Dünyada her kadın bir «Carmen»dir

Prosper Mérimée ne “Carmen”i yazdığı günlerde ne de yaşamının sonuna değin, yapıtının opera sanatının en önemli klasiği olarak anılacağını bilemedi. 1874 yılında, yani Merimée'nin ölümünden tam dört yıl sonra, Bizet öyküyü müzikleyince, “Carmen” önce tüm yönetmenlerin ve oyuncuların düşü olan bir opera haline geldi, ardından da mite dönüştü.

Bir buçuk yüzyılı aşkın bir sürede, herkes kendine göre bir şeyler aradı “Carmen”de.

  • Kimi aydınlar feminist düşüncenin tohumu saydı,
  • kimi bir kuşağın örnek tipi.
  • Pekin'de Çin Komünist Partisi’nce temsili yasaklandı. Böylece politik düzeyde de varlığını kabul ettirdi.

"Carmen'' bir opera olarak doğdu. Ancak sanat tarihine, sanatın birçok dalında damgasını vurdu. Tiyatroda oynandı, sinemaya uyarlandı (sinemadaki en yoğun “Carmen” döneminin içinde bulunduğumuz günlerde yaşanması “Carmen”in yeniden gündeme gelmesinin başlıca nedeni oldu, zaten), Mérimée'nin romanı da, en azından yazarının bir başyapıtı olarak edebiyat tarihine geçti.

Nedir “Carmen?”

Her şeyden önce, yukarıda geçen tüm özellikleriyle bir kültür belgeseli.
Sonra yaşamımızdaki çelişkilerin tutkuların en simetrik bir konumda yerlerini buldukları geometrik bir yüzey.

Aşk, kıskançlık, umutsuzluk, zamana uyumsuzluk:
                                                                                “Eğer beni sevmiyorsan
                                                                                  Ben seni seviyorum
                                                                                  ve eğer ben seviyorsam
                                                                                  kendini koru…

Mitlerin gizemi sonsuzluğa ulaşmalarındadır.
“Carmen” işte bu varsayımla büyüdü, dünyanın tüm yüzlerinin ardındaki bir kişilik haline geldi.

  • Operada Callas’tan Berganza'ya, en ünlü “diva”ların repertuarlarında başyapıt oldu.
  • Sinemada Charlie Chaplin'den Otto Preminger'e birçok ünlü yönetmenin,

















  • tiyatroda Peter Brook'un, Marcel Marechal'in,
  • yine sinemada Viviane Romance, Dorothy Dandridge ve Marilyn Monroe gibi ünlü starların tutkuları oldu.

Bugün ise “Carmen” yine sinemada.

  • Bir yanda ünlü İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın elinde dans ederek efsanelerdeki benliğinden uzaklaşırken,
  • bir yanda İtalyan Francesco Rosi'nin kamerasında yeniden kişiliğini arıyor.
  • Bir de Jean Luc Godard'ın “Carmen”i var ki orada ne Bizet’yi, ne de Merimée'yi bulabiliyorsunuz. Hatta Carmen bile uçup gidiyor.

Rosi ile Godard'ın “Carmen”lerinin gösterime girecekleri günü beklerken, bu yıl Cannes Film Şenliği'nde ilgi rekorunu kıran Carlos Saura’nın “Carmen”ine, ya da Fransız eleştirmen Michel Mandore'un deyimiyle “Bizet'nin büyük klasiğinin üzerine biraz Paco de Lucia'dan ‘flamenco’ ve ‘blue-jean’ eklenerek oluşturulmuş olağanüstü salata”nın tadına bakalım.

Saura'nın filmi, bir operanın sinemaya uyarlanması kadar yalın değil, öncelikle. Yönetmenin seçtiği kurgu, bir balenin doğuşu sırasında duyguların da filme katılması ve Mérimée'nin öyküsüyle koreografin başrol için seçtiği yıldızla yaşadığı ilginç serüven arasında kurulan yalın, ancak doğruluğu tartışılır bir paralel. Başlangıçta naif görünen bu düşünceden yola çıkarak, Carlos Saura yaşanan ile düşsel arasında buğulu bir sınır kuruyor ve sürekli tekrarlarla seyirciyi kolaylıkla tuzağa düşürüyor.

Saura’nın “Carmen”inin bir başka özelliği, ötekilere oranla daha az akademik olması.
Kadın ilişkileri yine genel planda, aksesuar olarak öne çıkıyor. Bu arada yaratıcılık ve aşk da, filmdeki yerini alıyor.

Şimdiye değin, filme alınacak düzeyde bir “Carmen” balesi olmadığı bir gerçek.

Baş erkek oyuncu Antonio Gades, filme dans öğesinin de en can alıcı bir biçimde katılabilmesi için Saura’nın en büyük yardımcısı oldu. Senaryonun hazırlanmasından diyaloglara değin her şeyi birlikte kotardılar. Tabiî, birlikte en önemli çalışmaları koreografi üzerine oldu. Filmin jenerik öncesinde ilk sahnesi Gadés'in filmdeki etkinliğini çok daha belirginleştiriyor. Antonio bu sahnede, ideal Carmen’i ararken, dansçılara çeşitli sorular yöneltiyor. Böylece “Carmen”deki yeri de vurgulanmış oluyor. Sonuç: Birbiri ardına reddedilen adayların arasından “ideal” bulunuyor. Haziran ayında Paris'te sahnede Carmen'i canlandıran Christina Hoyos, sinemada da aynı rolü üstleniyor böylelikle. Bir bale yaratmaktan hoşnut olmayan Antonio, işin kolayını bir dansçı yaratmakta buluyor. Ve değişmez yasa gereği, yaratıcı yapıtına âşık oluyor.

Ancak bir sorun vardır: Yaratıcının yarattığı kişiyle yatması seyircide ne gibi bir tepki doğuracaktır?

Bu konudaki görüşler çok değişik olur. Kimileri böyle bir aşkın, müthiş güzel sahneler yaratacağı ve sonucun olumlu olacağı görüşünü savunur. Karamsar olan ötekiler ise, yaratılanın yaratıcıya kapris yapmasından, hatta yüz çevirmesinden yanadır. Carlos Saura'ya gelince: o, yatmaktan yanadır, ama bunun bir cehennem olacağının da bilincindedir. Ve Carmen bir geceyarısı, Antonio’nun evine gelir. Artık yapıtla yaratıcı arasında üstünlük savaşı başlamıştır. Kız Antonio’dan kendisi için “Farucca”yı dans etmesini ister. Antonio bu isteği yerine getirir. Gittikçe sertleşen ve provalarda Antonio’nun kendisine karşı takındığı buyurucu tavra bir yansıma niteliğine bürünen Carmen'in istekleri sonunda aşk yapma emrine varır. Ve Carmen sabaha karşı evi terkeder.

Geçen günlerde, Antonio, Carmen’in hapiste bir kocası olduğunu öğrenir. Kıskançlığı, artık iki yönlü bir tutkudan güç almaktadır: Yapıtı ve yaratıcılığı. Bu tutku, ona yeryüzünün en büyük aşkına sahip olduğu duygusunu verir. Bu aşkı sıradan bir canlının aşkıyla aynı kefeye koymak olası mıdır? Antonio'nun bundan sonra salt Carmen’den intikam almaya yönelik saldırıları, özellikle provalar sırasında, grubun tüm elemanlarına acı çektirmeye başlamıştır.

Carlos Saura, filminde Carmen'i bir yaratıcının duygusal kaynaklı hastalığında kullanıyor. Ancak “Carmen” herkesi ilgilendiriyor. Aynı günlerde üç ayrı ülkeden üç büyük yönetmenin aynı konuya el atması bir rastlantı olmasa gerek. “Carmen” yalnızca “özgür bir kadın” örneği değil, aynı zamanda toplumun önüne geçmiş bir türün temsilcisi. Belki de, tüm dünyada, her zaman var olmuş gerçek kadın imgesinin en belirgin şekli.

Aslında her doğal kadın tanımında, nerede, ne ad altında olursa olsun bir Carmen yaratılıyor.

Vadim'in “Ve Tanrı Kadını Yarattı” adlı filmi bir Carmen’di.
Huser’in “Arzu Evi” bir Carmen'di.

Daha bir genelleyerek, yaşama sevincinden ve özgürlükten söz açan herkes “Carmen” bayrağını taşımaktadır.


Derleyen: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 80 - 15 Eylül 1983
___________________________________________________________________________________________


Sinema Günleri'nde bir opera filmi: Carmen

Betimlemelerinizde gerçeği yansıtmaya görün, hemen ahlaksızlıkla suçlayacaklardır sizi.
                                                                                                                                                Balzac

İleri çıkar göğüslerini, tıpkı boğanın boynuzları gibi.

Saura'nın filmindeki kastanyet hocasının bu sözleri, gerçek yaşamda da pek çok kadının duruşunu bir anda etkilemiş, erkeğin 'mülkiyet' istemine boyun eğmeyen, cinselliğini vurgulamaktan kaçınmayan, çağdaş, özgür kadın imgesini yüceltiyor görünmesi, “Carmen”e olağanüstü bir güncellik kazandırmıştı.

Son üç yıldır dünyayı kasıp kavuran “Carmen” salgınından Türk seyircisi de payına düşeni alıyor, geçtiğimiz yıl İstanbul Sinema Günleri'nde izlediği Saura-Gades ikilisinin dans-film uyarlaması ile Preminger'in "Carmen Jones"undan sonra bu yıl yine aynı bağlamda Francesco Rosi'nin opera filmini seyretmeye hazırlanıyor.

“Carmen” ünlü Fransız yazarı Prosper Mérimée'nin yaşanmış gerçek bir olaydan yararlandığı, kendi kişiliğinin, kendi deneyimlerinin süzgecinden geçirerek oluşturduğu bir oyküden kaynaklanır. “Carmen” adlı bu öykü, besteci Georges Bizet'yi derinden etkilemiş, sanatçı metin yazarları Henri Meilhac ve Ludovic Halévy ile ortak bir çalışmaya girmiş, bestelemeye karar verdiği librettonun yazımına da katkıda bulunmuştur. Yapıt ilk kez 1875'te Paris'te sergilenir.

GERÇEĞİN YARATTIĞI REZALET

Bizet'nin çabası, opera sahnesinde alışılmış kalıplara uygun biçimde davranan, seven ve ölen kuklalar değil, tüm çelişkileriyle etli-canlı, gerçek insanlar yaratmak olmuştur. Kendi deyişiyle, “Carmen”de altın, pislik, safra ve kan birbirine kenetlenmiştir çünkü. Gerçekten de besteci, içinde yaşadığı kentsoylu toplum düzenini, bu düzenin çarpıttığı, yozlaştırdığı insanları oldukları gibi aktarmayı amaçlamış, opera sanatının sınırlarını olağanüstü ustalıkla gözeterek müzikal gerçekçiliğin o güne dek varılmış en ileri aşamasına ulaşmıştır “Carmen”de.

Ancak, geleneksel kentsoylu aktöresine aykırı bu tavır seyircinin tepkisiyle karşılaşmış,
opera 'bayağı ve zevksiz' bir yapıt olarak adlandırılmış, çok geçmeden buna basının olumsuz yorumu eklenmiştir:

O ne gerçekçilik!
Ama aynı zamanda o ne rezalet!

Kimdir Carmen?

Escamillo'nun belirttiği gibi hiçbir aşkı altı aydan uzun sürmeyen, erkekleri istediğince yönlendirip sonunda mutsuz kılan,
kimseye boyun eğmemeyi ilke edinmiş, özgürlüğüne tutkun, baştan çıkarıcı bir dişi mi?

Yoksa içinde yaşadığı ortamda kıskıvrak bağlanmış, çevrenin kendisine uygun gördüğü rolü benimsemeye, oynamaya zorunlu,
erkeklerin hoşuna gitmekten başka çıkış yolu olmayan, gerçek aşk hiç tatmamış, zavallı, mutsuz bir çingene mi?

Yanıtı Bizet'nin müziğinde aramak belki de en doğrusu.

OPERAKOMİK

İlk besteleniş biçimiyle bir opera-komik olmasına karşın “Carmen”, bestecinin ölümünden sonra, yakın arkadaşı Ernest Guiraud tarafından değişikliğe uğratılmış, olay örgüsünün gelişimini sağlayan tüm diyaloglar orkestra eşlikli recitativolara dönüştürülmüştür. Oyuna trajik bir anlam katarak yaratıcının ereğine ters düşen, orkestrayı ve sancıları. Bizet'nin biçemine karşıt yoruma, ağdalı ve dramatik söyleyişe zorlayan bu yeni düzenleme, söz konusu olumsuzluklar bir yana, eseri ilk oynanışındaki başarısızlıktan kurtarıp opera başyapıtlar arasındaki seçkin yerine ulaştırmıştır.

Son yıllarda, “Carmen”i ilk besteleniş biçemine indirgeyerek diyaloglarla oynama, oyunu yapay kimliğinden, 'büyük trajik opera' niteliğinden arıtıp tekrar özgün, doğal benliğine, bir başka deyişle, Bizet'nin öngördüğü operakomik kimliğine kavuşturma çabaları giderek yaygınlık kazandı. Rosi'nin çıkış noktasını da işte bu ilk versiyon oluşturuyor.

Filmde Carmen rolünü üstlenen soprano Julia Migenes, uzun süredir alışılagelmiş Carmen tipine başta aykırı görünen, kısa boylu, ufak-tefek bir sanatçı. Oyun dağarı Lulu'dan Musette'e, Manon Lescaut'tan Olympia'ya dek birçok rolü kapsıyor. Daha önce oynadığı müzikallerde edinmiş olduğu geniş deneyim, şarkı söylemenin yanı sıra oyunculuk, dans, başarılı zamanlama açılarından da kendisine büyük kolaylık sağlamış.

Bizet'nin özgün yaratısına ve Rosi'nin bu ilk kaynağa bağlı Carmen yorumuna denk düşen bir şarkı söyleme anlayışı var Julia Migenes'in. Kuru, tonsuz, gırtlak hünerlerini sergileme çabasından uzak, sözcüklerin doğru ve net aktarımını amaçlayan, konuşma sürecinden kolaylıkla şarkıya geçiş ustalığını içeren, düz, doğal bir sanıyorumu bu. Kısacası, operakomik oynayış biçemine tümüyle uygun, yumuşak bir söyleyiş ve Carmen'in kişiliğine tıpatıp uymuş bir oyuncu.

Boğalara ve kadınlara karşı kazandığı zaferlerin coşkusunu yaşamaktan, erkekliğine duyduğu aşırı güveni sergilemekten kaçınmayan toreador Escamillo rolünde çağımızın ünlü bası Ruggero Raimondi'yi, Losey'in unutulmaz Don Giovanni'sini izliyoruz. Sanatçının geçen yaz kendisiyle yaptığımız söyleşide (Bak. Sanat Dergisi sayı: 103 - 1 Eylül 1984) belirttiği gibi, uzmanlık alanını oluşturan bas partileri dışına taşıyıp bir bariton rolünü, Escamillo'yu üstlenmesi, salt Rosi ile çalışma arzusundan kaynaklanıyor. Raimondi, ince, genç bir toreador yerine, biraz geçkin ve iri, ama oyunuyla inandırıcı bir tip çiziyor.


Tenor Placido Domingo, opera dünyasında kazandığı üstün başarılara karşın, filmde diğer sanatçılara oranla operacı tavrını korumakta direnmiş ve ve Don Jose'ye fazla uyum sağlamamış belki tek oyuncu. Farklı bir bağlamda da olsa, Saura'nın “Carmen”ini düşünmemek, Antonio de Gades'in değişik düzlemlerde sürdürdüğü, Don Jose/Pygmalion karışımı, olağanüstü incelikli Don Jose yorumunu anımsamamak elde değil.


MAAZEL VE ROSİ

Orkestra şefi Lorin Maazel'in müzikal yönetimindeki “Carmen” plağı, filmin gösterime girdiği dönemde ayrıca satışa sunuldu. Rosi'nin etkisiyle olsa gerek, Maazel'in Bizet müziğine yaklaşımı, özellikle eski “Carmen”leri gözden geçirirsek daha soğukkanlı, denetimli bir coşku, üstü örtülü, gizli bir ateş içeriyor. Tempoları, genelde hızlı alması, sancılara belli kolaylıklar sağlama ve zaman zaman kimi karşıtlıkları vurgulama açısından yararlı olmuş. Çekimlerin play-back yöntemiyle gerçekleştirilmesi ise, filmde yer yer akustik çelişkilerin doğmasına yol açmış: Arena'daki sahnenin ses kaydının kapalı mekânda, stüdyoda yapılmasından kaynaklanan görüntü-ses uyuşmazlığı gibi.

Filmlerinde otantik çekimlere gösterdiği özen ünlü yönetmen Rosi'nin belirgin özelliklerinden. Gerek yöre halkını oynatması, gerekse seçtiği doğal dekorlar, “Carmen”de de aynı eğilimi sürdürdüğünü kanıtlıyor. Öte yandan, yönetmenin çevirdiği 13. film bu ve ilk kez bir kadına başrol oynatıyor. Hep erkekler üstüne kurulu, kadınları birer süs aracı, ya da yan unsur olarak kullandığı filmlerinden sonra “Carmen” ilk bakışta ayrıcalıklı yapıt izlenimini uyandırıyor. Gerçekte, boğa güreşleri, kaçakçılar ve bıçaklamalarıyla ötekilerden farkı bulunmayan, gene erkeklerin dünyası, Carmen'in yaşamını sürdürebilmek için ayak uydurmak zorunda kaldığı bir dünya.

Sonuç olarak opera ve sinemanın farklı anlatım biçimlerini,
ayrı deyiş özelliklerini ilginç bir kaynaşıma dönüştürmesi, “Carmen”i bu tür filmler arasında önemli bir konuma yerleştiriyor.


Yekta Kara | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 118 - 15 Nisan 1985