Çevremdeki alacalı bulacalı, onca parlak, onca bağıran, çağıran renk arasında gözlerim yalnız birine takıldı ve onun peşinden sürüklenmeye başladım. Yalnız gözlerimle, aklımla, düşüncelerimle ya da düşlerimle değil, tüm bedenimle sürükleniyordum peşinden... O renk beyazdı...
Beyaz, simsiyah saçlarının tepesinden, yüzlerce minik örgünün tepesinden başlıyor; kapkara incecik, abanoz ağacından oyulmuş uzun boynunu açıkta bırakıyor, göğüslerinin önünde bollaşıyor, çoğalıyor, katkat ışıldıyor; ince beline sımsıkı sarılıyor; dolgun kalçalarını şöyle bir yalayıp geçiyor; bacaklarının arasında kâh gözden kaybolup, kâh yeniden beliriveriyor ve çıplak ayaklarının pembe topuklarının dibinde sona eriyordu.
Beyaz, önümde yürümüyor, çamurun üzerinde, rüzgâra tutulmuşcasına salına salına kayıyordu. Rüzgâr yoktu oysa. Ben yine de ona yetişebilmek için çamura bata çıka koşmak zorunda kalıyordum... Beyaz, gitti, gitti, gitti, gitti ve çamurun bittiği yerde durdu. Çamurun bittiği yerde sarı, kızıl, altın bir kumsal… Beyazın kıvrımlarından simsiyah bir kol uzandı. Elleri, gümüş şamdanlarda mumlardı... Bitmeyen parmaklar, sarı, kızıl, altın kum tanecikleri üzerinde gezinmeye başladı...
Gezinirken, gezinirken:
Eski Yunan ve Roma tapınaklarından bir Akdeniz esintisi; Arabistan çöllerinin sıcaklığı, Sümerlerin görkemi, Sahra'nın sert acımasız çizgileri; Berberi kavimlerin hızı, rüzgârı; Kıptilerin her düzene meydan okuyan düzensizliği; Mısır firavunlarının mükemmellik tutkusu; Hristiyanların ve Müslümanların şaşmaz ağırbaşlılığı Tanrı tanımazların darmadağınık coşkusu ve Afrika ormanlarındaki, Afrika sularındaki tüm ağaçların, yaprakların, dalların, yosunların, meyvelerin, çiçeklerin, böceklerin, kelebeklerin, kertenkelelerin, kuşların, balıkların renkleri, o bitmeyen parmakların ucundan kumsala döküldü.
Ben, şaşkın, kumsalda bütün bu saydıklarımın ve saymadıklarımın suretini seyrederken, ansızın rüzgâr çıktı. Baştan beri izlediğim beyazlık, havalandı, dalgalandı, yalpaladı, salına salına yükseldi, döndü dolaştı, kumsala kondu... Uzun, ince parmaklar, avuçları pembe simsiyah eller, beyazı yakalama çabasında kum zerreciklerine daldı, sonra çıplaklığını örtmek istermişçesine bedenin üzerinde dolaştı, yüzünü, saçlarını yokladı, beyaz örtüyü bulamayan eller havada gezindi, çevredeki taşları, kayalar yerlerinden edip aradı taradı, mağaraların karanlığına gizlenmiş midir diye bakındı, mağaranın taşlarını tek tek araladı; sulara, sulardaki çakılların arasına daldı; toprağı, çamuru, kili taradı, bitkileri araladı ve sonunda bitmeyen parmaklar, avuçları pembe simsiyah eller oldukları yerde kalıverdiler.
O zaman, deminden beri izlediğim kadın, döndü bana baktı.
“Çok güzelsin” dedim.
Parmaklarının, ellerinin dokunduğu her şey, her yer, kumsaldaki suretin bir parçasını taşıyordu.
Bedenini saran bez parçası, kırmızının, turuncunun, sarının egemenliğinde kök boyalarla boyanmış, geometrik motiflerle, bunların yinelenmesiyle bezenmişti. Omuzlarında, şal gibi asılı duran, biraz sonra terini sileceği, bebeğini kundaklayacağı, yükünü sarıp sarmalayacağı ya da amansız yağmurdan korunmak için başına örteceği ikinci bir bez parçası ise bildiğim ve bilmediğim hayvan resimleriyle, hayvan benzetmeleriyle süslenmişti. Perspektifi yok sayan biçimlerle...
Göğsünden aşağı kocaman bir haç ve kocaman bir tılsım yan yana sallanıyordu. Haç, bildiğim haçlara benzemiyordu. Gümüşten olmasına gümüştendi, ancak iki yana yukarıya ve aşağıya doğru öylesine genişlemişti ki, dantel bir baklavaya benzemiş, ortada kesişen dikey ve yatay çizgi tanınmaz olmuştu... Tılsım ise deridendi. Derinin üzerine, yine deriden biçimler kesilmiş, tutturulmuştu:
Örneğin Sümerlerin Ay Tanrıçası, Mısırlı Nefertiti'nin asası, Asurların Güneş Tanrısı ve bilmediğim bir Afrika bitkisi.
Kolları, baştan aşağı eğrilmiş, bükülmüş, burulmuş iç içe geçmiş bakır halkalarla donatılmıştı. En ufak bir kıpırtıda, halkalar birbirine çarpıyor ve şıngır şıngır ediyordu. Şıngırtılar arasında sesini duydum: “Kıptilerin armağanı” diyordu.
Boynunda sıra sıra renk boncuklar taşlar, çakıllar parlıyordu. “Kızıldeniz'in sularından, mavi Nil, Webi Şibele, Dedesa, Omo, Baro, Dinçu nehirlerinden, Tana, Avaş, Zevay, Sala, Camo gollerinden topladım” dedi. Boncukları, çakılları, camları nasıl dizip sıraladığının sırrını vermedi. Ama başında taşıdığı o çok yüksek sepeti Semien ve Gocam Dağları'nın tepesinden topladığı bitkileri örerek nasıl yaptığını gösterdi.
Omuzlarına dek sarkan gümüş küpeleri taa yedinci yüzyıldan beri gümüş işlemeciliğinin merkezi olan Kızıldeniz kıyısındaki Harra’dan ya da Eritrea’nın merkezi Asmara'dan geliyordu. Ve Asmara'dan gelen onca yüzyıllık gümüş sanki bugün Asmara'yı saran bugenvilyaların rengini almıştı.
Bir ona baktım, bir yerdeki surete. İkisi birbirinin eşi mi diye, hangisi aslı, hangisi kopyası anlayabileyim diye…
A, a biraz önce kumsalda onca çizgi, onca benek, onca renk, onca biçimle gözümün önünde uzanan sureti rüzgâr çoktan silmişti bile.
Kendimi tutamadım, “O güzelim parmakların gezindiği kumsaldaki suret nerede?” diye sordum...
O zaman, “Gel benimle” dedi. Kumsala o sayısız resmi çizen, o ince uzun parmaklarını, avuçları pembe siyah ellerini bana uzattı: “Gel benimle.”
Birlikte önce Avaş Nehri vadisine gittik. Ve Dire Dawa mağaralarında taş devri insanının çizdiği bizonları, faunaları gördük. Boynuzlu üçgenler misali...

Aksum'da, Adulis'de, Yeha'da, ama en çok da Lalibela'da, dördüncü yüzyıldan itibaren Hristiyanlığın ayak sesleriyle birlikte kiliseler yükselmeye başlıyordu. Ama bu kiliselerdeki fresklerde İsa, Meryem, havariler, melekler, alışık olduğumuzdan farklı biçimlerde, farklı simgelerle yerlerini almışlardı. Örneğin en çok güneş motifiydi İsa'yi simgeleyen. Güneşin çevresini sarmış rengarenk tüylü horozlar da havariler...
Rehberim “Gel benimle” diyordu ve ben peşinden giderken Lalibela'nin kuzeyinde Yemrehan Kristos'a girdiğimde, önce burası kilise mi yoksa cami mi anlamıyordum. Çünkü burada resme, surete hiç ama hiç yer verilmemiş geometrik motiflerin tekrarıyla süslemeler elde edilmişti. Kâh farklı ahşap cinslerinin yanyana getirilip işlenmesinden, kâh farklı boyalardan elde edilen “su”lar, simetrik bir biçimde duvarları yalayıp geçiyordu. Ahşap kapı, pencere oymaları da yine Arap yarımadasının tüm etkisini bu kilisede gözler önüne seriyordu.
“Gel yedinci yüzyıla sıçrayalım” dediğinde rehberim, Portekiz rüzgârı sırtımda esti. Duvar resimlerinin ve fresklerin renkleri koyulaşmaya, figürler siyah kalin konturlarla meydana çıkmaya, konular çoğalmaya başladı. Artık kiliselerdeki melekler meleklere, İsa, isa'ya benzer olmuştu.
Yüzyıllar aşmaktan yorgun düşmüştüm ki, rehberim, “Yorulduysan dinlenelim” dedi. Kumların üzerine oturduk. Başındaki kocaman sepeti yere indirdi. içinden biraz daha küçük bir sepet, onun da içinde daha küçük bir sepet, onun da içinden daha küçüğünü, daha daha küçüğünü çıkarmaya başladı. Bir anda çevrem yüzlerce sepetle dolmuştu. Her biri başka renklerde, başka başka biçimlerde, başka başka süslerle, işlerle bezenmiş. “Ne bunlar?” dedim.
Başladı saymaya:
Bu, kedi gözü; bu akan su; bu iğnelerin kölesi; bu bileğimin zinciri; bu keçi ayağı;
bu kertenkele kuyruğu; bu aslanın ağzı; bu aslan uykusu; bu aslan kükreyişi; bu horoz ibiği; bu...
Sepetlerdeki her işlemenin bir başka adı vardı…
Baktım sonu gelmeyecek, nereden, ne zamandan diyerek, durdurdum onu.
“Her zamandan beri, taaa nenemin, nenesinin nenesinde beri'” dedi. “Her yerden... Ama en ustaca yapılmışları Harar’dan. Çünkü parmakları en uzun olanlar Hararlı kadınlar, kızlardır.” Ve biraz da utanarak, kendi upuzun parmaklarını avuçlarının içinde saklamaya çalıştı. Harar'ın 13. yüzyılda ticaret, alışveriş merkezi olduğunu, en büyük pazarların burada kurulduğunu söylemedi.
Sepetlerin birini açtı, içinden çamurdan yapılmış minicik hayvan ve insan heykelleri çıkardı. Tıpkı sahici gibi.
“Eski başkent Gondar'dan, Falasa heykelcikleri” dedi. “Gerçeğe en yakın olanını yalnız orallar yapabilir.”
Bir başka sepet açtı, içinden bir sürü halı, dokuma bezleri çıkardı.
Binlerce ilmiğin arasında Amhar yazıtlarındaki yazıları görür gibi oldum.
Daha başka bir sepetten bir sürü çalgı çıkardı. Ama ben bunların resimlerini daha önce kilise duvarlarında da görmüştüm. “Evet haklısın, ya bir meleğin, ya bir kralın elinde, ya da kuşların, horozların kanatları arasında” dedi. Sonra çalgı yığınının ortasından tek yanlı bir sazı çekip çıkardı ve “masenko”suna sarılıp çok içli bir şarkı söylemeye başladı... Şarkının sözlerini anlamadım, zaten ülkede konuşulan iki yüze yakın dilden hangisi olduğunu da bilmiyordum.
Baktım, yüzyılların birinden ötekine koşmanın, yöreden yöreye sıçramanın yorgunluğuna bir de bu hüzün eklenirse, çok gözyaşı dökeceğiz... İlgisini dağıtmak için, “Heeey, ben bir beyazın peşine takılmış gidiyordum. Ama, öyle çok ses, öyle çok nefes, öyle çok çizgi, benek, leke, biçim, öyle çok renk çıkardın ki karşıma, beyazı göremez oldum” dedim.
O zaman, bana baktı ve öyle bir gülümsedi ki, çevremdeki tüm renkler, tüm sesler bembeyaz dişlerinin, sımsıcak gülüşünün aydınlığında eridi gitti...
Afrika Devlet Başkanlığı zirvesini izlemek üzere gittiğim Etiyopya'da, açlığı, yoksulluğu, kaçanlar ve kovalayanları, bir an olsun unutabilseydim,
yüzler, renkler, çizgiler arasındaki bu düşsel yolculuk gerçekleşebilirdi.
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 175 - 1 Eylül 1987