Meksika


UNESCO'ya bağlı Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin (ACT) sekizinci genel kongresi,
30 Ekim - 7 Kasım arasında Meksika'nın başkenti Mexico kentinde yapıldı.

Dünyanın 28 ülkesinden Mexico'ya gelen yüz kadar delege kendilerini, bir kürsünün tepesinden anlatılanlardan çok çevrelerinde olup bitene verdilerse, bağışlamak gerekir. Çünkü çevremizde olup biten, içinde bulunduğumuz ortam, hani oyun öncesinde perdenin açılmasını beklerken, karanlıkta heyecanla soluğumuzu tuttuğumuz anlar kadar yoğundu. Yüzyıllar, bin yıllar öncesinden günümüze dek gelen, her an yeniden yaratılan/yaşanılan bir "olay"dı Meksika. Birbirini izleyen sahneleri kavrayabilmek için sahneyi aydınlatmak, spotlar doğru yana çevirmek, gönül merceğini alabildiğine geniş açıya ayarlamak gerekiyordu. Öyle yapmaya çalıştım.

Topraklar 1 milyon 967 bin kilometrekareyi kaplayan, 67 buçuk milyon nüfuslu bu ülkenin tam orta yerine kurulmuş Mexico kenti. Adı, başka dillerde, başka başka biçimlerde söylenen kentler üzerine. Her yeni gelen, bir öncekilerin kentini yıktığından, bir zamanlar buraların minicik adalardan, Venedik kenti gibi kanallardan, su-caddelerinden oluştuğu unutulmuş bile. Bugün, 2 bin 600 metre yükseklikte (kalp çarpıntılarına dikkat) bir yanda gökdelenleri, kilometrelerce uzayan cetvelle çizilmiş gibi caddeleriyle, öte yanda harabereleri, damları, samanla örtülü gecekondulan ya da barok, rokoko tarzı malikaneleriyle, kısaca tüm çelişkileriyle dev bir metropol görünümünde. Ve nüfusu (sıkı durun) 18 milyon. Yeryüzünün en kalabalık kenti! Resmi dil İspanyolca ama konuşulan 56 dil, 156 lehçe daha var.

Tiyatro Kongresi, Mexico Üniversitesi'nde. Üniversite, kentin güney ucunda.
Oraya giden yollar uzun mu uzun. Vurdum kendimi yollara.

Kongre salonuna girmeden, kentte bir geziye ne dersiniz:

Burası Tlatelolco Plaza'dır. Yani "Üç Kültür Alanı".
Sağımızda Azteklerden kalma bir piramit, solumda gökdelenler, karşımda bir İspanyol kilisesi...

(Meksika topraklarının pek çok yerinde bu üç kültürü,
  1. Colomb öncesi Kızılderililerin,
  2. İspanyolların ve
  3. "Ne Kızılderiliyiz, ne İspanyoluz, Meksikalıyız'' diyenlerin kültürünü bir arada görecektim.)

Burası Xochimilco'dur, yani yüzen çiçek bahçeleri yöresi.

Göllerin, akarsuların her yanından değişik, acayip hiç bilmediğim çiçekler fışkırıyor, kente tepeden bakan iki yanardağa inat...

İlerde Garibaldi Meydanı'nda çalgıcılar, sırtlarında "panço"ları başlarında ''sombrero"ları gitara ve şarkıya başladılar bile...

Alameda yani Barış ve Özgürlük Parkı'ndayım.
Engizisyon burada çok adam yaktığı için bu adı almış olsa gerek.
Zaten hemen karşımda da Diego Rivera'nın "Alameda" adlı dev duvar resmi...

Yol boyu terketmeyecek duvar resimleri beni. Yaşasın Orozco, yaşasın Siqueros ve içerde olsun, dışarda olsun, duvar resimlerine emek ve gönül verenler. Ama bu başka bir yazı konusu. Irklar Meydanı'ndan geçerken adsız Kızılderilinin heykelini selamlayıp, kongre bitiminde gideceğim Kızılderili köylerini düşledim. (sayılarının 7 milyon olduğu söyleniyor.)

"Çapul-Tepek" çekirge tepesi demek. (Sonradan Mayalı dostlarla Mayaca ve Türkçe arasında benzerlikler bulmaya çok çalışacaktık.)

Çapul-Tepek'ten geçerken önce birkaç Aztek tanrısını,
sonra Napolyon'un Meksika'nın başına kral diye oturttuğu Maximilian Von Habsburg'un yaptırdığı dini bütün Hristiyan melekleri selâmladım.

(Aztekler, Mayalar ve ötekiler, ilerideki sayfalarda.)

Yüzer bin kişilik Aztek ve Olimpiyat stadyumlarının arasından geçtikten sonra üniversitedeyim.

Burada durmalı:

Mexico Üniversitesi dünyanın en "büyük" üniversitesi. 300 bin öğrencisi, 25 bin öğretim üyesi var. (Oralarda henüz YÖK yok.) Geniş, yemyeşil bir alana yayılmış, doğaya sonsuz uyum gösteren yapılardan ve sanat eserlerinden (heykeller, duvar resimleri, sudan heykeller, bitkilerden heykellerden) oluşuyor. Meksika'dan üç resim görmüş biriyseniz, bunlardan biri mutlak üniversitedeki Ulusal Kütüphane'dir. Hani tüm cepheleri Juan O'Gorman'ın "Meksika'nın Tarihi" konulu resmiyle kaplı yapı. İnanın fena çarpıyor insanı!


TİYATRONUN SORUNLARI

Geldik kongreye: "Çağdaş tiyatroyu etkileyen olumlu ve olumsuz koşullar" diye özetleyebileceğimiz bir tema seçilmişti bu yılki kongreye.

Bu konuda bir ya da birkaç bildiriyle kongreye katılan ülkeler şöyleydi:

  • ABD,
  • Avusturya,
  • Belçika,
  • Brezilya,
  • Bulgaristan,
  • Demokratik Almanya,
  • Fransa,
  • Guatemala,
  • Finlandiya,
  • Hollanda,
  • İngiltere,
  • İsrail,
  • İspanya,
  • İsveç,
  • İtalya,
  • Japonya,
  • Kanada,
  • Kolombiya,
  • Macaristan,
  • Meksika,
  • Norveç,
  • Polonya,
  • Romanya,
  • Sovyetler Birliği,
  • Türkiye,
  • Venezuela ve
  • Yugoslavya.

Bugüne dek Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'ne üye olmayan dört Latin Amerikan ülkesi;

  • Şili,
  • Kolombiya,
  • Guatemala ve
  • Brezilya, kongre sonunda birliğe üye oldular.

"Çağdaş tiyatroyu etkileyen olumlu ve olumsuz koşullar" ülkeden ülkeye içinde bulundukları politik-ekonomik-toplumsal oluşumlara göre değişiyordu.

Gelişmiş sanayi toplumlarında, teknolojik ilerlemenin yaşamı denetim altına alması, tiyatronun özüne önemli bir darbe indiriyordu. Bu toplumlarda, elektronik beyinlerin, bilgisayarların, her yaştakiler için uzay oyuncaklarının, haberleşmeyi, iletişimi tümden değiştirmesi, gizleri, mitleri ve insanoğlunun yüzyıllardır sorduğu soruları yok etmesi karşısında, tiyatro kendini nasıl koruyacaktı?

Amerika Birleşik Devletleri'nden Japonya'ya, bu ve benzeri sorunlar tiyatrocuların üzerinde durdukları konular arasındaydı.

Japonya deyince:

  • Bin yıllık bir tiyatro geleneğinin mirasçısı olan Japonya, bu gelenekle yarinin tiyatrosunu nasıl bir arada uyum içinde yoğuracak, bir senteze aktı?

  • Kanada'dan İsveç-Norveç'e, çeşitli dillerin konuşulduğu, çeşitli etnik grupların yaşadığı ülkelerde, azınlıklara tiyatro götürmenin yolları nereden geçiyordu?

  • Sovyetler Birliği'nde 51 ayrı dilin konuşulduğu, çeşitli ulusların bulunduğu ülkede, ulusal nitelikler ve özellikler vurgulanırken, bu yolla Sovyet tiyatrosu zenginleştirilirken, evrensel değerlere yaklaşmak güçleşmiyor muydu?

Bunların yani sıra, tartışmalar dönüp dolaşıp iki noktada yoğunlaşıyordu. Birincisi tiyatroda kimlik sorunu, ikincisi tiyatroya uygulanan sansür, yasaklama, kısıtlama. Kongrede sunulan bildirilere, yer alan tüm tartışmalara burada yer vermek olanaksız. İleride bunları bağımsız konular olarak ele alabiliriz. Ancak, kongrenin yer aldığı Meksika'nın tiyatrosuna geçmeden önce kısaca Latin Amerika ülkelerindeki duruma bir göz atalım.

"Uzun yıllar ülkemde tiyatro, rejimin, düzenin baş düşmanı olarak görüldü, sürekli yasaklandı, engellendi." Konuşmasına böyle başlayan Brezilyalı tiyatro eleştirmeni Yan Michalski'ydi. Oysa Brezilya'nın öteki Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi, yüzyıllar öncesine dayanan, dinsel inançlardan, ayinlerden kaynaklanan, dansla, mimle, müzikle, şarkıya beslenen geleneksel tiyatrosu vardı. İspanyolların ve Portekizlilerin kendi dini inanç ve kültür değerlerini buralara yaymaları için tiyatro bir araç olarak kullanıldı. Brezilya'nın tiyatroda en parlak dönemini 1950-60 yıllarında yaşadığını, bu tarihlerde geleneksel öğelerle, çağdaş düşünceyi birleştirebilen oyun yazarlarının yetiştiğini belirten konuşmacı, 1964-79 yıllarında dikta rejimiyle bütün bu olumlu çabaların sona erdiğini belirtiyordu.

"O dönemde çok acı çektik ama, tiyatro tüm baskılara karşı yine de bir supap niteliği taşıyordu. Baskı dönemi sona erince, düşünce ve konuşma, yaratma özgürlüğü gelince, beklediğimiz mucize olmadı. Oysa hep o anı bekledik, özgürlükle birlikte her konuda olduğu gibi, tiyatroda da mucizeler yaratacaktık. Olmadı. Baskı döneminde tiyatro için sayısız çıkış yolu arayan yazarlar, baskı dönemi sona erdiğinde hâlâ arıyor, arayışı sürdürüyorlardı'' diyen Yan Michalski şöyle sürdürüyordu:

"Belki artık oyunlar yasaklanmıyor, her isteyen her istediğini söylüyordu ama nitelik diye bir şey aramak boşunaydı.
Demek istediğim, özgürlük ortamı, tiyatroyu kurtarmaya yetmiyor."

Şu sıralarda Brezilya'da oynanan ve egemen olan oyunlar hangileri biliyor musunuz?

  • "Harold ve Maude",
  • "Evita'',
  • "Fil Adam"
  • ''Piaf",
  • "Amadeus''.

Ve konuşmacı soruyor: "Hani benim kimliğimi yansıtan oyunlar?'' diye.

Venezuelalı konuşmacı, çeşitli ortamlarda, eleştirmenin görevi, işlevi konusuna ağırlık verdi. Tiyatro etkinliklerinin yalnız başkent Caracas'la sınırlı olduğunu belirten eleştirmen, "milyonların tiyatronun t'sinden haberi yoksa, küçücük bir zümreye oynanan oyunlar Paris, Londra ve New York prodüksiyonlarının kötü bir kopyasıysa ne yapmalı?'' diye sorarken, aynı ülkeden bir başka delege, bugüne dek bu koca boşluğu doldurmak için başvurulan yolların turneler, okul tiyatroları, amatör tiyatrolar vb.) bir işe yaramadığını vurguluyordu.

Arjantin, Şili, Kolombiya da sansürden yakınan ülkeler.

Brezilyalı delegeye yanıt olarak,
"Belki özgürlük ortamı mucizeler yaratmaya yetmez ama, soluk alması, varlığını sürdürebilmesi için ilk koşuldur" diyorlar.

Meksika'ya gelince: Orta ve Latin Amerika ülkeleri içinde en hareketli ve sağlıklı tiyatro yaşamı olan ülke, hiç şüphe yok ki Meksika.

Meksika'nın tiyatro örgütlenmesi şöyle:

Ülkenin en önemli ve etkin iki resmi kuruluşu;
  • biri Mexico Üniversitesi,
  • öteki Ulusal Güzel Sanatlar Enstitüsü tiyatro yaşamına yön veriyor.

Bunlardan ilki (Üniversite) bünyesinde yalnız birkaç profesyonel tiyatro bulundurmakla yetinmiyor, yurt çapında çeşitli turneler düzenliyor, yerel toplulukların kurulmasına çalışıyor, radyo ve televizyon programlarıyla, süreli yayınlarla, kitaplarla, ders programları, seminerler, gezginci kitaplarla tiyatroyu destekliyor. Meksika'daki üniversite tiyatroları başka ülkelerin üniversite tiyatrolarıyla karşılaştırılmamalı. Bu bambaşka bir kavram. Hem profesyonel temsiller veriyor, hem araştırmaya yer veriyor hem de tiyatro sanatını yaygınlaştırıyor.

İkinci kuruluş, Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde şu kuruluşlara yer veriyor:

  1. Meksika Devlet Tiyatrosu,
  2. Okul tiyatroları (her okulda iki aylık tiyatro kursları var),
  3. Çocuk tiyatroları (tüm ilkokullarda),
  4. Çevre tiyatroları,
  5. Deneme sahnesi.

Bunların dışında, bulvar komedilerine, müzikallere yer veren ticari tiyatrolar var.
Bunların sayısı yalnız Mexico kentinde 30'u geçiyor.

Bütün bunları anlattıktan sonra Meksikalılar "Bizim ülkemizde tiyatro görmemiş tek çocuk yoktur.
Tiyatroyla en ilgisiz kimse bile ölmeden önce mutlak iki üç oyun görmüştür" diye övünüyorlar.

Meksika'da tiyatroya sansür olup olmadığı konusunda pek çok tartışma, birbirinden çok farklı görüşler dinledim.

Sonunda konuştuğum herkesin düşüncesini Meksika delegasyonunun başkanı Miquel de Mora şöyle özetledi:

"Meksika'da politik özürlük dışında her özgürlük vardır.
Ülkenin resmi partisi, altmış yıldır iktidarda olan partiye üyeyseniz her hakka sahipsiniz, değilseniz vay halinize.''

Kısacası bu şu demek:

  • İstediğiniz her filmi yapmaya özgürsünüz, ancak filminizi hiçbir dağıtım şebekesine sokamazsınız,
  • her oyunu sahneleyebilir, temsil vermek için salon bulamayabilirsiniz.
  • Dilediğiniz kitabi yazabilir, yayınlatacak yayınevi bulamayabilir, yayınlansa bile hiçbir kitapçı satmayabilir.

Bunların dışında, herhangi bir oyun gün ışığına çıktıktan sonra yine de "devlet bütünlüğüne karşı" olduğu gerekçesiyle yasaklanabilir.

Sansürün, engellemelerin yürümediği tek yer,özerk bir kuruluş olan üniversitede ve onun etkinliklerinde...

Az kaldı söylemeyi unutuyordum. Halen iktidarda olan ve 60 yıldır ülkeye egemen olan partinin adı:

"Kurumsal Devrim Partisi''

Bugün Meksika tiyatrosunu, başlıca sorunlarını Meksikalı tiyatro adamları şöyle özetliyor:

  • Oynanan oyunların yüzde 90'ının yabancı oyunlar olması,
  • tiyatro sanatçılarının sendikalaşamaması ve
  • işçi sınıfının tiyatrosu olmaması.


Mexico'da kongre boyunca hemen hemen her akşam değişik türde oyun izledik.
Ticari tiyatrolarından birinde izlediğimiz, şimdi adını bile anımsamadığım oyunu geçiyorum.


Güzel Sanatlar Enstitüsü
bünyesindeki Deneme Sahnesi'nde (dev bir parkın içinde minicik bir oda tiyatrosu, parkta sıra sıra satranç oynayanlar) "Hamlet üzerine Bir Tartışma''yı izliyoruz. Sahnede üç genç oyuncu. Üçü de Hamlet rolüne talip, yönetmenin kararını beklerlerken Hamlet üzerine tartışmaya başlıyorlar. Oyuncuları oynayan oyuncuların yetersizliği, oyuncuymuş gibi "rol yapma"larının verdiği rahatsızlık bir yana, tartışmaya dayalı bu oyundan İspanyolca bilmeyenlerin tad alması oldukça güçtü.

Yine Güzel Sanatlar Enstitüsü'ne bağlı Devlet Tiyatrosu'ndayız: "Las Adoraciones" (Tapınma), Juan Tovar adlı genç bir Meksikalı yazarın eseri. Konusu, ispanyol sömürgeciliğinin ilk yıllarında, yerli halkın hızla katolikleştirildiği dönemde, kökenlerine sadık kalmakta inat eden Kızılderili bir gencin trajedisi. Klasik dram tekniğiyle yazılmış oyun, Aztek müziği, Aztek dansları ve Aztek ayinlerine yer veriyor. Zaman zaman Shakespeare'in Hamlet'ine kurulan paralellik (Hamlet'in mezar sahnesi, oyuncular sahnesi, Ofelya'yla olan sahnesi vb) bu oyun için ne denli gerekli oldukça tartışılır. Genellikle bu tür tarihi-belgesel ya da folklor öğelerini vurgulayan oyunlarda rastlanılan ağırlık, yavaşlık, asık suratlılık ve ciddilik endişesi, oyunun sonunda gencin Engizisyon tarafından yakılmasına rağmen yok. Kalabalık, gençlerden oluşan kadro, hızla çekip götürüyor bu renkli oyunu.




Mimar, dekoratör, tiyatro yönetmeni Francisco Peredo'nun sağladığı olanaklarla, yine kendi oluşturduğu ilginç bir çevrede (bir tür kabare tiyatrosu) 15 yıldır çalışmalarını sürdüren bağımsız bir amatör tiyatrodayım. Elemanları sürekli değişen, kimi öğrenci, kimi iş ya da meslek yaşamına atılmış (doktor, grafikçi, reklamcı, eczacı vb) gençlerin oluşturduğu topluluktan, yüzyılın başında yazılmış "Santa'' adlı popüler bir kitaptan hazırlanmış "Benim Santa'm'' adlı oyunu izliyoruz: Köyden kente gelen genç kızın "kötü yollara'' düşmesini küçük skeçler, şarkılar ve danslarla ileten topluluğun başlıca meziyeti amatörlüklerini bilmeleri ve profesyonel tiyatroculuğa hiç ama hiç heves etmemeleriydi.

Meksika'da gördüğüm en ilginç, en başarılı oyun hiç şüphe yok ki Vincente Lenaro'nun yazdığı Luis de Tavira'nın yönettiği "Morelos''du. Devlet yetkililerinin oyunu engellemek istemeleri, senatoda, mecliste tartışma konusu olması sonunda üniversite bu oyuna sahip çıkmıştı. Üniversitenin en büyük tiyatrosunda tıklım tıklım dolu salonda izlediğimiz oyun, Meksika'nın bağımsızlık savaşı kahramanlarından birini, Jose Maria Morelos'u konu ediniyordu. Evet, Morelos bugün de ulusal bir kahraman olarak görülüyordu ama oyunu hazırlayanlar onun çeşitli yönlerini irdelemekten (çalmıştı, çırpmıştı, arkadaşları ihbar da etmişti), dokunulmazlığını kaldırmaktan onu olumlu ve olumsuz yanları, tüm çelişkileriyle bir insan olarak ele almaktan çekinmemişlerdi, oyun boyunca zinde tutulan Morelos'la halkın ilişkisi; İspanyol egemen güçlerinin (kilise, komutan) ağız birliği sahneleri, Engizisyon mahkemelerinin alışılmış her tür sahnelemenin dışında yalnız suçlayan ağızlar ve yüzlerle verilmesi, sahnede gördüklerimiz kadar görmediklerimiz, ama duyduklarımızın, hissettiklerimizin yoğunluğu sonsuz etkileyiciydi.





Bunlar bir yana Meksika'da olduğum sürece yaşadığım en yoğun "tiyatro'' olayı Fiesta del Muerte'ydi:

Ölüler Şenliği.

1-2 Kasım günleri yolunuz ya da gönlünüz Meksika'dan geçecek olursa;
hangi köy, kasabaya ya da kentte olursanız olun inceden bir kadın sesi duyacaksınız,
tüm ölüleri için türkü söyleyen ve neden bunca kısık sesle söylediğini sorarsanız,
"çünkü, kenetlenmiş dişlerle özgürlük türküsü çağrılmaz'' diyecekler.

(Mayaların anaerkil bir toplum olduğunu söylememiş miydim?)




Eğer siz de Mayalar, Aztekler, Meksikalılar gibi yaşamla ölümü ayrılmaz bir bütün olarak görebilirseniz, Octavio Paz gibi;

"Her gün yeniden doğan yaşam
 Her yaşam yeniden doğan ölüm'' diyebilirseniz Fiesta'ya katıldınız bile.

Öyleyse "gelsin ölülerimiz, dans ederek, şarkı söyleyerek".

Onlar da öyle yaptılar.

Dört bir yandan iskeletler, kafatasları geldi, çiçeklerle, meyvelerle, renklerle, şarkılarla, danslarla, "Que Viva Mexico'' diyebilmek için...







Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 85 - 1 Aralık 1983
_________________________________________________________________________________________





Önce güneş vardı. Güneş hem dişiydi, hem erkekti. Evrendeki her şeyin başlangıcı ve yaratıcısı oydu. Tanrıların bile. Güneşin çocukları, toprak, rüzgâr, ateş ve su (ki tanrıların yalnızca birkaçıydılar) evrene çeşitli zamanlarda egemen oldular. Onların egemenliğinde insanlar bir araya geldi, kavimler oluşturdu. Kavimler kâh toprağı işledi, toprağa yerleşti, suyu denetledi, kâh rüzgarla ve ateşle savruldu...

İnsanlar yaşadı, yarattı ve öldü.

Adları;
  • Teotiuakan,
  • Olmek,
  • Huastek,
  • Maya,
  • Toltek,
  • Zapotek,
  • Mikstek ve
  • Aztek'ti.

Güneşin çocuklarının çocuklarıydılar...

Kızgın güneşin altında, köy köy, kasaba kasaba, yöre yöre Meksika'yı dolaşıyorum, Pasifik Okyanusu'ndan, Atlantik Okyanusu'na, Meksika Körfezi'nden Guatemala sınırına. Eski uygarlıkların peşinde...

Nereden başlamalı?

Bu topraklarda yalnız Maya ve Aztek uygarlıklarının izleriyle karşılaşacağımı beklerken, yukarıda birkaçının adını verdiğim sayısız uygarlığın pençesine düştüm. Her birinin kendine özgü özellikleri, her birinin birbiri üzerinde sonsuz etkisi var. Biri nerede bitiyor, öteki nerede başlıyor belli değil. Zaman içinde, yöreler içinde, tropik ormanlardan volkanların eteğine, uçsuz bucaksız kumsallardan yüksek yaylalara kök salmışlar, kökler birbirine öyle bir kenetlenmiş ki, ayırmak olanaksız. Sınırlar çok uzak. Sınırlar bugün var yarin yok, çünkü kuraklık var, açlık var, volkanların öfkesi, tanrıların öfkesi, insanların öfkesi var.

  • Teotiuakan...
  • Olmek...
  • Haustek...
  • Maya...
  • Toltek...
  • Zapotek...
  • Mikstek...
  • Aztek...

Bunlar, İsa'dan önce 2 bin yılıyla, İspanyol istilâsı (1521) arasında bu topraklarda yaşamış, egemenlik kurmuş belli başlı uygarlıklar. Biri bitmiş, öteki başlamış değil. Farklı yörelerde birbirinden habersiz, aynı zamanda yaşadıkları gibi, kimi çok kısa sürdü, kimi yüzyıllara damgasını vurdu. Sürekli yer değiştirmeleri nedeniyle, birinin bıraktığı topraklara, yüzyıllar sonra bir başkası yerleşti. Kâh güçlü olan güçsüzü egemenliğine aldı, kâh iki uygarlık birleşip yeni bir uygarlık oluşturdu...

Bugün 1 milyon 969 bin kilometrekarelik bir alanı kapsayan Meksika toprakları işte bütün bu uygarlıkların izlerini taşıyor.

İnsanların, kavimlerin, merkezlerin, uygarlıkların adları ne olursa olsun, tümünün ortak özellikleri var. Önceleri avcılığa ve balıkçılığa, sonra tarıma dayalı bir toplum düzeni. Çoktanrılı dinler Yöneticiler, din adamları. Bu din adamları aynı zamanda bilgin. Yalnız Aztekler zamanında (1100-1500) yöneticilerin bilgin niteliği yerini asker-komutan niteliğine bırakıyor.

Başkent Mexico'da olağanüstü nitelikli "Ulusal Antropoloji Müzesi''nde, yukarıda adı geçen tüm uygarlıkların eserlerini görmek, insanı şaşkına çevirmeye yetiyor. Ancak tümünün ortak niteliği büyüklüğün, dev boyutluluğun, görkemin iliklerime işlemesi için yerleşim merkezlerini görmek, tanımak gerekiyor. Hangilerini? Tümünü göremeyeceğime göre seçimimi en eski ve gelişmiş şehircilik örneği sunulduğu için Teotiuakan'lardan Orta Amerika'da uygarlığın doruğuna ulaştıkları için Mayalardan ve eski uygarlıkların sonuncusu olan binbir mitin yaratıcısı Azteklerden yana yaptım.


TANRILAR KENTİ

"Teotiuakan" ya da, söylemesi çok güç olduğu için "Tanrılar Kenti" diye tanınan bu merkez, başkent Mexico'nun yüz kilometre kuzeyinde. İlk kavimlerin buraya yerleşmesi İsa'dan önce 2 bin yılına, ancak kenti inşa etmeleri I.Ö. 200 yılına dayanıyor. (600 yılında da buraları terkedilmiş, tâ ki, 1100'lerde Aztekler yerleşinceye dek) otobüsle Teotiuakan'a yaklaşırken dümdüz uzanan yaylanın ortasında ta uzaktan iki tepe, iki küçük dağ görüyorum. "Dağ, tepe değil, piramit onlar" diyorlar. Birkaç kilometre daha ve sapasağlam ayakta duran taş bir kentin ortasındayım. Dümdüz bir alan. Görüşü engelleyen hiçbir çıkıntı yok. Klasik, simetrik bir şehircilik planlaması. Önce kentin merkezini doğudan batıya kesen beş kilometrelik bir yol. Yolun bir ucunda Ay Piramidi, öteki ucunda Güneş Piramidi, ay ve güneşi kutsamak için. Güneş tam zenit noktasından geçtikten sonra ufukta battığı yerin tam karşısına yapılmış Güneş Piramidi. Yüksekliği 75 metre (Yaklaşık 30 katlı bir bina düşünün). Tabanı çok geniş bir alana yayılmış, basamak basamak yükseliyor. Mısır'daki piramitlerden farkları bunların mezar piramidi olmamaları. Bunların ta tepesine çıkılıp ayin yapılıyor (evet, evet her piramit gördüğünüzde, bir daha bu fırsat geçmez ele deyip en az 300 basamak tırmanıyorsunuz). Güneş ve Ay piramitlerini birbirine bağlayan yolun iki yani alçak basamaklarla daha yüksek alanlara açılıyor. Bu alanda sağlı sollu küçük tapınaklar, yönetici-din adam' evleri yol boyunca ilerliyor ve yola sonsuz bir heybet, bir derinlik kazandırıyor.

Burada tek tek yapılar üzerinde durmak olanaksız. Şunu demekle yetinmeliyim: Teotiuakan'lıların inşaat teknolojisinde çok ileri oldukları biliniyor. Taş zımparalayıp, öğütüp kullandıkları, su ve kumdan oluşturdukları sivalardan yararlandıkları, çeşitli yapı aletleri, terazi (milim oynamıyor basamaklar ya da duvarlar aralarında), keski, çekiç, matkap vb. kullandıkları kesin. Çevredeki tüm volkanik taşları, mermeri, çakmak taşlarını, serpantini, kemikleri değerlendiriyorlar.

Teotiuakan toplumu "öbür dünyaya" inanan, tüm vaktini, çabasını, enerjisini dine yatıran bir toplum. (Sayılarının 30 bine ulaştığı sanılıyor.)

Yapı sanatına bunca önem vermesi de bundan. Başta yağmur tanrısı Tlalok olmak üzere her tanrıya bol bol tapınak, piramit, anıt armağan ediyorlar. Toplumda yönetici din adamlarından sonra en yüksek sınıf, bilim adamları, mimarlar, yapı ustaları, sanatçılar, resim ve heykel yapanlar. Sınıf sıralamasında sonra tarımla uğraşanlar, en arkadan da askerler geliyor. Tanrılar kenti''ni dolaşırken tüm yapıların heykellerle, kabartmalarla kaplı olduklarını görüyorum. Bunlar da dev boyutlu. Kaba ayrıntılara müthiş önem veriliyor. Taşın içinde renkli mermerlerden süslere yer veriliyor. Tüm heykeller ve kabartmalar ya tanrıları ya da kutsal hayvanları konu alıyor. Yapıların içleri aynı amaca yönelik duvar resimleriyle süslü. Madenlerden elde ettikleri kırmızı, mavi, siyah ve sari en çok kullandıkları renkler.

600 yıllarında kuraklık bir yandan, sınıflar arasında oluşan uçurumlar öte yandan,
Teotiuakan'lıların "Tanrılar Kenti"ni terkedip, civardaki öteki kavimlere karışmalarına yol açacaktı.


MAYALAR

"Tut soluğunu Reis
Tut ki hava durulsun."

Amman, reis durulsun. Durulsun ki, şiiriyle, müziğiyle, yazısıyla, resmiyle, heykeliyle, yapı sanatıyla, el sanatıyla şu Maya kültüründeki insan kokusunu, insan dokusunu içime çekeyim. Demin sözünü ettiğim Teotiuakan'lar tanrıları, birazdan söz edeceğim Aztekler savaşı yüceltiyorlarsa, Mayaların yücelttiği insan.

Mayalar 1.Ö. 1500 yılından sonra, Orta Amerika'nın güneyine yerleştiler. "Klasik Çağ"larını 300-900 yılları arasında Chiapas, Honduras ve Guatemala'da yaşadılar. 900-1200 yılları arasında son parlak dönemlerini de Atlantik Okyanusu kıyılarında Yucatan bölgesindeydiler. Bu tarihten sonra Tolteklerin etkisine girdiler. Salgın hastalıklar, kuraklık, Aztek istilaları sonucu dağıldılar.

  • Kitaplar Mayaların astronomi, matematik, mühendislik, yazı alanlarında usta olduklarını, sayılarının milyona yaklaştığını söylüyor.
  • Matematikte dört işlemi, yüzdeyi, sıfırı, sonsuzluk kavramını kullanan ilk toplumdu.
  • Yazıları, gelişmiş bir tür hiyeroglif yazısıydı.
  • Yazı elemanları, sesleri ya da herhangi bir şekli değil, düşünceyi simgeliyordu (Bu yazının büyük bir bölümü hâlâ okunamadı).

  • "Codex" adı verilen kanun kitapları vardı. Palmiye yapraklarından oluşturdukları kâğıtlara, töreleri, dine, astronomiye ve zamana ait bilgileri resimliyorlardı (İspanyol istilâsında bunlardan binlercesi yakıldı. Bugün eldeki üç özgün örnek Paris, Madrid ve Almanya'da Dresden müzesinde).

  • Mayalar birbirinden farklı takvimler oluşturdu. Biri doğrudan doğruya dine dayalı 20'şer günlük 16 aydan oluşan takvim, öteki 365 günden oluşan güneş takvimi, daha sonra bunlara, ayın dünya çevresinde 29,5 günde döndüğü hesabına dayalı ay takvimi. Zaman endişesi, zamanı araştırma endişesi tüm kültürlerine yansıyacaktı.

Mayaların toplumsal yaşamı, aynı dönemlerde yaşayan kavimlerden çok daha ileriydi. Baştaki din adamı, yöneticiler aynı zamanda bilgindi, yazardı, matematik, astronomi, takvim araştırmalarını yöneten kişilerdi. Böylelikle tüm yaşantısı tarıma dayanan topluma, mevsimler, iklim, doğa, ne zaman ne ekilmesi gerektiği, yapıların nerede ne zaman kurulması gerektiği vb. yönlü bilgiler verir, toplumu yönlendirirlerdi. Bir çeşit feodal yönetim egemendi. Her yörenin başkanı, en büyük din adamına kendi yöresiyle ilgili bilgi verir, öneri alırdı.

Şimdi bütün bunların, görebildiğim Maya merkezlerine nasıl yansıdığına bakalım:

Meksika'nın Chiapas adı verilen bölgesindeyim.

Guatemala sınırına çok yakın, hani neredeyse "balta girmemiş'' diyeceğim tropik ormanların derinliklerinde Palenke adlı merkezde. Mayalar burada "klasik dönemlerini'' yaşamışlar,  sanatlarının doruğunu yaratmışlar. (200-800 yılları) Kentin tropik ormanın derinliklerinde kurulmuş olması, korunmasına yardim etmiş. Ağaçlardan dökülen portakal, limon ve greyfurtları ezmemeye, dallardan sarkan hindistan cevizlerine, muz salkımlarına kafamı çarpmamaya, palmiyelerin, çiçeklerin binbir çeşidinden sarhoş olmamaya gayret göstererek taş yapılar arasında ilerliyorum (çalıların, taşların arasında gezinen yılanlara, çiyanlara, akreplere, adlarını bilmediğim kuşlara, böceklere, soktu mu adama, galiba ölüyorum' dedirten bir tür sivrisineklere alıştım artık, onları görmezlikten geliyorum).

İşte "Yazı Sarayı'': Basamak basamak yine piramit biçiminde bir saray. Piramidin tepesinde içiçe geçmiş odaların duvarları, hâlâ açık seçik görülen kabartma yazılarla dolu. Yazı elemanları (harf demek aykırı kaçıyor) ya geometrik şekillerden, ya insan hayvan masklarından oluşuyor genellikle. Her yazı elemanı bir kare içinde. Yanyana kareler duvarlar boyu, metreler boyu nakış gibi ilerliyor. Yazının bittiği yerde kiremit renginin egemen olduğu duvar resimleri başlıyor. Hemen karşıda bir başka piramit, tepesinde bir kule -gökyüzünü gözleme kulesi ve öteki yapılar.

Burada piramitler, tapınaklar, evler daha alçakgönüllü, daha insanca boyutlu. Taş işçiliği, öteki toplumlarınkiyle karşılaştırılmayacak derecede özenli, incelikli. Mayalar neredeyse "mükemmel"in peşinde. Palenke'de yapı sanatında ilk kez kemerlere, kubbelere rastlıyoruz. Ancak bunlar "yalancı" kemerler, kubbeler. Hiçbir ''taşıyıcı'' ya da işlevsel amaçları yok. Öyleyse neden yapmışlar? Çünkü, bildikleri, evlerini yapmak için kullandıkları yapı tarzını tapınaklara, saraylara taşımışlar. Bugün bile Kızılderililerin yoğun olduğu köylerde değişmeyen ev yapısı, ahşap gövdeden ve palmiye damlardan oluşuyor. Palmiye dallarının ve yapraklarının yağmur geçirmemesi dayanıklı olması için 45 derecelik bir eğilimle kullanılması gerekli. Bu da evin damına kubbe ya da kemer görünümü veriyor. Mayaların tapınaklarında, saraylarında yaptıkları, bu evleri, palmiye damlarını taştan kopye etmekten ibaret.

Meksika'nın en güneyinde,
Atlantik Okyanusu'na uzanan burunda Uxmal ve Çiçen-Itza gibi iki önemli Maya merkezinin bulunduğu Yucatan bölgesindeyim.

Yeşili, suları bol bir bölge.

Mayaların mükemmelliğin peşinde nasıl koştuklarını,
yaşamla (tarıma), sanatla bilimi, matematiği, astronomiyi nasıl birleştirdiklerini görmek için Çiçen-Itza eşsiz bir örnek.

(Çiçen, "kuyunun ağzı'' demek. Burada Mayalar 400-600 yıllarında yaşamışlar. 600'de terk etmişler.
200 yıl boş kaldıktan sonra Mayaların Toltek etkisindeki bir grubu Itzalar yeniden yerleşmişler. 1200 yılına dek.)

Çiçen-Itza'da "Ekinoks Sarayı'' (Bahar Noktası Sarayı). 365 basamak üzerine kurulmuş bu sarayın her taşı takvime göre yerine konmuş. Piramidin her yüzeyi bir mevsimi simgeliyor. Yılın her gününde basamaklara düşen gölge farklı. Bu gölgelere bakılarak, hasadın nasıl değiştirileceğine, ne ekilip, ne biçileceğine karar veriliyor. Bu piramitteki gölge oyunlarını anlatmak için yeni bir dil icat etmek gerek. Piramidin dibinde toprağa yakin yerde kutsal yılan başı heykeli var. Yılda bir gün (21 Mart-geceyle gündüzün eşit olduğu, güneşin bahar noktasında bulunduğu gün) piramidin tepesinden aşağıya öyle bir gölge vuruyor ki, karanlığın gölgenin) içinde bir ışık, piramidin en tepesinden aşağıya doğru kırıla kırıla inip, aşağıdaki yılan başıyla birleşiyor. Mayalara göre kutsal yılanın gökyüzünden yeryüzüne indiği gün (Akıl alacak gibi değil).


Çicen-Itza'daki tüm tapınaklar, saraylar, astronomi kulesi, hep güneşin, ayın, yıldızların hareketlerine göre hesaplanıp yapılmış. Her basamağın, her yüksekliğin, durup dururken bir alanı bölen ölü duvarların hep bir işlevi var. Örneğin ya belirli bir gölge-ışık, ya da istenilen bir akustiği sağlamak. Mayalar kendi müziklerini, çeşitli müzik aletlerini geliştirmiş. Aynı çalgının, aynı telinden yer değiştirerek, iki basamak çıkıp, beş basamak inerek farklı sesler elde ediyorlar.

Çiçen-Itza ya da Uxmal'da bütün bu yapıları süsleyen heykellere, kabartmalara, duvar resimlerine gelince: Her ne kadar dine yönelik olsalar da, tanrılar, yari tanrılar, çeyrek tanrılar hep insan biçimini almış. İnsan biçimleri gerçekçi bir tutumla özenli ayrıntılarla (giysiler, saç biçimleri, bedenin duruşu vb.) ve fantastik boyutlarla ele alinmiş. Yalnız tanrıya ilişkin konuları değil, güncel yaşamı, tarımı, savaşlar, törenleri, kadınları, çocuklar da resimlemişler. Yalnız tanrıların simgelerine eğilmeyip, bu simgeleri "insanlaştırma'' çabası bile artık estetikten söz edebileceğimizi belirtiyor. Artık sanatsal yaratıcılık söz konusu. Bu resimleri, kabartmaları yapanlar kendi seçimlerini, tercihlerini ortaya koyuyor, süslemede, renklemede kendi duygularına ve gerçeklerine yer veriyor. Duvar kompozisyonlarında özgür tutumu, çizgilerinin inceliğiyle, renklerin biçimlerin duyarlılığıyla, fantastik bir dünya, kendi dünyasını yaratıyor Mayalı sanatçı.

Değerli taşlardan yapılmış ayin maskeleri, çarpıcı, incelikle işlenmiş altın takılar, evde, mutfakta kullanılacak seramik kap kaçaklar (seramiğin tapınmak için değil, ev için kullanılması ilk onlarda) estetik kaygusunun Çiçen-Itza ve Uxmal'daki öteki örnekleri.

Çiçen'e, ltzaların gelişinden sonraki Toltek etkisindeki örneklere burada yer vermiyorum, çünkü bunların alâsını Azteklerde göreceğiz.


AZTEKLER

13. yüzyılın başlarında kuzeyden güneydeki Meksika yaylalarına inen son kavim Azteklerdi. Dini inançlarına göre savaş tanrısı kutsal hayvan Kartal'in, kötülüklerin simgesi Yılan'ı yuttuğu yerde yerleşeceklerdi. Meksika'nın ortasında goller yöresindeki adacıklara bir tepeden bakıp, buraya "yılanı yiyen kartal"a benzettiklerinde, oraya yerleştiler (İspanyollar, aynı yerde başkent Mexico'yu kuracaktı). Yerleşinceye dek avcılıkla uğraşan kavim, yerleştikten sonra askerlikle uğraştı, kısa sürede çevredeki tüm toplumları egemenliğine alıp, 14. yüzyılda dev bir imparatorluk kurup sınırlarını genişletti.

Aztekler, kendilerinden önce Meksika vadilerine yerleşmiş tüm uygarlıkların bilgisinden, sanat eserlerinden, başarılarından yararlandılar. Bunlara kendi özelliklerini, kendi kişiliklerini, inançlarını kattılar. En büyük katkıları şehircilik ve heykel alanlarında oldu. Ancak bu alanlara geçmeden, Azteklerin toplumsal yapısını daha yakından tanımakta yarar var.

Özetlersek, Aztekler, yaşamın sürmesi için ölümün gerekliliğine inanmış, bu inanç çerçevesinde çok karmaşık bir yönetim biçimi geliştirmişti. Bu inanç ve sistemde yeryüzünde her şeyde, doğada, tanrılar arasında, insanlar arasında ölesiye bir savaş vardı. İnsanlığın yok olmaması için tanrıların yaşaması, tanrıların yaşaması için de birtakım insanların ölmesi gerekiyordu. Buradan hareketle toplu kurbanları (köleler, savaş esirleri Güneş Tanrısı'na ve onun oğlu Savaş Tanrısı Huitzilopoçli'ye -aynı zamanda Azteklerin koruyucusu- kurban edilirdi) kendi kendini kurban etmeyi geliştirdiler. Kendi kendini kurban etmeye hak kazanmak büyük bir şerefti, ancak başarılı askerlere bu hak verilirdi. Kurban etme biçimi, göğsün bıçakla yarılıp kalbin çıkarılmasıydı.

Bütün bu söylediklerimi, Aztek tapınaklarının duvarlarında, görkemli bir taş işçiliğiyle yapılmış kabartmalarda görüyorum (kalbin nasıl çıkarıldığını, tanrı adına en büyük yöneticiye nasıl sunulduğunu vb.). Yucatan bölgesinde olsun, başkent Mexico yakınlarındaki tapınaklarda olsun, dillerden düşmeyen "Top Oyunu''nun da tanıtıldığı kabartmaları görüyorum. (Azteklerin geliştirdiği bu ünlü oyunda iki takım, her takımın bir kaptanı var. Büyük bir alanda iki takim el değdirmeden lastik topu kapıp, kaptana veriyor. Amaç, kaptanın topu yüksekte asılı bir halkadan geçirmesi. Kaybeden takim kaptanının kalbi tanrılara sunuluyor). "Kafatası Duvarlar'' görüyorum (Ölülerin gömüldüğü yerin önüne, boydan boya kafatası kabartmalarıyla kaplı duvarlar örüyorlar)


Bu kabartmalar olsun, Antropoloji Müzesi'nde gördüğüm sayısız Aztek heykelinde olsun, olağanüstü büyük boyutlar, sonsuz bir görkem egemen. Azteklerin Mayalardan alıp geliştirdikleri Takvim Taşı (ya da Güneş Taşı) 24 tonluk ağırlığı, 3,60 m.'lik çapıyla, ortada dili bıçak gibi dışarda kan ve kalp bekleyen Güneş Tanrısı'yla müzenin baş eserlerinden biri Aztek heykellerini görkemli kılan yalnız boyutları değil. Konunun ele alınış biçimi: Asker tanrılar ya da asker insanlar sonsuz bir güçle (biçimde, çizgide, dokuda) yansıtılıyor. Azteklerin geliştirdiği şehircilik de, yine inançlarına dayanıyor. Kentin korunması için çepeçevre surlar; kolay ulaşım için yolların açılması, kanalların açılması, tuzlu göl sularının kanallara akarsulara karışmaması için barajlar... Bunların yanı sıra getirdikleri bir yenilik, yerleşme alanlarının toplum sınıflarına göre düzenlenmesi. Yöneticiler, din adamları, askerler merkezde. Tüccarlar, yapı ustaları, zanaatkârlar merkezin çevresinde, çiftçiler biraz daha uzaktaki bir yörede, esirler en uzak yörede. Zanaatkârlar dedim: Altın ve gümüş takılar, çeşitli kuş tüylerinden süsler, çeşitli pamuklu dokumalar, kilimler, el yazması kitaplar, kapkacak türünden çok düş ürünü, güneşin doğanın binbir çelişkisini simgeleyen seramik heykelcikler, aynı zamanda ticaret merkezi olan Aztek kentlerinin ürünü.



Bugün Azteklerin kent yapısını ya da pek çok eserini görmek olanaksız. Çünkü 1521'de bir İspanyol askeri olan Cortez, anavatan İspanya'nın sözünü dinlemeyip tüm Aztek ülkesini ele geçirdiğinde yakıp yıkmadığını bırakmadı. Oysa daha bir süre önce son Aztek kralı, güneşin çocuğu Montezuma, beyaz derili istilâcıları görünce, onları tanrı sanıp, tüylü imparator başlığını bile onlara armağan etmişti.

Yirminci yüzyılda bütün bu uygarlıkların varoluş ve bitiş nedenleri çok tartışıldı.

Örneğin;
  • piramitlerde, Mısır'dan esinlenildiği (oysa zamanlama ve mesafeler açısından olanaksız),
  • bu insanların Orta Asya'dan geldikleri söylendi.
  • Kimi tanrıların oturuş biçimine bakıp ancak bir uzay aracında böyle oturulacağını, dolayısıyla uzaydan geldikleri bile ileri sürüldü.

Nedense Kızılderililerin böylesi çarpıcı uygarlıklar yarattığına inanılmak istenmiyordu. Oysa bu topraklarda yaşayan bu insanlar, inançları, yaşantıları, yetenekleri, gereksinmeleri, umutları ve korkuları doğrultusunda özgün uygarlıklar yaratmışlardı.

  • Teotiuakan,
  • Olmek,
  • Haustek,
  • Maya,
  • Toltek,
  • Zapotek,
  • Mikstek,
  • Aztek...
  • "Hombre de corazon"...

Bu "yürek adamları'' artık taşlarda yaşıyor...



Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 85 - 1 Aralık 1983
_________________________________________________________________________________________




"Serape ne demektir biliyor musunuz? Meksika'nın eski ve yeni yerlilerinin giydiği o çizgi çizgi battaniye ya da pelerin. Meksika'nın simgesi olabilir bu pelerin. Meksika kültürü de serape gibidir. Sert kontrastlarla birbirinden ayrılan ama yüzyılları yanyana yaşatan çizgiler. Yanlışlığa ya da yapaylığa düşmeden tek bir ana çizgi, tek bir bütün öykü içinde anlatma olanağı yok bu serape'yi. Bu yüzden onun çarpıcı renklerle birbirinden ayrılan bağımsız çizgilerinin yapısını, filmimizin yapısı olarak düşünüyoruz. Birbirini izleyen altı bölüm olacak. Her bölüm, karakteri, kişileri, hayvanlar, hatta ağaç ve çiçekleri birbirinden tümüyle ayrı. Bütünlüğü, onlar birbirine bağlayan örgü, dokuma sağlayacak. Serape gibi. Müzikal ve ritmik bir yapı ve Meksika kişiliğinin, karakterinin böylece sergilenmesi..."

Sinema sanatının gelmiş geçmiş en büyük kuramcı-yönetmeni Sergey M. Ayzenştayn, 1930 yılında, sinema tarihinin en büyük çekim tasarılarından biri olan "Que Viva Mexico!'' konusunda, patronu Amerikalı yazar Upton Sinclair'e yazdığı mektupta bunları söylüyordu. Bu satırları yazarken herhalde, büyük bir coşku içindeydi ve 1948 yılında kurgu masasının başında yüreği birden duruncaya kadar sürecek bir dizi şanssızlığın karanlık dehlizlerine girdiğini de düşünmüyordu.

Serüven, Potemkin ve Dünyayı Saran On Gün'le henüz otuz yaşına bile basmadan başyapıtlar vermiş olan sinemacının, 1929'da, Sovyet yönetiminden yabancı ülkelere yolculuk yapmak amacıyla izin istemesi ile başladı. Çarlık yönetiminin, iç savaşın ve devrimin tüm ekonomik sorunlarıyla boğuşan toplum, bu parlak sanatçısına rahat bir yolculuk sağlayacak durumda değildi. Yabancı ülkelerde gerekirse çalışarak yolculuk etmesine izin verdi. Ayzenştayn, asistanı Aleksandrov ve görüntü yönetmeni Tissé, ceplerinde yirmi beşer dolarla sınırdan çıktılar. Bir süre İsviçre, Almanya, Fransa ve İngiltere'de dolaştıktan sonra "Yeni Dünya"ya, Amerika'ya ayak bastılar. Ayzenştayn'ın Amerika'daki ilk çekim denemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Paramount'la yaptığı Dreiser'in "An American Tragedy" uyarlaması konusundaki anlaşma henüz senaryo aşamasında kabul edilmedi ve bozuldu. Yüzyıl başındaki köylü ayaklanmalarıyla derin değişiklikler geçiren Meksika, Ayzenştayn'i çok düşündürüyordu. Bu konudaki tasarısına olanaklar ararken ''solcu'' Amerikalı yazar Upton Sinclair, filmin yapım giderlerini üstlenmeye hazır olduğunu bildirdi.

Ayzenştayn'la yardımcılarının Meksika'da yaptıkları uzun inceleme ve yolculuklardan sonra, hazırladıkları senaryo, altı bölümden oluşuyordu.

  • İlk bölüm SANDUNGA, şiirsel bir sunuydu. Aztek uygarlığının günümüzde yaşayan izleriyle sergilenişi.
  • Sonra kendi içinde beş bölümden oluşan FIESTA geliyordu. İspanyolların kanlı istilasıyla yerlerini İsa'ya bırakan eski tanrılar ve yeni gelenlere boyun eğen yerliler. Bu bölüm istilacı komutan Cortez'in bir kuklasının taşınışı ile sona eriyordu.
  • MAGUEY bölümünde Diktatör Diaz'a karşı ayaklanan yoksul köylüler anlatılıyordu.
  • SOLDADERA bölümü bu ayaklanmanın başka bir yanını gösteriyordu. Diktatörlüğün kalıntılarını silip süpüren halk gücünü.
  • Son bölüm CALVERA'da ise Meksika halk geleneklerine uygun olarak ölüm-yaşam temasının içiçeliği görkemli bir mask-gösteri havasında veriliyordu. Film, geleceğe dönük simgelerle sona eriyordu.


Yıllar önce, Sinematek'teki gösterisi nedeniyle, Korkunç İvan'in Ayzenştayn tarafından yazılmış senaryosunu okurken şaşırmıştım.
Bu metin, bilinen senaryo tekniklerinden hiçbirine uymuyordu. Bir senaryodan çok bir uzun şiirdi okuduğum.

İki nedenden ötürü yönetmen senaryolarını böyle yazıyordu sanırım.

  1. Birincisi atmosfere verdiği önemden ötürü. Senaryo'ya bir "otopsi'' görünümü vermek istemiyordu.

  1. İkincisi de, Ayzenştayn'ın sanatında başlıca yeri tutan "kurgu'' kaygısından ötürü. Kendi oluşturduğu kuram'ın kilit kavramlarından biri bilindiği gibi ''atraksiyon kurgusu" idi. Yani yanyana getirdiği iki görüntünün birleşmesi bir "eklenme'' (juxtaposition) değil, bir "çarpışma" (collision) idi ona göre. Ve bu çarpışmadan iki görüntünün yanyana gelişinin toplamı olan anlam değil, üçüncü ve "yepyeni" bir anlam doğuyordu. Bu yazının sınırları için de belki pek kabaca özetlediğim bu "kurgu''ya dayalı kuramsal incelikler de yönetmenin senaryosunu ancak kendinin çözebileceği bir şiir şeklinde yazmasını gerektiriyordu sanırım.


İşte "Que Viva Mexico!''nun bu tarzda yazılmış pek kısa bir metin olan senaryosu (Lindgren'in sonradan Londra'da yayınladığı bu metin küçük kitap sayfaları ile sadece 26 sayfa tutuyordu) ayrıntılı senaryolarla çekim yapılan Amerika'da herkesi, bu arada filmin patronunu, yani Sinclair'i de çok şaşırtmış olmalı.

Çekim, Ayzenştayn ve arkadaşları için normal, Amerikalılar için bıktıracak kadar uzun sürdü.
Çekim başlayalı bir yıl geçmişti ve 60 bin metre negatif harcanmıştı. Bu arada elbette patronla yönetmen arasında çeşitli sürtüşmeler de başlamıştı.

Romancı Upton Sinclair'den "patron" diye söz açışım boşuna değil. Bu iki ünlü sanatçı arasındaki çatışma, sonraki yıllarda büyük polemik boyutlarına vardığında bile, sinema çevreleri olayı "işveren-işçi'' düzeyinde ele almaya pek yanaşmadılar. Daha çok günlük olayların, para meselelerinin ve psikolojik etkenlerin oluşturduğu bir gerginlik olarak değerlendirdiler. Oysa 1979'da bu fırtınalı ilişkiyi ve filmin serüvenini çok geniş bir araştırma çerçevesinde inceleyen Alberto Ruy'a göre temel sorun Sinclair'in bir Hollywood yapımcısı gibi, bir patron gibi düşünmesi ve davranmasıydı. Anlaşıldığına göre parayı sağlayan Amerikalı romancı, Ayzenştayn'in yavaş yavaş yükselen ününden yararlanarak, ona, Amerika'da iş yapma şansı bulunan bir film çevirtmeyi düşünmüştü. Ve bu amacına ulaşmak için de onu kontrol altında tutmak istiyordu. Ayzenştayn bu tehlikeyi görünce, devreye bir Sovyet ajanını, Amkino'yu sokarak denge sağlamak istedi. Ama bu kez de araya Stalin girdi. Yönetmenin uzun süre Meksika'da kalışından kuşkulanan Stalin, onun ve arkadaşlarının ülkeden kaçmayı düşündüklerine hükmedip geri dönmelerini istedi ve Amkino yeniden devreden çıktı. Sonunda, Sinclair'le de tam bir anlaşmazlığa düşen Ayzenştayn, filminin bir bölümünü çekemedi ve "patron'' çekimi durdurdu. Sinclair tarafından filmin tüm negatiflerine el koydu. Yönetmen kurguya katılamadı. Çekilen bölümlerden "Meksika Üstünde Fırtına" başlığı altında bambaşka bir film yapıldı. Elbette, yukarda anlattığım kurgu özelliklerinden hiçbiri yoktu filmde. Tüm dünya sinema sanatı çevreleri olaya büyük tepkiler gösterdiler. Daha sonra 1939'da, Ayzenştayn'in dostu ve biyografisini yazan Marie Seton'un negatifleri Ayzenştayn'a gönderme çabaları boşa gitti. Ancak Seton, kendi çabasıyla, elde edebildiği parçalardan "Güneş'te Zaman'' adlı başka bir film yaptı. Bu da, büyük yönetmenin düşündüklerinin soluk bir kopyası bile olamadı.

Tartışmalar yıllarca sürdü.

Ayzenştayn, karşılaştığı bu korkunç durumdan ötürü büyük bir bunalıma girdi. İki yıl hiçbir film çalışması yapmadı.
Daha sonraki iki filmi de (Bejin Çayırı, Korkunç İvan) Stalin döneminin engelleriyle karşılaştı.
Yönetmen bu sıkıntılar içindi 1948'de öldü. Yüreği durarak.

Tam elli yıl sonra, New York'taki Museum Modern Art Arşivi, filmin tüm malzemesini çok iyi korunmuş olarak, Sovyetler Birliği'ne, Ayzenştayn'ın eski yardımcısı Grigori Aleksandrov'a göndermeyi kabul etti. Aleksandrov'la N. Orlov'un uzun süre çalıştıkları negatiflerden, yeni eklemelerle ve bu kez "Que Viva Mexico!'' adıyla bir film daha yapıldı. Şimdilerde bütün dünyada bu film tartışılıyor.

Dar görüşlü kazanç kaygıları olmasaydı,
Ayzenştayn'ın kendi kurgusu ile bir başyapıt olacağı "kesin" görünen "Que Viva Mexico!"nun elli yıllık serüveni görüldüğü gibi henüz noktalanmadı.

Bundan sonra ne olacak peki?

İsterseniz bu soruyu filmin Soldadera bölümünün sonundaki konuşma ile cevaplandıralım.

Devrime katılan yoksul halk kadını (onların hepsine Soldadera deniyordu) yolda, çıplak ve çatlamış ayaklar ile yürürken bir ses duyar:

"Bundan sonra nereye gideceksin?"

Soldadera döner, şaşkın, saf gülümser:
"Kim bilir?" (Quien sabe...?)



Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 85 - 1 Aralık 1983