşılığında satın alabilir ve yenileyebilirsiniz. Tıpkı televizyon mağazasına son taksitinizi öder gibi. Yudumlarsınız, bakarsınız, tadarsınız, ama sonuç sıfır. Kültür bir buluş [yaratış] nesnesi değil bir gösteri nesnesi olmuştur; bir meydan okuma değil bir sunu. Tüketilecek bir şeye dönüşmüştür, tıpkı taze kokteyl bisküvileri gibi.
Yukarıdaki noktanın özellikle vurgulanması gerekir, çünkü medyanın yalnızca ‘kitleleri’ etkilediği; ‘kitlelerin’ dışarda, kültürsüz bir karanlık içinde büyük bir insan topluluğu olduğunu düşünmek fazla kolay bir şeydir. Belki de kitle diye bir şey hiç yoktur da - yalnızca medya çalışanları oluşturmaya çalışıyordur kitleleri ve biz de zaman zaman onlara bu izni veriyoruzdur. Ama bu ‘kitleler’ bir toplumsal sınıfla, hatta kafalarımızdaki (seçkinlere karşı) cahil ve yarı cahil portreleriyle özdeşleştirilemez. Observer’in kitap sayfasını okuyan herkes, kültürel ilgilerinde bile, kitle kandırımlarından kendiliğinden kurtulmuş olamaz.
Çünkü, inatla belirttiğimiz gibi, kitle iletişiminin birincil gereksinimi, olabildiğince geniş bir alıcıya ulaşmaktır. Sınıflar bölünür. Medyanın doğrudan ticaretin elinde olduğu yerlerde bu gereksinim daha da güçlüdür. Onlar, merkezileşmiş ve yoğunlaşmış mallarını satmak için merkezileşmiş ve yoğunlaşmış bir alıcı kitlesi aramak zorundadırlar. Dolayısıyla, medya daha geniş toplumsal değişiklikleri hem yansıtıyor, hem de cesaretlendiriyordur. Merkezileşmiş üretim, emeğin yapısındaki değişiklikler (kısmen daha etkili otomatik işlemler yoluyla), daha yüksek genel gelir düzeyleri, daha büyük toplumsal devingenlik, eğitim değişiklikleri - bütün bunlar, İngiliz yaşamının yerel ve sınıfsal çizgilerini değiştirmeye yardım ediyor. Bu çizgiler, kısmen, kültürel etkinliklerdeki bölünmelerle de ilişkilidir. İngiliz toplumu, pekâlâ, doğum ve paradan çok beyin, eğitim ve uğraş yoluyla yeni tabakalanmalar oluşturuyor olabilir. Ama böyle bir toplumun, eğer değişmez iç ayrılıklarla kışkırtılmayacak olursa, kabul edilebilir davranışların bir tür ortak alanına gereksinimi olacaktır. Demokrasilerde bu onama (muvafakat), çekici bir inandırma yoluyla ortaya çıkarılmak zorundadır. Ticari yönden güçlü ve nüfus yoğunluğu fazla olan demokrasilerde kabul edilebilir davranışlar, görünüşte değişik çok geniş bir davranışlar alanını içerebilir. Orada Vogue’a olduğu kadar Daily Sketch’e de, İngiltere Güzeli Yarışması kadar Ayın Kitabı Kulübü’ne de yer vardır. Fakat çeşitlilik yalnızca görünüştedir; onların sunduğu deneyimin dokusu spektrumun herhangi bir noktasında önemli derecede farklı değildir. Yani bir tür kültürel sınıfsızlığa ulaşmışızdır.
Geniş ve (dinledikleri sürece) sınıfsız bir alıcı kitlesine ulaşma gereksinimi, medyanın daha az şeyi olduğu gibi kabul etmesini sağlar. Burada ne tür bir gereç, ne tür tepkiler ve savlar kullanılabilir? Bu çizgi üzerinde, herhangi bir grubu yabancılaştırma riskine girmeksizin, nereye kadar gidilebilir? Buradan da anlaşılıyor ki, kitle iletişimi, yaltaklık etme, gurur okşama eğilimindedir, çünkü açıkça daha çekici olan tavrı, şaşırtma, rahatsız etme olasılığı olan tavrın önüne koyar. Çok daha önemlisi malına yönelik canlı bir ilişki arama ve bulma fırsatı yoktur pek. Gününe göre, varolan bazı tavırları, davranışları kullanabilir; bundan ötesini, büyük bir dikkatle yeniden var etmek zorundadır. Medyanın, çok sayıda kimsenin geleneksel olarak kabul ettiği davranışlar, özellikle de medyanın kendi içinde en uygun atmosferi yaratmada yardımı olabilecek karşısındaki garip ve sınırlı narsisizmini açıklar bu bize. Örneğin, hoşgörü, zalim olmama, cömertlik gibi çalışan sınıfın bazı yerleşik davranışlarını kabul eder - hatta bunları dostça ilişkiler içinde bir satıcılar ve alıcılar dünyasına kadar götürür -saptan daldırma çiçekler gibi- aynı görünürler ama yetişmiş oldukları toprakta olmadıkları için (güçlük gerginlik olmadığı için) çok geçmeden solarlar. This is Your Life ve Have a Go gibi programlar bu tür bir sürecin tipik örnekleridir - çoğu popüler gazetelerin, özellikle de dedikodu sütunlarının, mektuplaşma sütunlarının tarzı da öyle.
Bu tür bir alan genişlemesi ancak buraya kadar gidebilir, çok geçmeden aşırı genelliğin (stereotipi fazla genişleterek) ya da aşırı tikelliğin (alıcının bir bölümünü yabancılaştırarak) kayalarına çırpıp batma tehlikesiyle karşılaşır. Bu yüzden de, kitle iletişimi, ince, karmaşık sınıf farklılıkları belirgin olan toplumlarda, herhangi bir grup ya da sınıf tarafından çok özgül bir biçimde tanınan bir dünyaya değil, herkes tarafından kabul edilebilir bir dünyaya doğru gitmek zorundadır. Çoğumuzun, tüketici olduğumuz sürece, içinde bulunmaktan mutluluk duyacağımız yeni bir dünya bulmak zorundadır. Reklam metni yazarlarının cilalı dünyasının kökeni budur: çoğumuzun zaman zaman içinde bulunmayı hayal edebileceğimiz, yüzünden sırıtışın eksik olmadığı, ama yapay, ‘düş ürünü’ bir dünya. (Çok ender olarak naif olan) kitle iletişiminin çok bilmişliği, yapaylığı öyledir ki, bu dünyanın içinde, özgül tepkiler garip ‘seçkinlere’ hatta ‘aykırı’ bireylere bile yer vardır. Fakat bütün bunlar, süreç içinde, etkin bir biçimde kısırlaştırılmış olacaktır. Kitle iletişimi doğallıkla, tatlı, hoş, zararsız, ama bedensiz davranışlar dizisine doğru eğilim gösterir. Her gün biraz daha çoğumuz, maddi eşyalardan insan ilişkilerine kadar her gün biraz daha fazla şeyin, her gün biraz daha tüketicisi oluruz.
Bireysel yargı karşısında devamlı kontrol edilmedikçe, kitle iletişiminin daha önemli bir tehlikesine gelmiş bulunuyoruz şimdi. Öncelikle, kitle iletişiminin egemenliğindeki bir toplumda ‘seçkin’ kitapların okunup okunmayacağı konusu ilgilendirmiyor bizi (daha önce de gördüğümüz gibi, şöyle ya da böyle bunlar nasılsa okunacaktır): Böyle bir toplumda, her düzeyde, sanatlar yoluyla dile getirilen yaşamın niteliği ne olacaktır, sormak zorundayız kendimize. Bugün ortaya çıkmakta olan toplumda, edebiyatın, bu yazıyı okuyan çoğu kimsenin varsaydığı ve umut ettiğinden görece olarak çok daha küçük bir yeri olabilir.
Başka birçok şeyle birlikte, normal olarak tanınan ‘yüksek kültür’ü de doğurmuş olan karmaşık toplum kalbi değişmektedir. Aynı zamanda, çok sayıda insan bugün, bazı yönlerden, eskisinden daha özgürdür. Değişmiş bir toplumda, ‘yüksek kültür’ü oluşturan en iyi nitelikler, kendilerini ifade edecek başka yollar bulmak zorunda kalabilirler; ‘yüksek kültür’e fazla katkıda bulunacak bir konumda olmayan insanların eski yerel ve sözel yaşamındaki en iyi nitelikler de öyle. Bugün bunlardan biri atlanmış, göz ardı edilmiş; ötekiyse, tümden genelleştirilmiş iletişimin saldırıları karşısında aşınmış görünüyor. Toplumun her kesiminde, önemli bir ortak yaratıcı güç kaynağı vardır. Eğer her şeyin üzerine daha ince bir tüketici kültürü yayılmak istenmiyorsa, bu gücü ortaya koyan şeyler arasında (gündelik yaşamın bazı özellikleri, bugün sanat alanındaki bazı çalışmalar, bazı toplumsal örgütlenmeler, bazı eğlence biçimleri) uygun bağlantılar, gerçek bağlar arama işinde dikkatli olunması gerekmektedir. Uygun, kabul edilebilir bir kamu kültürünü oluşmadan önce tanımlamak olanaklı değildir. Böyle bir kültürün olanaksız olduğuna inanılmadığı sürece, ölü bir parlaklığa yol açabilecek eğilimlerin karşısına dikilmek kadar, iyi bir gelişim sağlayabilecek bütün kanallar açık tutmak için çaba göstermek zorundayız. Bugün edebiyata ilgi duyan birçok kimse, bu kanalları açık tutmaktan çok karşı çıkıyor. □
_______________________________________________
Çevirmenin notları:
Çevirmenin notları:
- Geçenlerde şair dostum Sina Akyol’la şiir üzerinde söyleşirken, konu medyanın sanatlar, daha da çok şiir üzerine etkisine geldi dayandı. Sina, bugün sivrilmiş genç şairlerden büyük bir çoğunluğunun reklamcılık alanında metin yazarlığı yaptığını, bunun da bu şairlerin şiirlerini belirgin bir biçimde etkilediğini söyledi, örnekler verdi. Gerçekten üzerinde durulması gereken ilginç bir konu. Bu konuyu yerelleştirmeden ve somut örneklemelere gitmeden önce, Birmingham Üniversitesi İngilizce Profesörlerinden Richard Hoggart’ın bundan otuz yıl önce, 1961’de İngiltere’de medya ve sanat-kültür ilişkilerine değgin gözlemlerinin konuya açıklık getireceğini düşündüm.
Prof. Hoggart’ın “Mass Communications in Britain” adlı yazısı, İngiliz edebiyatı konusunda, çeşitli yazarların katkılarıyla oluşan kapsamlı bir kılavuz kitap olan The Modern Age, Vol 7, Penguin Books’un 1966 tarihli dördüncü basımından alınmıştır, ss. 442-457.
- Ya, Gün Başlıyor, Bu Gece, İşte Hayatınız, Kadın Saati gibi çeviri, ya da Türkçeye uygulama yoluyla; Kompakt, Tempo, Monitor, Panorama gibi aynen alınarak üretilen, bizim televizyonlarda da görmeye alıştığımız programlar bunlar.
- Mass media’yı, Türkçedeki yaygın ve alışılmış “medya” terimiyle karşılayacağım, yazının bundan sonraki bölümünde.
- Bu yazının yayımlandığı kitabın ilk baskısının 1961 tarihinde yapılmış olduğunu anımsayalım burada.
- Registrar-General: Doğum, ölüm vb. kayıtları tutan resmi kuruluş.
Richard Hoggart (Türkçesi: Mehmet H. Doğan) | ADAM SANAT - SAYI: 74 - OCAK 1992