Din ve Edebiyat


Geçmişi elli bin yıl öncesine kadar çıkarılabilen din olgusu, insanın, anlayamadığı, karşısında güçsüz kaldığı doğa ve toplum olayların, tasarladığı doğaüstü, gizemsel güçlerle açıklamaya yönelmesiyle doğmuş, bu tasarımların kurallar, kurumlar, töreler ve simgeler biçiminde örgütlenmesini sağlayan çeşitli düzenlerin hepsi din kavramıyla karşılanmıştır. Sanatın kökeni konusunda yapılan araştırmalar da bizi din olgusuna götürmektedir.

Nitekim arkeolojik, etnolojik bulguların da kanıtladığı gibi, büyünün, dolayısıyla dinin sanatın oluşumunda etkin olduğu görülmektedir. İlkel toplumda büyü, yansılama dansları, tapınma törenleriyle gerçek, ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmak amacına yöneliyor, İlkel insan büyü yoluyla doğayı kendinden yana kılmaya, dönüştürmeye çalışıyordu. Dans, ezgi ve şiir büyünün araçlarıydı. ilkel dinlerde büyücünün, tanrılarla ilişki kuran kişinin ozan oluşu, tersinden düşünürsek, ozanın bir çeşit peygamber sayılması bunun kanıtıdır.

En eski Türk şairleri de, çeşitli Türk kavimlerinin şaman, kam, baksı, bahşı, ozan gibi değişik adlarla niteledikleri büyücü şairlerdir.

Fuat Köprülü, “Türk Edebiyatının Menşei” adlı incelemesinde bu büyücü-şairlerin Türk toplumları içindeki önemini,
saygınlıklarını Moğol egemenliği döneminde bile sürdürdüklerini kaynaklara dayanarak gösterdikten sonra şu sonuca varır:

İşte, baksı’ların bugünkü Kırgız ve Kazaklar arasındaki mevkilerine ait etnografi bilgisi ile, yine aynı bahşı’ların muhtelif zaman ve sahalardaki mevki ve vazifelerini gösteren tarihi vesikalardan elde ettiğimiz tafsilât birbiriyle kaynaştırılacak olursa, en eski Türk şair-sâhir-musikişinasların bunlar olduğu ve edebi tekâmülümüzün ilk saflarının umumi hatlar itibariyle diğer milletlerden meselâ Finlerden, Araplardan farksız bulunduğu tezahür eder.

Ayrıca, Türk edebiyatı tarihini, elimizde bulunan en eski metinlerden başlayarak, Türk topluluklarının benimsedikleri dinlere göre belli dönemlere ayırmak olasıdır. Edebiyat tarihi çalışmalarında da şimdiye dek bu yöntem uygulanagelmektedir. Nitekim yukarıda söz konusu edilen birinci dönemi Maniheizm ile Budizmin benimsendiği çağlar izlemekte, kazılarda bulunan en eski Uygur şiirlerinin çoğunun bu iki dinin etkisini taşıdığı, bir bölüğünün ise doğrudan dinsel nitelikli olduğu görülmektedir. İslamlığın benimsenişinden sonra da Türk edebiyatı yeni dinin etkisine girmiştir. Ama bu etki, yalnızca İslamlığın gelişmiş bir din olmasından ötürü değil, toplumsal nedenlerle de Maniheizm ve Budizmden daha köklü olmuş, dili ve kültürü yabancı ögelere açarak yüzyıllarca süren bir İslami edebiyatın oluşmasına yol açmıştır. Bu nedenle Türk edebiyatı tarihi başlıca üç ana döneme ayrılmakta, XIX. yüzyıla kadar olan dönem İslamlık öncesi ve İslamlık sonrası biçiminde ele alınmaktadır. XIX. yüzyılda Batı’ya açılışla birlikte oluşmaya başlayan yeni Türk edebiyatı ise, bir bakıma dinin etkisini kıran düşünüş biçimlerinin, bilimin etkisinde gelişecektir.

Dinin edebiyatta belirleyici bir etken oluşunun nedeni, toplumsal yapının biçimlenişindeki yeriyle açıklanabilir. Çünkü din, toplumsal örgütlenmenin en ilkel biçimlerinden başlayarak salt bir inançlar sistemi olmakla kalmamış, belirleyici bir ideoloji görevini de yüklenmiştir. Yaratılışın, dünyanın, yaşamın dinle açıklanışı, dinin dünya görüşüyle özdeşleşmesi sonucunu doğurmuş, dolayısıyla dine bağlı bir kültürün oluşmasına yol açmıştır. İnsanla mutlak varlık arasındaki ilişkiyi araştıran İslam düşüncesi de, oluşumun en somut örneğidir. Çünkü İslam düşüncesinde insan iradesinin özgürlüğü (hürlüğü), hayatın anlamı, doğru ve gerçek yaşamın yolları, İslam dininin ilkeleri gözönünde tutularak çeşitli şekillerde çözülmeye çalışılmıştır. Bundan ötürü, İslam düşüncesinde her şeyden önce din ve ahlâk felsefesinin önplana geçtiği görülür. (Selahattin Hilav).

Siyasetnameler, ahlâk kitapları da bu din ve ahlâk felsefesinin ürünüdür.

Öte yandan tasavvuf da Anadolu’da gelişen Türk edebiyatını besleyen ana kaynaklardan biridir. Özellikle XIII. yüzyılda toplumsal kargaşa halkı tarikatlar çevresinde kümelenmeye itmiş, çeşitli tarikatlara bağlı, ama temelde tasavvufun ilkelerini yayan mutasavvıflar edebiyatı araç olarak kullanmışlardır. Tasavvuf yalnız tekkeler çevresinde gelişen edebiyatı değil, divan ve halk edebiyatlarını da etkileyecek, tasavvufi anlamlar yüklenen mazmunlar bilinçli ya da bilinçsiz şairlerce yinelenip duracaktır.

Osmanlı dönemi Türk edebiyatını, tasavvufun genel etkisinin yanı sıra asıl iki temel inanış, Sünnilikle Şiilik ve Batınilik belirlemiştir. Bu nedenle, verilen ürünleri de öz ve konu bakımından dinsel (dini) ve dindışı (lâ-dini) biçiminde iki kümede toplamak gerekir. Divan edebiyatında tevhidler, münâcâtlar, na’tler, miraciyeler, siyerler, makteller, ramazaniyeler, mekanibnameler dinsel edebiyat ürünleridir. Bunlara edebiyat türleri kullanılarak yazılmış fıkıh, akaid, tefsir, hadis vb. kitapları da eklenebilir. Battalname, benzeri destansı öyküler de dinsel nitelik taşır. Zümre-tarikat edebiyatında ise ilahiler, nefesler, devriyeler, şathiyeler dinsel nitelikli şiirlerdir. Yalnız bunlar da, şiiri söyleyenin tarikatına ilişkin inanışlar, kavramlar ve Şii-Batıni inanışlar ağır basar. Kısaca, toplumsal yaşayışı örgütleyen din, edebiyatı da biçimler.

Burada, Türk edebiyatçılarının din karşısındaki tavrını da söz konusu etmek gerekmektedir. Aslında Türk edebiyatında XIX. yüzyıla dek dine karşı çıkıldığı ya da tanrının yadsındığı görülmez. Divan edebiyatında softalık, ibadet düşkünü kişiler (zâhit) eleştirilir gerçi, ama bu eleştiri özünde dini amaçlamaz. Giderek tasavvufu benimsemiş şairler bile şeriatla uzlaşmış görünürler. Daha doğrusu şeriat, ardındaki devlet yetkesiyle onları uyuşmaya zorlar. Eleştiri sayabileceğimiz çıkışlar asıl tekkeler çevresinde gelişen zümre-tarikat edebiyatından gelir..

En yetkin örneklerini Yunus Emre’de gördüğümüz,
kimi zaman yergiye varan bu eleştirilerin de özünde dini ya da tanrıyı yadsıdığını söylemek güçtür.

Sözgelimi Yunus Emre,
Din ü millet sorarısan âşıklara din ne hacet
Âşık kişi harabolur âşık bilmez din diyanet

ya da,

Unuttum din diyanet kaldı benden
Bu ne mezhep imiş dinden içeri derken dine karşı olduğunu değil, dinden ne anladığını anlatır.

Ona göre,
Gayrıdır her milletten bu bizim milletimiz
Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz
Bu din ü diyanette yetmiş iki millete
Bu dünya ol ahrette ayrıdır âyâtımız

Bu ayrılıksa inançta değil, yolda ayrılıktır:
Aşk imandır bize gönül cemaat
Dost yüzü kıbledir daimdir salât
Dost yüzün göricek şirk yağmalandı
Anınçün kapıda kaldı şeriat

Görüldüğü gibi benimsenmeyen din değil, şeriattır.

Yunus Emre ve daha sonra Alevi-Bektaşi
ya da genellersek Şii-Batıni inançlı şairler siyasal gücün egemen kıldığı din anlayışını eleştirirler, bu anlayışa ters düşerler.

Yine onların eleştirdikleri tanrı, ham sofuların yarattığı tanrıdır.

Hak cihana doldurur kimesne hakkı bilmez
Onu sen senden iste o senden ayrı olmaz

ya da,

Deli oldum adım Yunus aşk oldu bana kılavuz
Hazrete değin yalnız yüzsürüyü varan benem diyen bir ozanın Tanrıya karşı çıktığı düşünülemez.

Söz konusu olan vücudun birliği inanışının (vahdet-i vücud) insanı tanrıdan ayıran, tanrıyı ise kurduğu düzenin koruyucusu ve kollayıcısı gibi gösterme çalışan anlayışla çatışmasıdır. İnanç ayrılığı gibi görünen bu çatışma ise toplum yapısından kaynaklanmaktadır.

Gerek resmi İslam düşüncesinin, gerekse tasavvufun belirlediği dünya görüşünün XIX. yüzyıldaki Batılılaşma hareketleriyle birlikte değişmeye başladığı görülür. Batı düşüncesini (özellikle positivisme), dolayısıyla aklın, deneyin önemini, bilim ve tekniğin gelişmesindeki işlevini öğrenen, bilinçle kavrayamasa da tanıyan Tanzimat sanatçısı dünyaya ve insana Divan şairinin gözüyle bakmaz artık. Gerçi İslam düşüncesinin sınırlarını zorlamaz, eskiden bir anda ve bütünüyle kopamaz, ama varlık yokluk konusunda düşünmeye (Akif Paşa), tanrının birliğine akılcı kanıtlar aramaya (Şinasi) başlar.


Mehmet Kaplan, Tanzimat sonrası Türk edebiyatında Batı uygarlığının etkisiyle dinle bilim, akılla iman, görünen âlemle görünmeyen âlem arasında bir çarpışma olduğunu belirttikten sonra şunları söyler:

İnsana, ilme ve tekniğe iman, yeni Türk kültürünün büyük temlerinden birini teşkil eder. Ekseriya nesirlerde geliştirilen bu tem, Sadullah Paşa’nın Ondokuzuncu Asır manzumesinden sonra, şiirde, bir de Tevfik Fikret’in ikinci devresinde kendini gösterecektir. Cumhuriyet devrinde bilhassa teknik, siyasi fikirlerle de birleşerek Nazım Hikmet’in şiirlerinde heyecanlı bir tem halini alacaktır. (Şiir Tahlilleri, I. 1958)

Günümüz Türk edebiyatında dinin, buraya kadar açıklandığı biçimiyle etkin olduğu söylenemez. Cumhuriyetle birlikte kurulan lâik devlet, insanları, dolayısıyla edebiyatçılar inanç konusunda özgür bırakmıştır. En önemlisi sanat anlayışı, dünya görüşü değişmiştir. Gelişen bilim ve felsefe dinin yanıtlamaya çalıştığı soruları çok daha değişik boyutlarda yanıtlamıştır. Toplumsal yaşayışı dinin kuralları değil, yaşamın gereklerine göre değişebilen yasalar düzenlemektedir. Geçerli kılınmaya çalışılan ahlâkın ilkeleri de dine dayanmamaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, dinsellik olması gerektiği yere, inanç alanına ya da yasal söyleyişle bireylerin vicdanına itilmiştir.

Bu saptama, Türk kültür ve edebiyatından dinin sürülüp çıkarıldığı anlamına gelmez. Genelde, edebiyatın dinsel dünya görüşü dışında geliştiği yargısını kapsar. Yoksa, din salt bir inanç olarak varlığını sürdürdüğü sürece amacı insanı anlatmak olan edebiyatın da konusu olacaktır. Ayrıca mistik görüşler ya da insan ve toplum yaşamında dinin etkinliğini savunan düşünceler var oldukça bunların edebiyata yansıması da kaçınılmazdır. Söz konusu olan dinin doğrudan doğruya edebiyatı biçimlemesi değil, edebiyatın temlerinden biri olması ya da edebiyatçının dinsel inancının yapıta yansımasıdır. Edebiyat ürünlerinde İslamcılığın savunulması ise ideolojik bir tavır almanın sonucudur. Örneklenirse, Mehmet Akif’in İslamcılığı, Tevfik Fikret ve yandaşlarının Batıcılığıyla, Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının Türkçülüğüne karşı geliştirilmiş bir tezdir temelde. Bu açıdan Mehmet Akif de toplumsal bir görev yüklemektedir edebiyata.


Nitekim günümüzde de, sanatsal bir değer taşımayan, bireysel ya da siyasal çıkarlar sağlama amacına yönelik edebiyat verimleri dışta bırakılırsa, İslam düşüncesinin birçok şaire, öykü ve roman yazarına kaynaklık ettiği görülmektedir. “Diriliş”, “Hareket”,  “Edebiyat” gibi dergiler İslam düşüncesine dayalı bir edebiyatı geliştirmeyi amaçlamakta, Tarık Buğra, M. Necati Sepetçioğlu, Emine Işınsu, Sevinç Çokum öykü ve romanda, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, İsmet Özel gibi sanatçılar da şiirde bu edebiyatın başarılı örneklerini vermektedirler.

Yine de dinin bu sanatçıların yapıtlarında bile tek belirleyici ideolojiyi oluşturduğu söylenemez.
Ne toplum eski toplumdur, ne de toplumsal yapının belirlediği düzen eski düzen.
_________________________________________________________________
Kaynakça:
  • Sedat Veyis Örnek: “İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane”, 1971;
  • Fuat Köprülü: “Edebiyat Araştırmaları”, 1966;
  • Reşit Rahmeti Arat: “Eski Türk Şiiri”, 1965;
  • Selahattin Hilav: “Felsefe El Kitabı”, 1970;
  • Agâh Sırrı Levend: “Dini Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı - Belleten, 1972.



Atillâ Özkırımlı | sanat olayı - Sayı: 2 - Şubat 1981