1
İlanı okuyorsun. Bunun gibi bir öneri her gün yapılmaz. Okuyorsun onu, gene okuyorsun. Başkasına değil, yalnız sana sesleniyor sanki. Bu ucuz, pis kahvede ısmarladığın çay fincanına sigarandan kül düştüğünü bile görmüyorsun. Yeniden okuyorsun onu. “Aranıyor, genç tarihçi, dürüst, temiz. Konuşulan Fransızcayı iyi bilen.” Genç… Fransızca bilen... “Bir süre Fransa'da yaşamış olanlar yeğlenir... Ayda dört bin pezo, tüm yemekler, rahat yatak odası - çalışma odası." Burada eksik olan senin adın. Handa daha büyük, daha kara iki sözcük eksik: Félipe Montero. Aranıyor, Félipe Montero, eskiden Sorbonne'da öğrenci, gereksiz olaylarla uğraşan tarihçi, sararmış belgeleri didiklemeye alışmış, ayda dokuz yüz pezoya özel okullarda arasıra ders veren öğretmen. Ama bunu okursan kuşkulanırsın, saka sanırsın. “Adres, Donceles 815.” Telefonu yok. Kendiniz gelin.
Parayı bırakıp çantanı alıyorsun, kalkıyorsun. Acaba senin durumunda başka bir genç tarihçi bu ilanı görüp senden önce davranmış ve işi almış midir? Bu olasılığı unutmaya çalışarak köşeye yürüyorsun. Otobüsü beklerken, uyuklayan öğrencilerinin sana saygı duyması için dilinin ucunda olması gereken tarihleri yineliyorsun. Otobüs geliyor işte, sen kara ayakkaplarının burunlarına bakıyorsun. Hazırlanmak zorundasın. Elini cebine sokup bozuk paraları karıştırıyorsun ve sonunda otuz cenvato çıkarıyorsun. Hazırlanmak zorundasın. Otobüs yavaşlıyor ama durmuyor; demir tutamağa yapışıp içeri atlıyorsun. Sonra yolunu aşa aşa ilerliyorsun, otuz cenvatoyu sürücüye veriyorsun; oradaki yolcuların arasına sıkışıp yukardaki demire tutunuyorsun; çantanı sol kolunun altına sıkıştırıp hemen sol elini kağıt paralarını koyduğun arka cebinin üstüne bastırıyorsun.
Bugün de başka günler gibi; ertesi sabaha değin ilanı anımsamıyorsun; aynı kahvede oturup kahvaltını ısmarlıyorsun.; gazeteni açıp ilan sayfasına baktığında gene görüyorsun onu: Genç tarihçi. İş hâlâ açık. İlanı yeniden okuyorsun; son sözcükler üstünde duruyorsun: Dört bin pezo.
Donceles Sokağında birilerinin yaşadığını öğrenmek şaşılacak şey. Kentin bu eski merkezinde kimsenin oturmadığını sanırdın hep. Bu eski sömürge konakları yığınında 815 numarayı bulmaya çalışarak ağır ağır yürüyorsun. Yapıların tümü onarım dükkânlarına, kuyumcu dükkânlarına ayakkabı mağazalarına, eczanelere dönüşmüş. Numaralar değiştirilmiş, üstleri boyanmış, karıştırılmış. 200'ün bitişiğinde 13 var. Soluk kömürle karalanmış eski bir teneke levha üstünde 47 okunuyor: Şimdi 924. İkinci katlara bakıyorsun. Orada, yukarda her şey eskisi gibi. Müzik kutuları tedirgin etmemiş onları. Civalı sokak lambaları içeri yansımamış. Sokak boyunca satılık ucuz eşya bu yukarı düzeyi etkilememiş... Oyma taşların Barok uyumunda, omuzlarına konmuş güvercinlerle geriye yaslanmış taştan ermişleri, kafesli: balkonları, bakir olukları, kumtaşından olukları, uzun pencereleri karartan yeşilimsi perdeleri etkilememiş. pencereye baktığında birisi hemen geriye çekiliyor. Kapıya oyulmuş tuhaf asma dallarına bakıyorsun; sonra gözlerini boyası kabuklanmış duvara indirip 815'i buluyorsun; eskiden 69’muş.
Kapı tokmağını tutuyorsun; bu bakırdan bir köpek başı; öylesine eski ve pürüzsüz ki, bir doğa bilimleri müzesindeki köpek dölütü başına benziyor. Köpek sana sırıtıyormuş gibi geliyor ve soğuk madeni bırakıyorsun. Parmaklarınla hafifçe ittiğinde kapı açılıyor ama içeri girmeden önce omzunun üstünden son kez geriye bakıyorsun; gürüldeyen, korna çalan ve telaşlarının sağlıksız dumanlarını kusan sıra sıra arabalara kaşlarını çatıyorsun. Bu kayıtsız dış dünyanın tek bir imgesini tutmaya çalışıyorsun.
Kapıyı kapayıp tavanlı bir geçidin karanlığına bakıyorsun. Bir çeşit iç avlu olmalı bu; çünkü küf kokusu, yaş bitki, çürüyen kök kokusu, baş döndürücü yoğun bir koku çarpıyor burnuna. Yol gösterecek bir ışık yok; ceketinin cebinde kibrit kutusunu ararken keskin, ince bir ses uzaktan sesleniyor sana: “Hayır, gerekli değil. Lütfen. ileriye doğru on üç adım yürüyünce sağınızda bir merdivene varacaksınız. Çıkın lütfen. Yirmi iki basamak vardır; çıkarken sayın.”
On üç. Sağa. Yirmi iki.
Önce yer taşlarında, sonra rutubetten süngerleşmiş, gıcırdayan tahtalarda adımlarını sayarken bitkilerin ıslak kokusu hep çevrende. Alçak sesle yirmi ikiye dek sayıp elinde kibrit kutusu, koltuğunda çanta, duruyorsun. Eski çam kokan bir kapıyı çalıyorsun. Bir kapı tokmağı yok. Sonunda itip açıyorsun onu. Şimdi ayaklarının altında bir hali var; ince bir hali, kötü yayılmış. Ayağın takılıyor, nerdeyse düşeceksin. Sonra tümsekleri gösteren grimsi bir ışık görüyorsun.
“Senora” diyorsun; çünkü bir kadın sesini anımsar gibisin. “Senora…”
“Şimdi sola dönün. İlk kapı. Lütfen.”
Kapıyı itip açıyorsun: Hiçbiri kilitli değil, tümünün itilerek açıldığını biliyorsun. Dağınık ışıklar kirpiklerinden süzülüyor, ipek bir tül ardından görüyorsun sanki onları. Ayrımsayabildiğin birçok titrek ışık. Sonunda onların adak mumlarının ışıkları olduklarını görüyorsun; tümü raflara konmuş ya da düzensiz yerleştirilmiş paneller arasına asilmiş. Gümüş nesnelere, kristal şişelere, yaldız çerçeveli aynalara vuruyor soluk ışıkları. Sonra ötedeki gölgelerde yatağı görüyorsun, seni çağırır gibi bir elin belirsiz sallanışını.
Ama sırtını bu dinsel ışıklar samanyoluna çevirmeden onun yüzünü göremiyorsun. Yatağın ayakucuna doğru yürüyorsun ama başucuna erişmek için çevresini dolaşman gerekiyor. Yatağın genişliğinde ufacık bir figür kaybolmuş nerdeyse.
Elini uzattığında başka bir ele değil, durmadan sessizce bir şeyler çiğneyen bir yaratığın kulaklarına ve sık kürküne dokunuyorsun; parıltılı kızıl gözlerini sana kaldırmış. Gülümsüyorsun ve kadının eli yanına büzülmüş tavşanı okşuyorsun. Sonunda el sıkışıyorsunuz ve onun soğuk parmakları senin terli elinde uzun süre kalıyor.
“Ben Felipe Montero'yum, ilanınızı okudum.”
“Evet, biliyorum. Özür dilerim, sandalye yok.”
“Zarar yok; üzülmeyin.”
“İyi. Yüzünüzü yandan göreyim lütfen. Hayır, iyi göremiyorum böyle. Işığa dönün. İyi. Çok iyi.”
“İlanınızı okudum.”
“Evet, elbet. Koşullara uygun musunuz? Avez - vous fait des études?”
“A Paris, Madame.”
“Ah, oui, ça me fait plaisir, toujours, toujours, d'entendre... oui... vous savez... on était tellement habitué... et apres…”
Biraz kıyıya çekiliyorsun, kandillerden gelen ve gümüşlerden, kristallerden yansıyan ışık sana ipek bir takkenin örttüğü apapak bir baş gösteriyor; yüzü öylesine yaşlı ki, nerdeyse çocuk gibi. Bedeni çarşaflarla, kuştüyü yastıklarla örtülmüş; boynu ak bir yakalıkla sımsıkı düğmelenmiş; bir salla sarılı kolları dışarda ve solgun elleri karnında duruyor. Yalnız yüzüne bakıyorsun ama tavşanın bir devinişi gözünü yastıkların yıpranmış kırmızı ipeği üstüne dağılmış ekmek kırıntılarına kaydırıyor.
“Doğrudan konuya geleceğim. Önümde pek çok yıl yok, Senor Montero, bu yüzden yaşam boyu uyduğum bir kuralı bozup gazeteye ilan verdim…”
“Evet, ben de bunun için burdayım”
“Elbet. Demek kabul ediyorsunuz.”
“Eh, biraz daha bilgi almak isterdim”
“Evet. Şaşıyorsunuz.”
Senin gece masasına, çeşitli renkte şişelere, bardaklara, alüminyum kaşıklara, ilaç kutuları yığınına baktığını görüyor; beyazımsı sıvılarla lekeli başka bardaklar döşemede, elinin erişebileceği bir yerde duruyor. Sonra yatağın yerden pek de yüksekte olmadığını görüyorsun. Birden tavşan aşağı atlayıp gölgelere gizleniyor.
“Size dört bin pezo verebilirim.”
“Evet, bugün ilanda da vardı.”
“Çıkmış öyleyse.”
“Evet, çıktı.”
“Kocamın, General Llorente'nın anılarıyla ilgili.
Ben ölmeden bunlar bir düzene konulmalı. Yayımlanmasını istiyorum. Kısa bir süre önce karar verdim buna.”
“Ama Generalin kendisi yapmaz mı bunu?”
“Altmış yıl önce öldü o, Senor. Bitmemiş anıları bunlar, ben ölmeden tamamlanmalar gerek.”
“Ama…”
“Size her şeyi anlatabilirim. Kocamın üslubuyla yazmayı öğreneceksiniz.
Elyazmalarını düzenleyip okuyunca hayran olacaksınız onun üslubuna onun açıklığına... onun…”
“Evet, anlıyorum.”
“Saga, saga! Nerdesin? Ici, Saga…”
“Kim?”
“Arkadaşım.”
“Tavşan mı?”
“Evet. Geri gelecek.”
Gözlerini kaldırdığında dudakları kapalıydı ama sözcüklerini yeniden duyabiliyordun: “Geri gelecek.” Yaşlı bayan onları şimdi söylemişti sanki. Dudakları sessiz kalıyor. Arkana bakıyorsun ve dinsel nesnelerden vuran ışıkla nerdeyse gözlerin göremiyor. Yeniden ona baktığında gözlerinin iyice açılmış olduğunu, onların açık, ıslak, büyük, nerdeyse çevrelerindeki sarımsı beyazlıkla aynı renkte olduklarını görüyorsun; öyle ki yalnız gözbebeklerinin kara benekleri zedeliyor bu açıklığı. Az sonra bunlar gözkapaklarının ağır kıvrımları arkasına gizlendiler; şimdi kara mağarasının arkalarına çekilen bu bakisi korumak istiyordu sanki kadın.
“Öyleyse burada kalacaksınız. Odanız yukarıda. Orası güneşlidir.”
"Sizi tedirgin etmesem iyi olur, Senora. Şimdi oturmakta olduğum yerde kalıp elyazmaları üstünde çalışabilirim.”
“Burada oturmanız gerek. Zamanımız kısıtlı.”
“Bilmem ki…”
“Aura…”
Odasına girdiğinden beri yaşlı kadın ilk kez kıpırdıyor. Yeniden elini uzattığında yanında o kesik kesik solumayı duyuyorsun ve başka bir el Senora'nın parmaklarına dokunuyor. Çevrene bakıyorsun: Bir kız duruyor orada; çok yakınında olduğu için tüm bedenini göremediğin bir kız. Umulmadık ve çok sessiz bir gelişti bu; duyulamayan, ama hemen ardından anımsandıkları için gene de gerçek olan sesler vardır; çünkü her şeye karşın onlar çevrelerini saran sessizlikten daha yüksektirler.
“Size geri geleceğini söylemiştim.”
“Kim?”
“Aura. Arkadaşım. Yeğenim.”
“İyi günler.”
Kız başını sallıyor ve aynı anda yaşlı bayan onu yansılıyor.
“Bu Senor Montero. Bizimle oturacak.”
Kandillerden vuran ışık gözünü almasın diye birkaç adım atıyorsun. Kız gözlerini kapalı tutuyor, elleri yanlarında. Önce sana bakmıyor; sonra ışıktan korkarmış gibi ağır ağır açıyor gözlerini. Sonunda bu gözlerin deniz yeşili olduğunu görebiliyorsun ve dalgalanıp köpükleniyorlar, duruluyorlar, sonra yeniden bir dalga gibi kabarıyorlar. Onlara bakıyorsun ve bu doğru değil diyorsun; çünkü onlar bildiğin bütün güzel yeşil gözler gibi güzel yeşil gözler. Ama kendini aldatamıyorsun: Bu gözler dalgalanıyorlar, değişiyorlar, sanki sana ancak senin isteyip görebileceğin bir görüntü sunuyorlar.
“Evet. Sizinle oturacağım.”
2
Yaşlı kadın kısaca gülüyor ve iyiliğinize teşekkür ettiğini, kızın size odanızı göstereceğini söylüyor sana. Sen dört bin pezoluk aylığı, bedensel çaba gerektirmeyen böyle dikkatli bir araştırma işini, bir yerden bir yere gitmeyi ya da istemediğin kişilerle karşılaşmayı gerektirmeyen bu işi nasıl sevdiğini düşünüyorsun. Kızın ardından odadan çıktığında bunu düşünüyorsun ve onu gözlerine değil kulaklarınla izlediğini ayrımsıyorsun: Eteğinin, taftanın hışırtısını izliyorsun; yeniden gözlerine bakma isteği var içinde. Karanlıkta bu sesin ardından merdivenleri çıkıyorsun. Gözlerin daha bu karanlığa alışamadı. Öğleden sonra altı sularında olmalı saat: Aura bir başka kilitsiz kapının, yatak odasının kapısını açtığında ışık bolluğuna şaşıyorsun. Kız kıyıya çekilip “İste odanız. Bir saat sonra yemeğe bekliyoruz sizi,” diyor.
Aynı tafta hışırtısıyla gidiyor ve sen gene onun yüzünü göremiyorsun.
Kapıyı kapayıp yukarıya, tavan yerindeki gökyüzüne bakıyorsun. Evin başka yerlerindeki karanlığa karşın bu göz kamaştırıcı akşamüstü aydınlığı gülümsetiyor seni; yaldızlı metal karyola üstündeki yatağa uzandığında da gülümsüyorsun. Sonra çevrene bakıyorsun: Kırmızı bir yün kilim, zeytin ve altın rengi duvar kâğıtları, kırmızı kadife kaplanmış bir koltuk, yeşil deri örtülü eski bir ceviz masa, gece araştırmaların için yumuşak ışıklı bir Argand lamba, masanın ardında elinin erişeceği bir kitaplık. Öteki kapıya yürüyerek itip açtığında eski moda bir banyo görüyorsun: Porseleninin üstünde küçük mavi çiçekleriyle dört ayaklı bir banyo küveti, mavi bir el leğeni, eski moda bir tuvalet. Banyonun girişindeki dolabın -ceviz değil bu- kapısındaki değirmi büyük aynada kendine bakıyorsun. Kalin kaşlarını ve kalin dudaklarını oynatıyorsun; soluğun aynayı puslandırıyor. Kara gözlerini kapatıyorsun; yeniden açtığında aynanın pusu açılmış. Soluğunu tutup elini kara, seyrek saçlarından geçiriyorsun, güzel gergin yanaklarına dokunuyorsun ve yeniden soluduğunda yüzün gene gizleniyor ve onun adını yineliyorsun: “Aura”
Yatağa uzanıp iki cigara içtikten sonra kalkıyorsun, ceketini giyiyorsun, saçlarını tarıyorsun. Kapıyı açıp yukarı çıkarken izlediğin yolu anımsamaya çalışıyorsun. Lamba ışığı sana yol göstersin diye kapıyı açık bırakmak isterdin ama olanaksız bu; çünkü yaylar onu arkandan kapatıyor. Kapıyla ileri geri oynayarak eğlenebilirsin ama yapmıyorsun bunu. Lambayı yanında aşağı götürebilirsin ama bunu da yapmıyorsun. Bu ev hep karanlık olacak ve sen onu dokunarak öğrenmek, yeniden öğrenmek zorundasın. Kollarını açıp duvar boyunca kör bir adam gibi yolunu bulmaya çalışırken rasgele ışığı açıyorsun. Bu uzun ve boş geçidin ortasında ışıkta durup gözlerini kırpıştırıyorsun. Ucunda merdiven korkuluğunu ve dönerli merdiveni görebiliyorsun.
Aşağı inerken basamakları sayıyorsun: Senora Llorente'nın evinde öğrenmen gereken bir durum bu. Tavşanın kızılımsı gözlerini gördüğünde bir adım geri çekiliyorsun, hayvan geri dönüp sıçrayarak kaçıyor.
Aşağı sofada duracak zamanın olmuyor; çünkü Aura elinde bir şamdanla renkli camlı yari açık bir kapıda seni bekliyor. Ona doğru yürüyorsun gülümseyerek; ama birkaç kedinin acil feryadını duyunca duruyorsun, evet, Aura'nın yanında bunların gerçekten kedi olup olmadıklarını anlamak için duruyorsun; sonra onun ardından oturma odasına giriyorsun.
“Kediler,” diyor Aura sana. “Kentin bu kesiminde bir yığın kedi var.”
Oturma odasında yürüyorsun: Solgun ipekle döşenmiş eşya, içlerinde porselen figürler, çalar saatler, madalyalar, cam küreler olan cam kapılı dolaplar; desenli İran halıları, kır sahneleri resimleri, yeşil kadife perdeler. Aura’nın giysisi de yeşil.
“Odanız rahat mı?”
“Evet; ama kaldığım yerden bazı şeyler almam…”
“Gereği yok. Uşak onları almaya gitti…”
“Zahmet etmeseydiniz.”
Onun ardından yemek odasına giriyorsun. Şamdanı masanın ortasına koyuyor. Oda rutubetli ve soğuk. Dört duvar koyu renk tahtayla kaplanmış; üstlerinde oymalı-kabartmalı kemerler ve büyük güller var. Kedilerin feryadı durmuş. Otururken dört yer hazırlanmış olduğunu görüyorsun. İki büyük, kapaklı tabak ve eski, kirli bir şişe var.
Aura tabaklardan birinin kapağını açıyor. Senin önündeki tabağa koyduğu ciğerin ve soğanların keskin kokusunu duyuyorsun; sonra eski şişeyi alıp kesme camdan kadehleri yoğun, kırmızı sıvıyla dolduruyorsun. Şarap şişesinin üstündekini okumaya çalışıyorsun merakla ama lekelenmiş, okunmuyor. Aura öteki tabaktan biraz kızartılmış domates veriyor sana.
“Özür dilerim,” diyorsun öteki iki yere, iki boş sandalyeye bakarak. “Başka birini de mi bekliyorsunuz?”
Aura domatesleri dağıtmayı sürdürüyor.“Hayır. Senaro Consuelo biraz hasta bu akşam. Bizimle yemiyecek”
"Senora Consuelo mu? Halanız mı?”
“Evet. Yemekten sonra gidip kendisini görmenizi istiyor.”
Sessizce yiyorsun. Bu yoğun şarabi içiyorsun; Aura bir türlü engelleyemediğin büyülenmiş bakışı yakalamasın diye ara sıra bakisini kaçırıyorsun. Kızın görünümünü kafanda saptamak istiyorsun. Bakisini her kaçırışında unutuyorsun bunu ve dayanılmaz bir istek yeniden ona bakmaya zorluyor seni. Onun bakışları hep önünde. Ceketinin cebindeki cigara paketini ararken şu büyük anahtar geçiyor eline ve anımsayıp Aura'ya “Ah! Masamdaki çekmecelerden birinin kilitli olduğunu unutmuşum. İçinde kâğıtlarım vardı," diyorsun.
“Öyleyse çıkmak mı istiyorsunuz?" Bunu azarlar gibi söylüyor.
Şaşırıyorsun; parmağında sallanan anahtarla elini ona uzatıyorsun.
“Önemli değil. Yarin bir uşak gidip getirebilir onları.”
Ama o senin eline dokunmaktan çekinir gibi ellerini kucağında tutuyor. Sonunda gözlerini kaldırıyor ve sen bir kez daha duyularını sorguya çekiyorsun, şaşkınlığın için, bu parlak, yeşil gözlerin verdiği bağdönmesi için şarabi suçlayarak. Aura ayağa kalkınca sen de kalkıyorsun. Gotik sandalyenin tahta arkalığında elini gezdiriyorsun, onun çıplak omuzlarına ya da başına dokunmaya kalkışmadan.
Kendini denetlemek için bir çaba harcıyorsun, dikkatini ondan çekip arkandaki bir kapının -mutfağa açılıyor olmalı- görünmez devinimini dinleyerek, ya da odayı bütünleyen iki ayrı bölümü ayırarak: Masayı ve bir oymalı duvarı aydınlatan şamdanın çevresindeki ışık çemberini ve onu kuşatan daha geniş karanlık çemberini. Sonunda ona gitmek, elini tutmak, açmak ve anahtarını onun pürüzsüz avcuna bırakmak cesaretini buluyorsun.
Kız elini kapatıyor, sana bakıyor ve mırıldanıyor: “Teşekkür ederim.”
Sonra kalkıp hızla odadan çıkıyor.
Aura nın sandalyesine oturuyorsun, bacaklarını uzatıp bir cigara yakıyorsun; şimdiye dek hiç duymadığın bir haz duyuyorsun, senin bir parçan bu ama, ancak şimdi bütünüyle yaşıyorsun onu özgür bırakıp dışlayarak, çünkü bu kez onun karşılık göreceğini ve yitmeyeceğini biliyorsun… Ve Aura'nın dediği gibi Senora Consuelo seni bekliyor. Yemekten sonra seni bekliyor...
Yemek odasından çıkıyorsun; elinde şamdanla oturma odasından ve holden geçiyorsun. Vardığın ilk kapı yaşlı bayanın. Elinle çalıyorsun onu, ama bir yanıt yok. Gene çalıyorsun. Sonra itip açıyorsun, çünkü o seni bekliyor. Çekinerek girip mırıldanıyorsun: “Senora... Senora…”
Seni işitmiyor; çünkü başını kenetlenmiş ellerine dayamış, şu dinsel nesnelerin olduğu duvarın önünde diz çökmüş. Onu biraz uzaktan görüyorsun: Orada kaba yün geceliğiyle diz çökmüş. başı dar omuzlarının arasına çökmüş: ince, çok zayıf, bir ortaçağ heykeli gibi bacakları iki değnek gibi ve vilancik yang ilan var. Bu kaba yünün derisine sürekli sürtünüşünü düşünürken o birden yumruklarını kaldırıp yavaşça havayı dövüyor; parmaklarının ucunda biraz yaklaştığında görebildiğin imgelere karşı savasiyor sanki: İsa, Bakire Meryem, Ermiş Sebastian, Ermiş Lucia, Büyük melek Mikail ve eski bir baskıdaki sırıtan şeytanlar, bu acı ve öfke putlar içinde en mutlu kişiler, figürler; mutlu, çünkü kargışlanmışların etlerine dirgenlerini batırıyorlar, üstlerini kaynar su kazanlarını boşaltıyorlar, kadınlara saldırıyorlar, sarhoş oluyorlar, böylece ermişlere yasaklanmış tüm özgürlükleri tadıyorlar. Ortadaki bu imgeye yaklaşıyorsun. Acılar Meryeminin gözyaşlarıyla, Haça Gerilmiş Efendimizin kanıyla, şeytanin sevinciyle, Başmeleğin öfkesiyle kuşatılmış, alkol şişelerinde korunmuş iç organlar, gümüş yürek: Senora Consuelo, diz çökmüş, yumruklarını sallıyor onlara, daha yaklaştığında şu sözcükleri duyuyorsun:
“Gel, Tanrının Kenti! Cebrail, davulunu çal! Ah, ne uzun sürermiş dünyanın ölüşü!”
Bir öksürük nöbetiyle kandillerin ve imgelerin önüne yıkılıncaya değin göğsünü dövüyor. Onu dirseğinden tutup kaldırarak yavaşça yatağa doğru götürürken çelimsizliğine şaşıyorsun; Bir küçük kız nerdeyse, ikiye katlanmış. Senin yardımın olmasaydı yatağa emekleyerek gitmek zorunda kalacağını anlıyorsun. Bu ekmek kırıklı ve kuştüyü yastıklı geniş yatağa yatırıyorsun onu, üstünü örtüyorsun ve soluğunun düzelmesini bekliyorsun. Buruşuk yanaklarından kendiliğinden gözyaşları sızıyor.
“Bağışlayın... Bağışlayın beni Senor Montero... Yaşlı kadınlara… tapınmanın tadından başka bir şey kalmıyor... Mendilimi verin lütfen.”
“Senorita Aura bana dedi ki…”
“Evet, elbet. Vakit yitirmek istemiyorum. Hemen... hemen çalışmaya başlamalıyız... Sağolun…”
“Dinlenmeniz gerek.”
“Sağolun... işte…”
Yaşlı bayan elini yakasına götürüyor, düğmesini çözüyor, başını eğip yıpranmış mor bir kurdela çıkararak sana veriyor.
Ucunda bir bakir anahtar olduğu için ağır.
“Şu köşede… Şu sandığı açıp sağdaki, ötekilerin üstündeki kâğıtları getirin bana... Sarı bir kurdelayla bağlı…”
“İyi göremiyorum.”
“Ah, evet... Ben karanlığa böylesine alıştığım için... Sağımda... Sandığa değin yürüyün... Bizi duvarların arasına hapsettiler Senor Montero. Çevremizde yapılar yükselttiler ve ışığımızı kestiler. Evi satmaya zorladılar beni, ama ölürüm daha iyi. Bizim için anılarla dolu bu ev. Ben ölünceye değin bizi çıkaramazlar burdan. Evet, öyle işte. Sağolun. Bu bölümü okuyarak başlayabilirsiniz. Ötekileri sonra veririm size. İyi geceler Senor Montero. Sağolun. bakin, şamdan sönmüş. Kapının dışında yakin onu lütfen. Hayır, hayır, anahtar sizde kalsin. Güveniyorum size.”
“Senora, şu köşede bir sıçan yuvası var…”
“Sıçan mı? Oraya hiç gitmem.”
“Buraya kedi sokmanız gerek.”
“Kedi mi? Ne kedisi? İyi geceler. Ben uyuyacağım. Çok yorgunum.”
“İyi geceler.”
3
Aynı akşam hardal rengi mürekkeple yazılmış, kimilerinde dalgınlıkla düşürülmüş cigara külü yanıkları olan, kimileri bol bol sinek pislikli o sarı kağıtlar okudun. General Llorente'nın Fransızcası karısının övdüğü kadar iyi değildi. Üslupta oldukça geniş düzeltmeler yapabileceğini, geçmiş olayların dağını toparlayabileceğini düşünüyorsun: Oaxaca’da bir çiftlikteki çocukluğunu, Fransa'daki askeri çalışmalarını, Momy Dükü ile ve Napoleon III'ün yakınlarıyla dostluğunu, Maximilian'in kurmay heyetiyle Meksika'ya dönüşünü, imparatorluk törenlerini ve toplantılarını, savaşları, 1867'deki yenilgiyi, Fransa'ya sürgününü. Önceden anlatılmamış bir şey yok. Soyunurken yaşlı bayanın çarpık görüşlerini, bu anlara verdiği değeri düşünüyorsun. Yatağa girerken dört bin pezoyu düşünüp gülümsüyorsun. Sabahın altısında bir ışık taşkını seni uyandırıncaya değin deliksiz uyuyorsun; su cam tavanda hiç perde yok. Başını yastığın altına sokup yeniden dalmaya çalışıyorsun. On dakika sonra vazgeçip banyoya gidiyorsun, orada tüm eşyan bir masa üstüne düzgünce yerleştirilmiş ve birkaç parça giysin dolaba asılmış. Tam traşını bitirirken sabah sessizliği şu acılı, umutsuz feryatla bozuluyor.
Bunun nereden geldiğini bulmaya çalışıyorsun: Hol kapısını açıyorsun ama oradan bir ses gelmiyor, bu feryatlar yukardan gökyüzünden geliyor. Sandalyeye sıçrıyorsun, oradan masaya, kitaplığın üstünde durup tavana erişebiliyorsun. Pencerelerden birini açıp kendini yukarıya çekiyorsun ve yan bahçeye bakıyorsun. Orada porsuk ağaçlarının ve dikenli çalıların arasında beş, altı, yedi kedi -hepsini sayamıyorsun, çünkü kendini orada bir andan fazla tutamıyorsun- birbirine sarılmış, hepsi alevler içinde, yanık kürk kokusu yayan yoğun bir duman içinde kıvranıyorlar. Yeniden aşağı indiğinde bunu gerçekten görüp görmediğini düşünüyorsun: Belki de bu süregelen, azalan ve sonunda kesilen korkunç feryatlar nedeniyle düşledin bunu.
Gömleğini giyiyorsun, bir parça kâğıtla ayakkaplarını siliyorsun ve evin tüm geçitlerinden dolaşarak senin kapına ulaşan bir zil sesini dinliyorsun. Hole bakıyorsun: Aura elinde bir zile orada yürüyor. Başını sana çeviriyor ve kahvaltının hazır olduğunu söylüyor. Onu durdurmaya çalışıyorsun ama o sanki tüm bir hastaneyi, bir yatılı okulu uyandırmaya çalışıyormuşçasına elindeki kara boyalı zili çalarak döner merdivenden aşağı iniyor.
Ceketini giymeden izliyorsun onu; ama aşağı hole vardığında artık göremiyorsun. Arkanda yaşlı bayanın kapısı açılıyor; yari açık kapıdan bir el uzanıyor, hole bir oturak bırakıp çekiliyor kapı kapanıyor.
Yemek odasında kahvaltın masanın üstünde duruyor ama bu kez yalnız bir kişilik yer hazırlanmış. Çabucak yiyorsun; hole dönüyorsun; Senora Consuelo'nun kapısını çalıyorsun. Keskin, ince sesi girmeni söylüyor. Hiçbir değişiklik yok; her zamanki gölgeler, adak ışıklarının ve gümüş nesnelerin pırıltısı.
“Günaydın Senor Montero. İyi uyudunuz mu?”
“Evet. Geç vakte kadar okudum.”
Yaşlı bayan çıkmanı ister gibi elini sallıyor.
“Hayır, hayır, hayır. Düşüncenizi söylemeyin bana. sayfalar üstünde çalışın, bitirince başkalarını veririm size.”
“Peki. Senora, bahçeye çıkabilir mıyım?”
“Ne bahçesi Senor Montero?”
“Odamın yanındaki bahçe.”
“Bu evde bahçe yok. Çevremize yapılar yaptıklarında bahçemizi yitirdik.”
“Dışarda daha iyi çalışacağımı düşünmüştüm.”
“Bu evde yalnız girerken geçtiğiniz karanlık geçit var. Yeğenim orada bazı gölge-bitkileri yetiştiriyor. Hepsi bu.”
"Pekala, Senora.”
“Bugün dinlenmek istiyorum. Ama bu gece beni görmeye gelin.”
“Peki, Senora.”
Tüm sabahı kağıtlarla, çalışarak geçiriyorsun, saklamak istediğin parçaları alarak, özellikle kötü olduklarını düşündüğün yerleri yeniden yazarak, üst üste cigara içerek ve işi olabildiğince uzatmak için çalışmanı ayarlamayı düşünerek. En azından on iki bin pezo biriktirebilirsen ertelediğin ve neredeyse unuttuğun kendi yapıtına bir yıl ayırabilirsin. Yeni Dünya'daki İspanyol keşifleri ve fetihleri üstüne büyük, kapsamlı yapıtına. Dağınık belgeleri toplayan onları anlaşılır bir duruma getiren, İspanya'nın Altın Çağının serüvenleri ve tüm girişimleriyle Rönesansın başarıları ve insan tipleri arasındaki benzerlikleri ortaya koyan bir yapıt bu. Generalin can sıkıcı sayfalarını bir yana bırakıp kendi yapıtının tarihlerini ve özetlerini toparlayıp saptamaya başlıyorsun. Zaman geçiyor ve yeniden zil sesini duyuncaya değin saatına bakmıyorsun. Sonra ceketini giyip aşağıya, yemek odasına gidiyorsun.
Aura oturmuş bile. Bu kez Senora Llorente masanın ucunda, takkesi başında, geceliğine ve şalına sarılmış, tabağına eğilmiş. Ama dördüncü yer de hazırlanmış. Bunu geçerken görüyorsun: Artık seni tedirgin etmiyor bu. Gelecekteki yaratıcı özgürlü günün bedeli bu yaşlı kadının tüm kaçıklıklarına alışmaksa bunu kolayca ödeyebilirsin. Onu çorbasını içerken gözlediğinde yaşını çıkarmıya çalışıyorsun. Artık yılların geçtiğini saptamanın olanaksız olduğu bir zaman vardır ve Senora Consuelo bu siniri çoktan geçmiş. Anıların şimdiye dek okuduğun bölümünde General ondan söz etmiyor. Fransız istilası sırasında General 42 yaşındaysa, kırk yıl sonra 82 yaşında ölmüş olmalı. Querétaro yenilgisinden ve sürgünden sonra Senora ile evlenmiş olabilir. Ama sıralar o genç bir kız olacak...
Senora o ince, keskin, kuş ötmesi gibi sesiyle konuştuğu için tarihlerde şaşırıyorsun. Aura ile konuşuyor; sen yemeğini yerken dinliyorsun; onun uzun yakınmalarını, acılarını, kuşkulu hastalıklarını, ilaç fiyatlarının pahalılığından, evin rutubetinden vb. yakınmalarını duyuyorsun. Bu evcil konuşmayı kesip dün senin eşyanı getirmeye giden uşağı sormak istiyorsun. Bu uşağı hiç görmedin, masada da hizmet etmiyor. Onu sormak üzereyken birden bu ana değin Aura'nın hiçbir şey söylemediğini, bir çeşit mekanik yazgıyla yediğini, çatalını ve bıçağını almadan önce bir parça ciğer kesmeden -evet, gene ciğer, anlaşılan bu evde en sevilen yemek bu- onu ağzına götürmeden önce sanki dıştan bir itki beklediğini ayrımsayıp şaşıyorsun. Haladan yeğene kaydırıyorsun gözünü çabucak; ama o anda Senora kıpırdamadan duruyor ve aynı anda Aura bıçağını tabağına bırakıp kıpırtısız kalıyor; Senora'nın bıçağını tabağına bundan bir an önce bıraktığını anımsıyorsun.
Birkaç dakikalık bir sessizlik: Onlar heykel gibi dimdik oturup sana bakarlarken yemeğini bitiriyorsun.
Sonunda Senora “Çok yorgunum. Masada yememeliydim. Gel, Aura, beni odama götür,” diyor.
Senora senin dikkatini çekmeye çalışıyor: Ona bakmayı sürdüresin diye dosdoğru sana bakıyor, ama sözlerini Aura'ya söylüyor. Bu geniş, açık, sarımsı, genellikle onu örtünçleştiren kırışıklardan ve perdelerden arinmiş bakıştan kaçınmak için bir çaba harcıyorsun. Sonra gözlerini boşluğa dikmiş, sessizce dudaklarını kıpırdatan Aura'ya bakıyorsun. Düşteymiş gibi bir devinimle kalkıyor, yaşlı bayanın koluna giriyor ve yavaşça onu yemek odasından çıkarıyor. Şimdi yalnızsın. Yemeğin başından beri orada duran kahveden alıyorsun; soğuk kahveyi yudumlarken kaşlarını çatıp kendi kendine Senora’nın yeğeni üstünde gizli bir gücü olup olmadığını soruyorsun: Acaba kız senin yeşil giysili güzel Aura'n bu karanlık eski evde kendi isteğine karşın mi tutuluyor? Ama Senora gölgeli odasında uyurken kaçmak onun için çok kolay olurdu. Kızın üstündeki etkisi korkunç olmalı, diyorsun kendi kendine. Usuna gelen çözüm yolunu düşünüyorsun: Belki Aura, bu sapık, deli yaşlı bayanın bilinmeyen bir nedenle onu bağladığı zincirlerden kurtulmak için seni bekliyordu. Az önceki Aura'sı anımsıyorsun: Ruhsuz, korkusuyla büyülenmiş, zorbanın önünden konuşamayan, dudaklarını sessizce kıpırdatıp kurtarılması için sanki sana yalvaran kızı. Öylesine köleleştirilmiş ki, sanki yalnız Senora'nın yaptıklarını yapmasına izin verilmişçesine Senora'nın her devinimini yansılıyor.
Bu zorbalığa başkaldırıyorsun: Öteki kapıya, merdiven ayağındakine, yaşlı bayanın odasının yanındakine doğru yürüyorsun; bu Aura’nın odası olmalı, çünkü burada başka oda yok. Kapıyı itip açıyorsun, giriyorsun. Bu oda da karanlık, duvarları ak, tek süsü büyük bir kara İsa. Solda dul kadının odasına açılması gereken bir kapı var. Yavaşça ona gidiyorsun, ellerini dayıyorsun, sonra açmamaya karar veriyorsun: Aura ile yalnız konuşmalısın.
Aura senin yardımını istiyorsa odana gelecektir. Bir süre için oraya çıkıyorsun; sararmış yazmaları ve defterlerini unutarak yalnızca senin Aura'nın güzelliğini düşünüyorsun. Onu ne denli çok düşünürsen o denli kendinin yapıyorsun: Yalnız güzelliği ve senin isteğin için değil, onu kurtarmak istediğinden; böylece isteğine ahlaksal bir temel buluyorsun ve kendini suçsuz, kanmış duyuyorsun. Yeniden zil sesini duyduğunda öğlendeki gibi bir sahneye dayanamayacağın için aşağıya, yemeğe inmiyorsun. Aura belki bunu anlar ve yemekten sonra buraya gelir.
Kâğıtlarla ilgilenmeye zorluyorsun kendini. Onlardan canin sıkılınca ağır ağır soyunup yatağa giriyorsun ve hemen uyuyorsun. Yıllardan beri ilk kez düş görüyorsun: Tek bir şeyle ilgili bir düş, etsiz bir el bir zille sana doğru geliyor; defolup gitmeni, herkesin defolmasını bağırıyor; bu gözsüz yüz seninkine yaklaştığında boğuk bir feryatla terleyerek uyanıyorsun ve o güzel, ince ellerin yüzünü okşadığını, o dudakların mırıldanarak seni avuttuğunu ve senden sevgi istediğini görüyorsun. Ellerini uzatıp öteki bedeni buluyorsun; boynundan bir anahtar sarkan o çıplak bedeni. Anahtarı gördüğünde üstüne uzanmış seni öpen, tüm bedenini öpen kadının kim olduğunu anlıyorsun. Yıldızsız gecenin karanlığında onu göremiyorsun ama, saçlarında gölge bitkilerinin kokusunu kokluyorsun, kollarında onun pürüzsüz, istekli bedenini duyuyorsun: Yeniden öpüyorsun onu, konuşmasını istemiyorsun.
Sana sarılan kollarından kendini kurtardığında yorgunsun ve onun ilk fısıltısını duyuyorsun. “Kocamsın benim.” “Öyle,” diyorsun. Nerdeyse sabah olacağını söylüyor sana; sonra bu gece seni odasında bekleyeceğini söyleyerek gidiyor. Gene peki diyorsun ve rahatlamış, yüksüz, istekten boşalmış, hâlâ Aura’nın bedenini, titreyişini, kendini bırakışını duyarak uykuya dalıyorsun.
Güçlükle uyanıyorsun. Kapıya vurulmakta; sonunda homurdanarak, yari uykuda yataktan iniyorsun. Dışarda Aura kapıyı açmamanı söylüyor: Senora Consuelo'nun seninle konuşmak istediğini, seni odasında beklediğini bildiriyor.
On dakika sonra dul kadının kutsal yerine giriyorsun. Yastıklara yaslanmış, kıpırtısız, gözleri o düşük, kırışık, ölü beyaz kapaklarının ardına gizlenmiş; gözlerinin altındaki şişkin kırışıkları, derisinin yıpranmışlığını görüyorsun.
Gözlerini açmadan soruyor sana: “sandığın anahtarını getirdiniz mi?”
“Evet, sanırım... Evet, işte burada.”
“'İkinci bölümü okuyabilirsin. Aynı yerde. Mavi bir kurdelayla bağlı.''
Bu kez belki bir iğrenmeyle sandığa gidiyorsun: Çevresinde sıçanlar dolaşıyor; çürümüş taban tahtalarının yarıklarından pırıldayan gözleriyle bakıyorlar sana, küflü duvarlardaki deliklere doğru koşuyorlar. Sandığı açıp kağıtların ikinci tomarını alıyorsun, sonra yatağın ayak ucuna dönüyorsun. Senora Consuelo ak tavşanını okşuyor. İliklenmiş boğazından çatlak bir gülüş çıkıyor ve sana soruyor, “Hayvanları sever misiniz?”
“Hayır, pek değil. Belki de şimdiye dek hiç hayvanim olmadığından.”
“İyi dosttur onlar. İyi arkadaşlar. Özellikle yalnız ve yaşlıysanız.”
“Evet, öyle olmalı.”
“Onlar her zaman kendileridir, Senor Montero. Yapmacıkları yoktur”
“Adı ne demiştiniz?”
“Tavşanın mı? Saga. Çok zekidir. Güdülerine uyar. Doğal ve özgürdür.”
“Bir erkek tavşan sanmıştım onu.”
“Öyle mi? Gene de pek ayrımı yok herhalde.”
“Öyle, önemli olan size yalnızlığınızı duyurmaması.”
“Yalnız olmamız söylenir, Senor Montero, ermişliğe giden yolun yalnızlıktan geçtiği söylenir bize.
Oysa yalnızlıkta iğvanın daha da büyük olduğunu unutuyorlar."
“Anlamıyorum, Senora.”
“İyi ki anlamıyorsunuz. Şimdi çalışmaya gidin artık, lütfen.”
Sırtını ona dönüp kapıya yürüyorsun; odasından çıkıyorsun. Holde dişlerini sıkıyorsun. Kızı sevdiğini ona söyleyecek cesareti niye bulamadın? Niye geri dönüp söylemiyorsun ona, şimdi, işi bitirdiğinde Aura’yı alıp götürmeyi düşündüğünü? Kapıya yaklaşıp itmeye başlıyorsun, hâlâ güvensiz, aralıktan Senora Consuelo’yu dimdik ayakta görüyorsun, değişmiş, kollarında bir asker üniforması: Altın düğmeli bir ceket, kırmızı apoletleri ve taçlı kartallarla süslü parlak madalyaları var. Yaşlı bayan ceketi azgınca ısırıyor, sevecenlikle öpüyor, omuzlarına alıp dans adımlarıyla sallanıyor. Kapıyı kapıyorsun.
Evet: “Ona rastladığımda on beş yaşındaydı,” diye okuyorsun anıların ikinci bölümünde. “Elle avait quinze ans lorsque je l'ai connue et, si j'ose le dire, ce sont ses yeux verts qui ont fait ma perdition.” Consuelo’nun yeşil gözleri, General Llorente onunla evlenip Paris'e sürgüne götürdüğünde, 1867'de, henüz on beş yaşındaymış. "Ma jeune poupé aux yeux verts; je t'ai comblée d'amour." Yaşadıkları evi, çıkışlarını, dansları, arabaları, İkinci İmparatorluğun dünyasını betimlemiş; ama hep sıkıcı bir anlatışla. "J'ai même supporté ta haine des chats, moi qui aimais tellement le jolies bêtes…” Bir gün bir kediye işkence ederken buluyor onu: Bacaklarının arasına kıstırmış, krinolin eteğini kaldırmış; adam onun dikkatini nasıl çekeceğini bilmiyor; çünkü ona öyle geliyor ki bu “tu faisais ça d'une façon si innocente, par pur enfantillage,” ve bu olay gerçekte onu öylesine tahrik etmiş ki, yazdıklarına inanılırsa, o gece karısıyla olağanüstü bir tutkuyla sevişmiş: "parce que tu m'avais dit que torturer les chats était ta manière à toi de rendre notre amour favorable, par un sacrifice symbolique…” Sonunda hesaplayabildin: Senora Consuleo 109 yaşında olmalı. Kocası elli dokuz yıl önce ölmüş. “Tu sais si bien t'habiller, verts comme tes yeux, Je pense que tu eras toujours belle, même dans centans..” Her zaman yeşiller giyer. Her zaman güzel, yüz yıl sonra bile: "Tu es si fière de ta beaute: que ne ferais tu pas pour rester toujours jeune?”
4
Aura'nın bu evde niye yaşadığını biliyorsun artık: Su zavallı, kaçık yaşlı bayanda gençlik ve güzellik imgesini sürdürmek için. Aura burada bir ayna gibi o adak duandaki bir yığın sonu, kavanozlardaki yürekler, imgelenmiş ermişler ve şeytanlar gibi tutuluyor.
Yazmaları bir yana itip aşağıya iniyorsun, Aura 'nın sabahlar bulunabileceği tek yeri kestirerek: Gözü doymaz yaşlı kadın ona ayırdığı yere.
Yes, onu mutfakta buluyorsun, o sırada bir oğlanın boynunu kesmekte: Açık boğazdan yükselen buğu, dökülen kanın kokusu, hayvanın cam gibi gözleri mideni bulandırıyor. Aura’nın sırtında yamalı, kan lekeli bir giysi var, saçları dağınık; görmeden bakıyor sana ve kasaplığını sürdürüyor.
Mutfaktan çıkıyorsun: Bu kez yaşlı bayanla gerçekten konuşacaksın, onun gözüdoymazlığını ve zorbalığını yüzüne vuracaksın. Kapıyı itip açtığında o ışıkların tülü arkasında durmuş, boşlukta bir ayin yapıyor gibi: Bir elini uzatıp sıkmış, sanki bir şey tutuyor; öteki eliyle görünmeyen bir nesne kavramış, aynı yere üstüste vuruyor. Sonra ellerini göğsüne sürüyor, iç geçiriyor ve yeniden havayı kesmeye başlıyor -evet, açıkça görüyorsun- sanki bir hayvanin derisini yüzmekte...
Holden, oturma odasından, yemek odasından koşup Aura'nın olduğu yere varıyorsun: Ağır ağır oğlağı yüzüyor, işine dalmış, senin girişinden ve sözlerinden habersiz, sen yokmuşsun gibi bakıyor sana.
Odana çıkıyorsun, içeri girip sırtını kapıya dayıyorsun, birinin seni izlemesinden korkuyormuş gibi; soluyarak, terleyerek kesin bilmenin ve dehşetinin kurbanı. Birisi ya da bir şey içeri girmeyi denese karşı koyamayacaksın, kapıdan çekileceksin ve işi oluruna bırakacaksın. Telâşla koltuğu mandalsız kapıya itiyorsun, yatağı itip ona dayıyorsun, yatağa düşüyorsun, yorgun, istem gücünden yoksun, gözlerin kapalı kollarını yastığına sarıyorsun... lastik senin değil... hiçbir şey senin değil.
Bir uyuşukluk var üstünde, tek kaçışın olan, deliliğe Hayır demenin tek yolu olan bir düşün derinliklerine düşüyorsun. “Deli o, deli o,” diyorsun üstüste uykuya dalmak için ve gene olmayan bir bıçakla olmayan bir hayvanın derisini yüzen onu görüyorsun. "Deli o, deli o..."
Karanlık uçurumun derinliklerinden, sessiz düşünde, onun ağzı açık ve sessizce uçurumun karanlığından sana doğru geldiğini, tırmandığını görüyorsun.
Sessizce, etsiz elini oynatarak, sana doğru geliyor yüzü seninkine değinceye değin; yaşlı bayanın kanlı dişetlerini görüyorsun, dişsiz; bağırıyorsun ve o geri çekiliyor; elini sallayarak kan lekeli önlüğünde taşıdığı sarı dişleri uçuruma saçıyor.
Senin bağırman Aura'nınkinin bir yankısı; düşünde senin karşında duruyor ve bağırıyor, çünkü birisinin elleri yeşil tafta eteğini yırtıp ikiye bölmüş ve sonra başını sana çeviriyor, ellerinde yırtık eteğinin parçalarıyla sana dönüyor, sessizce gülüyor, kendinindiler yerine konmuş yaşlı bayanın dişleriyle: bacakları, çıplak bacakları parçalanıyor ve uçuruma doğru uçuyor...
Kapı vuruluyor, sonra zil sesi akşam yemeği zili. Başın öylesine ağrıyor ki saatin kaç olduğunu göremiyorsun ama geç olduğunu biliyorsun: Tepende, gökyüzünde akşam bulutları var. Acıyla, başın dönerek kalkıyorsun; acıkmışsın. İbriği musluğun altına tutup suyun akmasını bekliyorsun; ibriği doldurup leğene döküyorsun. Yüzünü yıkıyorsun; yeşilimsi macunla pıhtılaşmış eski fırçanla dişlerini fırçalıyorsun -bunlar yanlış bir düzenle yaptığını bilmiyorsun-, saçlarını ıslatıp ceviz duvardaki değirmi aynada tarıyorsun. Sonra boyun bağını bağlıyorsun, ceketini giyip aşağıya, boş yemek odasına gidiyorsun. Masada tek bir yer hazırlanmış: Seninki.
Tabağının yanında peçetenin altında parmaklarınla okşamaya başladığın bir nesne var: Biçimsiz bir bez bebek, kötü dikilmiş omuzlarından sızan bir tozla doldurulmuş, yüzü çini mürekkebiyle çizilmiş, bedeni çıplak ve birkaç fırça sürmekle boyanmış. Bebeği sol elinde tutarak sağ elinle soğuk yemeğini -ciğer, domates, şarap- yiyorsun.
Önce kendi büyülenmiş durumuna dikkat etmeden tekdüze yiyorsun; ama daha sonra sıkıntılı uykunun, karabasanının bir nedenini anlıyorsun ve sonunda uyurgezer devinimlerinle Aura'nın ve yaşlı bayanınkiler arasında bir uygunluk buluyorsun. Birden şu ufak, korkunç bebekten iğreniyorsun; gizli, bulaşıcı bir hastalığı var sanki. Yere bırakıyorsun onu. Dudaklarını peçeteyle siliyorsun; saatına bakıyorsun: Aura'nın odasında seni beklediğini anımsıyorsun.
Çekinerek Senora Consuelo'nun kapısına gidiyorsun; ama içerden ses gelmiyor. Gene saatına bakıyorsun: Nerdeyse dokuz. O üstü örtülü, karanlık sokak kapısı geçidine gitmeye karar veriyorsun: bu eve gelirken oradan geçtiğinden beri oraya uğramadın hiç.
Rutubetli, yosunlu duvara dokunuyorsun; kokulu havayı içine çekiyorsun ve kokladığın, seni saran ağır kokunun değişik ögelerini anlamaya çalışıyorsun. Kibritinin iki yanda gevşek, kızılımsı toprakta yetişmiş çeşitli bitkileriyle dar, boş geçidi aydınlatıyor. Kibrit ışığında gölgeleri duvarlara vuran uzun, yapraklı bitkileri görüyorsun; ama kibritinin ateşi parmaklarını yakmak üzereyken atıyorsun; eski belgelerde okuduğun yemişleri ve bitkileri daha iyi görmek için bir kibrit daha çakıyorsun. Burada yetişmiş kokulu ve ağır unutulmuş otlar: Ban otunun uzun, geniş, sarkık yaprakları; dışları sarı, içleri kırmızı çiçekleriyle ikili dallar köpek üzümünün sivri, yürek biçimi yapraklar; top top çiçekleriyle sığır kuyruğunun kül rengi havları; güzelavratotu. Kibritinin ışığında gölgeleri yavaşça sallanarak canlanıyorlar; bunların nerelerde kullanıldığını anımsıyorsun: Gözbebeklerini genişletmede, acıyı azaltmada doğum sancılarını dindirmede, avuntu vermede, istemi zayıflatmada, kösnük bir dorukluk getirmede.
Üçüncü kibritin de yanıp bittiğinde kokularla yalnızsın. Yavaşça yukarı hole çıkıyorsun; Senor a Consuelo'nun kapısını dinliyorsun gene ve Aura'nın kapısına yürüyorsun. vurmadan itip açıyorsun ve o çıplak odaya giriyorsun: Bir ışık yuvarlağı yatağı, Meksika haçını, kapanan kapıyı, sana doğru yürüyen kadını aydınlatıyor. Aura yeşiller giyinmiş, yaklaşırken yeşil tafta giyside ay solgunu kalçaları beliriyor. Kadın, diyorsun gene yanına yaklaşınca, dünkü kız değil: Dünkü kız -Aura'nın parmaklarına, beline dokunuyorsun- yirmi yaşından büyük olamazdı; dağınık, seyrek saçlarını, solgun yanaklarını okşadığın bugünkü kadın kırkında görünüyor. Dünle bugün arasında yeşil gözlerinde bir katilik belirmiş, dudaklarının kırmızısı eski çizgilerinden taşmış, sanki onları mutlu bir sırıtmada, acil bir gülümsemede durdurmak istemiş; gülümsemesi, aşağıdaki geçitteki bitki gibi, bal tadıyla safra tadını birleştirmiş sanki. Başka bir şey düşünecek zamanın yok.
“Yatağa otur, Felipe”
“Peki.”
“Oynayacağız şimdi Sen hiçbir şey yapma. Bırak her şeyi ben yapayım.”
Yatağa oturup odadaki nesneleri ve Aura'nın varlığını bu altın rengi havada sana güçlükle gösteren yaygın, solgun ışığın kaynağın bulmaya çalışıyorsun. Onun nereden geldiğini görmek için yukarıya baktığını görüyor Aura. Sesinden önünde diz çöktüğünü anlıyorsun.
“Gökyüzü ne yüksek ne de alçak. O hem üstümüzde hem altımızda.”
Ayakkaplarını ve çoraplarını çıkarıyor, çıplak ayaklarını okşuyor.
Ayaklarını yıkayan ilik suyu duyuyorsun; onları kalin bir bezle yıkıyor, kara tahtadan oyulmuş İsa’ya arasıra kaçamak bakıyor. Sonra ayaklarını kuruluyor, elinden tutuyor, dağınık saçlarına birkaç menekşe takıyor; bir ezgi, bir vals mırıldanmaya başlıyor; sesinin mırıltısına uymuş, onunla dans ediyorsun; onun koyduğu yavaş, ağır ritmle dönüyorsun; bu, gömleğinin düğmelerini çözen, göğsünü okşayan, sırtına kayıp sıkan ellerinin hafif deviniminden bambaşka. Bu sözsüz şarkıyı sen de mırıldanıyorsun; boğazından kendiliğinden yükseliyor ezgi: Birlikte dönüyorsunuz yatağa gittikçe yaklaşarak; sonra azgın öpücüklerle Aura'nın ağzında boğuyorsun bu şarkiyi, omuzlarını, memelerini öperek durduruyorsun dansı.
Boş giysiyi ellerinde tutuyorsun. Aura yatakta diz çökmüş, sıkılmış apış arasına bir nesne koyuyor; okşuyor onu, seni eliyle çağırarak. Bu ince mayasız ekmeği okşuyor, kalçalarından aşağı kırıntılar dökerek kırıyor onu; yarısını sana veriyor ve sen de onun gibi onu ağzına atıyor, güçlükle yutuyorsun. Sonra Aura'nın çıplak bedeni üstüne, duvarda asili haç gibi yatağın bir ucundan ötekine açılmış çıplak kolları arasına düşüyorsun. Duvardaki haçta baldırlarına kızıl ipek dolanmış, dizleri açık, yaralı yanıyla, gümüş pullu kara bir perukaya takılmış dikenli tacıyla Kara İsa var. Aura bir mihrap gibi açılıyor.
Kulağına adını fısıldıyorsun.
Kollarını sırtında duyuyorsun.
Kulağında onun ılık sesi:“Sonsuza değin sevecek misin beni?”
“Sonsuza değin, Aura. Sonsuza değin seveceğim seni.”
“Sonsuza mı? Yemin eder misin?”
“Yemin ederim.”
“Yaşlansam bile mi? Güzelliğimi yitirsem de mi? Saçlarım ağarsa bile mi?”
"Sonsuza dek sevgilim, sonsuza dek.”
“Ölsem de mi Felipe? Ölsem de sonsuza dek sevecek misin beni?”
“Sonsuza dek. Sonsuza dek. Yemin ederim. Hiçbir şey ayıramaz bizi.”
“Gel Felipe, gel…”
Uyandığında Aura nın omzuna dokunmak için elini uzatıyorsun; ama sadece ilik yastığa ve seni örten çarşafa dokunuyorsun.
Adını mırıldanıyorsun.
Gözlerini açıyorsun ve onu yatağın ayakucunda dururken görüyorsun; gülümsüyor ama, sana bakmadan. Odanın köşesine yürüyor yavaşça, yere oturuyor, kollarını ardını göremediğin karanlığın önündeki dizlere dayıyor, karanlıktan uzanan buruşuk eli okşuyor, orada, yaşlı bayanın, Senora Consuelo'nun ayakları dibinde oturuyor. Daha önce göremediğin bir koltukta oturan Senora Consuelo sana gülümsüyor, başını sallıyor, yaşlı bayana uyarak başını sallayan Aura'yla birlikte sana gülümsüyor. Sana teşekkür ederek ikisi de gülümsüyorlar. İsteksizce yatıyorsun ve yaşlı bayanın baştan beri hep odada olduğunu düşünüyorsun:
Onun devinimlerini, sesini, dansını anımsıyorsun,
Kendi kendine onun orada olmadığını söyleyerek.
İkisi de aynı anda kalkıyorlar: Consuelo koltuktan, Aura yerden. Sırtlarını sana dönüp dulun yatak odasına açılan kapıya yürüyorlar yavaşça; imgelerin önünde titreyen ışıklarıyla o odaya giriyorlar, arkalarından kapıyı kapıyorlar ve seni Aura'nın yatağında uyumaya brakıyorlar.
5
Uykun ağır ve tedirgin. Düşlerinde aynı belirsiz sıkıntıyı, karın zarındaki yükü, imgelemine yüklenen kederi duyuyorsun. Aura'nın odasında uyumana karşın sahip olduğuna inandığın bedenden uzakta, yalnız uyuyorsun.
Uyandığında odada başka bir varlık arıyorsun; seni tedirgin edenin Aura olmadığını, daha çok geceleyin ortaya çıkan bir şeyin çifte varlığı olduğunu anlıyorsun. Ellerini alnına koyuyorsun; düzensiz duyularını yatıştırmaya çalışarak: o ağır sıkıntı yavaş sesle sesleniyor sana, anımsamanın ve uyarının sesi; öteki yarini arıyorsun sanki, dün geceki kısır gebeliğinden doğan öteki yarini.
Düşünmüyorsun artık, çünkü imgelemden bile daha güçlü şeyler var: Seni kalkmaya zorlayan alışkanlıklar, bu odada bir banyo bulamadan; gözlerini ovarak hole çıkıyorsun, dilinin acılığını tadarak merdivenleri tırmanıyorsun, çenendeki sert kıllara dokunarak kendi odana giriyorsun, banyo musluklarını açıp ilik suya giriyorsun, kendini unutmaya bırakıyorsun.
Ama kurulanırken yaşlı bayanla kızın kolkola odadan çıkmadan önce sana gülümsemelerini, ne zaman birlikte olsalar aynı şeyleri yaptıklarını anımsıyorsun: Aynı zamanda sarılıyorlar, gülümsüyorlar, yiyorlar, konuşuyorlar, giriyorlar, çıkıyorlar; sanki biri ötekine öykünüyor, sanki birinin istemi ötekinin varoluşuna bağlı... Traş olurken bunları düşündüğünde bir yanağını hafifçe kesiyorsun; kendini toparlamak için bir çaba harcıyorsun. Traşını bitirince bavulundaki nesneleri gözden geçiriyorsun; eski pansiyon odandan hiç görmediğin uşağın getirdiği şişeleri, tüpleri: Bu nesnelerin adlarını mırıldanıyorsun, onlara dokunuyorsun, içlerini ve verdikleri bilgileri okuyorsun, yapımcılarının adlarını söylüyorsun; ötekini, adsız ve etiketsiz olanı, ussal bir tutarlılığı olmayanı unutmak amacıyla bu nesneleri düzenle yerleştiriyorsun. Bavulu kaparken Aura ne istiyor senden diye soruyorsun. Ne istiyor? Ne istiyor?
Bunun yanıtı gibi, koridorda sana kahvaltının hazır olduğunu bildiren onun zilinin sesini duyuyorsun. Gömleğini giymeden kapıya yürüyorsun. Kapıyı açtığında Aura’yı orada buluyorsun: Yüzü yeşil bir peçeyle örtülü olmasına karşın Aura olmalı bu; çünkü sırtında her zaman giydiği yeşil tafta var. Bileğinden çekiyorsun onu, dokunmanla titreyen o ince bileğinden.
“Kahvaltı hazır,” diyor şimdiye dek duymadığın hafif bir sesle.
“Aura, bırakalım artık numarayı”
“Numara mı?”
“Söyle bana, Senora Consuelo seni kaçmaktan, kendi yaşamını yaşamaktan alıkoyuyor mu?
Seninle ben odadayken niçin oradaydı o?.. N’olur söyle bana, benimle ne zaman gideceksin?..”
“Gitmek mi? Nereye?”
“Bu evin dışına; dünyaya, birlikte yaşamaya. Sonsuza dek halana bağlı kalmak zorunda değilsin…
Niye tüm bu bağlılık? Böylesine çok mu seviyorsun onu?”
“Onu sevmek mi?”
“Evet. Niye kendini böyle kurban ediyorsun?”
“Onu sevmek mi? O beni seviyor. O kendini bana kurban ediyor.”
“Ama o yaşlı bir kadın: nerdeyse bir ceset. Sense...”
“O benden daha canlı. Evet, o yaşlı ve iğrenç... Felipe, onun gibi olmak istemiyorum... bir başka…”
“Seni diri diri gömmeye çalışıyor. Yeniden doğman gerek Aura."
“Yeniden doğmak için ölmek… Hayır, anlamazsın. Unut bunu Felipe. Yalnız bana inan.”
“Biraz açıklasan.”
“Yalnız bana inan. bugün hep dışarda olacak..”
“O mu?”
“Evet, öteki.”
“Dışarı mı çıkıyor? Ama o hiç…”
“Evet, kimi zaman çıkar. Büyük bir çaba harcar ve çıkar. Bugün çıkıyor. Bütün gün... Sen ve ben…”
“Gidelim mi?”
“İstersen”
“Yok... Şimdi olmaz. Anlaşmam var. Ama işi bitirir bitirmez, o zaman…”
“Ah, evet. Ama bütün gün dışarda o. Bir şeyler yapabiliriz…”
“Ne?”
“Halamın yatak odasında bekleyeceğim seni bu akşam. Her zamanki gibi bekleyeceğim.”
Dönüyor; bilmeyenlere yaklaştıklarını bildirmek için zil kullanan cüzzamlılar gibi zilini çalarak: “Çekilin yolumdan, çekilin yolumdan.” Gömleğini ve ceketini giyiyorsun ve seni yemek odasına çağıran zilin sesini izliyorsun. Holde dul Llorente sana doğru geliyor; beli bükük, budaklı bir bastona dayanmış; eski beyaz bir giysi giymiş, lekeli ve yıpranmış bir tül peçe takmış. Sana bakmadan geçiyor; bir mendile sümkürüyor ve tükürüyor. Mırıldanıyor:
“Bugün evde yokum, Senor Montero. İşinize tam bir güvenim var. Lütfen sürdürün. Kocamın anıları yayınlanmalı.”
Eski bebeklerinki gibi ufacık ayaklarıyla halılara basarak, bastonuna dayanarak, şişkin ciğerlerinden bir şeyler temizlemek istermiş gibi aksırarak ve tükürerek gidiyor. Odasındaki eski sandığın dibinden çıkarıp giydiği sararmış gelinliğini gördüğünde duyduğun meraka karşın ancak bir istem gücüyle engelliyorsun kendini gözlerinle onu izlemekten...
Yemek odasında seni bekleyen soğuk kahveye pek dokunmuyorsun. Sigara içerek, hiç işitmediğin sesleri bekleyerek uzun arkalıklı sandalyede oturuyorsun; sonunda yaşlı bayanın evden çıktığını ve yapacağın şeyde seni yakalayamayacağını anlıyorsun. Sandığın anahtarını bir saattir avcunda sıkıyorsun ve şimdi kalkıp oturma odasından hole çıkıyorsun; saatine bakıp on beş dakika kulağın Senora Consuelo'nun kapısında bekliyorsun. Sonra yavaşça itip açıyorsun onu, kandillerin örümcek ağı gibi ışığında, üstünde tavşanın bir havuç kemirdiği boş yatağı görüyorsun: Sanki yaşlı bayan çarşafların arasında saklanabilirmiş gibi bu hep ekmek kırıntılarıyla dolu yatağa çekinerek dokunuyorsun. Sandığın durduğu köşeye yürüyorsun; sıçanlardan birinin kuyruğuna basıyorsun; bağırıyor ve kendini kurtarıp ötekileri uyarmak için seğirtiyor. Bakir anahtarı paslı asma kilide uyduruyorsun, kilidi çıkarıp kapağı açarken eski menteşelerin gıcırtısını duyuyorsun. Anıların kırmızı kurdeleyle bağlı üçüncü tomarını alıyorsun ve onların altında fotoğrafları, şu eski gevremiş, kıyıları kıvrık fotoğraflar buluyorsun. Bakmadan alıyorsun onları, göğsüne bastırıp sıçanların açlığını unutarak sandığı kapamadan çabucak odadan çıkıyorsun. Kapıyı kapıyorsun; soluğun düzelinceye değin duvara yaslanıyorsun; sonra merdivenleri tırmanıp odana çıkıyorsun.
Yukarıda anıların arkasını, yeni sayfaları, can çekişen bir yüzyılın olaylarını okuyorsun. General Lorente süslü diliyle Egenia de Montijo’nun kişiliğini anlatıyor, Küçük Napoleon'a saygılarını sunuyor, en savaşçı tumturaklı sözlerini Fransız-Prusya savaşına ayırıyor, yenilginin üzüntüsüyle, onurlu kişilerin Cumhuriyet belası konusundaki söylevleriyle sayfalar dolduruyor, General Boulanger’de bir umut ışığı görüyor, Meksika'yı özlüyor; Dreyfus olayında ordunun onurunun -hep bu “onur” sözcüğü- kurtarıldığına inanıyor..
Gevremiş kâğıtlar dokundukça çıtırdıyor: Artık onlara saygı duymuyorsun, yalnız yeşil gözlü kadının yeniden görünmesini bekliyorsun. “Arasıra niye ağladığını biliyorum Consuelo. Sen yaşama sevinciyle pırıl pırıl olduğun halde sana çocuklar veremedim.” Ve sonra: “Consuelo, Tanrı'yı kışkırtmamalısın. Kendimizle uzlaşmalıyız. Benim sevgim yetmez mi? Beni sevdiğini biliyorum, duyuyorum bunu. Senden özveri istemiyorum; çünkü bu seni üzecektir. Senden ancak bana duyduğunu söylediğin büyük sevgide yeterli bir şey, hasta imgelemlere dönmeyi gerektirmeyen ikimizi de doldurabilecek bir şey istiyorum…”
Bir başka sayfada: “Consuelo’ya o ilaçların tümüyle yararsız olduğunu söyledim. Oysa o kendi otlarını bahçede yetiştirmeyi sürdürüyor. Kendini kandırmadığını söylüyor. otlar bedeni değil ruhu güçlendiriyor…” Sonra: “Onu çılgınca sayıklarken buldum; yastığı kucaklamış. Bağırdı: ‘Evet, evet, evet, yaptım, onu yeniden yarattım. Onu çağırabilirim, ona kendi yaşamımdan yaşam verebilirim!’ Doktoru çağırmak gerekti. Onu yatıştıramayacağını söyledi doktor çünkü o uyarıcıların değil uyuşturucuların etkisindeymiş.” Ve sonunda: “Bu sabah erkenden onu hollerde yalınayak yürürken gördüm. Durdurmak istedim. Bana bakmadan geçti; ama sözleri banaydı. Durdurma beni. Gençliğime doğru gidiyorum, gençliğim bana doğru geliyor. İçeri giriyor, bahçede şimdi, işte geri geldi… Consuelo, zavallı Consuelo, şeytan bile melekti bir zamanlar.”
Başka bir şey yok. General Llorente'nın anılan şu cümleyle bitiyor: “Consuelo, le démon aussi était un ange, avant…”
Ve son sayfadan sonra resimler. Yaşlı bir bayin asker üniformasıyla bir resmi, bir köşesinde şu sözcükler olan eski bir fotoğraf: “Moulin, photographe, 35 Boulevard Haussmann” ve tarih, 1894. Sonra Aura'nın fotoğrafı, yeşil gözleriyle Aura'nın, kara saçları lüle lüle toplanmış arkasında renkli bir manzarayla bir Dorik sütuna yaslanmış: Ren'de bir Lorelei görünümü. Giysisi boğazına dek düğmeli, elinde bir mendil var, etek yastığı takmış: Aura, ve beyaz mürekkeple tarih, “1876”; kartın arkasında karınca duası gibi bir elyazısı: "Faitpour notre dixième anniversaire de mariage,” aynı elle bir imza: "Consuelo Llorente.'' Üçüncü fotoğrafta Aura ile yaşlı bay birlikte, ama yabanlık giysilerini giymişler, bir bahçede bir sırada oturuyorlar. Fotoğraf biraz solmuş: Aura öteki resimdeki kadar genç görünmüyor ama kadın o, erkek o, o... o sensin. Fotoğraflara bakıyorsun, bakıyorsun, yukarı ışığa kaldırıyorsun onları. General Llorente'nın sakalını parmağınla kapatıyorsun, onu kara saçlı düşünüyorsun ve kendini buluyorsun: Solgun, yitik, unutulmuş, ama sen, sen, sen.
O uzak valsin ritmiyle, nemli, kokulu bitkilerin kokusuyla başın dönüyor, yorgun, yatağa düşüyorsun; yanaklarına, gözlerine, burnuna dokunuyorsun: sanki görünmeyen bir elin yirmi yedi yıldır taşıdığın maskeyi, gerçek yüzünü gizleyen mukavva biçimi, gerçek görünümünü, bir zamanlar senin olan ama sonra unuttuğun görünümünü yırtıp koparmasından korkar gibisin. Yüzünü yastığa gömüyorsun; geçmiş rüzgârının senin kendi biçimini yırtmasını engellemeye çalışıyorsun, çünkü onu yitirmek istemiyorsun. Yüzün yastıkta, ne geleceğini bilmeden, engelleyemeyeceğin şeyi bekleyerek uzanıyorsun. Artık saatına bakmıyorsun; insan boşyüceliğine uyarak sıkıntıyla zamanı ölçen yararsız bir nesne bu, zamanın gerçek geçişini, hiç bir saatin ölçemeyeceği ölümlü ve küstah bir hızla geçen zamanı değiştirmek için bulunmuş uzun saatleri gösteren o küçük eller gereksiz. Bir yaşam, bir yüzyıl, elli yıl: Artık bu yalancı ölçüleri düşünemiyorsun; bu cisimsiz tozu ellerinde tutamıyorsun.
Yastıkta dönüp yukarı baktığında kendini karanlıkta buluyorsun. Gece olmuş.
Gece olmuş. Cam tavanın ötesinde hızlı kara bulutlar kendini kurtarmaya, solgun, yuvarlak, gülümseyen yüzünü göstermeye çalışan ayı gizliyorlar. Bir an için kaçıyor, sonra bulutlar gene örtüyor onu. Hiç umudun yok. Saatina bile bakmıyorsun. Eski kağıtları ve solgun fotoğraflarıyla o cezaevi hücresinden çıkıp hızla merdivenleri iniyorsun; Senora Consuelo'nun oda kapısında duruyorsun; saatler süren sessizlikten sonra tarazlanmış, değişmiş kendi sesini duyuyorsun: “Aura…”
Bir daha: “Aura…”
Odaya giriyorsun. Adak ışıkları sönmüş.
Yaşlı bayanın bütün gün dışarda olduğunu anımsıyorsun; onun ilgisinden yoksun mumlar yanıp tükenmiş olacak.
Karanlıkta el yordamıyla yatağa yürüyorsun.
Ve gene: “Aura.”
Taftanın hafif hışırtısını duyuyorsun; ve seninkine uyan bir soluma.
Aura 'nın yeşil giysisine dokunmak için elini uzatıyorsun.
“Hayır... Dokunma bana... Yanıma uzan.”
Yatağın kıyısını buluyorsun, bacaklarını kaldırıp oraya uzanıyor ve kımıldamadan duruyorsun.
Bir de korku ürpermesi duyuyorsun: “Her an geri gelebilir.”
“Gelmeyecek.”
“Hiç mi?”
“Yorgunum. O da yorgun. Onu benimle birlikte üç günden fazla hiç tutamadım.”
“Aura…”
Aura'nın memelerini avuçlamak istiyorsun. Arkasını dönüyor: Sesindeki kayıtsızlıktan anlıyorsun bunu.
“Hayır... Dokunma bana…”
“Aura... Seni seviyorum.”
“Evet beni seviyorsun. Dün her zaman beni seveceğini söyledin bana...”
“Hep seveceğim seni, hep. Senin öpüşlerin, bedenin gerek bana..."
"Yüzümü öp. Yalnız yüzümü."
Başının yanındaki yüze dudaklarını değdiriyorsun. Aura'nın uzun kara saçlarını okşuyorsun. Yakınmasına aldırmadan bu çelimsiz kadını omuzlarından kavrıyorsun. Tafta giysisini yırtıyorsun, kucaklıyorsun onu, kollarında ufak, yitik ve çıplak duyuyorsun onu; iniltili direnmesine, karşı koymasına karşın düşünmeden ayrımsamadan yüzünü öpüyorsun. Onun gevşemiş memelerine dokunduğunda duvardaki bir sıçan deliğinden gümüş rengi bir ay ışığı hüzmesi vuruyor ve seni şaşırtıyor. Işık Aura’nın anılar kadar gevremiş ve sararmış, fotoğraflar kadar kirişmiş buruşuk yüzüne vuruyor. Bu etsiz dudaklar, dişsiz ağzı öpmeyi kesiyorsun: Ay ışığı yaşlı bayanın, Senora Consuelo'nun çıplak, titrek, yıpranmış, ufak, eski, dokunduğun için titreyen bedenini gösteriyor sana; seviyorsun onu, sen de geri geldin...
Yüzünü, açık gözlerini Consuelo’nun gümüş kiri saçlarına daldırıyorsun ve bulutlar ayı örttüğünde, yeniden ikinizi de sakladığında, gençliğin, yeniden bedenleşen gençliğin anisi karanlığa egemen olduğunda gene sarılıyorsun ona.
“Geri gelecek o, Felipe. Onu birlikte getireceğiz. Hele gücüm yerine gelsin, onu geri getireceğim…”
sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981