Camille Claudel'in yaşamı sinemada

Bir film… Bir kadın… Bir sanatçı...

Sinema salonunun tüm ışıkları söndü. Rahat koltuğuma biraz daha gömüldüm. Beyaz perde de karanlıkta kaldı. Perdeden yansıyacak ışığı beklemeye koyuldum. Perde (şimdi ne beyazdı ne de siyah) aydınlanmadı. O yarı karanlıkta belirmeye başlayan biçimlere, çizgilere, renklere bir anlam vermeye başladım:

Alacakaranlıkta vıcık vıcık bir çamur…
Çamurun içinde bir kıpırtı. Bir kedi yavrusu mu?
Pençeleri, tırnakları çamura toprağa geçmiş, kazımaya çalışan bir şey…
Galiba bir kadın.
Taştan, kayadan ayrılmamakta direnen toprağı kazıp koparmak için sonsuz bir güç harcadığı belli.
Ayırabildiği, avuçlayabildiği çamuru, toprağı, yanındaki bir bavula dolduruyor…
Bunu karanlıkta yapıyor, sessizlikte yapıyor, gizli saklı yapıyor. Daha şimdiden suçluluğuna inanmış.
Gece yarısı, evinin dışında yalnız bir kadın olmak mı daha büyük bir suç, yoksa Paris'in dışındaki varoşlardan killi toprak, çamur çalmak mı, henüz bilmiyor…
Karton bavulunu çamurla doldurdu. Önce o incecik bedenini, sonra o koca bavulu, o çukurdan kurtardı, bavulu sırtladığı gibi emin adımlarla yola koyuldu…
Hayır, kedi yavrusu değilmiş. Pençelerini toprağa geçiren bir sırtlan da değil. Henüz kadın da denemez…
Bu, bu gördüğüm bir çocuk. Ya da çocuk yüzü, çocuk bakışlı bir genç kız.


Ne zamandır (yani Anne Delbee'nin “Bir Kadın: Camille Claudel” kitabını okuduğumdan beri) içimde büyük bir hayranlık beslediğim; her fırsatta eserlerini görmeye gittiğim, hani neredeyse gizliden gizliye bir sevda ilişkisi sürdürdüğüm heykeltraş Camille Claudel üzerine yapılan ve geçen hafta Paris'te gösterime giren filmde işte Camille ile böyle buluştum.

Camille Claudel:
Doğumu 1864.
Çocukluktan başlayarak, 40 yıl müthiş bir yaratıcılık…
49 yaşında, ailesi tarafından tımarhaneye kapatılma…
Kırk yıl karanlık, kırk yıl, “Beni buradan çıkarın” yakarışları…
Ve “delilere” heykel yapmanın, resim çizmenin yasakladığı 40 yıldan sonra, 79 yaşında, 1943'te açlıktan ölme...

Camille Claudel:
Bugün benim için önce heykeltraş, sonra kadın.
Bugün ve o günlerde, pek çok kimse için: Büyük yazar Paul Claudel'in ablası;
büyük heykeltraş Auguste Rodin'in önce öğrencisi,
sonra Rodin'in sevgilisi, Rodin'in metresi...


Bu derginin sürekli okuyucularındansanız, Camille Claudel'i tanıyor olmalısınız.
Bu kez anlatmak istediğim beyaz pardedeki Camille Claudel'le buluşmam.
Filmin eleştirisini nasılsa ileride film eleştirmenlerimiz yapacaklardır.

Perdede Camille, Isabelle Adjani'ydi.


Gece-mavisi, laciverdi-mavi, gri-mavi gözleri şimşekler çakıyordu…
Saflığı, bir çocuğun güzelim şaşkınlığını özümleyen aşağıya doğru kıvrık dolgun dudakları,
sanki her an bir soru soracakmış gibi hafif aralık duran dudaklar şimdi öfkeden titriyordu...

(Camille'in mi yoksa Adjani'nin gözleri, dudakları mı bunlar?
Filmi izledikten üç gün sonra, bu yazıyı yazarken, artık bu sorunun yanıtını hiç bilmiyorum.)

Nasıl öfkelenmesin ki!
O koca Rodin, o koca usta, yani o “koca sakallı”, genç kızların heykel atölyesine şöyle bir uğramış,
kızların işlerine doğru dürüst bakmamış bile, abuk sabuk konuşmuş ve işte çekip gidiyordu bile!

Yoo buna izin veremezdi: “Mösyö Rodin!” diye haykırdı peşinden Camille-Adjani.
“Ben mermer çalışmak istiyorum!”

Çok güldü Mösyö Rodin. Bu küçük kız kim. mermeri yontmak kim!


Mösyö Rodin, Gerard Depardieu'ydu.

Koca sakallı, koca açık alnı, koca bedeni, koca elleriyle koca bir usta…
Avuçlarına aldığı her şeyi, (çamuru, toprağı, alçıyı, taşı, mermeri ve kadınları), yeniden biçimlendirmek için yoğuran bir usta...

(Depardieu, nasıl da bütünlenmiş o “kocamışlık”la, o “ağırlık”la, o “usta”lıkla, kendini çoktan kanıtlamış kişilerin rahatlığıyla…
Bir mucize! Depardieu Rodin'e benzememişti, yani Rodin'in bildiğimiz fotoğraflarına benzememişti, ama Rodin'di.)

Mösyö Rodin, çok büyük adamlara özgü o gülüşle gülüyordu.
Gülerek mermer kullanmasına izin verdi Camille'in…
Gülerek, kendi atölyesinde çalışmasına izin verdi…
Gülerek, Camille'in mermeri neredeyse kendi kadar iyi kullandığını gördü…
Gülerek Camille'in büyümesini yaratıcılığıyla, kişiliğiyle ve bedeniyle büyümesini) izledi...


Camille, Mösyö Rodin'in atölyesinde büyüdü.
Hocasını izleyerek, hocası için çalışarak, hocasının ağzından çıkan her sözcüğü, hocasının her bakışını neredeyse kutsayarak büyüdü.
Aynı zamanda, hocasının atölyedeki çıplak modellerle aşk oyunlarını izleyerek de büyüdü.

Ve bir akşam…
Rodin, atölyesinde, önünde çıplak bir model, “çalışıyordu.”
(Rodin'in çalışma seansları hep aşklı meşkliydi)...
Camille: “Mösyö Rodin, uyuyamadım, çalışmaya geldim” diyerek geldi, atölyeye.

Aşık olunca insan, uyuyamaz, demedi Rodin.
Önündeki çıplak modele “Sen gidebilirsin” dedi.
Ve modele ücretini ödemek üzere, dışarı çıktı.

Yeniden atölyeye döndüğünde...

Deminki modelin boş bıraktığı sehpada şimdi yeni bir model yatıyordu. Çıplak…
Hani Rodin'in o çok ünlü “La Danaide” heykelindeki pozu almış…
Hani bir kadın beli, sırtı, upuzun boynu, saçları ve kolunu mermerden bir ışığı çeviren o müthiş heykeldeki poz…
Rodin'e şaheserlerinden birini yarattıracak olan pozu veren öğrencisi Camille’dir...


Camille ne çok sevdi Rodin'i.

Ama Rodin belki de daha çok sevdi Camille'i.

Birlikte yarattılar, birlikte çalıştılar.
Biri 19, öteki 44 yaşında.
Artık kim kimin “hocası” belli değil.

Sonra... Sonra çelişkiler…
“Sonuna dek” dedi Camille…
“Hiç ödün vermeden” dedi Camille…
“Yalnız ben... Sizi kimseyle paylaşamam” dedi Camille…
“Ya hep, ya hiç”' dedi Camille...

Bunları belki demedi ama öyle istedi Camille.
İstek tutkuya, tutku karabasanlara dönüştü.
Yaratıcılıkta olduğu gibi, aşkta da hiç ödün vermeden,
“ya hep ya hiç”,
“ya hep ya hiç”,
“ya hep ya hiç”...

Yapma Camille!
Görmüyor musun Mösyö Rodin kocaman! Koca şöhreti seni hep ezecek…
Yapma Camille! Görmüyor musun koca bedeni yalnız senin bedeninle yetinmeyecek!..
Yapma Camille! Bilmiyor musun sen onu değil, o seni var ettiği sürece mutluluğa benzer bir şeyler olabilir!


Ne zamandır Camille-Adjani'nin o laciverdi mavi gözlerinde yalnız hüzün var…
Ne zamandır o çocuk saflığındaki, şaşmak ve soru sormak için aralık duran dudaklar, yalnız seven bir kadının şehvetli dudaklar.
Artık yalnız Rodin'in dokunuşunu, öpüşünü bekliyor.
Beklediği gerçekleşmeyince, o dudaklar, o gözler artık yalnız ve yalnız trajik duygusunu çoğaltıyor.


Kapının bir yanında koca Mösyö Rodin.
Dizleri üzerinde. Yumrukluyor kapıyı. Yalvarıyor: Aç kapıyı Camille.

(İçimden yalvarıyorum: Camille, nooolur aç!)

Kapının öte yanında küçücük, inatçı Camille…
Ne çok acı çekiyor, ama ne çok acı…
Gözlerini aynı noktaya dikmiş. Açmayacak kapıyı…
Ya hep, ya hiç…
Mösyö Rodin'i kimselerle paylaşmayacak…
Ya hep ya hiç…


Ne çok acı, ne çok gözyaşından sonra, ve artık Mosyö Rodin'le sevişmediği için, Mösyö Rodin'in büstüyle, çamurla, toprakla, alçıyla sevişilen ne çok geceden sonra Camille'den, Mösyö Rodin'e bir mektup:

“Geceleri çırılçıplak yatıyorum. Sizin, yanımda olduğunuza kendimi inandırmak için…
Ama uyanınca aynı şey olmuyor.”


“Delilik”le, “normal”lik arasındaki o çizgi öyle belirli belirsiz ki…
Camille-Adjani o çizginin bu yanından o yanına ne zaman geçti, bilmiyorum…

Galiba önce sesi geçti: “Karnımdaki o çocuk öldü” dediğinde...
Sonra biraz da o çok sevdiği kardeşi “küçük Paul” (Paul Claudel filmde Laurent Grevil) onu bırakıp gittiğinde...

Biraz da annesi (filmde Madeleine Renault'nun etkili oyunculuğu) onu kapı dışarı ettiğinde ve onu eve almayıp sokakta bıraktığında...

Babası (Alain Cuny) çocukluğunda onu müthiş destekleyen babası, Rodin'le ilişkisini öğrenince ondan sırt çevirdiğinde...

Sonra biraz da…
“Mösyö Rodin sizden nefret ediyorum!” diye haykırdığında…
“Sizi seviyorum” diye haykırmamak için “Sizden nefret ediyorum” dediğini kendine açıklayamadığında...

“Mösyö Rodin eserlerimi çalıyor” dediğinde,
“Mösyö Rodin yüreğimi, bedenimi, aklımı, vaktimi, emeğimi, bütün gücümü alıyor. Ve artık çok yorgunum” demek istediğini ayırdedemediğinde...

Ve beş parasız, yapayalnız kaldığı odada, kedilerden başka yanına hiçbir canlı yaklaşmadığında…
İşte galiba o zaman Camille-Adjani çizginin öteki yanına geçmişti.



“Camille Claudel” filmi bitti.
Isabelle Adjani, Camille Claudel’di.

Filmden sonra, bir oyuncu bir kameranın karşısında kendisini nasıl böylesine apaçık, çırılçıplak (fiziksel çıplaklıktan söz etmiyorum elbet) bir kişiliğe (Camille'e) ve bir yönetmene (Bruno Nuytten'e) teslim edebilir diye düşünmekten kendimi alamadım.

Ünlü kameraman ve bu filmle ilk yönetmenlik denemesini yapan Bruno Nuytten'in, aynı zamanda gerçek yasamda Isabelle Adjani'nin sevdiği insan ve çocuğunun babası olduğunu öğrenmem, içime biraz su serpti. (Bu rahatlamayı, çocukça ya da fazla romantik bulup gülebilirsiniz, zararı yok.)

Isabelle Adjani bu filmin aynı zamanda ko-prodüktörlerinden. Bu filmin gerçekleşmesi için sonsuz çaba harcadı, savaş verdi. “Camille Claudel” filmi için ünlü yönetmen Claude Chabrol uzun hazırlıklar yapmıştı. Başrolü Isabelle Huppert oynayacaktı. Adjani, Claudel ailesinden film haklarını büyük uğraş sonunda elde etti. (Gerçek yaşamda Camille'e asıl kötülüğü eden Claudel ailesinin, filmde biraz kayırılmasının nedeni belki de bu.)

Tüm bu çabalar ve en önemlisi o olağanüstü oyunculuğu için Isabelle Adjani'ye teşekkür etmek gerek. Camille'i sevdiği, Camille'i anladığı için… Camille olduğu için…
Camille'i daha çok insana duyurduğu, tanıttığı için...



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 206 - 15 Aralık 1988
_________________________________________________________________________________________



Rodin'den tımarhaneye 50 cehennem yılı...

Isabelle bir mucizedir. Sanatçı olarak hiçbir sınıflamaya sokulamaz: O, Adjani'dir. Kuşağının tek prototipidir. Ender rastlanan bir güç ve zeka birlikteliğinin ürünüdür. Göründüğü her sahneye bir gizem, bir heyecan katar. Bu bulunmaz özellikleriyle, filmlerin yönetmenlerini de etkiler. Her filmde, kendini yenileyen bir oyuncu imajını bu özellikleriyle yansıtır.

Isabelle Adjani'nin kişiliğini, yukarıdaki tümcelerle tanımlayan Claude Pinoteau, 1974 yılında ona ilk önemli rolünü “La Gifle” adlı filminde veren ve sinemaya taze bir yeteneğin, özgün bir soluğun gelişini muştulayan yönetmendir. Adjani 18 yaşındaydı ve sinemayla, sinema seyircisiyle, tutkulu aşk öyküsü böyle başladı.

Ve Adjani'nin vardığı son nokta: “Camille Claudel”.
Rodin'in (Gérard Depardieu) büyük aşkı, Paul Claudel'in kızkardeşi.
30 yılı tımarhanede, 20'ye yakini Rodin'le birlikte olmak üzre, yaşamının 50 yılını cehennemde geçirmiş bir heykeltraş.
7 Aralık'ta gösterime giren “Camille Claudel” adlı film, kuşkusuz Adjani'nin başarılarla dolu 15 yıllık sanat yaşamının doruk noktalarından biri oldu.


1977 yılında Time dergisine “Kamera için yaratılmış bir yüz” altyazısıyla kapak olan Isabelle Adjani ve “Camille Claudel” filminin yönetmeni Bruno Nuytten (bu ilk filmi) ile Le Nouvel Observateur dergisinden Mariella Righini'nin yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.

- Birkaç ay önce şöyle demiştiniz: “Bu proje konusunda kesinlikle sessiz kalacağım.”

I.A - Ben, gizlilik içinde çok yaşadım. Giz, benim evimde, aile yaşamımda, bir yasa oldu, çoğu zaman.

- Camille Claudel gibi, “Işık dolu bir gizem” diyebilir miyiz, buna?

I.A. - Huzur içinde, kendimi özdeşleştirebildiğim, Paul Claudel'in bir tümcesi, bu. Gizi aydınlatacak olan, projektörlerin karşısındaki oyuncudur.

B.N. - Bu kişiliği su yüzüne çıkarabilmek için, Camille üzerine öğrendiğim ve Isabelle üzerine bildiğim her şeyden yararlandım. Sinemada Camille Claudel'i yaratabilmek için, bundan başka yapılacak şey yoktu.

I.A. - Camille'in kendisi bir gizem, zaten. Anılarını yitirmiş bir kadın, önce onları bulmak gerekiyordu.

- Düşlemek, yani...

B.N. - Hayır, yeniden bulmak. Ona karşı duyulan aşk ve saygı ile. Düşlemek, onun kişiliğinden uzaklaşmak riskini getirir.

- Bu filmi yapma düşüncesi nasıl oluştu?

I.A. - Paul Claudel'in torunu Reine-Marie Paris'in kitabın okuduğumda, bu düşünce gelişmeye başladı, kafamda. Her şeyi ters giden, şemsiyesi ters dönen kahramanlar bana, her zaman çekici gelmiştir, zaten. Camille de, başlangıçta her şeye sahip olan, ama sonuçta her şeyini yitiren bir kadın. Önüne sunulan hiçbir şeyden yararlanmayı bilememiş, sonunda kendini yok etme noktasına gelmiş. Bu, bana “sanatçının yaşamını” çağrıştırdı, çok yakin ilişkiler var.

- Peki, Isabelle ile Camille arasında ortak noktalar var mı?

B.N. - Isabelle, ya sessizdir ya da gürül gürül gürler. Onun yaşam biçimidir, bu. Camille için de, aynı şey geçerli. Bu bakış açısından birbirlerine çok yakınlar. Film, bir insanı ilk gençlik çağından alıyor ve bir felakete doğru nasıl sürüklendiğini gösteriyor. Bir canlının, yaşamla nasıl yok olduğunu görüyoruz.

- Ya kardeşi, Paul Claudel ile ilişkileri...

I.A. - Paul ile Camille'in ilişkileri, fazlaca bildik türden bir aile şeması değil. Paul, Camille'i delirtmek istemiyor, ama delirtiyor. Çünkü, kendisi de biraz çılgın. Birbirine çok yakin iki canlının eğilimleri de aynıysa, aralarında ölesiye bir savaşım olması da çok doğal. Bu, aşkta da böyledir.

B.N. - Başlangıçta, Paul ve Camille, yaşamlarını paylaşmaya, her şeyi birlikte yaşamaya değin varan ikiz gibidirler.

I.A. - Paul, bu ikizlerin beyaz, Camille ise siyah olanidir. Paul, aklaşmada daha basarilidir: Camille ise “punk” olur.

- Camille'in kişiliğindeki erkekler de, size çekici geliyor mu?

I.A. - Rodin'i ilgilendiren heykelin bedenidir. Camille'i ise, onun üstüne giydirilen ilgilendirir. Eğer Camille'in bakışlarındaki, dokunuşlarındaki bronzluk olmasaydı, Rodin'in yapıtları daha az etkili olacaktı.

B.N. - Rodin Camille'e, Camille'in Rodine olduğundan çok daha fazla hayrandır. İster Rodin olsun, isterse Paul, bir erkek için, yapıtına girecek bu kadın her zaman hayranlık uyandırıcı, ama endişe vericidir. Bu, çocuksu bir tercihtir, aynı zamanda: Bedeniyle yaratabileceği bir nesneyi elleriyle yaratmak. Onun kadınlığını unutmak. Çünkü, o da, kadınlığın başka bir biçimde dışa vurmaktadır.

- Camille kişiliğine nasıl hazırlandınız?

I.A. - Gérard Depardieu ile birlikte Beaux-Arts’a giderek. Görerek, dokunarak...

B.N. - Sinema oyuncusunu, heykel yapmayı öğrenmeye zorlayamazsınız. Burada önemli olan, oyuncunun bir yontu atölyesine girerek, oradaki çok özel sessizliği dinlemesi, havasından etkilenmesi, soğuğundan ürpermesi, modelleri ve heykeltraşların çalışma biçimlerini gözlemlemesidir.

I.A. - Çok fazla endişem yoktu, ancak kendimi eksik hissediyordum, çünkü ne sanat, ne de madde üzerine eğitim görmüştüm. Elimi, yontu üzerinde kullanmam gerektiğinde kendimle savaşıyordum. sanki.

B.N. - Gérard ve Isabelle'in yontuya yaklaşımları karşıttı. Ancak sinemaya yansımalarının aynı olması gerekiyordu. Önce kamerayı kullanma biçimimiz, sonra onların ortak jestleri bulacaklarına olan güvenim, beni iki kez rahatlattı.

I.A. - Aslında, buradaki başarı bizden kaynaklanmıyordu. Yontuculuğu iyi bilen Bruno'ydu.

B.N. - Bu, doğru. Atölyeleri aşındırdım. Bana şimdi biraz çamur verseler, rahatlıkla portrenizi yapabilirim.

- Camille'in kişiliğine sizin katkınız ne oldu? Örneğin, güzellik mi?

I.A. - Gençliğinde, o da güzelmiş, ancak otuz yaşından sonra, alkolün etkisiyle tanınmaz hale gelmiş.

B.N. - Atölyelerde alkol çok yaygındır. Isınmak ve kamçılanmak için içerler, özellikle.

- Sizin çalışmalarınız nasıl gerçekleşti?

B.N. - Rolüne bu denli sahip çıkan bir oyuncu, kuşkusuz o kişiliğe kendi özkaynaklarından da bir şeyler katacaktır. Bu nedenle, Isabelle gibi bir oyuncuyu, diş macunu tüpünü sıkar gibi zorlamak aptalca bir davranış olurdu. O, ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bir oyuncu karşısında, haksız duruma düşen çok yönetmen gördüm. Aynı olayı yaşamak istemiyordum.

I.A. - Bir oyuncunun, her şeyden önce bulması gereken bakış açısı, görüntü yönetmenininkidir. Çünkü oyuncunun çoğu zaman yönetmene yabancı olan korkularını, kaygılarını görüntü yönetmeni tanımlayabilir. Bu açıdan yönetmenin rakibidir. Yönetmen kurallara bağlı kalır, genellikle. Oyun ise, kuraldışının bakışını yakalamak zorundadır, çünkü yönetmen sizin hangi noktada daha güzel, nerede daha yumuşak olduğunuzu göremez, size bakmayı, sizi sevmeyi bilemez. Bruno’nun “Camille Claudel”de, aynı zamanda hem düzenli, hem düzensiz olabilen iki karşıt bakisi vardı. Oyuncunun dengesizliğini algılayan, onu anlayan, ama bütünde dengeyi korumaya çalışan bir bakış. Bundaki en önemli etken, Bruno'nun beni daha önce görüntü yönetmeni olarak, “Barocco”, “Bronté Kardeşler”, “Possession” gibi filmlerde kamera arkasından görmüş olmasıdır.

B.N. - Isabelle'i, ilk kez, kameranın içinden gördüm. Gözyaşlarımı engelleyemedim. İşte gerçek tanışma, bu olsa gerek. Bana iki tane Isabelle bulun, hadi Ancak çizgilerde, grafikte rastlanabilecek bir enderliktir, onunki. Sessiz sinemanın tüm starlarını tanıyan Henry Langlois’nin karisi Marie Merson, Isabelle'in yüzünü gördüğünde çarpılmıştı. Olağanüstü bir fotojeniye, sinejeniye sahip. Bir yönetmen için, oyuncunun güzelliğinden daha ürkütücü hiçbir şey olamaz. Mutlak güzellik karşısında, direnme, hükmetme şansı yoktur. İşte, tehlike burada.

- Seyircinin ona duyduğu aşkı nasıl yorumluyorsunuz?

B.N. - Isabelle, bazı dönemlerde birden ortaya çıkar, bakarsınız hemen kaybolur. Bu, onun özgürlük anlayışıdır. Ancak, ona olan büyük ilgi, bence de bir sorudur, hâlâ.



Türkçesi: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 206 - 15 Aralık 1988