Önce ellerine, dillerine sağlık diyelim: Hititçe belgeleri okuyanlara ve Hitit uygarlığı üzerine yoğunlaşanlara... Toprağın derinliğini eşelemeyi tutku haline getirip Arkeoloji bilimini yaratanlara da iyi dileklerimizi sunalım her zamanki gibi. Ve bu arada abur-cubur kentleşmeyi körükleyenlerden bir parça da olsa toprak isteğinde bulunalım. Ola ki tohumu yeşertmek, çiçeğe dönüştürmek isteyenimiz çıkabilir. Belki de kazmaya küreğe sarılıp toprağın derinliklerinde eski çağ ustalıklarının gizine heveslenen olur.
Toprağın altı ve üstünden söz açılınca, ölüm-dirim çağrışımı gündeme geliverir nedense. Toprağın altında bir iskeletin boyluboyunca yattığını düşünüp ürpeririz. Geceleri bu korku ateşli düşlere bile dönüşebilir. Toprağın üstü ise kuşlar, gökyüzü serin yağmurlar, güneş ve güler yüzlü yaşamı simgeler. Oysa Yunus Emre “Bana rahmet yerden yağar” deyişiyle bir başka görüyor toprağı...
Arkeoloji bilimi ya da arkeologların serüvenci emeği bir anlamda Yunus’la bütünleşiyor! Yunus’un bu deyişiyle arkeoloji arasında bir bağ kurma “gaflet”inde bulunmuyorum. Ne var ki toprağın derinlikleri de yabana atılır gibi değil uygarlık açısından. “Yerden yağan rahmet, toprağın kimliği, gizemi, bereketi. Onu arayıp bulmak, tadını çıkarıp ürününü de almak insansoyunun görevi.”
Anadolu toprağının öyle ya da böyle keyfini çıkaranlar bizler değiliz yalnızca. Eski çağ insanının “abus” suratlı olduğunu yazan çizen de yok bugüne değin; ilgisizliğimize bir neden aranıyorsa eğer. Onu ve sonu ne olursa olsun, çağımız insanı bu konuda bencil bir tutumu sürdürüyor. Tek gerçeğin kendinde olduğu savını habire yineleyerek. Bu bağnaz tutum “tarih bilinci” adına savaşlar, öldürülmeler, utku ve yenilgilere yer ayırıyor kitaplarında.
Binlerce yıl öncesi, yalnızca savaşı, küskünlüğü ve barışı içermiyor oysa.
Onlar da güldüler, eğlendiler, çaldılar, söylediler, giysiler kuşandılar, kötülüklerden yakındılar.
Kendi gerçeklerinin farkında olarak.
Örnek mi?..
Prof. Dr. Muhibbe Darga’nın “Eski Anadolu’da Kadın” kitabından hemen bir alıntı yapalım:
”Biliyor musun insanlık ne kötüleşti. Kardeş kardeşi yiyecek. Herkes komşusunu yutmaya çalışıyor... Buraya, Asur kentine gelme şerefini bize lütfet. İş mecburiyetlerini kopar. Küçük kızı, Tanru Asur’un kucağına yerleştir... Ah Asur’da yün çok pahalı. Parayı bana ayıracağın zaman, 1 mina gümüşü yünün içine yerleştir. Vergi için, bana yolladığı 1 mina gümüşü, denetleyenler istediler... Kız kardeşin Sallimahum, sen gittiğinden beri iki ev inşa ettirdi. Acaba biz ne zaman bunu yapacağız? Hiç mi? Assur-Malik’in daha önce getirdiği kumaşlara gelince, parasını niye bana yollamıyorsun?”
Dedikoduyu, serzenişi, vergi kaçırma kurnazlığını içeren bu sevimli mektup Asurlu kadın tüccar Lamassi’den Anadolu’ya, Hitit’e geliyor; dört bin yıl önce...
Aldırmazlığımızı kuşanarak “Ne var bunda?” diyebilir miyiz?
Örneğimizi ikileyelim: Bu kez lirik bir yazıttan bir bölüm...
Sümerceden Hititçeye çevrilmiş, Anadolulu yurttaşın edebiyat tadı için:
“Annemi bir simge ile tanımlayacağım.
O yıldızdır.
O mavi ebrulu Lapizlazuli taşıdır.
O kral kızının süllü mücevher kutusudur.
O saf gümüşten bir halka yüzüktür.
O boynun üstünde titreşen, örgüden yapılmış gerdanlıktır.
O su mermerinden yontulmuş heykelciktir...
Annem benim için ekin zamanının ilk suları, yağmur gibidir.
O bereketli hasattır.
O arzulanan bereket dolu bir bahçe gibidir.
O senenin ilk meyvesi, ilk ayın ürünüdür.
O bellenmiş toprak parçalarına dalga dalga sularını akıtan su yolu gibidir.
O bir mutluluk habercisidir.”
Oğulun anayı tanımlayan bu dizeleri, güneş tanrısını simgeleştiren Hititli yurttaşın demire, tunça ve taşa biçim vermesi, çamuru yoğurması için yeterli bir gerekçe değil mi?
⬤
Örneğimizde bu kez bir kral yakınması var. Kral Hattuşilis’in dayanamayıp kile yazdırdığı belge:
“Büyük kral Labarna, kurultaya ve soylulara şöyle seslendi: Bundan böyle ben hasta biriyim artık. Sizlere tahta çıksın diye, genç Labarna’yı takdim ettiğim zaman, onu oğlum bilmiş, kucaklamış, yüceltmiş, hatta şımartmıştım. Ama bu delikanlının hastalığım sırasında öyle davranışları oldu ki, anlatılır gibi değil. Ne gözünden yaş geldi ne de en ufak bir acıma belirtisi gösterdi. Soğuk ve katı yürekliydi. O zaman ben, kral, kendisini son bir kez daha sınamak istedim ve hasta yatağıma çağırttım. Böyle bir durumda bir yeğenin bile öz oğluymuş gibi yakınlık göstermesi gerekmez mi? Ama ne gezer! Delikanlı, kralın sözüne aldırış bile etmedi. Ama anasının sözlerini, o yılanın sözlerini can kulağıyla dinliyordu. Zaman zaman kardeşleriyle hemşerileri de ona kötü sözler taşıyıp duruyorlardı. Ben kral bunların hepsini öğrendim. Madem ki öyle, o halde dişe diş dedim. Artık bu iş bitsin. O benim oğlum değil artık. Bu kez anası bir inek gibi bağırmaya başladı: Vay benim tosunumun başına gelenler!.. Peki ama ben kral, ona hiç kötülük yapmış mıydım? Onu rahipliğe yükselten ben değil miyim? Fakat o hep kendi onurunu kolladı. Böyle yalnızca kendini düşünen biri Hatuşaş’ı sevebilir mi?”
İnsansoyunun bir gün Arkeoloji bilimini yaratıp, toprak altını eşeleyeceğini o günlerde bilebilir miydi acaba kral Hattuşilis!
Öylesine görkemli bir anlatım ki yazıttaki bu yakınma, binlerce yıl sonrasını düşünmese bile, insan soyunun araştırıcı, didikleyici, dedikoducu huyunu çok iyi biliyordu kral Hattuşilis... Üstelik “kalıcı” olabilme isteği yalnızca Anadolu’da değil, tüm geçmiş uygarlıklarda önceliğini korumuştur. Gizemini de kendinden sonraki çağlara bırakarak. İşte Mısır ehramları, Gordion’daki kral Midas’ın höyüğü vb...
Bilinen yazılı belgeler ve Arkeolojik buluntulardan kaynaklanarak; Hitit kadınının, antik dünyanın en “koket” kadınları olan Mısırlı, Giritli, hatta Mezopotamyalı kadınlarla yarışmayacaklarını, Darga bu kitabında da belirtiyor.. Siyasa, devlet ve ticarette payı olan Hitit kadını, Önasya toplumları içinde yetkin, özgür yanına karşın, Yunan ve Roma kadını sınırlı bir özgürlükle kuşatılmışlardı.
Süse düşkün bu kadınların yanında Hitit kadınları yalın, basite indirgenmiş ölçülü bir biçim anlayışının örneklerini kullanırlardı. Bunun kanıtı için Ankara Anadolu Uygarlıkları Müzesi ile İstanbul Arkeoloji Müzesi Eski Şark Eserlerini gezmek yeterlidir sanırım.
⬤
Hititli kadınlardan sözederken yasalara da değinelim kısaca. Darga’nın kitabındaki özgün belgelerden ikisini sunarak:
“İki genç insan arasında evlilik konusu olunca erkek, kız tarafına bir kuşata (başlık) öder. Kız ise varu (çeyiz) getirir. Kız taraf sözden vazgeçerse, erkeğin verdiği başlık kendisine iki kat ödenir.
Koca ayrılmak istediğinde, mal ve mülkünü eşit bölüşür. Eğer çocuklar var ise, çocuk annenindir ve gerekiyorsa erkek tarafından bir miktar gümüş nafaka alır.”
M.Ö. 2000 yılının ilk çeyreğinde Anadolu’da varolan gelenek ve göreneklerin doğurduğu yasal düzene göre “kadın evlenirken erkeğe satılmaz ve devredilmezdi de.”
Şimdi sorum şu: Biz bu kültürün bir parçası değil miyiz? Hititli yada Anadolulu yurttaşın usta eli altın, gümüş, broz ve çamura biçim verirken bize yabancı bir başka kültürü mü oluşturmuştu? Arıtılmış, basite indirgenmiş ve işlevselliğinden hiç bir şey yitirmeyen Hitit heykellerini göz göre göre yadsımaya çalışmıştık bir zamanlar. Neden ve niçin sorusuna yer vermeksizin...
İnsanoğlunun soy zinciri hiç bir yerde Anadolu toprağındaki gibi süreklilik sağlamıyor oysa... Hitit Mezopotamya’dan, Mısır’dan, Mezopotamya, Hitit’ten etkilenmiş. Frigya Hitit uygarlığı üstüne yerleşip kendine özgü kumaşını dokumuş, çamurunu yoğurup kap kacak üretmiş doğa tutkunu yüreğiyle. Ana tanrıça, Bereket Ana Kybele’yi yaratıp, ileriki çağların tanrıçası Artemis ve Afrodit’i onun çocukları kılmışlar. Avrupa ve Yunan kültürüne kaynaklık etmişler. Hadi gelin, kaldırın, yok sayın bu kültürü! Edebiyatı, yasaları, görkemli heykellerini!..
Bu yasalar, yakarışlar, kapkacak ve heykeller bugüne değin bulunmuş olanlar. Bırakalım toprağın altındakileri, kazılardan çıkarılan binlerce tabletin çok küçük bir bölümü okunabilmiş... Hitit uygarlığının başkenti, bugünkü adıyla Boğazköy’de büyük bir kitaplıktan sözediliyor. Hitit devlet arşivinden.
Bu kitaplığın yükü Hititçe bilen bir kaç kişinin omuzunda.
Okunmayan belgeler ise gizemini sürdürüyor; uygarlığa açılan kapının ardında:
Kimi aşk mektubudur,
yasalara ilişkindir,
ticari kurnazlıktır.
Dört bin yıl önce aynı dilimi yapılaşan başka toplumların edebiyat ürünlerinden çevrilmiş şiirdir, öyküdür belki...
İçimizin rahat etmesi için çoğu kez kullandığımız yöntemi uygulayayım ben de. Arkeoloji tutkunu Berlinli Ceram’ın “Tanrıların Vatanı Anadolu” kitabından alıntı yaparak:
“...tarihçiler 1871 yılında Hititliler hakkında hiç denecek derece de çok az bilgiye sahiptirler. Bugün bu ulusun M.Ö. 2000 yılında çok büyük bir siyasal güç olduğunu, egemenliğini bütün Küçükasya’dan sonra Suriye’ye de yaydığını, Babil’i fethedip Mısır’la başarılı sava lar yaptığı öğrendiğimiz zaman kendine özgü yazısıyla, kendine özgü hukuk düzeniyle köklü kültürünü kanıtlamış böylesine dev bir gücün arkeologların kazmasından, tarihçilerin karşılaştırmalar yapan gözünden yirminci yüzyıla varıncaya dek nasıl kaçmış olduğuna insanın bir türlü aklı ermiyor.”
Bir kültür olgusuna sahip çıkma açısından Ceram’a inat bugün bile,
“gözden kaçmış”lığın süregeldiğini bağıra bağıra söylemenin çığırtkanlık olmadığına inanıyorum.
(Bu konuda çırpınan, kendi ülkesinde de işin önemini duyurmaya çalışan bilim adamları
ve S. Eyüboğlu,
Halikarnas Balıkçısı,
Azra Erhat,
Vedat Günyol,
İsmet Zeki Eyüboğlu,
M. Cevdet Anday,
Yaşar Kemal gibi yazarları saygıyla parantez içinde tutarak.)
Günümüzde halkın dillendirdiği masallara, efsanelere kulak veriyorsunuz. Hititli yurttaşın dillendirdiklerine benziyor. Çalgıcıların sırayla geçtiği rölüyeflere bakıyorsunuz: Hititli yurttaşın biri püsküllü sazını çalıyor, öteki tef... Üzümler, şaraplar gidip geliyor şölen sofrasına. Günümüz Anadolu’sunun inançları Hititli yurttaşın da günlük yaşamında yer almış. Buğday, ekmek gibi. Toprağa, sayılara karşı inanç gibi. Baharı Anadolu’da dört bin yıldan beri kutlayanlara ne demeli!..
Son sözü Hitit kralı II. Mursilis’e bırakalım gene de.
Ülkesinde veba salgını olan ve vebadan ölen Mursilis’e.
Acıyla yakarışın, yalın anlatımın Anadolu’da bilinen ilk edebiyat örneğine.
Dört bin yıldır eskimeyen tadı dilimizde kalsın diye...
“Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, ey benim sahibim.
Ve ey benim sahibim olan bütün tanrılar.
Nivetleriniz deği sin artık.
Artık benim için de dostça şeyler düşünün.
Ve vebayı Hatti ülkesinden kovun,
Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, benim efendim.
Ve ey siz, benim efendim olan bütün tanrılar.
Doğrudur,
İnsan günah işler.
Benim babam da günah işledi.
Hatti’nin fırtına tanrısının, benim efendimin sözünü dinlemedi.
Ama ben hiç günah işlemedim.
Doğrudur,
Babanın günahı oğluna da geçer,
Bana da babamın günahı geçti.
Şu anda Hatti’nin fırtına tanrısına, benim efendime
Ve efendim olan bütün tanrılara iletirim ki,
Doğrudur, biz bunu yaptık.
Ve şimdi ben babamın günahını doğruladığıma göre,
Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, ey benim sahibim,
Ve ey benim sahibim olan bütün tanrılar
Niyetleriniz artık değişsin!
Artık benim için yeniden dostça şeyler düşünün!
Ve artık vebayı Hatti ülkesinden kovun.
...
Sizlere
Ülkem için,
Ülkemi vebadan kurtarmanız için
Kefaret kurbanları sunuyorum.
Bu acıları çekip çıkarın yüreğimden benim,
Ruhumdan bu korkuları alın benim.”
Gürol Sözen | sanat olayı - Sayı: 15 - Mart 1982