Carlos Fuentes

Cervantes ödülünde ikinci Meksikalı

Carlos Fuentes, romanlarında ülkesinin geçmişteki ve bugünkü kimliğini irdeliyor

Carlos Fuentes, Harvard Üniversitesi'nde öğrencilerine Cervantes'i anlatıyormuş, hem de tam Don Kişot'un sadık seyisine “Mucizeler, Sancho, ender görülen şeylerdir” dediği yeri: Kendisini telefona çağırmışlar, İspanyol dilinde yazan yazarlara yapıtlarının tümü için verilen Cervantes ödülüne layık görüldüğünü bildirmişler.

Yazarın olayı böyle anlatması alçakgönüllülüğünün belirtisi, çünkü ortada mucize denecek durum yok:

Carlos Fuentes şimdiye dek çeşitli ödüller aldığı gibi nobel adayları arasına da girmiş. Dilimize çevrilen Cambio de piel (Deri Değiştirmek) romanı ile 1967'de yine İspanya'da Biblioteca Breve ödülünü almışsa da, kitabı sansür nedeniyle yasaklanmış.

Eleştirmen Rafael Conte olayı şöyle yorumluyor (1):

Cervantes ödülü böylece çok uzakta kalmış sayılamayacak karanlık dikta yıllarımızda kimin ya da neyin adına olduğu pek bilinmeden sürdürülen bir alay haksızlıktan birini gidermiş oluyor; ne olduğumuzu bilmek istiyorsak o yılları hiç aklımızdan çıkarmamakta yarar var


İlk kitabı Los dias enmascarados'u (Maskeli Günler) 33 yıl önce yazmış olan 59 yaşındaki Fuentes, Cervantes ödülünü alan yazarların en genci. ilk büyük romanı 1958'de La región más transparente (En Saydam Bölge) oldu. O gün bugündür, gelenekçilikle öncülük arasında mekik dokuyarak yazının tüm rizikolarına girdi, Yeni Roman'dan Kuzey Amerika romanına değin çağın tüm deneyimciliklerinden etkilendi. Bundan üç ay önce çıkan ve bir “kurgu-yergi” olarak nitelenen son romanı Cristóbal Nonato (Doğmamış Kristof) İspanya'nın kutlama hazırlıklarına giriştiği Amerika'nın keşfinin 500. yılına özgün, çarpıcı bir katkı.

Kültür Bakanı Javier Solana ile Fransızlaşmış İspanyol yazarı Jorge Semprun'un da yer aldığı jürinin İspanyol yazarlara yeğ tuttuğu Fuentes, bu ödülün tarihinde Octavio Paz'dan 6 yıl arayla ikinci Meksikalı, romanlarına yansıyan şaşırtıcı kültürüyle Meksika, ispanyol ve yeryüzü yazınının mirasçısı, ülkesinin büyük yazın geleneğini izleyerek Meksika'nın tarihsel kimliğini irdeliyor. Bu geniş kültürün kaynağında Amerika'nın Kolomb-öncesi mitolojisi var, sonra Keşif, Fetih ve sömürge dönemleri geliyor. Meksika Devrimi Fuentes'in gözünde ülkenin bugününü anlamak için zorunlu bir inceleme konusu. Dilimize de çevrilen La mu erte de Artemio Cruz (Artemio Cruz'un Ölümü) (1962) bu incelemeden doğan başyapıtı.

La cabeza de la hidra'da (Ejderhanın Başı) (1978) kargaşa, depremler, dış borçlarla olağanüstü petrol girdileri arasında çalkalanan Meksika'nın bugününü yorumluyor.

Sonbahardan beri İspanya'da yayın piyasasına egemen olan Latin Amerika yapıtlarının başında gelen Cristóbal Nonato'da ise, 1992 yılında, anasının karnındaki bir Meksikalı ceninin gözlerini açmaya hazırlandığı keşmekeş dünyasını, parçalanmış, satılmış ülkesini anlatıyor.

Yazınsal yolculuğuna otuz yılı aşkın bir süre önce başlayan bu Cervantes” diyor R. Conte, “Köşeyi döndüğümüzde karşımıza dikilecek olan bir geleceğe adım atıyor, kıyamet haberciliğini andıran bir karamsarlık içinde yine de bizi o gelecekten esirgemek istiyor gibi. Her zaman olduğu üzre, güncellik geleceğe kapı açıyor.

En berbat olasılığı öngörmek Carlos Fuentes için bir uyarı değeri taşıyor, o olasılığın gerçeğe dönüşmesini önlemenin bir yolu neredeyse.

Barselona'da çıkan Quimera dergisinin Fuentes'e ayrılmış özel sayısında yazara şöyle bir soru yöneltiliyor (2):

Cristóbal Nanato'da Meksika'nın Mahşer gününü andıran bir betimlemesini yapıyorsunuz:

 Guadalupe köktenciliği, ulusal sorunlar, bazı eyaletlerin kuzeydeki büyük komşuya geçmesiyle
‘Meksamerika’nın kurulması.
Gerçeğe tanı koyduğunuzu söyleyebilir misiniz?

Kesinlikle hayır” diye yanıtlıyor o, “yalnızca yazınsal-siyasal bir varsayım. Ama Bolivya örneğinde görüldüğü gibi, uluslar dış borçlarını karşılayabilmek için tüm varlıklarını ortaya koyuyorlar. Eh, öyleyse petrol bölgeleri neden söz konusu olmasın? Meksika'da bunu düşünüyorum, bir karabasan gibi öngörüyorum bunu, topraklarının yarısını zaten yitirmiş bir ülkenin pekâlâ başına gelebilecek bir şey gibi. Ama Meksika'nın, Meksikalıların sandığından daha güçlü bir ülke olduğuna inanıyorum, hem de çok çeşitli ve çok genç bir nüfusu var. Tarihinde ilk kez demokrasi dileyen bir sivil toplumu var, Kuzey Amerika usulü değil, Meksika usulü bir demokrasi. Genel görünüm olumlu, gelgelelim Meksika'nın sorununu işler biraz düzelir düzelmez kendi kendimize övünmeye girişmemiz. İşlerimiz genelde hep o denli kötü gitti ki, bir umut ışığı görür görmez sokaklara fırlayıp haykırmaya, altınları pencereden savurmaya başlıyoruz. Tonancicla yerlileri bütün yıl ufacık kıraç tarlalarına emek verirler. Ondan sonra bayram geldi mi har vurup harman savururlar. Elimize petrol geçer geçmez aynını yapıyoruz. Altı yılda Meksika'ya yüzyetmiş yıllık bağımsızlık tarihinde girmediği kadar yabancı döviz girdi. Nereye gitti bu para? Kendi kendisinden hiç memnun olmaması gereken bir ülkeyiz. Hep eleştirilerek, sağduyu ile sarsılması gereken bir ülke. Kendisine mutluluk vadedilmiş olduğuna, her şeyin iyi gideceğine inanan Kuzey Amerikalıların karşısında bizim sağduyumuz mutsuzluktan kaynaklanıyor.

Kuzey Amerika ile değerler karşıtlığı Carlos Fuentes'in dünyayı ve geleceği yorumlayışında bir temel taş:

Kuzey Amerika gibi köksüz, kuşakların anısının kolayca yittiği bir ülke karşısında Meksika gibi köklerine sımsıkı sarılmış bir ülke var. Gelecek yüzyılda Latin Amerika'nın -olumlu ve verimli saydığım- çatışması bundan doğacak. Biz kendi kimliğimiz üstüne ne düşünüyorsak düşüne duralım, öyle bir dünya ile yüzleşmek zorunda kalacağız ki, o kimliği yadsımasa bile, durmadan değişen, inorganik bir çoğul-kültür adına sınava sokacaktır. Bugünkü Latin Amerika yazını, özellikle bazı dışavurumlarıyla bu sorunun yanıtıdır. Ben Cristóbal Nonato'da hep bunu gözönünde tuttum. Şairler, Octavio Paz, Pablo Neruda, bunu biliyor bunu göğüslüyorlar. Romanda duruma en iyi tanı koyan Cortázar sanırım.


KALKINMA ALDATMACASI

Carlos Fuentes'in yapıtlarının Meksika'nın kimliğini arayışı gibi, devrimin toplumsal-kültürel sonuçları, ülkenin teknolojik ilerleme adı verilen engelli koşudaki durumu ve Meksiko City'nin içgöç ve nüfus patlamasıyla devleşmesi gibi sorunlar da yansıyor:

Dramatik bir gelişim bu” diyor yazar, “Meksiko yaşanmaz bir kent olup çıktı. Bir insanın yaşamına sığan bir süre içinde bir kentin nüfusunun bir milyondan 18 milyona yükselmesi olacak şey değil. Devleşme sorunu karşısında siyasal irademizi ortaya koymak zorundayız.

Bazı gelişimler yapıtlarımda izlenebilir. 70'li yıllara değin Meksika Devrimi'nin yarattığı kişileri Artemio Cruz gibi enerjik kahramanlar işledim. Sonra bunlar ortadan yok oldular. Kalkınmanın hayaleti yedi bitirdi onları. İnsancı ya da kültürel değerlerden bağımsız, geçerliğini kendinde bulan bir kalkınma tutkusu bu tür enerjinin açığa çıkmasını engeller. Ama o tipler şimdi yeniden sahnede beliriyorlar, son romanımda olağanüstü enerjisi olan kişilere yer verdim. Meksika'nın vahşi bir enerjisi var, kalkınma aldatmacasından öcünü alıyor. İlerleme tutkusu enerjinin boş bir hayal uğruna akıtılmasıydı, bir gün geldi, o da bitti. Buna karşılık kültür gerçeği yeniden doğdu, zaten dönüp dolaşıp Meksika'yı kurtaran hep odur. Devrim yirmi anlamda, siyasal, ekonomik, toplumsal anlamda başarısızlığa uğramış olabilir, ama kültür bakımından başarısızlığa uğramadı. Ülkenin bir geçmişi olduğu, o geçmişin bir geçerliği olduğu, bize bir kimlik veren belli bir süreklilik anlamına geldiği ortaya çıktı. Tüm Latin Amerika'nın başına gelen felaketin içinde ayakta kalan tek şey kültürün sürekliliği. Dayanmamıza, kim olduğumuzun bilincine varmamıza, ne yapacağımızı düşünmemize olanak veren tek şey bu."

Ve Carlos Fuentes Meksika'da değil, ABD'de yaşıyor. Sevdiğinden değil, örneğin Londra gibi yazarın ve yazının saygı gördüğü bir kentte, üstelik İngiliz olmanın sıkıntılarına da katlanmadan yaşamanın aslında daha hoş olacağını ileri sürüyor. Ama ABD'de kendisini tedirgin eden birçok şeyle karşılaşıyor, yazmaya zorlanıyor, sevmediği, doğru bulmadığı şeyleri ABD'lilere kendi tribünlerinden haykırabilmek için. 60'lı yıllarda kendisine iki kez giriş vizesi verilmeyişinin nedeni bu olsa gerek.

Sanırım dünyanın çoğu yerinde ülkelerin bilgeliğinin taşıyıcısı olan halk kesimi seçkinlerden daha iyidir, yalnız ABD'de durum böyle değil, halk hayli sevimsiz, aman yerliler saldıracak korkusu içinde ‘covered wagon’larına sığınıp yumurta pişirerek yiyen öncülerden oluşmuş. Mutfağı desen yok, müziği desen zencilerin armağan ettiklerinden başka müziği yok, yazarların armağan ettiklerinden başka dili de yok o kaderi de olmasa, inanın bana, hepsi ‘İhtiras Tramvayı’nda Marlon Brando gibi, ‘Hmm, hmm, hmm’ yaparak konuşurlardı. Olağandışı bir durum. Birleşik Devletlerin bugünkü sorunu Reagan ile CIA'nın, dünyanın sonuna ulaşmış bütün o Kaliforniyalıların vahşi popülizminin darmadağın ettiği seçkinleri yeniden toparlamak. Amerika'nın yazını, sanatı, kültürü varsa yoksa Batıya doğru ilerlemek. İyi de, Batı da bittiğinde ne yapıyorlar? Ya dünyayı fethe çıkıyorlar ya da Washington'a dönüp dünyayı mahvetmenin yolunu arıyorlar. İki şıktan biri işte.


YAZMAK, AMA NE İÇİN?

Carlos Fuentes'e göre Meksika'yı yazmanın, Meksika'yı anlatmanın en iyi yolu uzağında bulunmak:

Neredeyse zihinsel sağlık nedenleriyle dışında kalmak Meksika'nın. Zihinsel örtülerinin altında, çok hasta bir ülke Meksika. İnsanlarında hınç ve kendi kendini yoketme yetisi çok büyük. Meksika'ya kimi zaman kimselere haber vermeden gider, sevdiğim yerleri ziyaret eder, adı sani olmayan kimselerle görüşür, konuşurum. Sonra tüm bunları yazın süzgecinden geçirebilmek için başkalarından kopup bir başıma yaşamak, dostlarımı iyi seçmek, çok az kişiyle görüşmek durumundayım. Ülkemi uzaktan görmeliyim. Ben Meksika'yı Gogol'un Rusya'yı gördüğü gibi görüyorum.

Yazmak, Meksika'yı ve dünyayı; geçmişi, bugünü ve geleceği. Ama ne için?

Carlos Fuentes'e göre yazarın ilk görevi yaratmak, belleği ve dünyayı yeni baştan icat etmektir, yapıtının kalıcı olan yanı da budur:

Bana kalırsa yazar belleği icat eder. Vazgeçilmez işlevlerinden biridir bu onun. İspanya'nın en büyük romanı (Don Kişot) bir unutkanlığın belirtilmesiyle başlar. Bir bellek yitiminden yola çıkarak belleği yeniden yaratmaya zorlanırız. Kafka'nın ve Gogol'un her zaman yaptıkları şeydir bu. Kafka'da şatoyu aramaya gelen kadastro memurunun kim olduğunu herkes unutmuştur. Buna karşılık Gogol'da müfettişin dramı kim olduğunun herkesçe bilinmesidir, oysa kendisi o kişi değildir.

Ne Balzac'ın Paris'i, ne Dickens'ın Londra'sı hiç var olmadılar, eminim. Hepsi o yazarların icadı.
Dili de, her şeyi de onlar icat etmiş. Gerçek sonradan bazı düşlemlerin kalıbına uymuş olmalı.

Yazınsal anlatımın ikinci işlevi ise varolan gerçeği aşmaktır:

Roman yazmak, yaşamımızın temel koşullarının yadsınmak için varolduklarını söylemenin bir yoludur;
onları aşmanın, daha ötesine geçmenin ve gerçeğin asla bizim sandığımız şey olmadığını söylemenin yolu”.
__________________________________
(1) R.CONTE, "La identidad mexicana, El País, 26.XI.1987.
(2) J.M.MARCO, "Profecías y exorcismos", Quimera, s.68, ss. 34-39.



Gül Işık | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 183 - 1 Ocak 1988