230. ölüm yılında Diderot ve Aydınlanma Çağı

Aydınlıklar Çağı’ndan çağdaş gölgelere

Mutlu rastlantı: İçinde bulunduğumuz biri öbürünü izleyen aylar, insanlığın ortak dramatik serüvenine ışık tutan evrensel fenerlerin -İnsan Hakları Bildirileri- yaşlı, yorgun ama deneyimli, dolayısıyla kuşkulu gezegenimizi aydınlattığı tarihler:

  • 24 Haziran “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi-II” (1793);
  • 4 Temmuz: ABD Bağımsızlık Bildirisi (1776);
  • 3/17 Ağustos: “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi-III (1795) ve
  • 17/26 Ağustos; “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi-I” (1789).

İnsanlığın yüzyıllarca sürmüş uzun ve ağır kışından sonra tüm bu yaz belgeleri, elbette, boş bir rastlantının ürünü değil. Ancak, tam ve gerçek anlamda bir bilince dönüşmesi için, kâğıttan, yaşama geçmesi gerek. Ne var ki, böyle bir dönüşümü beklerken, 1830, 1848, 1871 ile 1917’yi de arkada bırakmak zorunlu oldu. Onların da ardından, iki büyük dünya savaşını. Ve sonunda, 1948 tarihli, Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Bildirisi”ni de…

Her şeye karşın, Heine’ye sevgili terimlerle, “kâğıda sarılı gün ışınları”nın ete-kemiğe bürünmüş gerçeklere dönüşebilmesi için önümüzde yürünmesi zorunlu, zorlu bir yol var. Çetin ve uzun bir yürüyüş gerekli. Oysa, çağdaş gölgeler, yoğun ve karanlık kümülüs bulutları, açık ya da örtülü biçimde doruğa yönelmiş, dik yokuşu pekçok noktada kesiyor. Yürüyüşü ve soluğu, geçici bir süre için de olsa duraklatıyor.

Başlangıçta, söz ve yazı vardı. Tıpkı dinlerin izlediği toplumsal gelişim çizgisinde görüldüğü gibi. Eylem sonra geldi. Onun ardından da, değişimin temsilcisi yeni iktidar. Yönetimin değişen çehresi. Düş kırıklığı, yetersizlikler ve yeni çabalar.

Böyle bir tablo, bir bakıma, insan haklarının da topoğrafyası değil mi? İnsan haklarının üstünde yürüyüp günümüze ulaştığı, özveri, erdem ve zekânın kaldırım taşlarıyla döşenmiş, inişli çıkışı sarp patikanın boyuna kesiti?..

Son üç-üç buçuk yüzyıllık geçmişe geri dönüp bakılırsa, bir atardamarın içindeki kan basıncı gibi, tüm sıkışmanın öncelikle ilk 150 yılın çeperlerine sığdığı görülür: 1642-1793 arasında. Gerçek de o ki, zamanımızı belirleyen ve ona damgasını basan üç görkemli nirengi noktası işte bu dönemde:

  • İngiliz İç Savaşı ve burjuvazinin iktidara gelmesi;
  • Birinci (1649) ve İkinci İngiliz Devrimleri (1688).
  • Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve kıtanın kuzey kesiminin “burjuva göçmenler”in eline geçmesi.
  • Ve son olarak da, Büyük Fransız Devrimi.

Keşifler ve yeni bulgular, XVIII. yüzyıl gelip çattığı zaman bilimin eski sınırlarını zorlaması sonucu, önemli bir uygulama alanına kavuşmuş oldu.

Kuşkusuz, Newton ile 1689 İngiliz Devrimi arasında yadsınamayacak bağlar bulunuyordu.
Benzer biçimde, Lavoisier, Laplace, Lagrange ve Bouffon ile de Fransız Devrimi arasında doğrudan bağlar vardı.

Ancak, her zaman görüldüğü gibi, söz eylemi doğurdu. Eylem de, kendi sırası gelince sözü, yazıyı, kısaca düşünce’yi etkiledi. XVII. yüzyıldan başlayarak Avrupa’ya yayılan felsefe hareketi, Aydınlıklar Felsefesi, kıtanın egemen düşüncesini baştan ayağa etkilemişti. Çağın düşünür ve yazarlarına o yön verdi. Yeni fikir akımlarının çıkmasına yol açtı. Böylece, toplumda değişiklik gereğinin duyulduğu bir dönem başlamış oldu. Bu yüzden, XVIII. yüzyıl -yani Filozoflar Çağı- yeni bir toplumsal, ekonomik ve siyasal düzenin önerildiği dönem sayılır. Yeni dönem, yükselen yeni bir toplumsal sınıfın -burjuvazi- genel dünya görüşünü yansıtacaktı. Bu işleviyle de, bir dikkat çekme, bir uyarı rolü oynamaktaydı. Öbür deyişle, toplumun Ortaçağ’a özgü çehresi silinmeye başlıyordu. Kısa bir tanımlamayla, Aydınlıklar Çağı, 17 ile 35 madde arasında değişen Bildiriler’in hazırlandığı, olgunlaştığı yıllardır, denilebilir.

Gerçi, Aydınlanma Felsefesinin başlangıçta İngiltere’de doğduğunu söylemek aslında yanlış olmaz. Ama kökleri daha geriye ve derinlere uzanır, Rönesans’a ve Reform hareketlerine dek, sözgelimi. Bu geniş açı içinden bakınca hem rönesans, hem Reform, hem Aydınlanma Çağı, hem bir dizi “burjuva devrimleri” (1689, 1776 ve 1789), Avrupa’nın öz ürünleri sayılmak gerekir.

O dönemde, günümüze göre, Avrupa daha küçüktü. Daha bir bütünsellik taşıyordu. Herkes çitlerle çevrili “küçük toprağı”na mahkûm değildi. Özgürce dolaşım ak kâğıt üstünde bir ilke olmaktan çok gerçek bir uygulamaydı.

  • Hobbes, Galileo’yu ziyaret için İtalya’ya gidiyor, Paris’te yaşıyor; biri, öbür filozofun yapıtını daha yayınlanmadan okuma olanağı buluyordu.
  • Leipzigli Leibniz matematikte “Sonsuz Küçükler” hesabını Paris’te noktaladı. Sonra Spinoza’yı ziyaret etmiş, Newton ile kavga etmiş ve Prusya Prensesi için kitap yazabilmişti.
  • Kimi Kraliçe Christina’nın çağrısı üstüne İsveç Sarayı’na yerleşiyor, ona her sabah ders veriyor;
  • Hobbas geleceğin kralına matematik öğretiyor: kimini Hannover Hanedanı koruması altına alıyor;
  • Voltaire gibi kimisi de II. Frédéric ile birlikte uzun yıllar Postdam’da yaşıyor yahut, Çariçe II. Katerina ile mektuplaşıyordu.


  • Montesquieu, İran’ın dışında, Avrupa’nın belli başlı tüm ülkelerini dolaşmış; oralarda yaşamıştı.
  • Bir bakıma, Hume ile dostlukları ve dargınlıkları ünlü Rousseau da öyle. Daha devrimden önce J.J. Rousseau’dan Portekiz ve Polonya için anayasa taslağı hazırlanmasını istemişti.
  • Saint-Simon ise, İngiltere’ye başkaldıran Amerikalı “asiler”in yanıbaşında, onlarla birlikte yeni kıtada savaştı.

Öte yandan, Aydınlıklar Çağı’nın yıldızları, siyaset ve eylemin de sahne önünü onurlandırıyorlardı.

  • Bu durumun en talihli, en görkemli örneği, kuşku yok, Locke sayılır. Hem Whig Partisi Başkanı’na yazmanlık yapmış, onunla aynı sürgünü paylaşmış, hem de 1688’de tahta getirilen Orange Prensi William ile -daha Hollanda’da- dostluk ilişkileri kurmuştu. İkinci ile birlikte, o da ikinci sürgünden ülkesine döndü. “Uygar Yönetim Üstüne İncelemesi (1690)”ni yayımlayabildi. Belki, Locke’un da katkısıyla İngiltere “Özgürlükler Yurdu” oldu.

  • Gene, bir başka İngiliz filozofu olan Bentham için de durum benzer koşullara sahipti. Felsefi radikallerin önderi sayılan Bentham, yalnız İngiltere siyasetinde değil Fransız devrimcileri üstünde de büyük ağırlığa sahipti. İnsan Hakları Bildirisi’ne getirdiği eleştiri, ona “Fransız Yurttaşı” unvanı vermesini sağladı. Çağımıza göre ne büyük lüks!..

  • Rousseau için, belki söylenecek söz bile yok.


Tüm bu etkileşim, siyasal ozmos, şaşırtıcı görünüyor. Aydınlıklar Felsefesinin kısa sürede Kanal’ı atladığını, Ada’dan Kıta’ya sıçradığını bize kanıtlıyor. Evrensel boyutlar kazandığını, etkisinin kaçınılmazlığını da.

  • İngiliz filozofu Locke’un maddeci görüşleri, aklı ve deneyimi ön plana çıkarışı, özellikle Voltaire’i etkiledi. İngiltere’de uzun bir sürgün yaşamı olan bu Fransız yazarı, Locke’un bir çeşit Manş-ötesi elçisi oldu. Ama, benzer biçimde d’Alembert’i, d’Holbach’ı, Helvétius’u, Condillac’ı da sayabiliriz. Özellikle, aristokrat Montesquieu, İngiliz siyasal sisteminden büyük ölçüde esinlenmişti. Güçler Ayrılığı ülkesinin ilk izlerini Locke’da bulmak, bir rastlantı  sayılmaz.
  • Öte yandan Montesquieu’nün düşünceleri de Atlantik’i aşarak Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’ni, Thomas Jefferson’ı etkilemişti. Ve, yakın zamana dek İngiliz anayasasını da.



  • “İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üstüne Tarihsel Bir Tablo Taslağı”nın yazarı Condorecdet (1789’u görebilen tek düşünür), “Amerikan Devrimi, insan haklarını Neva Nehri’nden Guadalquivir’e kadar tüm Avrupa’ya tanıttı” der. Bu söz, gerçeğin ancak sınırlı bir tanımıydı. Gerçekten, Amerikan Bağımsızlığı, yıllar önce, ilk Batı iç savaşının -nedenler değişik olsa bile- nasıl Avrupa’da destekler bulduğunu gösteren tipik bir örnektir.

Bu arada, Manş Kanalı’nda görülen ters akıntıyı da unutmamak gerekir:

Fransız Devrimci Filozoflarının öğretisini İngiltere’ye taşıyan Bentham ve izleyicilerini.

Eşitlik havarisi, faydacı Bentham, Helvétius ile Condorcet’nin öğrencisiydi. Ancak, bu akılcı başkaldırma çizgisi, Fransız ve İngiltere’den sonra Almanya yoluyla Rus Aydınlıklar Çağı’nın dayandığı ilkelerbilim ve doğa, mutluluk, erdem, akıl ve faydacılıktı. O dönem filozofları, önce bilimsel meraktan yola çıkmışlardı. Voltaire’’in matematiği incelemesi, Newton’un anlamaya ve çözmeye çalışması gibi. Unutmamalı ki, Bouffon’un 44 ciltlik uzun soluklu dev ürünü Genel ve Özel Doğa Tarihi’nin yayını, 55 yıl sürmüştü.

Bu zengin ve parlak çağın akla tanıdığı ölçüsüz üstünlüğe, Rousseau, “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Konuşması”nda duyguları savunarak bir ölçüde denge getirmeye çalıştı. Onun uygarlığa karşı duyduğu ve gösterdiği tepki, bir anlamda, çağımızın “yabancılaşma” sorununa da ilk ve kaba bir parmak basış sayılamaz mı?

Çağın görüşleri, bir prizmadan geçerek -elbette çelişkileri ve tutarsız yanlarıyla birlikte- kaçınılmaz olarak eyleme yansıyordu. Bildiriler’in içeriğini oluşturdu, onlara biçim verdi. Ne var ki, bellibaşlı üç kişi ve özellikle yapıtları siyasal ve sosyal alanda derin yankılar yaratmıştı; bir yerde, etkileri yahut serpintiler günümüze dek ulaşmayı bildi: Locke, Montesquieu ve Rousseau.

En yaşlıları (1632-1704) olduğu halde, Locke Cumhuriyetçi bir ortamın ürünüydü. Bodin ve Hobbes zincirinin bir uzantısıydı. Siyasette attığı ilk adımlar, Stuart’ların keyfi yönetimine ve bağnazlığına karşı Parlamento’yu desteklemek, hoşgörüyü savunmak oldu. Mutlakiyete karşı çıktı.

“Hoşgörü Üstüne Mektuplar”ın yazarı ileriye doğru uzanmış bir kafanın sahibiyken, Montesquieu tarih sahnesinden silinmekte olan bir sınıfın -soylular- çıkarlarını savunarak dönemin gerisinde kaldı. Buna karşılık Rousseau, kısıtlı yaşamı ve az anlaşılmışlığıyla Fransız Devrimi’nin; görüşleriyle de temsil ettiği kitleler açısından 1789 -ötesindeki ufukların insanı oldu. Sözgelimi egemenliğin bölünmezliği ilkesi, doğal eşitsizliğin ayrımı, güncel öneme ve ağırlığa sahip, şimdi de savunulan çağdaş sorunlar değil midir?

Locke, krallığa karşı büyük darbelerden birini vurmuştu:

“Miras yoluyla iktidar” düşüncesini şiddetle eleştirdi.
Yönetim üstüne yazdığı denemesinde, günümüzde bile izlerine rastladığımız bir örneği kınıyordu:

Hükümdarın (yönetim) hem yargıç hem davacı olamayacağını.

Çağdaş nitelik taşıyan bir başka sorun:

“Çoğunlukların tanrısal hakkı, ileri bir noktada, krallığın tanrısal hakkı kadar tiranca olabilir” düşüncesi de gene Locke’un imzasını taşır.

İnsan Hakları Bildirileri’nde (1789, md.4) ve (1948, md.29) yerini bulan “başkaldırı hakkı”, başı kesilen Kral I. Charles günlerinin de etkisiyle Locke’un düşüncesinde geniş bir yankı yaratmıştı. O, bu hakkı, yürütme erkinin kötüye kullanılmasına karşı bir güvence olarak gördü.

Bununla birlikte Locke’dan önce, İsviçre’de takma isimli (Junius Brutus) bir yazar, Tiranlara Karşı Direnme Hakkı başlıklı kitabında bu hakkı uzun uzun savunur.

Ancak bu görüşler, mutlak monarşiye karşı soyluluğun getirdiği bir eleştiriydi. Bunu, daha sonra, 1789 Fransız Devrimi’nde, burjuvazi aynen aldı, benimsedi ve kullandı. Artık özgürlük, güvenlik ve mülkiyet hakları gibi, baskı ve zorbalığa başkaldırma hakkı da doğal ve zamanaşımına uğramayan haklardan sayılmakta. Bu hakkın kullanımına “İnsanın en kaçınılmaz ödevi” gözüyle bakılıyor.

Dikkat çekici bir nokta, Aydınlıklar Çağı filozof ve düşünürlerinin çoğunun soylu ya da burjuva oluşu.

Örnekler bol:
  • Baron de la Brédeet de Montesquieu,
  • Baron d’Halbach,
  • Marki de Laplace,
  • Kont de Bouffon gibi…

  • Bu arada, soylu olmadığı için düello etme hakkına lâyık görülmeyerek cezaevine atılan Voltaire gibi iğne uçlu kalemler de yok değildi.
  • Yahut, Toplumsal Sözleşme’nin yazarı Jean-Jacques Rousseau gibi orta sınıflardan gelenler.

1789 yaklaşırken,
  • bir yandan halkın egemenlik hakkını doğrudan kullanmasını isteyenler, yeni bir demokrasi önerenler, (Rousseau) çıkıyor,
  • öte yandan ise, Montesquieu, “halk kendi kendini yönetecek yeterlilikte değildir” diyordu.

İnsan Hakları Bildirisi’nde yer alan; “Güçlerin ayrılığı” ilkesi, Montesquieu’ya ün kazandırmış, onu bugüne ulaştırmış; ancak özgün oluş hakkı Locke’da kalmıştı. Yasama, yürütme ve yargının gerçekten ayrılıp ayrılmadığı bir yana; somut, yüzeysel sayılmayacak bir denetlemeye karşılıklı yer verip vermediği bir yana, büyük şirketlerin iktidarının da ilk üç güce eklenmesi düşüncesiyle çağdaşlık hakkı da gene Locke’a dönüyordu.

Ancak, İngiliz filozofunun öğretisinde ağır basan mülkiyet düşüncesine karşı Rousseau, her alanda eşitliğin sağlanmasını isteyen önerileriyle karşı-ağırlıklar getirmeye çalıştı. Bununla birlikte, 17 maddelik 1789 Bildirisinde mülkiyete aşırı önem verilmişti. “Kutsal ve dokunulmaz” bir hak olarak, iki maddeye birden yansıdı.

Ne var ki, Girondin’lerin düşüyle Jacobin’ler daha demokratik yeni bir Bildiri (1793) ve anayasaya yöneldiler.

Bu Bildiri’de eşitlik temel hakların başına kondu. Mülkiyet ise, en son sırada yer aldı. Kölelik yasaklandı.

Yalnız Robespierre ve arkadaşlarının uzun sürmeyen iktidarı -çünkü, bu iktidarı destekleyecek halk bilinci ve desteği henüz yeterince yoktu- bu demokratik atılımı kısa ömürlü ve etkisiz kıldı. Bu anayasayla uygulamaya konmak istenen Rousseau’nun görüşleri de böylece yaşama aktarılamadı.

Aydınlıklar Çağı’nın dinamizmini yaratan aydınlar, aslında, başlıbaşına belirleyici ve değiştirici bir etken değildi elbet. Ancak toplumun gören gözü, o nabzı tutan tabibin eli ve beyniydi. Temelde, toplumsal ilişkilerdi hareketin iç dinamiği. Toplumsal gelişme, koşulların olgunlaşması, kitlelerin “hazır” duruma gelmesiyle, aydınların “kıvılcım”ı birleştiği zaman değişim süreci başlayabilirdi. Vatikan’da, Sixtina Kilisesi’nde Michelangelo’nun tavanı süsleyen Yaratılış tablosunda olduğu gibi, geniş kitlelerle aydınların son saat için birbirlerine ellerini uzatmaları gerekliydi.

Sözgelimi, İngiliz İç Savaşı’nın itici gücü yeni İngiliz soyluları, yani “yeoman”lerdi.
Onların da arkasında XIV. yüzyıl köylü isyanlarının bulunduğunu kim yadsıyabilir?

Amerika’da, Virginia’da kurulan ilk sömürge ile Bağımsızlık Bildirisi arasına ise tam 170 uzun yıl sığmıştı.

  • Çay olayı.
  • Boston Limanı’nın cezalandırılması.
  • 13 İngiliz sömürgesinin ayaklanması.
  • Silahlı savaş komitelerinin kurulması ve komitelerin yönetiminin kuzeyde burjuvazinin, güneyde büyük tarım işletmecilerinin denetimine geçişi.
  • 1774 Philadelphia Kongresi’nin İngiltere Kralı’na sunduğu ünlü dilekçe ve Kongre’nin “asi” ilân edilişi.
  • Savaş,
  • sonra İç Savaş… gibi

Fransız Devrimi de arkasında kaçınılmaz bir gidişin tüm ipuçlarını bırakmıştı. Üstün yetenekli, ama başarısız kalmış nice maliye ve ekonomi cambazları; Colbert’den Turgot’ya, Calonne’a, Law’a ve Necker’a kadar. Ama bu yetkiler, isimler zinciri, 1789 ilkyazı geldiği zaman Açların Ayaklanması’nı önleyemedi. Devrim’in kıvılcımı sayılan seçimlerin yapılmasını da.

Tarihin ve talihin garip cilvesi: 1789, o dönem Fransa’sında yüzde 62’lik bir enflasyon sonucu kopmuştu. İşsizliğe gelince, iki yüzyıldır, insan haklarının kaba ve doğrudan çiğnenişi sayılmamak ayrıcalığını şimdi bile sürdürüp götürüyor.
_________________
(*) Ayrıca, işte Laplace! Kont Lagrange! Lavoisier’nin çalışma ortağı Volta! Filozof ve tarihçi De Mably!
Bilimlerde ve sanatta ilerlemeyi savunan, bilimin halka ulaştırılmasında büyük katkıları bulunan, 41 yıllık Bilimler Akademisi Sekreteri Fontenelle!



Uğur Kökden | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 100 - 15 Temmuz 1984
______________________________________________________________________________________



Diderot’nun büyük mirası


Nedir XVIII. yüzyılın önemi?

Batı’da burjuvazinin feodal düzene ve onun sahiplerine karşı “akıl” adına, ta Rönesans’tan beri yürüttüğü mücadelenin doruğuna ulaşması.
O “Aydınlıklar Yüzyılı”nı İngilizler başlatır, Fransızlar damgalar: Filozoflar”ı ve 1789’u ile.

O filozofların şefi, giderek bütün bir yüzyılın en yetkin temsilcisi de, bir büyük düşünür, bir büyük yazar, bir büyük eylem adamı:
Diderot.
Ölümünün 200. yılında bütün insanlık önünde eğiliyor.


BİR BÜYÜK KAVGADA

Diderot, 1 Ekim 1713’te Fransa’nın küçük bir kentinde, Langres’da doğar. Babası, bıçakçılıkla uğraşan, hali vakti yerinde bir kişidir. Diderot, bu “küçük burjuva” çevrede yetişecektir. Onu rahip yapmak ister babası; küçük kardeşi için bu arzusunu gerçekleştirir, kızkardeşini de rahibe yapar. Ne var ki, Diderot bir noktadan sonra direnecektir bu isteğe karşı; yeteneklerinin yolunda yürüyecek ve ailesiyle bağları kopacaktır ister istemez.

Paris'te geçirdiği gençlik yılları, çetin yıllardır: Yaşam kavgası içindedir, ama sürekli aranış içinde de.

Daha başlarda bulduğu şudur:

"Bağnazlık dinle uzlaşmaz: erdemli olmak için de dindar olmak yetmez''.

Katolik ilâhiyatının eleştirisinden başlamıştır işe. Bu eleştirinin ise, siyasal anlamı pek büyük o yılların Fransa'sında. Genç Rousseau ve Condillac ile dostluklar,İngiliz felsefesi, özellikle Locke'un etkisi; Diderot, tanrıcılıktan tanrıtanımazlığa doğru gitmektedir.

  • 1746'da yayınladığı "Felsefi Düşünceler''den sonra,
  • 1746'da çıkardığı "Görenler Yararına Körler Üstüne Mektup", daha o zamandan materyalist bir felsefenin taslağıdır.

  • 1754 yılında, "Doğanın Yorumu Üstüne Düşünceler''i yayınlayacak;
1773 yılına doğru da başka eserlerin yanısıra;
  • "D'Alembert'le Diderot Arasında Konuşma",
  • “D'Alembert'in Düşü”,
  • "Konuşmanın Arkası''nı çıkaracaktır.

Tanrı'yı dünyasından kovmuştur.
Somut gerçeklik, akıl ve bilimdir yolunu aydınlatan.

Burjuvazi, yalnız feodal gericiliğe karşı değil, doğa üstünde de fetihler yapmak amacını taşıdığı için, XVIII. yüzyıl, bilimsel gelişmelerle atbaşı, materyalizmin de yeniden tahtına oturduğu bir yüzyıldır.

Diderot, materyalist okulun da başı o yüzyılda.

Böylece, devrin Fransa'sı için iki önemli sorun olan "bağnazlık'' ve "zorba yönetim''e karşı savaşan aydınlar kafilesi içinde,
  • fizyokratlar mihrapla taca dokunmaz,
  • Voltaire ve yandaşları taca dokunmadan mihrabı sarsar,
  • Rousseau ve çömezleri mihrabı koruyarak tacı yıkmanın yollarını ararlarken,
  • Diderot ve materyalistler tacı da yıkmaktadırlar, mihrabı da.

Gerçekten, fırtınalı yıllardır o yıllar.

Kolay değil, bir sınıf iktidara doğru yürümektedir, devrimin eşiğindedir. Yalnız iktisadi alandaki üstünlüğü ile değil, ideolojik alandaki bütün ağırlıklarıyla, gericiliğin üstüne çullanmıştır.

O yılların en fırtınalı eseri ise “Ansiklopedi” oldu.
Onu da yine Diderot'ya hazırlattı burjuvazi.


BİR DEV ESER “ANSİKLOPEDİ”

Bir ansiklopedik sözlük yapma düşüncesi, Diderot'da 1740 yılları dolayında doğmuştur. Bazı yayıncıların da böyle bir tasarısı vardır. Anlaşırlar; başına da Diderot'yu geçirirler girişimin.

1749 yılının kararan siyasal havası içinde Diderot'nun tutuklanması, kaygılandırır hepsini.
Birkaç aylık bir hapisten çıktıktan sonra Diderot, tutkuyla başlar işine.

Fransa'nin hemen bütün “intelligensia''sini toplamıştır Ansiklopedi çevresinde:
  • D'Alembert,
  • Voltaire,
  • Rousseau,
  • Buffon,
  • Turgot,
  • Quesnay ve daha başkaları.


Her biri bir ucundan tutmaktadır girişimin.

Ansiklopedi'nin "Tanıtmalık”ı, 1750'de yayımlanır; ertesi yıl da ilk cildi.
İkinci ciltle tepkiler de başlar.
Arkasından yasaklamalar, yeniden izin, tekrar yasaklamalar.

Yığınla dostu vardır eserin, yığınla da düşmanı: Yerleşik düzenin tüm temsilcileri, başta saray, askerler, rahipler, polis ve yargıçlar düşmandır.

Zoru görüp terkedenler olur gemiyi. D'Allembert, Voltaire, Roussesau ayrılır, başkalarını da sürüklerler arkalarından.

İçerden ihanet edenler görülür. Biri vardır ki, gerçekten korkunçtur:

Yasaklama karşısında, Ansiklopedi'nin gizlice basımı ve dağıtılması kararlaştırıldığında, son ciltlere doğru, basıcı Le Breton, işin bir gün anlaşılması halinde kendisini bekleyen tehlikelerden korkup Diderot'nun “basıla'' diye gönderdiği metinlerde değişiklik yapmış ve asıllarına da yok etmiştir.

Farkına varır Diderot, kahrolur. Le Breton'a yazdığı mektup, gerçek bir acıyı dile getirir:

"Aralıksız iki yıl alçakça aldattınız beni, hiçbir karşılık beklemeden iyilik ve gerçek adına zamanlarını, yeteneklerini ve özenlerini sizin için ayırmış olan yirmi namuslu insanın emeğini öldürdünüz ya da ilkel bir hayvana öldürttünüz. Onların tek umudu düşüncelerinin ortaya çıkması ve gerçekten lâyık oldukları üç-beş takdiri toplamaktı. Sizin haksizlik ve nankörlüğünüz, onları yoksun kıldı bundan.''

Öyle de olsa sürdürür çalışmasını ve başarıyla sonuçlandırır bu dev girişimi.

Yaşamının yirmi yıldan fazlasını bu işe harcamıştır.

Ansiklopedi ile gerçekleşen büyük bir şeydir:

Bütün bilgilerin, "bilimlerin, sanatların ve meslekler''in birleşimidir o. O zamana kadarki kazanımların bir anıtı hiç kuşkusuz. Bilgilerin yalnız açıklanması ve aydınlığa kavuşturulması değil, gerçek bir eylem planı da. Ansiklopedi'nin sayfalarında, ayrıcalıklı sınıfların karşısında, burjuvazinin de içinde bulunduğu sınıflar topluluğunun, giderek onların aydınlarının "tek cephe''si gerçekleştirilmiştir.

Onları bir araya getiren de Diderot olmuştur.

Ansiklopedi, "kolektif'' bir eser.
Ama kuşkusuz en büyük eseri Diderot'nun.



ÇOK YÖNLÜ BİR DÜŞÜNÜR

Diderot çok yönlü bir düşünür:

Yalnız felsefe değil, ahlak, politika, estetik alanlarında da yorulmak bilmez bir aranışın içinde oldu.

Bütün gücünü aldığı bir temel gerçek vardır ki, şudur: Doğadaki tek geçerli ilke, “duyar madde''dir ve “taştan insana değin" her şeyi bu ilke açıklar. Madde moleküllerden oluşur, moleküller de değişik biçimlerde birbirleriyle kaynaşarak madenleri, bitkileri, hayvanlar oluştururlar.

Diderot, bütün varlıklar ve nesneler arasında evrensel bir ortaklık kurar böylece: Her hayvan az çok insandır, her maden az çok bitkidir, her bitki az çok hayvandır. Ve her şey sürekli bir akış, kesintisiz bir devinim içindedir.

Değişmez hiçbir şey yoktur: Ortam değişince, gereksinmeler de değişir; gereksinmeler değişince türler değişir, evrim geçirir. Doğmak, yaşamak ve ölmek de biçim değiştirmekten başka bir şey değildir; nasıl ki, düşünce de maddenin dönüşmüş bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Her şey iç içedir, aynı gerçeğin değişik bir görünümüdür, ölümle yaşam gibi.”

Bu düşüncelerin nasıl "diyalektik'' bir renk taşıdığına dikkat ettiniz değil mi?

Gerçekten Diderot, mekanik materyalizme, çağının bilimsel gelişmelerini de eklemiştir; “diyalektik materyalizm''in ne kadar yakınına gelinebilirse, o kadar yakınındadır. Eksikliğini, çağındaki bilimsel gelişmelerin yeterince olgunluğa erişmemiş olmasında aramalı.

Bu görüşler, onun ahlak anlayışını da yönlendirir.

O da, Rousseau gibi, insanların doğuştan iyi olduklarına inanır, ama toplum düzenini de ahlakin temeli olarak görür. Doğayı kösteklediği, doğal eğilimleri yasakladığı için Hristiyan ahlakına karşı çıkar, tutkuların özgürlüğünü savunur, doğaya kulak vermesi onun sesini dinlemeyi öğütler. Gerçek erdem, iyilik yapmaktır Diderot'ya göre. İnsanlığa yararlı her şey iyi, insanlığa zararlı her şey kötüdür: "iyilik yapalım”, der, “başkalarını mutlu kılarak mutlu olalım!”

Siyaset konusunda, aslında Fransız burjuvazisinin de ülküsü olan ülküsü, burjuva devletinin sınırlarını aşmadan, cumhuriyet benzeri, hayli sınırlandırılmış bir monarşi anlayışına dayanır. Ama ''aydın'' bir nitelik de taşısa, despotluğa karşıdır. Kişi özgürlüklerini savunur, bilgece düzenlenmiş yasalar ister. Kötü eğitimle, bozuk toplum düzeninin bireyleri bozduğuna, buna karşılık başarılı reformlarla bireylerin de düzelebileceğine inanır.

Sanat kuramında, "öz”ün "biçim''den önce geldiğini savunur, özde, “yaşamın gerçekleri''ni dile getirmelidir. Örneğin, dekora, sahneye ve mimiğe önem veren bir tiyatro kurulmasını ve bu tiyatroda, artık ''soyut kişiler''in değil, "insanların içinde yaşadıkları koşullar”ın da ele alınması gerektiğini ileri sürer.

Resim ve heykelin gelmesini adım adım izler.

Bütün bu konularda, ilginçliklerini bugün de koruyan eserler bıraktı bize:

  • "Oyuncu Üstüne Aykırı Düşünce'",
  • "Resim Üstüne Deneme” ve
  • “Salonlar'' gibi.

Gerçi teknik üstüne bir eser kaleme almadı. Ancak, Ansiklopedi'nin on bir cildini dolduran gravürlere bakarak anlıyoruz ki, doğrudan doğruya "mekanik sanatlar "la da ilgili dev bir çalışmaya öncülük etmiştir. Sanayi Devrimi eşiğindeki tekniğin durumunu gösteren eşsiz birer belgedirler onlar.

Son olarak, evrensel edebiyat,
  • bir “Rameau'nun Yeğeni''ni,
  • bir “Yazgıcı Jacques ile Efendisi''ni,
  • bir “Rahibe''yi
  • ve o tadına doyulmaz "Sophie Volland'a Mektuplar''ı borçlu ona.


DİDEROT'NUN MİRASI NEDİR?

Çağını aşmak için, önce çağının insanı olmak gerek.

Çağının insanı olmak da güç.

Diderot, her şeyiyle, başta çağının insanıdır. Çağı ise, iki sosyal sınıfın, soylularla, burjuvazinin son meydan savaşını verdikleri bir yüzyıl. Diderot, bir büyük aydın olarak, burjuvazinin, soylulara, yani ölüme mahkum bir dünyanın temsilcilerine karşı, yeni bir dünyanın savunusunu yapan ve o yıllarda hiç kuşkusuz ilerici ve devrimci bir sınıf olan burjuvazinin yanında yer aldı. İktidara yürüyen bir sınıfın tarihsel kültür ortamı arandığında onun, başta onun adına rastlanır hep. ideolojik cephede, devrimci burjuvazinin ilk katlarında çarpışırken, kültürün de canlı bir simgesi oldu ve tutup daha ilerilere götürdü onu.

Marx'in gözde yazarı olması da bundan.

Zaman, insafsız zaman, onun eserinde çok şeyi eskitmiş bulunuyor. Doğru! Ama bugün de insanî, diri ve soylu bir şey var bize bıraktığı mirasta. Diderot, "bağnazlık'' ve “zorbalık''a karşı adanmış bir yaşamdı; ''akıl" ve "bilim" kavgasında elinden bırakmadığı silahları oldu. Ne var ki, "bağnazlık'' ve “zorbalık” bir başka planda da olsa, bugün de yaşıyor dünyamızda; ''akıl'' ve "bilim''in giderek "gerçek"in düşmanları sürüler halinde. Kimi yerde, Diderot'nun yaşadığı zamandaki kadar, belki daha da sistemli bir vahşilikle azgın saldırıyorlar. Ama ''akıl'' ve ''bilim''den yana güçler, olanca soyluluk ve yiğitlikle direnişlerini sürdürüyorlar. Diderot, bu kavgada bugün de onların yanında elinde tuttuğu meşale, bugün de aydınlatıyor yollarını.

Okuyunuz Diderot'yu.
Daha da güçlenmiş duyacaksınız kendinizi.
Daha da donanacak, daha da silahlanacaksınız.



Server Tanilli | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 100 - 15 Temmuz 1984
______________________________________________________________________________________



Bir düşünce öncüsü: Diderot


Diderot (Didro) adı dünyada geniş kapsamlı, tutarlı ilk ansiklopedi öncülüğünün bir simgesi olarak çıkar karşımıza. Bu konuda, kendinden önceki birçok girişimi gölgede bırakan övünülesi bir atılımla, yıllar süren bir savaşım sonunda kotarır ünlü Ansiklopedi'yi. XVIII. yüzyılın yeni düşüncelerini halka sunan bu yapıt özellikle o günkü krallık rejiminin aksaklıklarını belirtirken, dinsel hoşgörüsüzlüğe savaş açmakta, yeni bir insanlık ve iyilik ülküsüyle de, ulusun dünya görüşünü değiştirmeyi amaçlamaktaydı.

XVIII. yüzyılın parolası olan AKIL, yapıtın her satırında ağır basmaktadır. O koca yapıt, sunuş yazısında belirtildiği üzere, bir ansiklopedi olarak, insan bilgilerini elden geldiğince bir sıra, düzen ve bağlantı içinde vermek, sonra da, bilimler, sanat ve mesleklerin açıklaması olarak, her bilimin, her saatin temel ilkelerini sunmak amacındaydı.

Ansiklopedi çalışmaları, Diderot’yu, aynı konuyla ilgilenen tutucu çağdaşlarının saldırılarına göğüs germek zorunda bıraktı. Diderot için, iyi bir sözlüğün niteliği, alışılagelen düşünce tarzını değiştirmek olmalıydı. Bu doğrultuda Diderot, çalışma arkadaşlarıyla birlikte, dinsel düşüncelerin karşısına akılcı eleştirilerle çıkıyor, fizik ötesi kurguları pozitif incelemelerle çürütmeye çalışıyor, Fransa'nin mutlak krallığına, İngiltere'nin anayasa özgürlüklerini ileri sürerek çatıyor, ceza yasalarının sertliğini, adalet ve kamu çıkarı adına yumuşatmak istiyordu.

Bütün bu düşüncelere kıyasıya karşı çıkanlara bir karşılık vermek gerekmez miydi? Gerekirdi. Nitekim Diderot. en özgün yaptı olan "Rameau'nun Yeğeni"nde veriyor karşılığı. Adnan Cemgil’in çok güzel çevirisiyle kitaplığımıza kazandırılan bu yapıt bir yergi başyapıtıdır. İki kişi arasında, bir karşılıklı konuşma canlılığında sürüp gider yapıt. Kişilerden biri Diderot'nun kendisidir. Öbürü de ünlü Fransız bestecisi Rameau'nun yeğeni. Düşsel bir kişi midir, yoksa değil de, Diderot ona, yergi amacına uygun bir kişilik mi yakıştırmıştır, bilemiyorum. Neyse, Rameau'nun yeğeni haybeci bir adamdır, kibar çevrelere girip çıkan, serseri yaradılışlı, soytarı, yerine göre dalkavuk, yerine göre tok sözlü, feleğin çemberinden geçmiş bir adam. Bir yerde şöyle der:

Hem büyüklerin yanında oynanacak en iyi rol soytarılık rolüdür. Uzun zamandan beri, kralın resmi soytarısı olduğu halde, resmi bir filozofu olduğu görülmemiştir

” Çünkü bilge kişinin asla soytarısı yoktur. Soytarısı olan da bilge kişi değildir.”

Diderot, yapıtına başlarken şunları söyler: “...kendi kendime, aşktan, sanattan ve felsefeden konuşurum. Zihnimi, kafamda doğan ilk akıllıca ya da delice düşüncenin peşinde alabildiğine kapıp koyuveririm. Düşüncelerim, benim yavuklularımdır.”

Nedir Diderot'nun düşünceleri?

Yukarıda değindiğimiz düşünceler. Dönüşümcülükten evrimciliğe geçerek, gerekirciliğe varan bir gelişim çizgisinde, tutuculuğa, bağnazlığa karşı çıkan, her çeşit sahteliğe, hele dinsel sahteliğe baş kaldıran, savaşımcı bir tutumun buyruğundaki insanla düşünceler.

Dinse sahtecilik, Diderot 'nun bellibaşlı konularından biridir. “Rahibe" adli romanda, bir kadın manastırının, dünyaya kapalı duvarları arkasında geçen iğrenç olayları konu alıyor. Diderot'dan epeyce önce, Marquis de Sade da “Justine”inde, bir erkek manastırına düşen bir genç kızın cinsel işkencelerle uğradığı yıkımları dile getirmişti. "Rahibe”, seviciliğin kural olduğu bir manastır yaşamını, psikolojik ayrıntılara girerek, usta bir anlatımla seriyor gözlerimizin önüne.

Diderot, din üstüne düşüncelerini “Filozofça Düşünceler” adlı yapıtında dile getirmiştir.

Diderot, Aydınlanma Çağı denilen dönemin (XVIII. yy.), Voltaire ve Rousseau ile birlikte, başta gelen temsilcilerindendir. Onda açıksözlülük, saflık, şüphecilik ve coşku birbirine karışır. “Filozofça Düşünceler” çevirmeni İsa Öztürk'ün deyimiyle, ahlâk kurallarını temelinden sarsmış, ahlaki dinden ve metafizikten ayırmış, doğal içgüdüye bağlayarak ona toplumsal ve laik bir anlam kazandırmaya çalışmıştır.

Diderot için, açık sözlü bir insan dedik. Aha size bir örnek: “Rameau'nun Yeğeni"nde vatan kavramı tartışılır. Diderot, yeğenin ağzından şöyle der:

“...laf! Vatan diye bir şey yok: Bir kutuptan öbürüne zalimlerle kölelerden başka bir şey görmüyorum.”

Asin bir düşünce, ama, Diderot’nun mantığına uygun bir düşünce. İster katılın, ister katılmayın. Diderot bu işte.

“Ben iyi konuşamam. Gerçeği söylerim; bilirsiniz ki bu da çoğu kez insanlan çeken bir şey değildir" diyor Diderot.
Bu da, biz Türklerin “Doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur” atasözü doğrultusunda bir görüştür, bence.
Ama o, onuncu köye gitmeyi göze alarak gene de doğruyu söyler.

Görülüyor: Diderot, alışılmış. kalıp düşüncelere savaş açmış bir düşünür.
Ona göre, “...her şeyin hep, birbirine uygun gitmesinden daha sıkıcı bir şey olamaz.”

Demokrasi dediğimiz sistem de, bu sıkıcılığın düşmanı bir sistem değil mi?
Herkesin aynı düşünceyi paylaştığı bir toplumda yasamak istemiyordu Diderot.

Haklı mıydı dersiniz?



Vedat Günyol | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 100 - 15 Temmuz 1984
______________________________________________________________________________________



Aydınlanma Felsefesi, Diderot, şiir...

İnsanlık tarihine şöyle uzaktan, kuşbakışıyla göz attığımızda, kimi yüzyılda sanatın, kimi yüzyılda bilimin, kimi yüzyılda siyasanın ideoloji''nin önem kazandığını, ağır bastığını, egemenlik sürdüğünü görüyoruz.

İnsanlık tarihini yüzyıllara göre değil de çağlara göre bölümlediğimizde de kabaca, kolaylık olsun diye İlk Çağ, Orta Çağ, Yenidendoğuş/Uyanış (Rönesans) Çağı, Aydınlanma Çağı... gibi nitemler (sıfatlar) yakıştırıyoruz.

Kimi çağda duygu (yürek), kimi çağda us (kafa) ağır basıyor. Kimi çağda, Hegel'in dediği gibi "bilmek isteği, duymak tadını (hazzını) öldürüyor''.

Biliyorum, bütün bunların hepsi (Orhan Veli'yi de analim bu arada), hepsi fasa fiso... Ama işi felsefeye vurduğumuzda, tarihi çağlara, yüzyıllara, üretim biçimlerine, akımlara bölerek ele alıyor, incelemeye, irdelemeye kalkışıyoruz.

XVIII. yüzyıl insanlık tarihinde "Aydınlanma Çağı'', "Işıklar Yüzyılı'' diye anılıyor. Macit Gökberk "Felsefenin Evrimi'' (1) adli, kaynaklı, tanıklı, özlü yapıtında şöyle diyor:

“18. yüzyıl felsefesine Aydınlanma felsefesi de denir. Bu adlandırma bu felsefenin başlıca bir özelliğini, bir ana tutumunu dile getirir.

Kant'ın deyişiyle:

‘Aydınlanma, insanın aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır’.
Ya da genel bir tanımla ‘insanın değerleyiş ve davranışlarını kendi aklı ve görgüleriyle aydınlatmasıdır’.

İnsan da hep aklını kendisine kılavuz  değildir, tersine, pek çok hazır bulunduğu gelenek görenek-din kurallarına gözü kapalı uymuştur. Nitekim Ortaçağ'da din bütün yaşamın taşıyıcısı idi; bütün kültür alanlarının -bu arada felsefenin de- ne ve nasıl yapacaklarını belirleyen din idi. Onun için Ortaçağ kültürü ve felsefesi özerk değildi; bu çağın kültür ve felsefesine ölçü ve yasalarını kendi dışındaki bir başka güç zorla benimsetmiştir.

Özerk bir kültür anlayışını, yani aklın ışığına dayanarak bağımsız bir insanlık kültürünü geliştirme istencini ilkin Renaissance getirmiştir. Renaissance'in bu ilk adımın sonra 17. yüzyıl felsefesi usçu öğretileriyle temellendirmeye çalışmıştır. 18. yüzyıl felsefesi de bu yöndeki gelişmeyi en kesin, en tutarlı biçimine ulaştıracaktır. işte bunun için bu felsefeye ayrıca ‘Aydınlanma felsefesi’ de deniyor.

Bu felsefenin bir özelliği, kurgulardan kaçınması, deney ortamında kalmak istemesidir. Ana tutumu bakımından bir kültür felsefesi olması, başlıca konusunun insanın dünyası olması bir başka özelliğidir. Bu felsefe salt kuramsal düzlemde kalmak istemez; yalnız bilme'yi amaçlamaz, tersine, bilgisiyle yaşama kılavuzluk etmek, yaşamı aydınlatmak ister. Onun için geniş çevrelere yönelmeye, seslenmeye çalışır:

Latince yerine ulusal dilleri kullanması, yazın türleriyle kendini anlatması böyle bir yönlenmenin açık belirtileridir. Ancak, bu felsefenin baş özelliği laik bir dünya görüşünü kültürün her alanında gerçekleştirmek istemesidir.

Bütün bunların da, aklın kılavuzluğu, aklın gücü ile gerçekleşeceğine inanılır. Bundan dolayı tarihin oluşturduğu bütün kurumlar -din, devlet, hukuk, eğitim, vb.- aklın eleştirisinden geçirilir, bunların aklın ilkelerine göre yeniden düzenlenmeleri işine girişilir; bu yapılırsa insanın tam bir özgürlüğe ve mutluluğa ulaşacağına inanılır, aklın insanoğlunu her bakımdan sürekli olarak ilerlettiği, onun mutluğunu biteviye artırdığı, Aydınlanmanın başlıca bir inancıdır''

Aydınlanma çağının en önemli kişilerinden biri Diderot'dur kuşkusuz. Etkinlik bakımından yeryüzünde çok az kişi onun denli etkili olmuştur.

Anatole France onu şöyle tanımlar:

“Yüzyılların en iyisinde insanların en iyisi olmuştur... Sevmek için tanımak, bilmek onun tüm yaşamının çabası, gücü olmuştur. İnsanları ve insanların dingin, barışçıl yapıtlarını seviyordu”.

Diderot'nun bizde, ülkemizde yeterince bilinmeyen, tanınmayan "şiir üstüne düşünceler"inden söz açmak istiyorum biraz. Çok yönlü kişiliği olan Diderot'nun şiir üstüne kafa yormaması, bu konuda kalem oynatmaması düşünülemezdi handiyse. Ama onun yaşadığı çağ, yüzyıl şiir bakımından nasıl nitelenir bilir misiniz?

Günümüzün ünlü dilbilimcilerinden, ''şiir eleştirmenlerinden'' biri Georges Mounin “Şiir ve Toplum” adlı yapıtının ''şiir ve politika'' bölümünde şöyle diyor şiir üstüne:

“Usçu XVIII. yy., yineleyelim, bir şiir Sahra'sıydı (çölüydü), şiir kavram bile yok edilmişti (şiir ancak -Rousseau'dan Chateaubriand'a değin- düzyazı aracılığıyla yeniden canlanabilmiştir)" (2). Şiirin niteliği çağdan çağa değişir elbet.

Hegel'in de belirttiği gibi:

''Her çağın kendine özgü şiiri vardır, bunun başka türlüsü de olamaz. Örneğin, günümüz Alman şiiri Ortaçağda ya da Otuz Yıl Savaşı çağında olamazdı...

Çağdan çağa değişen bu ıralar (karakterler) düşünüş biçimleriyle bu dünya görüşleri arasında öbürlerinden daha şiirsel olanları vardır. Dolayısıyla, çağların hepsi, bütünü göz önünde tutulduğunda Yunanlıların dışında Doğu bilinci Batı bilincinden daha çok şiirle yunmuştur..."

Diderot'ya göre açıklık, aydınlık ne türlü anlam verilirse verilsin duygulanmayı, heyecanı, coşkuyu bozar:

“Ozanlar durmaksızın bengilikten, sonsuzluktan, uçsuz bucaksızlıktan, zamandan, uzaydan, Tanrısallık’tan, gömütlerden, ruhlardan, cehennemlerden, karanlık bir gökyüzünden, derin denizlerden, karanlık ormanlardan, bulutları yırtan şimşeklerden, yıldırımlardan söz edin. Koyu karanlıklara dalın”.

“Dramatik Şiir Üstüne Deneme"sinde Diderot şiir esininin hangi koşullarda ortaya çıktığını belirler:

"Genel olarak, bir halk ne denli uygar, terbiyeli olursa, o halkın töreleri o denli az şiirsel olur; her şey yumuşadıkça güçsüzleşir, zayıflar''

Diderot esin konusunda ayrıntılı bilgiler verdikten sonra şu soruyu ortaya atar:

“Ozana gerekli olan nedir? Kaba saba mı ya da işlenmiş, bilgili bir doğa mı, dingin mi ya da fırtınalı mı bir doğa gereklidir ona?"

Diderot'ya göre ozan hep aşırı gitmelidir, uçlarda dolaşmalıdır. “Ozan olmanın kuralı budur".

Ozana uygun tutumu öğrendik. Peki, şiire elverişli ortam nasıl olmalıdır?

Bu soruyu da şöyle yanıtlıyor Diderot:

“Şiir kocaman, barbar ve yabanıl şeyler ister.

İç savaşın ya da bağnazlığın öfkesi insanları hançerlerle donattığı ve toprak oluk oluk kanla sulandığı zaman ancak Apollon'un başındaki defne dalları kımıldar ve yeşerir. defne dalları sulanmak ister. Dinlence ve barış dönemlerinde o dallar solar. Altın çağ bir şarkı belki ya da bir ağıt üretmiştir. Epik şiir ve dramatik şiir başka ortamlar gerektirir.

Ozanların ne zaman doğdukları görülür? Büyük mutsuzluklardan ve yıkımlardan sonra, yorgun ve bitkin halklar soluk almaya başladıklarında”.

Hani kimi insanlar için "yaşamı roman" (şimdilerde "filim adam'' da diyorlar) derler ya, Diderot yaşamı şiir olanlardan.
Varsın yaşadığı yüzyılda Fransa'da çok şiir yazılmamış olsun!..
O ve "aydınlanmacı" başka kişiler bir başka anlamda "büyük şiirin", Fransiz Devrimi'nin yazılmasına katkıda bulundular.
Varolsunlar!
_______________________________________
(I) Macit Gökberk, Felsefenin Evrimi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1979, ss. 61-62.
(2) Georges Mounin, Poésie et Société (Şiir ve Toplum), Presses Universitaires de France, Paris, 1962, s. 61.



Teoman Aktürel | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 100 - 15 Temmuz 1984
______________________________________________________________________________________


Başlıca Yapıtları

  1. Shaftesbury'nin Değerlilik ve Erdem Üstüne Deneme'si (Traduction de l'Essai Sur le mérite et la vertu de Shaftesbury), Amsterdam, 1745.
  2. Filozofça Düşünceler (Pensées philosophiques), La Haye, 1746. Türkçesi: Filozofça Düşünceler: çeviren İsa Öztürk, 1963, Can Yayınları
  3. Kuşkucunun Gezintisi (La Promenade du sceptique), yazılışı 1747, basılış 1830.
  4. Doğal Dinin Yeterliği Üstüne (Dela Suffisance de la Religion Naturelle), 1747, basılış 1770.
  5. Görenlerin Yararına Körler üstüne Mektup (Lettre sur les aveugles à l'usage de ceux qui voint), Londra, 1749. Türkçesi: Görenlerin Yararına Körler Hakkında Mektup çeviren Adnan Cemgil, 1945, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
  6. Konuşanlar ile İşitenlerin Yararina Sağır ve Dilsizler Ustüne Mektup (Lettre sur les sourds muets a l'usage de ceux qui entendent et qui parlent), 1751
  7. Başkeşiş Prades'in Savunmasının Sonu (Suite de l'Apologie de Monsieur l'abbé de Prades), Berlin, 1752.
  8. Doğanın Yorumlanması Üstüne Düşünceler (Pensées sur l'interprétations de la nature), Londra, Paris, 1754
  9. Madde ve Hareketin Felsefi İlkeleri (Principes philosophiques Sur la matiere et le mouvement). 1770'te Naigeon yayımlamıştır.
  10. Büyük İlkelere Giriş (Introduction aux grands principes), 1763, basılışı 1798
  11. Diderot ile d'Alembert'in Konuşması (Entretient entre d'Alembert et Diderot). D'Alembert'in Düşü (Le réve de d'Alembert), Konuşmanin Sonu (Suite de l'entretient). 1769, basılışı 1830. Türkçesi: Konuşmalar, çeviren Adnan Cemgil, 1946, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları; Felsefe Konuşmaları, çeviren Adnan Cemgil, 1969, Remzi Kitabevi.
  12. Bougainville Yolculuğuna Ek (Suppement au voyage de Bougainville), 1772, basılışı 1796.
  13. Kadınlar Üstüne (Sur les Femmes), 1772.
  14. Helvetius’un "İnsan" Adli Eserinin Çürütülmesi (Réfutation suivie de l'ouvrage de Monsieur Helvétius, intulé "L'Homme") 1773'te basılmıştır.
  15. Hükümdarların Siyaset Ilkeleri (Principe de politique des souverains). 1775, yayımlanış 1778
  16. La Maéchale ile Bir Filozofun Konuşması XXX (Entretient d'un philosophe avec la Maréchal XXX, 1776./Türkçesi: Konuşmalar, çeviren Adnan Cemgil, 1946, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
  17. Claudius ile Neron'un Saltanatlari üstüne Deneme (Essai sur les régnes de Claude et Neron), 1776'dan 1782'ye değin yazılmıştır.
  18. Rusya Hükümeti için Bir Üniversite Planı ya da Bilimlerde Halk Eğitimi Üstüne Bir Plan (Plan d'une Université pour le gouvernement de Russie et d'une éducation Publique dans toutes les sciences), 1775, 1776.
  19. Çocukların Eğitimi üstüne Bayan de Forbach'a Mektup (Lettre à Madame de Forbach sur l'éducation des enfants), 1758.
  20. Bir Babanın Çocuklarıyla Konuşması (Entretient d'une père avec ses enfants), basılışı 1773./ Türkçesi: Bir Babanın Çocuklarıyla Sohbeti, çeviren: Vedat Günyol, Tercüme Dergisi, 17 Temmuz 1944 19 Eylül 1944. Bir Babanın Çocukları ile Konuşması, çeviren: Vedat Günyol, 1974, Can Yayınları.
    Filozofça Düşünceler (çeviren İsa Öztürk) adli kitapta, 71- 111.
  21. Eski Hırkamın Özlemi (Regret sur ma vielle robe de Chambre), 1772./Türkçesi: Eski Hırkama Hasret, çeviren: Vahdi Hatay, Tercüme Dergisi, 19 Temmuz 1942.
  22. Bir Filozofun Çantasından Düşmüş Parçalar (Fragments échappés au portefeuille d'un philosophe), 1772.
  23. Dramatik Şiir (da la poésie dramatique), yayımlanışı, 1758.
  24. Oyuncu Üstüne Aykırı Düşünce (Paradoxe sur le comédien), 1773'te yazılmış, 1778'te basılmıştır. /Türkçesi: Aktörlük Hakkında Aykırı Düşünceler, çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil, 1943. Maarif Vekâleti
  25. Fizyolojinin öğeleri (Elémentsz de physiologie), 1875.
  26. Güzelliğin kökeni ve Doğası Üstüne Felsefe Araştırmaları (Recherches philosophiques sur l'origine et la nature de Beau)
  27. Resim Üstüne Deneme (Essai sur la peinture)
  28. Resim, Heykel, Şiir Üstüne Düşünceler (Pensées détachées sur la peinture, la sculpture, l'architecture, la poésie), basılışı 1798.

Bu eserlere şu yayınları eklemek yerinde olur:

1. Ansiklopedi'de bulunan felsefe yazıları.
2. Diderot'nun felsefesini yansıtan çeşitli ve ünlü eserler:

  • 1760'da yazılan ve 1766'da basılan Sofu Kız (La Religieuse)/Türkçesi: Rahibe, çeviren Ahmet Sahip, 1910; Rahibenin İsyanı, çeviren Adnan Cemgil, 1965, Okat .
  • 1762'de yazılan ve 1823'te basılan Rameau'nun Yeğeni (La Neuveu de Rameau)./ Türkçesi: Rameau'nun Yeğeni, çeviren Adnan Cemgil, 1946, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1982, Yazko Yayınları.
  • 1723'te yazılan ve 1798'de basılan Kaderci Jacques ile Efendisi (Jacques le Fataliste et son maitre)/. Türkçesi: Kaderci Jacques ile Efendisi, 1949, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.

3. iki burjuva dramı:
  • Piç (fils naturel), 1757'de yazılmış, 1771'de oynanmıştır.
  • Aile Babası (Le Pere de Famille), 1758'de yazılmış, 1761'de oynanmıştır.

4. Diderot'nun Sophie Volland'a ve Falconet'ye Mektupları./ Türkçesi: Sophie Volland’a Mektuplar, çeviren: Etem D. Deriş, 1945, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.


Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 100 - 15 Temmuz 1984
______________________________________________________________________________________


Diderot’dan Seçmeler

“Filozofça Düşünceler”den

Tanrıtanır, bir Tanrı'nın varlığını, ruhun ölmezliğini ve bunun sonuçlarını kabul eder. Şüpheci, bu konularda hiçbir karara varmamıştır. Tanrıtanımaz ise onları inkâr eder. Öyleyse erdemli olmak için, şüphecinin tanrıtanımazdan daha çok, ama tanrıtanırdan daha az sebebi var demektir. Yasa koyucunun saldığı korku, insanlardaki ölçülü, ılımlı olma eğilimi ve erdemin günümüzde sağladığı faydalar da olmasa tanrıtanımazın namuslu davranışının hiçbir dayanağı olmazdı. Şüphecinin davranışı ise bir belki'ye dayanabilirdi.


Şüphecilik herkese elverişli değildir. Şüphecilik derin ve karşılıksız bir sınavdır: Güvenecek, inanacak sebep bulamadığı için şüphe eden kişi düpedüz bilgisizdir. Gerçek şüphecinin dayandığı ve hesaba kattığı sebepler vardır. Düşüncelerini bir şeye dayandırmak, küçük bir iş değildir. Hangimiz onun değerini tam olarak biliyoruz?

Aynı gerçek için yüz kanıt getirilse, herbir kanıta inanan ayrı biri çıkıyor. Her kafanın kendine göre bir görüşü vardır. Şu itiraz benim gözümde kocaman olduğu halde, sana gözükmeyebilir bile. Benim ağırlığı altında eğildiğim bir yükü siz hafif bulursunuz. Asıl değerler konusunda birbirimizden ayrılırsak, görece değerler konusunda nasıl anlaşabiliriz?.. Söyleyiniz bakalım, metafizik bir sonuçla denkleşebilmek için kaç ahlaksal kanıt gereklidir? Yanlış gören benim gözlerim mi, yoksa sizinkiler mi?.. Madem ki sebepleri tartıp değerlendirmek bu kadar güçtür ve madem ki onların lehte ve aleyhte kullanılması söz konusu değildir (ki olsa bile eşit ölçüdedir) Öyleyse niçin çabucak kestirip atıyoruz? Bu kararlı davranış bize nereden geliyor? Dogmatik yeterliğin insanı çileden çıkardığını yüzlerce defa denemedik mi?

Denemeler yazarı Montaigne der ki “olağan şeyler bana kesin ve değişmez şeyler diye dayatılırsa onlardan nefret ederim."

Sözlerimizdeki kesinliği yumuşatan, “tesadüfen”, “hiçbir zaman”, “bazen”, “denebilir ki”, “düşünüyorum ki”... gibi sözcükleri pek severim. Eğer ben çocuk eğiticisi olsaydım, onlara, “bu ne demektir?”, “Anlamıyorum”, “olabilir”, “doğru mu?” gibi kesinlik taşımayan sorucu sözcükler öğretirdim ki, on beş yaşındayken bilgin ağzı kullanacaklarına, altmışında bile bir çırak havası taşıyabilsinler.


Tanrı nedir? Çocuklara sorulan bu soruyu yanıtlamakta filozoflar bile güçlük çeker.

Çocuğun hangi yaşta okumaya, şarkı söylemeye, oyun oynamaya, Latinceye, dilbilgisine başlaması gerektiğini herkes bilir. Dinsel konuları öğretmeyene gelince, çocuğun yaşına başına kimse bakmaz. Daha bir şeyler anlamaya başlar başlamaz hemen sorulur: Tanrı nedir? Aynı anda, hatta aynı ağızdan, cinler, periler, hortlaklar, gulyabaniler ve bir de Tanrı bulunduğunu öğrenir çocuk. En önemli gerçeklerden biri, ileride bir gün sağduyusunu ayaklandıracak şekilde, zorla kafasına sokulur. Gerçekten de, yirmi yaşında bir genç, kafasında Tanrı'nın varlığı ile bir yığın boş inancı birbirine karışmış bulunca onu tanıyamıyorsa, bilemiyorsa ve yargıçlarımızın birsürü namussuz arasında nasılsa içeri tıkılmış olan namuslu bir kişiye davrandıkları gibi davranıyorsa bunda şaşılacak ne vardır?


Tanrı bize çok erken anlatılıyor. Ayrıca, varlığı üstünde de yeteri kadar durulmuyor. İnsanlar Tanrı'yı aralarından uzaklaştırarak bir tapınağa kapatıyorlar. Tapınağın duvarları onun görüşünü sınırlandırıyor, bu sınırın dışında hiçbir zaman var olamıyor. Ne kadar sağduyusuz olursanız olunuz, düşüncelerinizi daraltan bu bağları koparınız. Tanrı'yı yaygınlaştırınız. Onu bulunduğu her yerde görünüz, ya da bulunmadığını söyleyiniz. Eğer eğitecek bir çocuğum olsaydı, Tanrı'yı ona gerçek bir arkadaş yapardım; ondan büsbütün yoksun olmaktansa, tanrıtanımaz olmak belki de onun için daha az eksiklik olurdu. Bazen kendisinden daha kötü bildiği başka bir kimseyi ona örnek gösterecek yerde, kabaca derdim ki: Tanrı seni dinliyor, yalan söylüyorsun. Gençler duygularına kapılmak isterler. Ben de onların çevresini tanrısal varlığın açık belirtileriyle donatırdım. Örneğin, benim evimde toplanmışsak orada, aramızda Tanrı'ya da bir yer ayırır ve öğrencime şöyle derdim: "Burada dört kişiyiz; Tanrı, dostum, bizi yöneten kişi ve ben”


Bilgisizlik ve meraksızlık çok yumuşak iki yastıktır. Ama onları öyle bulmak için insanın Montaigne'inki gibi olgun bir kafası olmalıdır.


Ateşli kişiler, şüphecinin tasasızlığı ile bağdaşamazlar. Onlar, hiçbir seçme yapmamaktansa, rastgele de olsa bir seçme yapmayı, belirsizlik içinde olmaktansa aldanmayı severler. Kendi kollarını hor görseler de, suların derinliğinden korksalar da, zayıflığını bile bile gene suya uzanan dallara tutunurlar. Kendilerini akıntıya bırakmaktansa dallara takılı kalmayı tercih ederler. Hiçbir şeyi temelli incelemedikleri halde, her şeye güvenirler. Hiçbir şeyden şüphe etmezler, çünkü bunun için ne sabırları vardır, ne de yürekleri.

Karara vardıkları pek az konu arasında rastgele gerçekle karşılaşınca, onu gözü kapalı değil de; sanki tanrısal bir esin ile, ansızın bulmuşlardır. Onlar inaksal (dogmatik) kişilerdendirler. Som sofular onlara meczup (Tanrı'dan esinlenmiş kişi) derler. Ruh dinginliği (sükuneti) ile kararsızlığı nasıl birleştirebileceklerini kestiremeyen bu çeşit tedirgin kişileri çok gördüm.

"İnsan ne olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, dünyaya niçin geldiğini bilmeksizin mutlu yaşamanın yolunu bir bulsa!''

şüpheci kişi bütün bunları bilmemekle övündüğünü söyler, hem de mutsuz olmadan: Durumunu öğrenmek istediğim zaman varlığımın sebebini bulamayışım benim kabahatim değildir ki. Bilinmesi benim için imkânsız olan bir şeyi, hayatim boyunca bilemeyeceğim, bundan üzüntü de duymayacağım. Şüphesiz, yoksun olduğuma göre, benim için çok gerekli olmayan, edinemeyeceğim bilgilere ulaşamıyoru n diye niçin üzülecekmişim?

Çağımızın ileri gelen dehalarından biri (Voltaire) şöyle der:

Dört gözüm, dört ayağım, iki kanadım olmadığı için nasıl üzülmüyorsam, bunun için de üzülmem gerekmez.


Benden gerçeği araştırmam beklenmelidir, yoksa onu bulmam değil. Bir safsata beni kesin bir kanıttan daha çok etkileyebilir mi? Gerçek sandığım yanlışlara inanmak, yanlış bellediğim gerçekleri ise atmak zorundayım. Ama bu aldanışta korkacak ne var? Bu dünyada aklı var diye hiç kimseye öte dünyada ödül verilecek değildir. Aklı yok diye de kimse cezalandırılabilir mi? Düşüncelerini akla yatkın yürütemedi diye bir insanı mahkum etmek, onun bir akılsız olduğunu unutarak, ona karşı kötü bir kişiymiş gibi davranmak demektir.


Şüpheci kimdir? Şüpheci, inandığı her şeyden şüphe eden, aklının ve duygularının ona doğru diye gösterdiklerine inanan bir filozoftur. Daha açık ve kesin birşey mi istiyorsunuz? Pyrroncu bir şüpheciye içinizden hak verirseniz siz de şüpheci olursunuz.


Hiçbir zaman ele alınmamış bir konu tanıtlanmamıştır elbet. Ön yargısız bir incelemeye konu olmamış olan da incelenmemiş demektir. Onun için şüphecilik gerçeğe doğru atılmış ilk adımdır. Ama şüphecilikte genel olmak gerektir. Çünkü, genellik bu konuda bir denektaşıdır. Eğer Tanrı'nın varlığından emin olmak için filozof şüphe etmekle işe başlarsa, bu sınavdan kurtulabilecek başka konu kalır mi?


İnanmazlık, kanmazlık çoğu akılsız adamın, kanıklık ise akıllı adamın kusurudur. Akıllı adam olabilirlerin sınırsız genişliği içinde uzağı görmeye çalışır, akılsız adam ise gözü önünde oladuran bile göremez. Birincinin korkak, ötekinin ise gözüpek oluşu belki de bu yüzdendir.


Aşırı inanmakta ne kadar tehlike varsa, pek az inanmakta da o kadar vardır. Çok tanrıcı olmak, ya da tanrıtanımaz olmak birbirinden ne daha çok tehlikelidir, ne daha az. Öyleyse bu iki karşıt aşırılık, her zaman ve her yerde, yalnız şüphecilik yolu ile eşit olarak doğrulanabilir.


Yarı şüphecilik yetersiz bir aklın belirtisidir, ya elde edeceği sonuçlardan ödü kopan korkak bir düşünür, ya öz aklına vurduğu kösteklerle Tanrı’sını şereflendireceğini sanan bir boş inançlı, ya da içyüzünü açığa vurmaktan korkan bir çeşit zor inanır kişi yaratır.


Sofular şüpheciliğe saldırdıkları zaman bana öyle geliyor ki, ya kendi çıkarlarına aykırı davranmakta, ya da çelişmeye düşmektedirler. Doğru bir din, kabul edilmek, yanlış bir din ise vazgeçilmek için iyi bilinmesi gerektiğine göre, evrensel bir şüphenin yeryüzüne yayılmasını ve bütün halkların kendi dinlerinin doğru olup olmadığını araştırmak istemelerini dilemek yerinde olur. Böylece misyonerlerimiz de görevlerini yarı yarıya yapılmış bulurlardı.


Bir kimse dinsel inançlarını seçerek değil de, eğitim yolu ile aldığına göre, kör veya topal doğmadım diye övünmekte haklı olmadığı gibi, Hristiyan veya Müslüman olmakla da övünemez. Bu bir talih işidir, değer konusu değildir.


Yanlış olduğunu bile bile bir din uğrunda ölen kişi bir çılgındır.

(Çeviren: İsa Öztürk)
__________________________________________________________________________



"Rahibe"den

...Beni her gün ise koşmalarına fırsat vermedim. Manastır tüzüğünü tekrar tekrar okumuş, ezberlemiştim. Eğer bana iş yapmam buyrulursa, bu bana pek açık gelmez, işime elvermez ya da tüzüğe aykırı görünürse kitabı yakalayıp: "Ben ancak bunlara uyarım, bunların dışında bir şey yapmam" diyordum. Sözlerim bir kişiyi sürükledi de. Öğretmenlerin üstümüzdeki buyurganlıkları çok daralmıştı. Artık bizi köle gibi kullanamaz oldular. Gün geçmiyordu ki gürültülü bir sahne olmasın. Arkadaşlarım, ne yapacaklarını bilmedikleri zaman bana danışıyorlardı. Ben de baskıya karşı her zaman kuralları ve tüzüğü ileri sürmelerini öğütlüyordum. Az zamanda isyancı bir tip gibi görünmeye başlamıştım. Başpiskoposun yardımcıları sık sık manastıra çağrılıyordu. Beni sorguya çekiyorlardı. Bunda hem kendimi hem arkadaşlarımı savunuyordum. Bir kez bile bana ceza veremediler. Çünkü, her zaman haklı olacak biçimde hareket ediyordum. Görev bakımından bana toz konduramazlardı. Çünkü harfi harfine yerine getiriyordum.

Bana Anayasayı tanıyıp tanımadığım sorulunca Kilise'ninkine boyun eğdiğimi, Papa'nin mührünü taşıyan buyruğu benimseyip benimsemediğimi sorduklarında İncil'e inandığımı söylüyordum. Odama girdiler, Tevrat'la İncil'i buldular. Kimi gözdeler arasındaki sıkı fıkılıkla ilgili bir şeyler çalınmıştı kulağıma. Başrahibe, genç bir rahibe ile sık sık ve uzun süre başbaşa kalıyormuş. Bunun nedenini, sonucunun nasıl bahanelerden kaynaklandığını sezmekte gecikmedim. Benden korkmalarına, nefret etmelerine ve mahvetmelerine yol açacak her şeyi yaptım ve bu yolda sonuna kadar gittim.

Vücudum bütün bu ağır ve ezici eziyetlere dayanamadı. Güçsüzleşmiştim, derin bir kedere gömüldüm. İlk zamanlarda mihrabın önüne diz çöküp güç kazanmaya ve boyun eğmeye alışmaya çalışıyordum. Kimi zaman elde ediyordum aradığımı. Boyun eğmekle umutsuzluk arasında bocalayıp durmaktaydım. Kimi zaman ne kadar ağır olursa olsun yazgıma katlanıyor, kimi zaman da şiddete başvurarak kendimi kurtarmayı düşünüyordum. Bahçenin bir köşesinde derin bir kuyu vardı. Kaç kez bu kuyunun başına kadar gitmiştim, eğilip içine bakmıştım. Yanında bir taş sıra vardı. Kaç kez oturup başımı kuyunun kenarına dayamıştım. Kaç kez düşüncelerimin karmakarışıklığı arasında, yerimden fırlayarak, bu çektiklerime son vermeyi istemiştim, ama yapamıyordum. Beni tutan neydi? Neden sadece ağlamakla tülümü yüzümden çekip, atarak ayaklarımın altında çiğnemekle, saçlarımı yolmakla, haykırmakla, yüzümü gözümü tırmalamakla kalıyordu. Tanrı mıydı kendimi öldürmeme engel olan? Öyleyse neden bütün bana yapılanların önüne geçmiyordu. Size inanılmaz gibi gelecek bir şey söyleyeceğim. Ama inanın ki doğru söylüyorum. Hiç şüphem yok:

Acımasız düşmanlarım, sık sık kuyunun kenarına gidişime bakarak kendimi öldüreceğimi düşünerek pek keyiflenmişlerdi. Ne vakit o yana gitsem, hemen benden uzaklaşır, başka yere bakar gibi yaparlardı. Çoğu kez özellikle eziyet ettikleri günler, kapalı durması gereken saatlerde bahçe kapısını açık bırakıyorlardı.

İşte geçmişe dönerek, rahibe olmak için ileri sürdüğüm dileği geri almayı düşündüğüm o günlerde, bu halde bulunuyordum. Bunu önce uzaktan uzağa tasarlamıştım. Yapayalnız, kimsesiz, desteksizdim. Böyle güç bir tasarıyı bana yardım edenler bulunsaydı bile nasıl gerçekleştirebilirdim? Bununla beraber bu düşünce bana huzur verdi, ruhumu sükûna kavuşturdu. Kendime daha fazla hakim olabildim. Olabildiğince kederlenmemeye çalışıyor, başıma gelenlere da sabırla katlanıyordum. Bu değişikliği farkettiler ve şaşırdılar. Etrafımdaki kötülük birden durdu. Tıpkı peşinize düşen alçak bir düşmanın ummadığı andaki saldırınız karşısında afallaması gibi. Size şunu sormak isterdim efendim:

Umutsuzluk içinde çırpınan bir rahibenin kafasından geçen bunca karanlık düşünceler arasında, neden manastırı ateşe vermek düşüncesi yok acaba?

Ötekiler gibi ben de bunu aklıma getirmemiştim. Oysa bundan kolay bir şey yoktu. Bütün iş, çok rüzgârlı bir gün de bir tavan arasını, bir odunluğu tutuşturmaktı. Böyle bir şey olunca, kapılar ardına kadar açılır. Artık o zaman kaçan kaçana! Yoksa kendimizle birlikte sevdiklerimizin de tehlikeye düşmesinden korktuğumuz kadar, nefret ettiklerimizin faydalanabileceğini düşündüğümüz için mi bu yola başvurmuyoruz? Gerçek olmayacak kadar ince bir düşüncedir bu.

İnsan bir şey düşüne düşüne bu düşüncenin yerinde olduğunu hissettiği gibi, bunu gerçekleştirebileceğine inanır. İnsan bir kez bu noktaya vardı mı, kendini kuvvetli duyar. Benim için bu, on beş günlük bir iş oldu. Kafam öyle hızlı işliyordu ki...

(Çeviren: Adnan Cemgil)
__________________________________________________________________________



"Aktörlük Üzerine Aykırı Düşünceler”den

Acaba, dostunuzu, ya da sevgilinizi kaybettiğiniz anda mı onun ölümüne bir ağıt yazarsınız?

Hayır. Böyle bir anda yeteneğini zorlayacak adamın vay haline! Ancak o büyük acı dindikten, şaha kalkan duyarlılık yatıştıktan, felaket ani uzaklaştıktan sonradır ki, ruh sükuna erer, güneş misali tutulup kararan mutluluk anımsanır, yitirilen şeyi değerlendirebilecek hale gelinir, bellek ve hayalgücü, -biri geçmiş zamanın güzelliğini canlandırmak, öbürüyse abartmak için- el ele verirler böylece, insan kendine gelir ve güzel şeyler dile getirir. İnsan, ağlıyorum der ama bir türlü akla gelmeyen, bir sıfatın peşindeyken ağlamaz; insan, ağlıyorum der, ama mısraını ahenkli bir biçime sokmaya çabalarken ağlamaz: Yok, eğer gözyaşları akıyorsa, kalem elinden düşer, kendini duygularına kaptırır ve yazamaz olur.

Ama, şiddetli hazlar da derin acılar gibidir; dilsizdirler onlar da. Yufka yürekli ve duyarlı bir adam, uzun süren bir ayrılıktan sonra, bir dostuna kavuşuyor. Hiç beklenmedik bir anda çıkagelmiştir bu dost. Berikinin içi o saat altüst olur: Koşar, kucaklar, bir şeyler söylemek ister, ama ne mümkün: Kırık dökük kelimeler kekeler, ne diyeceğini bilemez, kendisine verilen karşılıklardan bir şey anlamaz, duyduğu coşkunun paylaşılmadığını farkedebilse kimbilir ne kadar üzülecektir! Şimdi, bu tablonun hakikiliğine bakarak, tiyatro sahnesinde, kendilerine gayet hakim, akılları başlarında iki dostun karşılaşmalarındaki yapmacıklık hakkında hükmünüzü verin. Sıkıntıdan kim ölecek, ya da daha doğrusu kim ölmeyecek dedirtircesine uzayıp giden bu yavan ve belagatli tartışmalar bizi konumuzdan uzaklaştırmasaydı, daha neler neler anlatırdım size. Ama, büyük ve hakiki zevk sahiplerine bu kadar yeter; bunlara ekleyeceklerimse zaten diğerlerine hiçbir şey öğretmeyecektir. Fakat, tiyatrolarda son derece yaygın olan bu saçmalıkları kim ortadan kaldıracak? Komedyen ama hangi komedyen?

Tiyatroda da toplumda da duyarlılığın zararlı olmadığı haller binde birdir.

Diyelim ki, iki sevdalı var; her ikisi de ilan-ı aşk etmek istiyorlar. Acaba hangisi bu işi daha iyi becerecektir? Herhalde ben değil. Hep hatırlarım, sevdiğim kadına yaklaşırken elim ayağım titrerdi, yüreğim küt küt atar, kafam allak bullak olur, sesim acayipleşirdi, söyleyeceğim her şeyin kolunu kanadını kırardım; evet demem gereken yerde, hayır derdim, sakarlıklarımın, beceriksizliklerimin sonu gelmezdi; tepeden tırnağa gülünç olur, gülünç olduğumun farkına varır, vardıkça da büsbütün gülünçleşirdim oysa, gözümün önünde, neşeli, hoşsohbet, şakrak, kendine hakim ve ne yaptığını bilen bir rakip, sevdiğimi göklere çıkarmada hiçbir fırsatı kaçırmazdı ve bunu incelikle yapar, eğlendirir, hoşa gider, böylece felekten kâm alırdı. Sevgilinin elini öpmek dileğinde mi bulundu, bu dileği hemen yerine gelirdi, bazen de hiçbir dilekte bulunmaksızın elini tutup öper, durmadan öperdi, bense, bir köşeye çekilir, kanımı kurutan bu sahneden gözlerimi kaçırmak için başımı çevirirdim; melankoliden bitkin bir halde, soğuk terler dökerken soluklarımı tutar, parmaklarımı çıtırdatır, yumruklarımı sıkardım; çektiğim acıyı göstermeye de, gizlemeye de gücüm yetmezdi. Derler ki, akıllıların aklını başından alan aşk, akılsızları akıllı yapar; yani başka bir deyişle, aşk, kimilerini duyarlı ve sersem, kimilerini de soğukkanlı ve girişken kılar.

Duyarlı insan yaratılışının dürtülerine boyun eğer ve ancak yüreğinin çığlığını dile getirir, bu çığlığı hafiflettiği, ya da şiddetlendirdiği an, o, artık ve kendi kendisi değil, rol yapan bir komedyendir.

Büyük komedyen, olayları gözlemler, duyarlı insan ise ona modellik eder. Büyük komedyen, bu modelin üzerinde uzun uzun düşünür, ve daha mükemmele varmak için ona neyi eklemek, ondan neyi çıkarmak gerektiğini kafasında bulur.

(Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil)
__________________________________________________________________________



"Sophie Valland'a Mektuplar"dan

Paris, 2 eylül 1762

Her günlük hatıra defterimi yazmaya koyulmadan önce, zevk ve ahlaka tatbik edilen ve hiçbir seferinde tarif edilmeyen bir söz hakkında, içgüdü hakkında geçen bir konuşmayı anlatmak isterim. Ben şu fikri müdafaa ettim: içgüdü, sayısız ufak tefek denemelerimizin bir sonucudur, hatırımızda kaldıklarından bile haberimiz olmayan ve dünyaya gözlerimizi açtığımız andan beri devam edegelen o denemelerdir ki zihnimizde lehte veya aleyhte hüküm verdirecek bir sebep olmadığı halde bize gizliden gizliye, filân şey iyi veya kötü, güzel veya çirkindir, dedirtir.

Michel-Ange, Roma'daki Saint Pierre Kilisesinin kubbesine vereceği şekli araştırıyor; bu seçilebilen şekillerin en güzellerinden biri. Zerafeti, herkes üzerinde tesir eder, herkesi büyüler. Genişliği tâyin edilmişti, yapılacak iş, yüksekliğini tespit etmekti, bu durumda, mimarın tereddüt ettiğini, bu yüksekliği artırdığını, azalttığını görüyorum, ta ki aradığını bulsun ve "işte, budur" diye haykırabilsin. Bu yüksekliği de bulduktan sonra, bu yükseklik ve genişliğe göre kubbenin yumurta şeklindeki hattını çizmek kaldı. Daha nice yeni yoklamalar kaç defa yaptığını bozdu, çizdiğini daha yuvarlak, daha yassı, daha basık resmetti, ta ki, binanın son yapılma şeklini bulsun.

(......)

Şimdi, tabiatta sağlam olan hakkında nasıl oluyor da, sanatta veya taklitte de, güzel olduğu hükmünü veriyoruz? Çünkü, dayanıklılık, daha doğrusu, umumi tabiriyle, sıhhat, tasvibimiz için devamlı sebeptir, bu sıhhat herhangi bir eserde bulunabilir ve görünmeyebilir: O zaman bu eser muvazenelidir, fakat güzel değildir. Bu sıhhat bir diğer eserde hakikaten mevcut olmadığı halde gözükebilir, o zaman eserin güzelliği ancak görünüştedir. Fakat, sıhhat gerçekten varsa ve gözükürse, o eser hem güzel hem de sıhhatlidir, iyidir. Dünyamızda iyi ve güzel olan ve öyle gözüken şeylerin iyi ve güzel olmamaları için, bütün tabiat kanunlarının değişik olduğu diğer bir dünyada bulunmamız icap eder.

Şimdiye kadar söylediklerimin kuruluğunu ve mücerretliğini bir parça hafifletmek için birkaç kelime ile konuşmamızın sonunu anlatayım.

Dedim: İşte, bir kubbenin yumurta şeklindeki hattı kadar anlaşılmaz, anlatılmaz ne vardır? Halbuki, o da bir tabiat kanununa dayanıyor.

Birisi ilave etti: -Hele kadınlar güzellikleri hakkında ortaya attığımız hükümleri red veya kabul ettirecek sebepleri tabiatın neresinde bulacağız? Bunun pek keyfi olduğunu zannediyorum.-

Hiç de öyle değildir, diye cevap verdim; bu husustaki zevklerimiz ne kadar çeşitli olursa olsun, bunu da izah etmek imkanı vardır. Burada da doğru ile eğri birbirinden ayırtedilebilir ve izah edilebilir. Bu hükümleri sıhhate, vücut uzuvlarının işlemesine, ihtiraslara tatbik edin, her defasında muhakkak sebebini bulacaksınız. Şu kadın güzeldir, kaşları, gözlerinin kıvrımına tamamiyle uyuyor, kaşları ortalarına doğru biraz yukarı çekin, gururun ifadelerinden birisini elde edersiniz ve gurur her zaman infial uyandırır. Bu kaşları oldukları gibi bırakın, fakat çok kıllı bir şekle sokun, adeta gözleri gölgelendirsinler, gözün bakış sertleşecektir, kabalık, nefret uyandırır. Kaşlarına hiç dokunmayın, dudaklarını biraz ileri doğru sarkıtın, hemen küskün, gücenik bir hal alır. Ağzının kenarlarını büzen ya da, kendini beğenmiş bir rüküş, kimseyi beğenmeyen bir kukla olur. Göz kapakları kapansın, hemen tasalı olur. Yanak adalelerinin bazılarını şişirin, derhal öfkeli görünür. Bakışlarını sabitleştirin, hemen budalalaşır. İşte, zevklerimizin sebepleri bunlardır. Eğer tabiat, bir yüze, fazilet kötü huy ifade eden bu diş vasıflardan birisinin damgasını vurmuşsa, bu çehre bizim ya hoşumuza gider veya hoşumuza gitmez; buna sıhhati de eklemek lazımdır, çünkü, sıhhat her şeyin temelidir ve bütün işlerimizin en kolay tarzda yapılmasını sağlar.

(Çeviren: Etem D. Deriş)




Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 100 - 15 Temmuz 1984