Jorge Luis Borges

Jorge Luis Borges ile iki konuşma

Jorge Luis Borges'in 1977'de Hector Bianciotti ve Jean-Paul Enthoven’le yaptığı konuşma

Eski bir Çin bilgesini andıran incelikli, titrek, görkemli tavrıyla Borges bizi, saygıyla karşılıyor.

“Ne olursa olsun bir şeyler söylememi istiyorsunuz, öyle mi? Oysa iş size düşüyor, yerli yersiz sorulara bayılırım. Sözgelişi bana, şu gözleri görmeyen Borges’e, dünyanın geleceğini ya da insanın yazgısını nasıl gördüğümü sorun. İşit-gör tekniğinin edebiyatın öldüğünü duyurup duyurmadığını ya da daha güzeli, genç bir ozanın Tanrıya inanıp inanmaması gerektiğini sorun bana. Böylesi konularda kendimi hiç sıkmadan budalalığın doruklarına erişebilirim.”

Borges boş inançları olan biri.
Anlaşıldığına göre söze başlamadan önce hep kem gözlerden korunmak için bir şeyler mırıldanıyor.
Flaubert'in etkisiyle bu alışkanlığı edindiği kesin.

BORGES: Evet! Flaubert benim suç ortağımdır... Flaubert'den söz etmemi ister misiniz?

SORU: Borges'den de söz edebiliriz...

BORGES: Bu can sıkıcı bir konu… Aslına bakarsanız Borges'in kendisi de Borges olmaktan fazlasıyla yorgun.

SORU: Neden?

BORGES: Yetmiş sekiz yıldır bu böyle devam ediyor da ondan. Bugün, tek yoldaşım olan karanlığa mahkumum: körüm.
 İnsanın karanlıkta kendi kendisiyle ilişkisi aydınlıktakinden daha da duyarlı oluyor.
 Her fırsatta, kaçıyorum, yolculuğa çıkıyorum, bir yılanın derisinden sıyırması gibi Borges’i terkediyorum…
 Neyse ki sağır değilim... Sağırlar her zaman için gülünçtürler. Güldürü kişileridirler. Zavallı Beethoven…
 Körlerse garip bir biçimde büyük bir bilgelikle yüklüdürler...

SORU: Düşleriniz de kitaplarınız gibi kaplanlar, labirentler, bıçaklar, aynalarla mı doludur?

BORGES: Gelin bu soruyu bana sormamış olun…
 Herkes bunu bana sormak zorundaymış gibi duyuyor kendini. Açıkçası Borges'in bu soruyu yanıtlamaya cesareti yok.

SORU: Peki Borges'i unutalım. Geriye “Borges’ciler” kalıyor.
 Her şeyden önce, belli bir tarih, anlatı, takınak türünün belirtilmesine yarayan bir sıfatın ortaya çıkmasına neden oldunuz.
İşte buna karşılık vermek zorundasınız.

BORGES: “Borges’ci” mi? İspanyolcada böyle bir kelime yok...

(Fransızca'da ve bazı başka dillerde böyle bir kelime var oysa. Bu kelime, mimarı özgül olan bir evreni anlatmaya yarıyor. İnsanların yaşamının acınası olduğu kadar yüce olduğunu da söylemek için lehçelerin, geleneklerin, efsanelerin ve dinlerin birbirine karıştığı bir kitaplıktaki sonsuz bir kitap gibi kendi kendini kavrayan bir evren. Bu Borges’ci evrende çeşit çeşit insan var. 1940’da yazdığı, “Pierre Ménard, Kişot Yazarı” adlı hikayenin kahramanı XX. yüzyılda yaşayan biridir. Kendi kendine “Don Kişot”u yazmaya kalkışır. Ama bu ünlü romanın yeniden yazımı değildir. Kelimesi kelimesine Cervantes'inki gibi olacaktır. Pierre Ménard’ın “Kişot”undaki bazı cümleleri Cervantes’inkilerle karşılaştıran Borges iki yapıtın birbirinden çok farklı olduğunu ortaya çıkarır. Cervantes'in XVIII. yüzyılda yazdığıyla, Ménard'ın XX. yüzyılda kullandıkları kelimeler birbirine benzer ama olaylar, okuyucular ve tarih değişmiştir.)

...Yeni kitaplar niçin yazılır?
    Kitaplıklarımız genişletilebilir
     ya da “Hazreti İsa'nın Benzetimi”ni Louis-Ferdinand Céline’e,
              “Hamlet”i Tolstoy'a,
              “Karamazov Kardeşler”i de Herman Melville'e malederek en ağır kitaplarla doldurulabilirdi...

(Homeros, Milton, Joyce gibi gözleri görmeyen yazarlara karşı duyduğu yakınlık belki kendisinin de görmeyen bir yazar olmasından geliyor).

BORGES: Joyce körlüğün pek önemli bir şey olmadığını ileri sürüyordu. Saçma, değil mi?
 Doğrusu ben, bana bugün dünyanın eskisinden pek güzel olmadığını söyleyerek teselliye kalkışan insanlardan nefret ediyorum.
“Anılarınızla dolusunuz! İç dünyanız ne kadar da yoğundur!” diyenlerden. Ne dediklerini bilmiyor bunlar.
  Hiç bir şey gece kadar tiksindirici değildir; haberleri yok. Dürer'in bir gravürünü satın aldım.
  Göremiyorum ama çizgilerinin anısını içimde saklıyorum. Çerçevelenmiş olarak yanımda bulunduğunu bilmek hoşuma gidiyor...

SORU: Bugün Sartre da hemen hemen hiç görmüyor. O da sizin gibi Flaubert'in eski bir suç ortağı. Kendinizi ona yakın bulmanız için iki neden...

BORGES: Sartre’ı hiç okumadım.

SORU: Sartre için körlük yazma konusunda bir vazgeçmeyi de beraberinde getiriyor. Onun “biçem” dediği şeyden vazgeçme...

BORGES: Öyle olmalı, çünkü onun biçemi, varoluşçuların biçemi: “görmeye” dayalı bir biçemdi. Bu benim durumuma benzemez.
 Ayrıca Sartre hep kalin kitaplar yazdı. Yeniden gözden geçirmesi, düzeltmesi gerekir.
 Benim yazdıklarım küçük öyküler cümleleri kafamın sessizliği içinde oluşturuyorum.
Söylediğim zaman eksiksiz olarak cümle son durumunu almış oluyor...

SORU: Peki çağdaş yazarlar için ne düşünüyorsunuz?

BORGES: Yazdıklarını hiç okumuyorum. Onlara benzemekten çok korkuyorum.

SORU: Latin Amerika'da büyük yazarlar olsa gerek?

BORGES: Evet, olmalı...

SORU: Garcia Marquez, Alejo Carpentier, Octavio Paz için ne dersiniz?

BORGES: Biliyorsunuz kırk yıldan beri gazete okumuyorum, okuyamıyorum.

SORU: Ya Neruda?

BORGES: Onunla tanıştım ve bir iki kez uzun uzun konuştuk.
İspanyolca'yla, bu onmaz dille büyük şeyler yapılamayacağını söylüyordu bana.
 Ben de, bizim yüzümüzden, biz bir şey yapmadığımız için durumun böyle olduğunu söyledim…
 Bir keresinde de Neruda beni çağırdı ama gitmedim. Elçi ve komünist olduğu dönemdi.
 Gazetecilerin Borges bir komünisti görmeye gitti demelerini istemedim.

SORU: Neden?

BORGES: Ben sağda bir adamım. Söylenen bu. Beni sağa attıkları için hiçbir zaman Nobel'i alamadım.

SORU: Faşist olarak nitelenen Pinoche’yi görmeye gittiniz değil mi?

BORGES: Onun faşist olduğuna inanmıyorum ben..

SORU: Siz Savaş (İkinci Dünya Savaşı) sırasında faşizmin acısını çektiniz. Arjantinli “Almanseverler” sizi de tedirgin ettiler.

BORGES: Gerçekte Almanseverler öncelikle İngiliz düşmanıydılar.
Paris’in kurtuluşu sıralarında yazdığım bir yazıda Hitlerciliğin ahlaksal ve zihinsel bir sahtekârlık olduğunu yazmıştım. Bu yüzden de sonradan suçlandım.

SORU: Alman-severler sizi Yahudilikle de suçlamışlardı.

BORGES: Evet ama bana büyük bir hizmette bulundular. Çünkü Yahudi olmamaktan ötürü her zaman üzüntü duymuşumdur.

SORU: Söylemek istediğiniz başka şeyler var mi?

BORGES: Evet. Borges bir bireycidir, deyiniz. Faşizmden, komünizmden, aptalların zorbalığından tiksinir.
Kimsenin cumhurbaşkanının adını bilmediği düş ülkesi İsviçre vatandaşı olmayı yeğlerdi, deyiniz.
Virgilius’un nefis olduğunu da ekleyiniz…

_____________________________________________________


Borges'in 1981'de Eduardo Miguel Febbro'yla yaptığı konuşmadan

Borges gülümseyerek, sol gözünü bana dikmiş sorular soruyor:

BORGES: Tanrıya inanır mısınız?
 (...)
 Ben de inanmam.
 Bireysel bir tanrıya kuşkusuz inanamazdım.
 Çünkü ona inansaydım benden sorumlu olacaktı ve ben onu bağışlayamayacaktım.
 Çok güçlü bir Tanrı'nın varlığını yadsımak için basit bir fiziksel acının yeteceğine inanıyorum.

SORU: Bu bana Sabato’yla yaptığınız konuşmalar düşündürdü.

BORGES: Evet, çok eğlencelidir.

SORU: Bu konuşmalarda “Tanrı, fantastik edebiyatın en büyük yaratıcısıdır” diyorsunuz.

BORGES: Tanrıbilim de fantastik türde bir yapıttır.

SORU: Ya Budacılık?

BORGES: Budacılığın bize sunduğu, Buda'nin bile varlığını yadsıma olanağıdır. Hem de öğretiyi yadsımadan.
 Bizden saflık istemeyen ve tarihsel olguya inancın önemli olmadığını, önemli olanın buna öğretide inanmak olduğunu ileri süren dinlerin öğretileridir.
 Budacılık yalnızca bir din değildir. Bir mitologya, bir evrenbilimdir, kendi aralarında çekişen bir fizikötesi dizgeler dizisidir..

SORU: Arjantin'de yayımlanan son yapıtınızda körlüğü bir çeşit bağış olarak niteliyorsunuz.
“Körlük, yazgının ya da alin yazısının bize sunduğu onca garip araç içinde başka bir araç olmalı,” diyorsunuz.

BORGES: Evet, kesinlikle böyle. İyi ya da kötü bir yığın yazdığım kitap körlüğe borçluyum.

SORU: Bir şiiri, bir öyküyü bir nasıl yolla ortaya korsunuz?

BORGES: Kendimde bir sarsılma, bir coşku duyarım. Bunun estetik bir tasarım olduğunu bilirim. Dilin kendisi de estetik bir yaratımdır.
 Kendimi düşüncenin edilginliğine bırakırım. Sonra başlangıcı ve belki de bir öykünün ucunu yakalarım, görürüm.
 Başlangıcı ve sonu sezinlerim; karanlık ve kaçıcı olan sonu sezinler gibi olurum, ortamı görmeksizin.
 Bu benim düşünmeye ya da yazmaya başladığım ölçüde ortaya çıkıp aydınlığa kavuşur.

SORU: Yazdığınız zaman kişilerinizi belirsiz dönemlere yerleştiriyorsunuz hep.
Ama kişilerin seçenekleri hep elle tutulabilir olarak, çağdaş olarak kalıyor.

BORGES: Elbette. okuyucuda merak fazlalığı da, soruşturma tutkusu da uyandırmamak gerektiğine inanıyorum.
Ayrıntılara inip bir yığın küçük bilgiyle okumaya uğraşanı sıkmanın gereği yok.



Türkçesi: Eray Canberk | sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981
_________________________________________________________________________________________



BORGES’TEN SEÇMELER

Tutsak

Bu öykü Jumin'de ya da Tapalque'de anlatılır. Bir Kızılderili saldırısından sonra bir oğlan ortadan yiter. Herkes onu Kızılderililerin kaçırdığını söyler. Ana babası boşuna
araştırırlar… Uzun yıllar sonra içerlerden gelen bir asker, gördüğü mavi gözlü bir Kızılderilinin belki oğulları olduğunu söyler onlara. Sonunda onu bulurlar (belge ayrıntılarından söz etmiyor ve ben de bilmediklerimi uydurmam) ve tanıdıklarını sanırlar. Orman ve yabanıl yaşamla yoğrulmuş adam artık ana dilinin sözcüklerini anlayamaz ama kayıtsızca kendisini eve götürmelerine boyun eğer. Orada durur; belki ötekiler de durduğu için. Neye yaradığını bilmezmiş gibi kapıya bakar. Sonra birden başını eğer, bağırır, girişten ve iki uzun holden koşup mutfağa dalar. Hiç duraksamadan, kararmış ocağın baca deliğine kolunu sokup çocukken oraya sakladığı boynuz saplı küçük bir bıçağı çıkarır. Gözleri parlar ve ana babası oğullarını buldukları için ağlarlar.

Belki bu anımsamayı ötekiler de izlemiştir; ama Kızılderili duvarların arasında yaşayamaz ve bir gün kendi yabani ormanını aramaya gider. Geçmişin ve şimdiki zamanın ayni olduğu o başdöndürücü anda ne duyumsadı acaba? Yitik oğul o coşku anında yeniden doğup öldü mü acaba? Bir çocuk ya da bir köpek gibi, ana babasını ve evini ayrımsamayı becerdi mi acaba?


Bir Sarı Gül

Ne o öğle sonu, ne de ertesi gün öldü çok ünlü Giambattista Marino; ona -sevdiği bir imgeyi kullanalım- Ün’ün aynı şeyi söyleyen ağızlar yeni Homer ve yeni Dante derlerdi. Ama o sıra yer alan sakin, sessiz olay gerçekte yaşamının son olayıydı. Yıllarla ve utkularla yüklü, geniş bir İspanyol karyolasında ölüm döşeğinde yatıyordu. Birkaç adım ötede batıya bakan küçük, sakin bir balkon ve aşağıda mermer ve defneler, bir şu dikdörtgeninde çeşitli düzeyleriyle bir bahçe düşlemek hiç de güç değildi. Bir kadın küçük bir kadehe sari bir gül koydu. Adam, gerçeği söylemek gerekirse, şimdi onu bile sıkan kaçınılmaz dizeleri mırıldanıyordu:

                                                                        Bahçenin moru,
                                                                        çayırın görkemi,
                                                                        İlkyazın incisi,
                                                                        Nisanın gözü...

Sonra vahiy geldi: Marino gülü Adem'in cennette onu gördüğü gibi gördü ve gülün kendi sözcüklerinde değil onun sonsuzluğunda bulunabileceğini düşündü. Biz ancak bir şeyin sözünü edebilir ya da ona ima edebilirdik, bir köşeye altın gölgelerini düşüren gururlu ciltler -boşyüceliğinin düşlediği gibi- dünyanın bir aynası değil, ama ancak dünyaya eklenmiş bir seydiler.

Marino ölümünün arifesinde bu aydınlanmaya kavuştu; Homer’le Dante de herhalde kavuşmuşlardır buna.


Delia Elena San Marco

On Birinci Sokağın köşesinde hoşçakal dedik.
Öteki kaldırımdan geriye dönüp baktım, sen de döndün, hoşçakal diye el salladın bana.

Aramızdan bir araçlar ve insanlar ırmağı akıyordu. Sıradan bir öğle sonunda saat beşti.
Bu ırmağın hüzünlü, geçilemez Acheron olduğunu nasıl bilebilirdim?

Birbirimizi bir daha görmedik ve sen ertesi yıl öldün.

Simdi bu anıyı arıyorum ve ona bakıyorum:
Onun yanlış olduğunu ve bu önemsiz hoşçakal’ın ardında sonsuz ayrılığın bulunduğunu düşünüyorum.

Dün akşam yemekten sonra oturup bu şeyleri anlamak amacıyla Eflatun'un üstadının ağzından söylediği son öğretiyi okudum.
Beden ölünce ruhun ayrıldığını okudum.

Şimdi gerçeğin sonraki uğursuz yorumda mı, yoksa kuşkulanılmayan hoşçakal’da mı olduğunu bilmiyorum.

Çünkü ruhlar ölümsüzce hoşçakal demekle pek bir şey yapamayacağımız doğrudur.

Birbirine hoşçakal demek ayrılığı yadsımaktır. Şöyle demek gibidir bu:

“Bugün ayrılmacılık oynuyoruz, ama yarin birbirimizi göreceğiz.”

İnsan hoşçakalları, asılsız ve geçici gibi görünse de, ölümsüz olduğunu bildiği için uydurdu.

Bir zaman gelecek, Delia, biz -hangi ırmağın kıyısında- bu belirsiz diyaloğu sürdüreceğiz
ve orada yitik bir kentte biz Borges ile Delia mıyız diye soracağız birbirimize.



Türkçesi: Yusuf Atılgan | sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981
_________________________________________________________________________________________



Jorge Luis Borges:
«Karabasanlarımda, nerede olduğumun ve kendimi uzaklarda bir yere yöneltmem gerektiğinin bilincindeyim»


Yaşamını Fransa'da sürdüren Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, 84 yaşında, yine edebiyat dünyasının gündeminde olmayı sürdürüyor:

Le Nouvel Observateur dergisinin Borges ile sanatı ve dünya görüşü üzerine yaptığı bir söyleşiyi aktarıyoruz.


Yazarlık yaşamınız nasıl başladı?

Bir şiirimin bir yerinde şöyle diyorum: “...ben ki cenneti bir kitaplıkta düşlüyordum.” Bu sihirli bir şey, bir bakıma dünya görüşünü yansıtan bir ayna. Eğer bugün yazarsam, bunda en önemli pay babamındır: Babam da yazar olmak istemiş, ama bunu başaramamıştı. Küçük yaşlarımda, bana kitaplığının kapısını açtı ve hiçbir kitabı empoze etmeden, okumaktan yazarlığa nasıl atlanabileceğini öğretti.

Siz aynı zamanda çok iyi bir okursunuz da. Okumaktan yazmaya geçiş yöntemi nedir, sizce?

Okumak, kuşkusuz yazmaktan çok daha zevkli. Ancak, ben çocukluğumdan bu yana onmaz bir yazmak hastasıyım. Bir gün yazar olacağımın hep bilincindeydim. Ama, bu bilinç, bana yazdıklarımın birileri tarafından okunacağını çağrıştırmıyordu.

Babam hep şöyle derdi:

Sadece, müthiş bir gereksinme duyduğunda yazmak zorundasın. Yazdıklarını yayınlamak için de acele etme”.

İşte, bu söze uyarak dört kitabımı telef ettim. Birisi bana, “Borges, sayenizde Conrad'ı, Chesterton’u tanıdım ve sevdim” diyorsa, bu çok önemli.
Yazabileceklerimin tümünden daha önemli. Demek ki boşuna yaşamamışım.

Karabasanlarınızdan söz açarken, her birinin ortak bir noktada birleştiğini belirtiyorsunuz: Coğrafi konumları...

Evet, bu doğru. Benim sik sik yinelenen düşlerim vardır. Örneğin aynaları düşlerim, aynalardan oluşan bir labirenti. Ama özellikle düşlediğim, Buenos Aires'e yakın yörelerdir, Balcarce y Chile örneğin. Bu karabasanlarda, nerede olduğumun ve kendimi uzaklarda bir yere yöneltmem gerektiğinin bilincindeyimdir. Bu yerlerin coğrafyası çok belirgindir. Bu sayede yolumu bulmayı deniyorum.

Sizinle konuşurken, yapıtlarınızı okurken, kitaplığınızda yeni bir dünya arayışı içinde, gerçek dünyayı bir kenara bırakıverdiğiniz izlenimi uyanıyor.

Hayır, dünyadan vazgeçmeyi hiç düşünmedim. Bu öyle kolay değil.
Zamanımın büyük bir bölümünü kitaplıklarda geçirdiğim doğru, ancak başka bir şey var:

İnsanların, yasalar ve dinler üzerinde, ahlaksal bir yönleri vardır.
Bir sahne yaratırken, bunun iyi mi, kötü mü olduğunun ayırdına varabilirsiniz.

Zamanı nasıl yaşıyorsunuz? Ya da nasıl ölçüyorsunuz?

Zamanı ölçüp değerlendiriyor muyum, bunu bilemiyorum. Benim zaman kavramından daha dalgalı bir düşünce kavramım var, olayların etkisinin benden uzaklaşması genellikle çok zaman alır. Belki de insanların gerçekten hissedebilecekleri tek şey budur. Çünkü insanlar zamandan oluşur. Örneğin gelecek: Henüz yaratılmamıştır, ancak var olduğu kesindir, insan bilincinde. İnsanlara her şey ölçülü verilmiş ve zaman içine oturtulmuştur. Günü geceleri, saatleri, dakikaları, anları yaşıyoruz. Hoşnutluğumuzun bilincini duyamadığımız uykuyu yaşıyoruz. Tüm bunlar insana düzenli ve uyumlu sunulur. Yoksa insan böylesine bir boşalıma dayanabilecek yapıda değildir.

Belleğinizde yer eden en çok sevdiğiniz imgeler neler?

Bir imge... Yanıtlaması oldukça güç. Örneğin Japonya'dan birçok görüntü taşıyorum: Bana her şeyi anlattılar ve ben hep düşledim. Yine birçok görmediğim ülkeden düşsel görüntüler taşıyorum. Biliyorum, bunlar kişisel belki de hepsi gerçekdışı, ama kendi gerçekliğimde hepsinin bir yeri var.

Her zaman uzak uygarlıklara karşı ilgi duydum. Çocukluğumda Doğu, özellikle de Mısır beni çok etkiliyordu. İncil, inançlı inançsız, herbirimiz üzerinde önemli bir yer tutuyor. Çünkü İncil ile Batı kültürünün aslında Doğu kökenli olduğunu anlıyoruz.

Bence Batı kültürü iki ülkeden oluşmuştur: Yunanistan ve İsrail.

Güney Amerika tarihi, bir bakıma İspanya'nın bölünüş tarihine benziyor.
Güney Amerika, kuzeyin tersine kendi içinde barışta olmayı bir türlü başaramadı.

Evet, İspanyol olmanın dışında bir şey olmayı denedik, ama başarabildik mi bilemiyorum. Güney Amerika diktatörler kıtası, oysa Kuzey Amerika öyle değil.

Altı yıllık dikta rejiminin bıraktığı psikolojik bilanço nedir?

Altı yılda, bir müze oluşturulabilecek denli korku koleksiyonlandı. Ben yurdumu seviyorum. Bu nedenle tüm bu olanlar bana çok daha korkunç geliyor. Buenos Aires bugün mutlu değil, yarın ne olur bilinmez. Umut, ama nasıl bir umut...



Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 80 - 15 Eylül 1983
_________________________________________________________________________________________



Film eleştirmeni Borges


Şu sıralar 85. yaşı kutlanan Arjantini yazar Jorge Luis Borges'in vaktiyle, uzun yıllar film eleştirmenliği yaptığı bizde bilinir miydi, kestirmek güç. Oysa, 1960'larda Avrupalı sinemacıları, özellikle de yeni dalgacıları derinden etkileyen, yazı ya da senaryoları ile sinema uğraşını sürdüren Borges'in nesirle haşır-neşir olması "Sur'' dergisindeki film eleştirileriyle başlamıştı. Arjantin'in saygın edebiyat dergisi "Sur"u kuran (hâlâ da yöneten) sinema tutkunu Victoria Ocampo'nun isteği üzerine Borges 1931'de "Bazı yeni filmler hakkında düşüncelerimi yazıyorum'' diye giriştiği eleştirmenliği 1945'e dek sürmüştü. Borges'in 1960'larda, Avrupa sinemasını ne denli etkilediğini kavrayan Arjantinli yönetmen-eleştirmen Edgardo Cozarinsky, ustamızın sinema uğraşının köklerine inmek amacıyla olacak, bu eleştirilerin tümünü “Borges yel Cine” (“Sur” yayını, Buones Aires, 1974) adlı kitapta, kendi düşünce ve eleştirel açıklamalarını da katarak yayınladı.


Borges'in film eleştirileri, 1945 sonrasındaki türlü deneme yazıları ve bunların üzerine başkalarının yaptığı yorumlar/açıklamalar ile türlü söyleşilerde verdiği cevaplardan ortaya çıkan tablo şudur: Borges, sinemada yöresel motiflerden, renklerden hoşlanmamıştır. Uğraşını Arjantin filmlerinden çok yabancı filmlere, özellikle de Kuzey Amerikan sinemasına yöneltmiş, Von Sternberg’in ilk çalışmalarını tutku ölçüsünde sevmiştir. Bu etkinin izleri daha sonra, yazdığı öykülerde açıkça görülebilmektedir.

Borges;
  • “Muhbir” (The Informer-1935, John Ford),
  • “Taşlanan Orman” (The Petrified Forest-1936, Archie L. Mayo),
  • “Vatandaş Kane” (Citizen Cane-1941, Orson Welles),
  • “Yeşil Yaylalar” (Green Pastures) gibi Amerikan filmlerine hayran olmuştur (“Kane” üzerine yazdığı eleştiri İngilizceye de çevrilmiş).

Borges için, sinemada 'güzel görüntü' edebiyattaki 'iyi nesir'e eşitti. Filmin başarı ya da başarısızlığından sorumlu yönetmendi, tıpkı kitabınkinden yazarın olduğu gibi. Eleştirilerini örgü örer gibi, büyük özenle yazardı. O kadar ki, yazılarının edebi niteliği, her zaman, eleştirel değerine üstün çıkardı. 1930'larda yayınlanan "Kötülüğün Evrensel Tarihi"nde (Universal History of Infamy) "gerisinde hiçbir gerçeklik olmayan yüzeysel kelimelerle yazdığını'' açıklamıştı. Eleştirilerini de, gerisinde gerçeklik olmayan "deyim ve görüntüler''le örülmüş nesirlere dönüştürmüş, yani edebi oyun haline getirmişti ve böylesine bir uğraşta tabii ki edebi kaygıların, değerlerin ağır basması kaçınılmazdı. Ama Borges, bu çabasını önemsemezdi. "Bunlar bir tür çiziktirmeler, yok, o kadar bile değil, kâğıt üzerine yapılan karalamalar'' demişti, kendi film eleştirileri için ne düşündüğü sorulduğunda. Oysa, çalışmalarının bilincine vardıkça, bu film eleştirilerinde, daha sonra yazacaklarının temelleri, sinemanın özellikle Kuzey Amerikan (başta Von Sternberg) filmlerinin izleri kolayca seçilebilir. Borges, film eleştirilerinde, gelecekteki öykülerinin, yazılarının bir tür alıştırmasını yapmış, spor deyimiyle yazarlığa “ısınmıştı”.


ELEŞTİRİ VE...

Borges'in film eleştirilerinden bazı alıntılara bakalım:

1) Yöresel motifleri, renkleri sevmezdi, demiştik.

Bu film (“Geçmişin Çocukları Saç Toniki Kullanmazdı”- The Boys of Yesteryear did not use Hair Tonic), kuşkusuz, gördüğüm en iyi Arjantin filmlerinden biri, bu da demek ki, dünyanın en kötü filmlerinden biri.

2) Chaplin sinemasını gerçek-dışı, yaşamdan uzak bulurdu.

'Şehir Işıkları' (City Light-1931) tüm eleştirmenlerce beğenilmiş. Bence, bu, kişisel değerlendirmeden çok, kitle iletişiminin etkilerine kapılmak sonucu varılan yargıdır. Chaplin'in zamanımızın mitoloji tanrılarından biri olduğu gerçeğini kim görmezden gelebilir? Kim bu gözyaşlarıyla dolu güldürünün müthiş olduğuna dair önceden hazırlanmamıştır? Ama, inandığım gerçek şu ki, 'Altına Hücum'un yaratıcısı, bu kez,duygusal bir hikayeye empoze edilmiş küçük talihsizliklerin zayıf bir antolojisini çekmiştir.

Yaşama sadık kalan filmler vardır,
  • "For the Defence" (John Cromwell-1930),
  • "Street of Chance" (John Cromwell-1929),
  • "The Crowd" (King Vidor-1928)
  • ve hatta "Brodway Melody" (Harry Beaumont-1928) gibi.

Bir de kasten gerçekdışı olarak çekilmiş filmler vardır.
  • Borzage,
  • Harry Langdon,
  • Buster Keaton ve
  • Ayzenstayn'ın oldukça kişisel filmleri gibi.

Chaplin'in ilk filmleri (kaçışçı filmlerinden bahsediyorum-escapinst films) yapay fotoğrafı, başdöndürücü hız aptalca kullanılan takma bıyık ve gülünç peruklar, bol ceketli oyuncularıyla tabii ki, ikinci bölüme girerdi.

Ama ‘Şehir Işıkları’, bu gerçek-dışılığa bile ulaşamıyor, bu yüzden de ikna edici olmuyor.

3) Dublaj sevmezdi.

Birleştirme sanatının olanakları sonsuzdur. Bu da çok ürkütücü. Yunan mitolojisindeki, keçi başlı, aslan başlı canavarlar ya da benzeri yaratıklar gibi sayısız birleştirmelerden oluşan müzeye dublaj denen yeni canavarı eklemek çok mu gerekli? Hepburn'un ya da Garbo'nun sesleri kazaen oluşmamıştır. Tüm hatlarını, kişiliklerini tamamlayıcı özellikleri vardır.

Borges, film eleştirileri yanı sıra, söyleşilerinde de sinema hakkındaki görüşlerini belirtti.

“The Paris Review”nin 1967 Kış-İlkbahar sayısında, Ronald Christl'la söyleşiyor:

Bugünlerde, edebiyatçılar epik görevlerini ihmal ederken, ne garip ki, epikin şanını korumayı western'ler üstleniyor. Ve epik geleneğini kurtarmak, bu dünyada, her yerden önce Hollywood'a düşer olmuş

Borges, Von Sternberg'in vurdu-kırdılı filmlerini de beğenir, karakterleri, çevreyi stilize etmesini tutardı.

Aynı söyleşiden:

Von Sternberg'in ilk gangster filmlerini gördüğümde, hâlâ hatırlarım, epikle hiç ilgileri yokken -Chicago gangsterlerinin kahramanca ölmelerini kastediyorum- bile gözleri yaşla dolduğunu hissederdim.

Yıllar sonra, Borges “ilk öykülerinin, kendisi öykü yazmaya cesaret edemeyen utangaç bir genç adamın, başkalarının yazdıklarını saptırarak, yapaylaştırarak eğlendiği sorumsuzca bir oyun” olduğunu itiraf edecekti. Bu öykülerin kompozisyonu sırasındaki alıştırmalarının Stevenson ve Chesterson'u sürekli okumasından ve Von Sternberg'in filmlerini seyretmesinden etkilendiğini de ekleyecekti.


BORGES'İN GÖLGESİ

Borges'in yazlar ABD, İngiltere ve Fransa'daki edebiyat dergilerinde zaman zaman yayınlandıysa da kendisini asıl kabul ettirmesi,
  • "Fictions-1951"
  • "Labyrinthes-1953"
  • "Enquetes-1957",
  • "Histoire de L'Infamie Histoire de L'Eternite'-1958", gibi kitaplarının Fransa'da basılmasından sonra gerçekleşmişti.

Adından bahsedilmesi, görüşlerinden alıntılar yapılması ile Borges yavaş yavaş edebî kültürde yerini aldı.
Fransız film eleştirisinin ağabeylerinden oldu.

  • "Cahiers du Cinema",
  • "Positif" ya da
  • "Presence du Cinema" yazarları, 1960'larda yürüttükleri kültürel mücadelede Borges'ten bahsetmeden yapamaz oldular.

Borges'in etkileri filmlere de yansıdı.

Örneğin,
  • Jacques Rivette "Paris Nous Appartient''i yönetirken, pek farkında olmadan, "Enquettes'' kitabını filmde aksesuar olarak kullanmış, daha sonra, film gösterime çıkınca, filmiyle Borges arasındaki paralelliğe işaret eden eleştirileri görmüş, kitabı okumuş, etkilenmişti. Rivette'in bu etkiyle "Kahraman ve Hain'' öyküsünden yola çıkarak yazdığı uyarlama, birkaç yıl sonra Eduardo De Gregorio ve Marillu Parolini'n senaryosundan ve Bernardo Bertolucci'nin yönetiminden "Örümceğin Stratejisi" (The Spider's Stratagem-1969) filmine dönüştü.

Öte yanda,
  • Claude Ollier, "La Nouvelle Revue Française"deki (Şubat-1962) eleştirisinde ve "Navattes'' (1967) kitabındaki denemesinde Rivette ve Borges'in çalışmalarına dair aydınlatıcı görüşler ileri sürdü.
  • Benzer bir yazı da Michel Delahaye imzasıyla "Cahiers du Cinema"da (sayı 128, Şubat-62) çıktı.

Borges'in gölgesi başka sinemacıların filmlerine de uzanmıştı.

Eleştirmenler;
  • Alain Resnais'nın "Geçen Yıl Marienbad'da''sında,
  • İngiliz yönetmen Nicholas Roeg'in "Performance'' ve
  • "Don't Look Now" (Amerikalı Pauline Kael, The New Yorker'da bu filmi eleştirirken, Borges'ten 7 kez bahsetmiş) filmlerinde Borges’ten perspektifler gördüklerini yazdılar.

Fransız ve İtalyan sinema dergilerindeki bazı yazarlar, Usta'nın etki alanını Bunuel, Bergman, Hitchcock ve hatta Glauber Rocha'nın çalışmalarına kadar uzattılar.

Bir yandan öyküleri sinemaya uyarlandı.

  • "Emma Zunz"; "Dias de odio", adıyla, 1954'te çekildi. Yönetmeni Leopoldo Torre Nilsson.
  • Aynı öykü, 1969'da, Fransa'da TV dizisi oldu. Yönetmeni Alain Magrou.
  • "Street Corner Man", 1962'de çekildi, Yönetmeni René Mujica ve
  • "The Dead Man", 1975'te çekildi, yönetmeni Hector Olivera; her ikisi de Arjantin filmi.

Diğer yandan kendisi bizzat, Bioy Casares'le müşterek senaryolar yazdı.

  • "Los orilleros", 1975, yönetmeni Ricardo Luna;
  • "Invasion", 1969, yönetmeni Hugo Santiago, ikisi de Arjantin'de çekildi,
  • "Les Autres" yönetmeni Hugo Santiago, Fransa'da çekildi.

Bazı filmlerin diyaloglarına ise ondan alıntılar yerleştirildi.

  • Godard,
  • Resnais ve
  • Benayoun'un filmlerinde örneğin.

Ve Borges Usta, 1931'de eleştirmenlikle girdiği sinema dünyasındaki soluğunu duyurmayı 1970'lere dek sürdürdü.
_____________________________________________
(Kaynak: "Sight and sound'' dergisi 1975-76 Kış/Bahar sayısı).


Ersin Pertan | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 104 - 15 Eylül 1984
_________________________________________________________________________________________


Andre Maurois, Borges’i anlatıyor...

Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, 14 Haziran'da Cenevre'de öldü. Latin Amerika edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri olan Borges'in sanatı ve yaşamı üzerine André Maurois'nın yazdığı ve Fatih Özgüven'in kısaltarak Türkçe'ye çevirdiği bir yazıyı yayınlıyoruz. Söz konusu yazı, Fatih Özgüven'in Borges'den çevirdiği “Yolları Çatallanan Bahçe” adlı kitabının sonunda yer almıştı.


Jorge Luis Borges yalnızca küçük denemeler ya da kısa hikayeler yazmakla yetinmiş büyük bir yazardır. Kısalıklarına karşın, yazdıklarının olağanüstü zekice ve ince buluşlarla dolu olması, üslup açısından son derece inceden inceye hesaplanmış, neredeyse aritmetik bir kusursuzluk taşımaları, ona “büyük” sıfatını yakıştırmamıza yetmektedir. Arjantin’de doğan ve duygu ve düşünüş açısından tam bir Arjantinli olan ama kaynakları tüm dünya edebiyatında bulunan Borges’in tinsel vatanı yoktur. Onun edebiyattaki yerini saptamaya çalışırken yalnızca kimi benzersiz ve kusursuz eserleri aklımıza getirmek durumunda olmamız, Borges’in öneminin en iyi kanıtıdır. Borges, Kafka ve Poe’yla, bazan da Henry James’le akrabadır, paradokslarını ‘kişisel metafiziğine’ yansıtmasıysa onun Valery’le birinci dereceden akraba olmasını sağlar.

I

Sayısız denecek kadar çok ve beklenmedik esin kaynağı vardır. Borges her şeyi, özellikle de günümüzde kimsenin okumadığı şeyleri okumuştur; Kabalacıları, İskenderiyeli düşünürleri, Ortaçağ düşünürlerini...

Okuduklarından biriktirdiği bilgi derin değilse de -daha çok kıvılcımlar çaktırmak, parlak fikirler bulup çıkarmak için yararlanır bu bilgiden- son derece geniştir.

Örneğin Pascal, “Doğa, merkezi her yer, çevresiyle kapsanamayacak kadar geniş olan bir küredir” demiş değil mi; Borges bu benzetmenin izini sürer, çağlar boyunca aldığı biçimleri saptar. Giordano Bruno’nun 1584’te şunları söylediğini bulur çıkarır: “Evrenin tümüyle bir merkez noktası, bir orta nokta olduğunu ya da evrenin merkez noktasının ya da orta noktasının her yer, çevresinin ise kapsanamayacak kadar geniş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.” Öte yandan Giordano Bruno, 12. yüzyılda yaşayan Fransız dinbilimcisi Alain de Lille’in bir eserinde Corpus Hermeticum’dan (3. yüzyıl) ödünç alınmış şu tanımı okumak şansına ermiştir: “Tanrı, orta noktası her yerde ve çevresi kapsanamayacak kadar geniş olan, varlığı akılla kavranabilir bir küredir.” Çin, Arap ya da Mısır kültürlerinde böylesi araştırmalara girişmek Borges’e büyük hazlar verir ve hikâyelerinin konularını bulup çıkarmasını sağlar.

Ustalarının çoğu İngiliz’dir. Wells’e büyük bir hayranlık duyar ve Oscar Wilde’ın onu ‘bilimsel bir Jules Verne’ diye nitelemesi karşısında küplere biner ... “Büyük ve kalıcı olan her kitapta belirsizlik, çokanlamlılık vardır” der Borges; “kitap, okurunun çehresini belirginleştiren bir aynadır, ama yazar eserinin önem ve anlatımından habersizmiş gibi davranmalıdır.”  Borges’in yazarlığının dört başı mamur tanımıdır bu. “Tanrı dinbilimle uğraşmamalı; yazar da insana özgü akıl yürütmelerle sanatın bizden beklediği imanı yok etmemeli.

Wells’e olduğu kadar, düşsel korku hikayeleri yazarı ve polisiye hikayenin babası Poe’ya ve Chesterton’a da hayrandır.

Kafka ise Borges için doğrudan bir esin kaynağı olmuştu.

Şato’nun yazarı Borges de olabilirdi, ne var ki, o bu romanı hem o şahane tembelliğinden, hem de kusursuzluk tutkusundan dolayı, on sayfalık bir hikayeye sığdırırdı. Kafka’nın öncüleri kimdi derseniz, Borges’in bilgi dağarı, size onların Elea’lı Zeno, Kierkegaard ve Robert Browning olduğunu söyleyecektir. Bu yazarların hepsinde biraz Kafka vardır, ama eğer Kafka diye bir yazar var olmamış olsa, hiç kimse bunun farkına varmayacaktı - buradan da şu son derece Borges’ci paradoksa varılır: “Her yazar kendi öncüllerini yaratır.”

Ona esin kaynağı sağlayan yazarlardan biri de İngiliz yazarı John William Dunne’dır. Dunne zamanı konu edinen garip kitaplar yazmış, bunlarda geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin, rüyalarımızın da kanıtladığı gibi eşzamanlı olarak varolduklarını öne sürmüştür. (Schopenhauer, diyor Borges, yaşamımızla rüyalarımızın aynı kitabın sayfaları olduğunu yazmıştır; onları sırayla okumak yaşamaktır; şöyle bir karıştırmaksa rüya görmek.) Öldüğümüzde yaşamımızın bütün anlarını yeniden keşfedecek ve onları rüyalarda olduğu gibi keyfimizce bağdaştırabileceğiz. “Tanrı, dostlarımız ve Shakespeare yardım edeceklerdir bize.” Borges’e en büyük keyfi veren şey, zihinle, rüyalarla, uzam ve zamanla böyle oynamaktır işte. Oyun ne kadar karmaşıklaşırsa o kadar çok keyif alır. Sırası gelince rüyayı görenin de rüyası görülebilir. “Zihin rüya görüyordu; gördüğü rüya Dünya’ydı.” Demokratius’dan Spinoza’ya, Schopenhauer’den Kierkegaard’a kadar bütün düşünürlerde paradoks niteliği taşıyan entelektüel olasılıkları arar durur Borges.

II

Valéry’nin not defterlerinde sık sık şöyle notlara rastlanır: “Bir korku hikayesi için konu: Kanserin tek çaresinin canlı insan eti olduğu anlaşılıyor. Sonuçları.” Tam Borges’e göre bir ‘kurgu’ konusu. Antik ve modern düşünürleri okurken, öne sürülen bir düşünce ya da hipotezde duralar Borges. Kıvılcım çakar. “Bu anlamsız koyut (postulate) mantıki sonuçlarının en ucuna kadar götürülse” diye sorar merakla; “nasıl bir dünya yaratılırdı acaba?

Örneğin bir yazar, Pierre Menard, Don Quixote’yi -yeni bir Don Quixote değil, bildiğimiz, Cervantes’in Don Quixote’sini- yazmaya kalkışır. Yöntemi mi? “İspanyolca’yı iyi öğren, Katolik dinini yeniden benimse, Araplara karşı savaş, Avrupa tarihini unut - kısacası Miguel de Cervantes ol.” Bu giderek öylesine mutlak bir örtüşme olur ki, 20. yüzyıldaki yazar, Cervantes’in romanını gerçekten, kelimesi kelimesine, üstelik de özgün metne hiçbir göndermede bulunmadan yeniden yazar. Borges şu şaşırtıcı sözleri söyler hikâyenin bir yerinde: “Cervantes’in metniyle Menard’ınki kelimesi kelimesine birbirinin eşi olmakla birlikte ikincisi neredeyse sonsuz zenginliktedir.” Söylediklerini büyük bir başarıyla da kanıtlar yazar, çünkü görünürde saçma olan bu düşünce aslında gerçek bir olguya dikkatimizi çeker; ister Flaubert’in Madame Bovary’si ister, Cervantes’in Don Quixote’si, okurun malı olduğu andan başlayarak her roman yazarının olmaktan çıkar. Yirminci yüzyılda her okur, geçmiş yüzyılların başyapıtlarını ister istemez yeniden yazar kendince...

Çoğu kere bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürmesi gereken bir paradoks, düşünürlerin sunduğu soyut biçimiyle hiç de şaşırtmaz, etkilemez bizi. Borges böylesi bir paradokstan somut bir gerçeklik çıkarır... Metafiziği son derece çekici bulan, ama hiçbir sisteme gerçek gözüyle bakmayan Borges, her türlü metafizik öğretiyi bir zihin oyunu haline getirir. Kendinde iki eğilim olduğunu saptar: “...Biri, dini ve felsefi düşünceleri, estetik değerleri, hatta belki yalnızca büyülü, harikulade yanları için sevmek. Belki de onulmaz kuşkuculuğumun kanıtı. .. Öteki, insanın hayal gücünün sınırlı sayıda mesel ya da benzetme çıkarabileceğini baştan kabul etmek, ama bu az sayıdaki buluşun herkes için değişik anlamlar taşıyabileceğini de görebilmek.

Bu mesel ya da düşünceler arasında bazıları Borges’i özellikle ilgilendirir. Sonsuza Dek Yinelenme ya da -Nietzsche’nin kendine çok yakın bulduğu bir konu olan- tüm dünya tarihinin döngüsel biçimde yinelenmesi izleği; rüya içinde rüya; yaşayana dakika gibi gelen yüzyıllar, yıl gibi gelen saniyeler (‘Gizli Mucize’); yaşanan dünyanın sanrısal niteliği. Novalis’in şu sözlerini aktarır Borges: “En usta büyücü, sanrılı düşlerini; bağımsızlık varlıkları olan hayaletler gibi gösterecek kadar güçlü bir büyüyü, kendi kendisine yapabilen büyücüdür herhalde. Yoksa bizim başımıza gelen de bu mu?” Borges bu sözlere karşılık olarak başımıza gelenin tıpatıp bu olduğunu söyler; evreni düşleyen bizden başkası değildir.

Borges’in hikâyelerinde çatallanan yollar vardır, başka koridorlara çıkan koridorlar göz alabildiğince uzar gider. Borges bu imgeleri neden-sonuç zinciri boyunca sonsuza kadar yol alan (sonsuzluğu bir türlü tüketmeyen) ve belki de insanlık dışı bir şey olan ‘kader’ karşısında şaşırıp kalan insan düşüncesini simgelemek için kullanır. Peki neden gezinip durmalı bu labirentlerde? Gene estetik nedenler için, çünkü hep şimdiki zamanda varolan bu sonsuzlukta, bu ‘başdöndürücü simetrilerde’ trajik bir güzellik gizlidir. Biçim, içerikten daha önemlidir.

Borges’de biçim çoğu kere Swift’i akla getirir; saçma’yı anlatırken takınılan o ağırbaşlı hava, ayrıntılardaki kesinlik, kusursuzluk... Borges, olmayacak bir keşfi kanıtlamak üzere en titiz bir bilim adamının üslubuna sığınır, hayal ürünü yazılarla gerçek ve kişisel bilgisini birbirine karıştırır. Koskoca bir kitap yazmaktansa -bunu son derece sıkıcı bulur- gerçekte hiç varolmamış bir kitabın çözümlemesine girişir. “Anlatılması bir iki dakika sürecek bir düşünceyi geliştirmek üzere neden beş yüz sayfa yazı yazmalı?” diye sorar Borges.

Örneğin, Tlön, Uqbar, Orbis Tertius gibi garip bir başlık taşıyan hikâye bunlardan biridir. Bunda, “oyun kâğıtlarına, konuşulan dillerine, hakanları ve denizlerine, madenlerine, kuşları ve balıklarına, cebiri ve ateşine, bütün dinbilimsel ve metafizik sapkınlıklarına” kadar hiçbir şeyi eksik olmayan, bilinmeyen bir gezegen anlatılır. Bu yeni dünya, hikâyeden anlaşıldığına göre gökbilimcilerden, mühendislerden, doğabilimcilerden, metafizikçilerden ve geometricilerden oluşan gizli bir topluluğun buluşudur. Yarattıkları Tlön adlı bu dünya yalnızca içsel yaşamın varolduğu Berkeleyci ve Kierkegaardcı bir dünyadır. Tlön’de herkesin kendi gerçeği vardır; dışsal nesneler herkes nasıl istiyorsa öyledir. Dünya basını bu buluşu dört bir yana yayar ve çok geçmeden Tlön denen dünya bizim dünyamızı silip yok eder. Düşsel bir geçmiş, dünyamızın geçmişinin yerini alır. Tek başına uğraşıp didinen bir bilim adamları topluluğu evreni değiştirmişlerdir. Bütün bunlar çılgıncadır, ama hepsi de son derece inceden inceye hesaplanmıştır, bizi sonsuz düşüncelere götürmeye yeter.

Borges’in öbür hikâyeleri arasında gizemli, hiçbir zaman tam anlamıyla anlaşılamayacak meseller, Chesterton tarzında polisiye hikâyeler vardır. Olay örgüleri her zaman son derece entelektüeldir. “Suçlu, dedektif” yöntemleriyle olan tanışıklığından yararlanır. (‘Ölüm ve Pusula’) “Dupin, Dupin’e karşı ya da Maigret Maigret’ye karşı” diye özetlenebilir bunlar... Bu tür hikayelerden birinde (‘Gizli Mucize’), bir idam mahkumu beklentilerin hiçbir zaman gerçeğe uymadığını fark ederek kendi ölümünün ne gibi koşullarda olacağını düşlemeye koyulur. Bu koşullar böylelikle birer beklenti haline geldiklerinden artık gerçek olamayacaklardır.

Borges’in ‘buluşları’ hep son derece arı, son derece bilimsel bir üslûpla kaleme alınır. Bu da bize “Valery’i doğuran, Mallarmé’yi doğuran, Baudelaire’i doğuranPoe’yu hatırlatır ki, Borges’i doğuran da Poe’dan başkası değildir. Ardarda yığdığı hikâye kipini sık sık kullanmasıyla bazan Flaubert’i, sıfatlarının benzersizliğiyle St. John Perse’i hatırlatır. “Bir kuşun avuntu bulmaz çığlığı.

Bunların hepsi bir yana, Borges üslubunun düşünceleri gibi son derece özgün olduğuna da işaret etmek gerek.

Tlönlü metafizikçiler için şunları söyler:

Tlönlü metafizikçiler gerçeğin, hatta gerçeğe benzerliğin bile değil, daha çok şaşırtıcı olanın arayışı içindedirler.

Borges’in büyüklüğü ve sanatı bundan daha iyi özetlenemez.

“Yolları Çatallanan Bahçe”den
Can Yayınları, 1985


Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 147 - 1 Temmuz 1986
_________________________________________________________________________________________



Ölümünün birinci yılında
Borges anlatıyor

14 Haziran 1986'da Cenevre'de ölen Arjantinli yazar Jorge Luis Borges ile ölümünden önce görüşen gazetecilerden biri de İsveçli Lars Palmgren.
Borges ile Buenos Aires'te görüşen Lars Palmgren’in yaptığı söyleşi Arbetaren dergisinde yayınlandı.
İlginç söyleşinin İsveççeden yapılan çevirisini sunuyoruz.

“Annem 99 yaşında öldü” diyor Borges.
“Ne pahasına olursa olsun 100 yaşına gelmek istemiyordu.
95 yaşını doldurduğunda ‘besbelli artık bilincimi yitiriyorum’ demişti.”

Bunları şaka yapar gibi söylüyor Jorge Luis Borges ama Buenos Aires'in merkezinde San Martin parkı yakınlarındaki bir zamanlar beraber oturdukları üç odalı dairede annesinin varlığı kesinlikle hissediliyor.

Annesinin odası sağlığındaki gibi dokunulmadan bırakılmış. Holde büyük bir portresi asılı.

-Portresinin yapılmasını istemiyordu, diye anlatıyor Borges, ama bu portreyi yapan kız resim bitene dek her gün buraya gelip annemin yüzünü ezberledi ve sonra evine gidip portreyi yaptı. Düşünebiliyor musunuz, yaptığı yegane portre de bu.

Daha baştan Jorge Luis Borges'le yapılan söyleşinin alışılmış anlamda olmayacağı belli.
Söz konusu olan söyleşinin yönünü belirlemeden çok yazarı izlemek.

Birden:
-Strindberg, diyor. Strindberg'i Almanca olarak okudum Birinci Dünya Savaşı sırasında Cenevre'de otururken.
 Büyük bir tiyatro yazarı ama Ibsen kadar iyi değil. Selma Lagerlöf’ün romanları da Strindberg'inkilerden iyi. Siz de aynı fikirde değil misiniz?

Ama Borges'i en çok etkilemiş olan ve halen de en önem verdiği Swedenborg ve İzlanda efsaneleri.

-Bir Swedenborg hayranıyım ben, diyor.

En büyük tutkusu ise İzlanda.

-İzlanda bir ruh, her şey orada başladı.

Son yıllarda iki kez gitmiş İzlanda'ya Borges; şimdi de İzlanda dilini öğreniyor.
Son gezisinde İzlanda'ya ayak bastığında ağlamaya başladığını anlatıyor. İzlanda'dan ayrılırken de ağlamış.

-Belki şimdi de ağlamaya başlarım, diyor. Yok, yok kendimi tutabiliyorum.

Borges'in görmeyen gözleri yaşarıyor ve biraz kızarıyor.
Ceketinin göğüs cebinden mendilini çıkarıp ağır ağır kuruluyor gözlerini.

-Gelin diyor, bana kolunuzu uzatın. Size bir şey göstereceğim.

Borges'in yatak odası küçük. Odada sadece bir yatak ve iki küçük kitapçık var. Yatağın üstünde Dürer'in bir litografik baskısı ile Swederborg'un minyatürü, bir diploma ve isviçre hatırası bir tahta tabak asılı. Yatağın başucuna rastlayan duvarda ise mavi bir porselen kaplan asılı. Bunu bir bayan arkadaşı onun “El Tigre Azul” (Mavi Kaplan) adlı şiirini okuduktan sonra hediye etmiş Borges'e.

-Tuhaf diyor Borges; çünkü doğrusunu söylemek gerekirse mavi kaplan yoktur ki.

En küçük kitap dolabında, yatağına en yakın olanında, İzlanda efsaneleri ve bu efsanelerle ilgili araştırmalar yer alıyor. Bunlar ve en gerekli olan birkaçının dışında pek kitabi kalmamış evde. Bu kitaplar arasında da yatağına en yakın olanlar İzlanda efsaneleri.

-İzlanda'ya son gidişimde Snorre Sturlason’un evini gezme onuruna sahip oldum. Daha doğrusu Snorre Sturlason’un evinden geriye kalanı.
 Son derece ilginçti. Mutlaka bir dahiydi Sturlason. Düşünün, o efsaneleri derleyip düzenleyebilmek ne demek.

Kelimeler, sessizlik ve o anlamlı, görmeyen gözleriyle ince yüzü, Borges'in konuşması kadar önem taşıyan birer parçası. İnsan hem dinliyor, hem seyrediyor. Borges düşüncelerini doğal bir akis içinde dile getirirken araya girip soru sormak sertlik, sakarlıkmış gibi geliyor insana. Tıpkı Nobel Ödülü’nü sormam gibi.

-İnsanlar bana karşı çok cömert davrandılar diye yanıtlıyor Borges. Düşünün ki birçok ünlü üniversitede şeref doktoru oldum.
 Önemli nişanlar ve onur ödülleri de aldım. Evet bana karşı cömert davrandılar. Sorun bunların pek para getirmemesi.

-Ama Nobel Ödülü
-Nobel Ödülü'nü almadım.
-Evet ama ne düşünüyorsunuz? Neden almadınız Nobel Ödülü’nü?
-Ben o ödüle layık olmadığım için.
 Bu Juan Ramon Jimenez’e, Rudyard Kipling’e, Bernard Shaw’a, Andre Gide’e, William Faulkner’e verilmiş bir ödül.
Ben layık değilim bu ödüle açıkçası. Kendimi onlarla ayni düzeyde kabul etmem abes kaçar.

Borges, bütün Nobel Ödülü sahiplerinin yukarıda adı geçen yazarların düzeyine ulaşamadıklarını da sözlerine ekliyor.

-Tagore oldukça vasat bir yazardı.
 Gabriela Mistral oldukça kötüydü.
 Asturias-ki Asturias’ı tanıyordum; o da vasat bir yazardı bence.
 Ama belki bu ödüllerin gerisinde politik nedenler var. Siz ne dersiniz?
 Duyduğuma göre İsveç Akademisi ödülü sol kanattaki yazarlara vermeyi yeğliyormuş.

-Garcia Marquez'i mi demek istiyorsunuz?

-Hayır o iyi bir yazar. Ama, aslında bu konuda pek bir şey bilmiyorum.
 Bildiğim yalnızca İsveç Akademisi'nin Nobel Ödülü'nü vasat yazarlara da verdiği.

-Borges, siz de mutlaka biliyorsunuz ki, birçok kişi politik tutumunuz nedeniyle ödülsüz bırakıldığınız görüşünde.
 Siz biraz fazla sağcıymışsınız. Hatta faşist denecek kadar sağda, bazılarına göre.

Oturduğu yerde şöyle bir doğruluyor. Yanındaki siyah İskoç çoban sopasını sımsıkı kavrıyor.

-Öyleyse, diyor birdenbire direngen bir ifadeyle; öyleyse açıklayayım.
 Santiago Üniversitesi beni Onur Doktoru seçmişti. O nişanı almak için Santiago'da olduğum sırada devlet başkanı beni öğle yemeğine davet etti.
 Hayır diyemezdim, kabalık olurdu. Hayır demek için hiçbir nedenim de yoktu. Ama bu yüzden onun politikasını desteklediğim söylenemez değil mi?

Bu soruyu sanki aşağılanmış, hakarete uğramış gibi bir tavırla soruyor.

-Öyle değil mi diye tekrarlıyor. Benim faşist olduğumu söyleyenlerin yanlışlıkları var.
 Ben hem faşizme hem de komünizme tepki duyuyorum. Ama belki de Şili'de olanlar benim felaketim oldu.

-Değiştirebilirsiniz belki bunu.
-Hayır bir düşünce bir kez yerleşti mi kolay kolay değişmez. Bir zamanlar zamanın döngüsel olduğu düşüncesine karşı bir yazı yazmıştım.
 Ondan beri o fikrin taraftarı olarak tanımlandım. Ne yapalım hayat bu. Belki doğmak bile düşüncesizlik..

Gülüyor.

-Shaw haklı diyor. Her şey dikkatsizce. Her eylem bir dikkatsizlik.
-Fakat sizin aleyhinize olan sadece Şili'de olanlar değil. Demokrasiye inanmadığınızı da söylememiş miydiniz?
-Evet, ama demek istediğim şuydu: Nasıl herkes astronomiden anlamazsa herkesin politikadan anlamasını beklemek de saçma.
 Fakat Alfonsin'in kazandığı son seçimler benim için çok şeyi değiştirdi…
 Ben teorik olarak anarşistim. Ülke sınırları veya hükümetler var olsun istemiyorum.
 Ama bu da biraz çok şey beklemek galiba, ne dersiniz?
 Bir değişikliğin olması için birkaç yüzyıl gerektiğini kabul etmeli. Ama bu seçimler her şeye rağmen umut verdi bize.

Tekrar susuyor, ama yüzündeki gülümseme silinmiyor.
Ve gizli bir şeyden söz ediyormuş gibi öne doğru eğiliyor.

Biliyor musunuz, şu uyuşturucu maddeler konusunda çok başarısızım. ABD ve Meksika'da marijuana, kokain ve başka şeyler de denedim ama hiçbir şey hissetmedim. Eğer kafa bulmak istersem mentollü pastilleri tercih ederim gene de.

Borges, yasak bir şey yaptığını övünerek itiraf eden bir çocuğun coşkusuyla gülüyor.

-Bu ne biliyor musunuz?.

Bir şey okuyor ezberden. Hiç yabancı gelmiyor. Sesi gürleşiyor Borges’in.

-Eski İngilizceydi. 1955'de kör olduğum zaman eski İngilizceyle uğraşmaya başladım.
Körlüğün yeni bir şeylerin başlangıcı olması gerektiğini düşündüm. Evet neydi çıkarabildiniz mi?

-Evet, tanıdım ama ne olduğunu söylemeyeceğim.

Birkaç dize daha okuyor.

-Padre Noestre duası.
-Evet şimdi ben de tanıdım. İzlanda diline benziyor. Biraz da İsveç dilini andırıyor.
-Tabii. Kök aynı. Kök izlanda. Aklıma gelmişken sorayım: “Arco iris” İsveç dilinde nasıl söyleniyor?



Çeviren: Nilgün Öktem Eriksson | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 169 - 1 Haziran 1987