Saf Olmayan Bir Şiire Doğru
Gündüzün ve gecenin kimi saatlerinde nesneler dünyasına yakından bakmak iyidir. Maden ve sebze, kömür depolarından çuvallar, variller ve sepetler, marangoz gereçleri için bıçak ve testere sapları yüklü arabaların uzun tozlu yolları geçişi… Bunlardan insanın yeryüzü ile değinimi taşar, bütün tedirgin lirik ozanlar için bir metin gibi. Eşyanın kullanılmış yüzeyleri, bunlara ellerin verdiği yıpranma, böyle şeylerin kimi trajik kimi duygulu havası, aşağılanmaması gereken dünya gerçekliğine ilginç bir çekicilik getirir.

Aradığımız şiir olsun bu: Asitlerle olduğu gibi elin zorlamalarıyla yıpranmış, dumanda ve terde demlenmiş leylak ve sidik kokan, bizi yaşatan yasal ya da yasa dışı alışverişlerle lekelenmiş..
Giydiğimiz giysiler ya da bedenlerimiz gibi kirli bir şiir, utanılacak davranışlarımızla, kırışıklarımız, uykusuzluklarımız ve dişlerimizle, gözlemlerimiz ve kehanetlerimizle, nefret ve sevgi bildirilerimizle, dillerimiz ve hayvanlıklarımızla, yüzyüze gelmenin şaşkınlığıyla, siyasal bağlılıklar, yadsımalar ve kuşkularla, onaylamalar ve vergilerle lekelenmiş bir şiir.
Madrigal’in kutsal topları, dokunmanın, koklamanın, tatmanın, görmenin, duymanın buyrukları, adalet tutkusu, cinsel istek, denizin sesi, bilerek hiç bir şeyi kabul ve reddetmemek: Sevginin kendinden geçirişlerinde eşyanın derinliklerine işlemek, güvercin pençeleriyle lekeli, tamamlanmış bir şiir, buz izli ve diş izli, ter damlalarımızla ve kullanmamızla hafifçe ısırılmış bir şiir belki. Ertelemeden çalınan aletin bizi avutucu yüzeylerine götürünceye ve odunun, aletin gururuyla biçimlenmiş en dikenli tatlı dilini göstermesine değin. Çiçek, su ve buğday tanesi tek bir değerli uyumu paylaşırlar: Dokunmanın görkemli çekiciliğini.
Onları kimse unutmasın: Umutsuz, kirli ve kusursuz eski tatsızlık, unutulmuş masalsı yemiş türleri, öfkeli bir bırakmayla atılmış ay ışığı, çöken karanlıkta kuğu, bütün bayağı, okşayıcı sözler: Elbet ozan için bir olanaktır bu, temel ve kesin bir olanak.
Eşyanın “kötü beğeni”sinden kaçanlar, yüzükoyun kar’a kapaklanacaklardır.
Türkçesi: Yusuf Atılgan| sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981
_________________________________________________________________________________________
Magellan'ın Yüreği (1519)
Nereliyim, soruyorum kendime, hangi cehennemdenim,
bugün günlerden ne, neler oluyor burada,
düşün ortasında, ağacın, gecenin ortasında,
gözkapağı gibi açılıyor bir dalga, bir gün
yükseliyor içinden, kaplan burnu gibi bir ışık.
Ansızın uyanırsın gecede
o Uzak Güney'i düşünmeye başlarsın...
Geliyor gün, soruyor bana:
“Duymuyor musun
ağır suları, suları,
suları,
Patagonya sularını?”
Yanıtlıyorum:
“Evet, sinyor, duyuyorum.”
Geliyor gün, diyor ki bana:
“Uzaklarda
başıboş koşuştuğu bir yer var sığırların,
koyunlar taşın soğuk rengine sarılırlar orada.
Duymuyor musun o çığlıklar, hatırlamıyor musun
ayı bir kâse gibi çevreleyen
kasırga mavisini o ellerin,
o kaçışmayı görmüyor musun,
kindar parmaklarını rüzgârın, dalgalara dokunan,
bir yüzük boşluğu gibi değen yaşamlarımıza.”
Yalnızlığımı hatırlıyorum
Boğaz'da.
Uzun gece de, cam da benimle nereye gitsem.
yorgunluğu boşaltıyor fıçı tapası,
uyuşturucu asitini, ömrümün başaltlarını.
Kar tane tane vuruyor kapıma, inleyerek,
giysiler içinde bir göktaşı sanki, saydam, yıpranmış,
ufacık, sızlayarak yokluyor beni.
Kim karşı koyabilir bu fırtınaya,
kırlardaki havanın uluyuşuna.
Kalkıp diyorum ki onlara:
Gidelim.
Güneyde bir yere.
Karaya çıkalım artık.
Kurumuş bitkiler var, siyah, yapraksız.
Suyla, gökyüzüyle kıstırılmış adalar:
Açlık Irmağı,
Kor Yüreği,
Hüzünlü Sular Avlusu,
yalnız bir yılanın ıslığı var orada;
tilkilerin sonuncusu kazıyor kendi hazinesini, kan içinde kazıyor;
bir kasırgaya yöneliyorum, kırılan seslere,
eski kitabına bir sesin,
tek sesine yüzlerce dudağın,
bir ağıza, bana bir şeyler anlatan,
ince havada yapılmamış bir şeyler anlatan ağza.
Kâşifler geldi,
geriye ne kaldı onlardan şimdi.
Gemimizi ele geçireni su unutmadı.
Yabancı, ölümsüz toprakta kafatasları,
boru sesleri şaşkın ekvatorda;
öküzlerin, insanların gözbebekleri çevriliyor güne,
yüzükleri çevriliyor, uyanışın benzersiz sesi.
Yelkenleri arıyor eski gök;
kimse kalmadı:
gemi leşi var yalnız, bıçkın denizcinin külü;
kalmadı yaldızlı kamplar,
meşin bileşimleri hastalıklı buğdayın,
soğuk ateşi yolculuğun, kalmadı,
(gecenin derinliğinde sarsıntılar, tekne ve kaya)
yakıcı sömürge kaldı yalnız, ölüleri olmayan,
bıkmak bilmeyen işi kaldı iklimin,
birazcık yaralanmış
fışkıran alevlerin siyah parçalarıyla.
Yıkıntı duruyor
yalnız.
Suyu, buzu, geceyi parçalayan küre,
zamanın, sonun yıktığı uzantı,
mor imzasıyla son mavileri
anaforlu gökkuşağının:
ülkemin omurgası senin gölgende battı,
inliyor paramparça gül bir ölüm acısıyla.
İhtiyar kâşifi
çağırıyorum.
Denizin yollarında bir kere daha donmuş bir saman yığını yüzüyor,
savaş sakalları, ölülerin yaraları, soğuk güzler.
Onunla gidiyorlar, ölümüyle, ihtiyarla,
kudurmuş dalgaların bıraktığı onunla,
onunla gidiyorlar kendi acısına.
Albatros bile izliyor onu, kösele gibi halatın pası,
görünene işleyen gözler,
öfkeli görkeme bir seren yığınından
kör kör bakıyor aç fare,
yüzükler düşüyor boşluktan, kemikler kayıyor
ihtiyar okyanusun ineğinden.
Magellan.
Hangi tanrı geliyor buraya?
Kurtların yediği sakala bakın,
yoğunlaşan havada parçalanmış ıslak pantalonlara,
bir gemi leşinde ihtiyar köpek:
lânetli bir çapanın ağırlığıyla eziliyor şimdiden,
rotalar sel içinde, onunla gidiyor kuzey rüzgârı
ayaklarını ıslatarak.
Deniz kabuğu
belirsiz gölgesinde zamanın,
mahmuz çürümüş.
kıyılar yaslı, ihtiyar kıyı baba, geçmişi bilinmiyor
kartal yuvasının, kaynak tıkanmış,
Boğaz'in pisliği yönetiyor seni;
göğsün çırılçıplak, haçın yok,
derinlerden bir çığlık kopuyor sadece,
bir çığlığın beyazlığı, bir su ışıltısı, bir pençe,
yatışan bir kulaç, taklalar, pruvadan denize.
Pasifik'i görüyor.
Denizin kötü günü sona erecek çünkü,
kesip atacak elin gecesi parmaklarını tek tek,
bir şey kalmayıncaya kadar,
yeniden doğuncaya kadar insan:
çünkü kendi içinde çeliği buluyor kaptan,
köpürmeye, yücelmeye başlıyor Amerika,
soluk mercanlara tırmanıyor kıyılar,
doğumla kirlenmiş, seherle pıhtılaşmış,
geminin çığlığı duyuluyor ambardan,
bir çığlık daha
ve köpüklerden sabah doğuyor.
Hepsi öldüler.
Bitlerin ve okyanusun kardeşleri, yırtıcı bir gezegenin,
görüyor musunuz, sonunda nasıl eğildi seren fırtınayla?
Taş nasıl parçalandı, görüyor musunuz,
çılgın ayın altında, bir yıldırımla sanki?
Sonunda, yiten cennet yeniden sizin oldu.
Sövüp sayan bıçkınlar yeniden size döndü,
havaya çakılmış hayalleriniz
ayıbalığının izlerini öpüyor kumda.
Yüzüksüz parmaklarınıza güneş doğuyor,
ufacık güneşi dağların;
titriyor ölü gün
dalgacıkların ve taşların sığınağında şimdi.
Türkçesi: Ülkü Tamer| sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981
_________________________________________________________________________________________
Cova Körfezi'nde ıssız bir koyda, sabaha karşı ve açık gözlerle başlayan karanlık bir düş gördüm. Senin yüzünle başlayan bir düş. Kendi işkenceni çizdiğin bir Maltepe kâğıdına saçlarının tütününü sarmış, adeta boğularak derin nefesler çekiyordum. Zorlu bir geceydi. Med zamanının yakamozlu suları ayışığı ile birlikte çekilmiş, yerinde, can çekişen bir hayvanin ıslak derisi gibi usul usul seğiren bir yeryüzü kalmıştı*. İşte bütün karanlık günleriyle eylül. Gökyüzü yıldızsızdı. Venüs, turistik bir motelde boynu altın zincirli dostunun koynunda uyuyor olmalıydı. Dağ keçilerini güden inatçı birinin çok zamanlar önce yaktığı ilk ateş (Prometheus'u senden iyi kim hatırlayabilir?) olan Çobanyıldızı bile yoktu. Yapayalnızdım.
Ahşap ve durgun bir gemi aslanının yelesine yaslanıp gözlüklerimi takarak düşün kıyılarını görmeye çalıştım.
İşte oradaydılar.
“Kırılmış ince ayak bilekleri omuzlarında soluk örtüleriyle yaslı analar.”
Ölmüş ve ölecek oğullarını, kocalarını bekleyen kadınlar.
Bir kıyıyı boydan boya dolduruyorlardı.
Saydamdılar “denizde gemiler gibi”.
Ve aralarında kanatları kırılmış bir melek.
Bir çığlık gibi sessizdiler.
Kumlara ellerindeki değneklerle çizdikleri biçimleri göremiyordum.
Üstelik o izleri silecek bir deniz bile yoktu.
Sonra öbürlerini gördüm. Gecekondu evlerini, soğuk evleri, pencerelerinden kemikler atılan hastaneleri, sirke kokularından geçilmeyen kundura mağazalarını, irinli yaralar gibi açılan sokakları. Ellerinde yüzyılların tuncuyla yapılmış kocaman anahtarlar, ekmeğin kapısını açmaya giden ince boyunlu titreyen çocukları gördüm. Köylüler bulutların ağır ve killi toprağını başaksız bir nadasa hazırlıyorlardı. Sonra sırtlanları gördüm. Aslanların ölü diliyle konuşuyorlardı ve önlerinde teni çürümüş sözcüklerin kemiklerinden bir yığın Bir ayna, ufkun önünde, çömelmiş kocaman bir kıçı yansıtıyordu. Boşalan, hiç durmadan boşalan pisliği örtmek için dönüyordu beyaz kâğıt topları.
Bir ses usulca fısıldadı kulağıma:
"Acılardan daha büyük bir yer yoktur.
Bir tek evren var, o da kanayan bir evren...''
Gene de her şey sessizdi. Kül yağıyordu Kara Ada kıyılarına. Unutuşun külleri. Ölü toprağı. Kadınların eskiden leylak kokan evlerine, bir evden bir eve çekilmiş iplere asili çamaşırların bayraklarına, buğusu hâlâ tüten barış ekmeğine, haziran güneşinin çiçekler yığdığı balkonlara "öpüşlerle derinleşen" gölgeli odalara, bütün güzel çocukların anası olan özgürlüğün saçlarına, sararmış bildiri kuşlarının kanatlarına, toprağa, denize ve gökyüzüne.
Nasıl bir sessizlikti bu kardeşler?
Niçin başını kaldıran kimse yok unutuşa?
Niçin bu kadar ölü var?
Niçin bu kadar çok deniz setleri?
Ve niçin bu kadar çok unutmak istediğimiz şey var?
Karanlık bir umutsuzluğun tortusu, sık sık deri değiştiren bir yılan gibi, bütün bir gece boyu yüreğime çöreklenmeye çalıştı. Aynı anda hem üşüyerek, hem terleyerek açtım gözlerimi. Düşle gerçeğin kıyısında “terkedilmiş bir sabah iskelesi”ydim. Ve yola çıkma saati olmalı, ama nereye? Buğular içindeydim. Kızgın taşlarıma değdikçe ağır ağır sise dönüşen gözyaşlarının çiğleriyle örtülü yüzüm. Deniz gövdemi yalıyordu ve ortalıkta kimse yok. Gene yapayalnızım.
"Caramba!" dedi birden dost ve umutlu bir ses, “İlkbahar gözyaşlarına aldırmaz…”
Baktım, oydu: Baskı'nın, zulmün Kara Ada'sının, yeryüzünün aydınlık şairi.
Pablo Neruda.
Üstünde açık sarı bir giysi vardı. Bir Budist giysisi, Batavya'dan.
Yüzünde, gülümseyen gözlerinin kıyısında Tim'in ince çizgileri.
"Yıllar önce sordum bu umutsuzluk sorularını'' dedi.
“Nereye gitmeliydim?
Geriye, yalnızlığıma mı dönmeliydim?
Nerede olmalıydım?
Susmalı miydim yoksa titremeli mi?
En yakınımda duran, en önemli, en büyük ve en hesapta olmayan şeyin yolumu aydınlattığını göremiyordum. Her şeyi düşünmüştüm ama insanı unutmuştum. Yürek acılarını biliyordum, kentleri, fabrikaları. Ama oradaki insanları bilmiyordum. Sonra herkesin yolu benim de yolum oldu. Yalnızlığın güneyinden kuzeyine göç ettim. Yaşayan insanların arasına, benim gönüllü şiirimi kendilerine kılıç yapacak, acılarının teri için bir mendil gibi kullanabilecek insanların yanına gittim. Bak... Şimdi mekân büyük, derin ve kalıcıdır. Ayaklarımız yeryüzüne basıyor. Bu kalıcı topraklarda yürüyeceğiz. Biz giz'i aramıyoruz çünkü giz'in kendisiyiz biz…”
Bedeninin yapısı ile dikkati çekiyordu.
“Düşünceli bir Endülüslü ile mağrur bir Araukanya'lıyı birleştiren bir yapı. Davranışları rahattı. Sesi yumuşak…”
Sözleriyle acıların okyanusunu yatıştırmak ister gibiydi.
Hırçın bir sesle karşılık verdim:
“Ama görüyorsun yeryüzünü, sessizliği, yalnızlığı, umutsuzluğu ölümleri, baskıları.
Görüyorsun şu üzerine ölüm külleri yağan yaralı hayvan derisini.”
Gülümsedi.
“Ben taşralıyım” dedi,
“ve maddeciyim.
Kasabalarda, köylerde okudum şiirlerimi.
Alanlarda, opera binalarında, nerede olursa olsun.
Patagonya'da koyun kırpıcılarına bile şiir okudum.
Çünkü halkım ben, parmakla sayılmayan.
Sesimde pırıl pırıl bir güç var.
Karanlıkta boy atmaya, sessizliği aşmaya yarayan.
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde…”
Okyanusların buzlu And Dağlarının, el değmemiş ormanların ve tüm yeryüzünün büyük şairi, hepimizin dostu Pablo Neruda! Biliyoruz senin yaşamın, tüm yaşamlardan oluşmuş bir yaşamdı. Bir şair yaşamı. Evrenin ışığı okyanus aşığının tekliğine, bütünlüğüne varsın, ulaşsın diye ülkenin köklerinden bir yeryüzü ağacı yetiştirdin. Hepimizin sırtımızı ortak dayadığımız bir ağaç.
“Kimse ben Pedro'yum diyemezdi orada.
Ne Roza vardı ne de Maria.
Kuma ve toza dönmüştük hepimiz.
Ve birer yağmurduk yağmurun altında…”
Ama gel gör ki sokaklar gene kan.
Bugün yeniden gör yeryüzünü.
Kendi ülkene bak.
Kara Ada'da yakılan evine, öldürülen çocuklara bak.
Sessiz, issiz ve şenliksiz ülkelere...
Cova Körfezi'nin karanlık düşünün sonunda, bir şair sesi, ıssız bir sabah iskelesine usulca “Dinle” dedi.
“Tencere seslerini duyuyor musun?
Bizimkilerin türküsüdür bu.
Haksızlığa, baskıya, işkenceye başkaldıranların.
Bizim kıtamızın adı umuttur…”
Gözlerimi uyanıklığa açtım.
Bu kez gerçekten sabah oluyordu.
Doğu'da senin hünerli ellerinle getirip boyadığın ateş.
_____________________________________________
*ISLA NEGRA - Neruda'nın Şili'de evinin bulunduğu yer
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 80 - 15 Eylül 1983
_________________________________________________________________________________________
Yalnız ölüm
Yapayalnız mezarlıklar vardır
Suskun kemiklerle dolu gömütler
Bir yürektir geçer ölüm o geçitlerden
Karanlık, karanlık ve karanlıktır
Bir gemi enkazı gibi
Bir yüreğin içinde boğulurken
Ya da cana geçerken deriden
Cesetler vardır
Soğuktan yapılmış ayaklar, yapışkan kilden
Ölüm vardır kemiklerin içinde
Soyut bir ses gibi
Bir havlama gibi köpeksiz
Bir sestir kurtulmuş çanlardan ve gömütlerden
Bir yağmur gibi kabarır, gözyaşı gibi ya da
Yalnız ben görürüm o arada
Yelkenli tabutları, geniş
Solgun ölüleri taşıyan, ölü saçlı kadınları
Melekler gibi beyaz fırıncıları
Düşünceli kızları, noterlerle evlenmiş
Ölümün dikey nehirlerinde yukarı doğru kayan tabutları
Yelkenleri ölümün sesiyle şişmiş
Ölümün sessiz sesiyle dolu yelkenleriyle
Göklere doğru kayıp gider
Sonra varırlar da sesli sahillere ölüler
Ayaksız bir kundura, insansız giysiler gibidirler
Çalarlar kapıları taşsız ve parmaksız yüzüklerle
Gelirler ağızsız bağırmalar, dilsiz ve dudaksız çığlıklarla
Adımları yankılanır gene de
Giysileri ses verir, kısık bir ses, ağaçlar gibi
Bir şey bilmem, çok az anlarım, görürüm ikide bir
Ama derim ki türküleri ıslak menekşelerden
Toprağa alışkın menekşelerdendir
Ölümün yüzü yeşildir çünkü
Ölümün bakışları yeşildir
Bir menekşe yaprağının delici ıslaklığı vardır
Sıkıcı bir kışın bungun aklığında
Ama ölüm süpürgeden bir evrene dalar da
Döşemeyi yalayıp ölüyü arayan süpürge
Ölüm süpürgenin içindedir
Ölümün dilidir ölüleri arayan
Ölümün iğnesidir ipliğini arayan heryerde
Ölüm çocuk yataklarının kıvrımlarında
Ölüm döşeklerde, ölüm kara battaniyelerde
Tembelce bekler de canlanır birdenbire
Bir yaslı sesle durup kabartır örtüleri
Ve yataklar açılır bir limana doğru
Ölümün bir amiral gibi sahilde bekledigi
Türkçesi: Hilmi Yavuz | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 80 - 15 Eylül 1983
_________________________________________________________________________________________
ANTARKTİKA TAŞLARI
Onda biter her şey
ve bitmez:
orada başlar her şey:
ayrılır buz nehirlerden.
hava karla evlidir,
yoktur orada sokaklar ya da atlar
ve biricik yapıyı
yaptı taş.
Yaşamaz şatoda kimse
soğuk ve ayaz rüzgârın
ürküttüğü
kaybolmuş ruhlar bile:
oradadır tek başına dünyanın ıssızlığı.
ve sonunda taş
müzik oldu.
onu kırılgan tepelere taşıyarak,
yükseklere çıkardı kendini
ağlasın ya da şarkı söylesin diye
ama sessiz kaldı o.
Sadece rüzgâr,
kamçısı
Güney Kutbu'nun, ıslık çaldı,
sadece beyaz oyuklar
ve yağmur kuşlarının gürültüsü
ıssızlığın şatosu çevresinde.
Türkçesi: Nice Damar | ADAM SANAT - Sayı: 84 - Kasım 1992