İspanya




Bir yasemin kokusu anılarımda Endülüs sokakları:

Kristal sabahlarda, buğulu gecelerde,
acıyı yüceltip coşkuya dönüştüren gitarın vuruşlarında hiç dinmeyen bir ince sizi gibi yüreğe işleyen mavi-beyaz yasemin kokusu.

Çiçeklerle yarışan seramiklerin çılgın cümbüşü.
Ve portakal, limon ağaçları avlularda.


Nazlı nilüferlerin salındığı havuzlarda fıskiyeler fısıldaşan asma bahçelerle birbirine bağlanmış,
Binbir Gece masallarından çıkma, kemerlikafesli Arap sarayları.


Bir zamanlar Yahudi mahallesi olan daracık, bembeyaz, bin yıllık sokaklarda dövme demirden parmaklıklarıyla minicik, rengarenk balkonlar, pencereler, yüksek duvarların ardından fırlayıveren palmiyeler. Mendil genişliğinde meydanlarda kültür tarihinde çağ açmış düşünürlerin, bilim adamlarının adları, izleri, İbni Rüşd ve Maimonides'in heykelleri.

Müslüman ustaların Musevîler için yaptığı, sonradan kullanması Hıristiyanlara nasip olmuş sinagog.

İspanyol ruhunun çağlara meydan okuyan büyüklük tutkusunu dile getiren Hıristiyan sarayları, kiliseleri, katedralleri.

Görkemli caminin içinden yükselmiş ezici kilise mihrabı, minareye sarılarak tırmanmış çan kulesi:

Ama adını hiç değiştirmedik” diyor rehber Isabelita “Biz Kurtubalılar hâlâ evlenmeye de, ayine de cami'ye gideriz” (1).

Kurtuba, Toledo, Sevilla, Granada…

Müslüman, Musevi, Hıristiyan,
üç inançtan doğmuş üç kültürün kaynaştığı, sekiz yüzyıla yakın süreyle varlığını yanyana, içiçe sürdürdüğü benzersiz bir dönemin ürünleri.

İspanya bütünüyle çağlar boyu Akdeniz havzasında etkili olmuş ırkların ve uygarlıkların (İber, Kelt, Helen-Roma, Yahudi, Vizigot, Çingene, Arap) bireşimi, heybeti ve derinliğiyle insanı neredeyse ürküten bir kültür birikiminin ülkesi. Topluca ispanyol olarak bildiğimiz halkı da bu imbikten üç bin yılda damla damla süzülerek oluşmuş, özgün ve kendi içinde derin ayrımları olan bir topluluk: Yüzyıllardır özvarlığına gururla sarılarak içine kapanma eğilimiyle büyük bir iletişim gücüyle dışa açılma özleminin çelişkisini yaşayan çetin, suskun, benzersiz bir halk.

İspanya'nın gizemli bağrı ancak bu karmaşaya saygıyla akıl erdirmeye çalışana açılıyor. Ülkeye her yıl gelen 42 milyon turist ise kendilerine ayrılmış parkurlardan, havalandırmalı otobüsleri içinde, kendilerine gösterileni yari-dalgın seyrederek geçip gidiyorlar; zeytinliklerin arasında siesta'ya dalmış Endülüs köylerini uyandırmadan.


Çoğu yerde, özellikle kıyılarda ve endüstri merkezlerinde bu soylu uygarlık arsız bir tüketim ekonomisinin saldırısı ile karşı karşıya.

Kendi kendime sormadan edemiyorum:
Buna Avrupa Topluluğu'nun bir parçası olmanın gerektirdiği standartlaşma da eklenince ne olacak?

KÜLTÜR TARİHİNE BİLİNÇLİ YAKLAŞIM

Günümüzde İspanyolların en sorumlu konumdaki aydınından herhangi bir turist rehberine varıncaya değin ülkedeki çoğul kültür varlığının anlamı, değeri ve korunmasının önemi açısından bilinçli olduklarını görmek sevindirici. Kültür Bakanlığı'nın son yıllarda gerçekleştirdiği düzenli, köklü ve ciddi çalışmalar imrendirici: İber yarımadası topraklarında gelişmiş tüm uygarlık ürünlerine saygıyla sahip çıkılıyor. Hatta bu durum İspanyolların verimli barış yüzyıllarına dayanan ortak bir tarihin anisi içinde Müslüman dünyasına hiçbir Batilinin elinden gelmeyen bir sıcaklıkla yaklaşmalarına yol açıyor.

1984'te Buenos Aires'deki toplantı sırasında “Dünya Kültür Varlıkları” listesine sokulması başarılan ulusal yapıtların başında Kurtuba Camii ile Grana'daki Elhamra Sarayı'nın, Burgos Katedrali ile yeryüzünde İspanyol egemenliğinin simgesi sayılan El Escorial manastırından önce yer alması (2) çok anlamlı.

İspanya'da yönetim kültürü koruma, aktarma ve geliştirme yolunda bu ve benzeri yığınla sorunu açık yüreklilik ve etkinlikle göğüslemeye kararlı görünüyor. Ama İspanya öylesine geniş ve karmaşık bir kültürün bekçisi ve başoyuncusu, toprağının her karışı öylesine dopdolu ve ülke öylesine hızla değişen bir uluslararası sahnede öylesine hızla değişmede ki, kültürünün yarını bakımından bugün söylenebilecek tek şey yaklaşımının ve çabalarının övgüdeğer olduğu, sanırım.

Ülkeyi barışçı yollardan, tam anlamıyla istila eden turistleri ispanyollar kendi yaşantılarının dışında tutmayı, onlara bekledikleri türden basmakalıp, eğlendirici bir “İspanya Görüntüsü” sunmayı biliyorlar. Ama 60'lı yıllardan bu yana gelişen kitle turizminin sonucu kıyılarda bizimkine taş çıkartacak boğucu bir betonlaşma: Pek az tatil beldesi bundan şimdilik yakayı kurtarabilmiş görünüyor.

Ünlü Torremolinos daracık sokakları, tipik evleriyle eski kasaba, gökdelen otellerin ayakları altında gömülüp kalmış. Minicik meydanında tiklim tiklim cafélerde turistler sersemletici bir flamenco-disco şamatada: Kimi videoda boğa güreşi seyrediyor (iki ekranda iki ayrı kaset birinde boğa düşüyor, ötekinde torero), kimi teyp eşliğinde can-can'a dönüşmüş flamenco figürleri yineleyerek para toplayan geçkin dilbere bakıyor bezgin gözlerle.

Turist sayısı henüz 10 milyonken “İspanya daha Avrupa olmadı ama İspanya olmaktan çıktığı kesin”(3) diye acı acı yorumlayan, Franco döneminde bu kıyılara hemen karşıdaki Afrika'dan umutsuzlukla bakarken İber yarımadasındaki tüm değerleri bir kez daha altüst edecek bir yeni Arap istilası dileyen Juan Goytisolo'yu anmamak elde mi?

Ne var ki, günümüzde yeni Arap fethi ekonomik istila biçimiyle gerçekleşmiş bile:
Petrodolarla büyüyen moda kıyı kasabası Marbella'da beton yığınları denize set çekmiş durumda.

Uluslararası turizm cenneti”nden arkama bakmadan kaçınca da yöre halkının bindiği şehirlerarası otobüslerde pek tanıdık, yapışkan bir video yaygarası ile karşılaşıyorum: Bira reklamı, disko müziği, Rambo filmi. Gençlerdeki hafif tertip esrara, punklığa, cinsel özgürlük gösterilerine özenme gibi, bunlar da geleneksel topluma diş dünyadan yandan yöreden sokularak tedirgin çelişkiler yaratan yozluk örnekleri. Yeni-kuşak İspanyolların Avrupa standartlarını yakalamakta çabuk davranacakları kesin ama, bu alt-kültür ürünlerinin etkisiyle özgün kültür ve yaşantılarından doğmuş bulunan bir derinlik boyutunu giderek yitireceğe de benziyorlar.

BENZER YANLARIMIZ VAR AMA...

Akdeniz'i iki ucundan kilitleyen iki yarımadanın benzer yanları çok.

Jandarma kışlalarında bir bayrak, üzerinde: “Her şey vatan için”.

Düzün ortasında, geçmiş trafik kazalarının bahtsız kalıntılarının yanında, Firestone servisinin gölgesine çekilmiş kamyonun üzerinde bir kocaman yazı:

“Tanrı sevgidir.”

Ipıssız yaylada giderken radyoda gitar türküleri: Kimi damla damla gözyaşı döküyor, kimi coşup ortalığı birbirine katıyor, hep aşk:

Çoğu kadınım!” diye inliyor, kimi Tanrım!”, biri düpedüz “İnşallah-Tanrı isterse” diyor.
(Kasetinin kapağında kendini “El turco” olarak tanıtan şarkıcı da var.)

Sevilla Alcazar'ın Arap işi duvarlarında yeni yapım tipik Anadolu kilimleri, rehber önemsemiyor:

Bunları şu yakınlarda bir yerlerde dokuyorlar, bir TV çekimi sırasında astılar, sonra yakışıyor diye bıraktılar.”

Alıştığımız geometrik islam süslemeleri müzelerden evlere, gündelik yaşantıya geçmiş, çoğu bizimkilere pek benzeyen el sanatı ürünleri, takılar, tabaklar biryana, bugün hâlâ fabrikasyon seramiklerde bile sürüp gidiyor.

Ve aydınlar gibi, Granada'nın el sanatçıları da biliyorlar aramızda benzerlikler olduğunu. Günther Walraff'ın En Alttakiler'inin geçtiğimiz aylarda İspanya'da satış listelerinde başköşeyi tutması da kuşkusuz bizim tür sorunlara karşı bir duyarlığın sonucu. Birbirini acımasızca hırpalama eğiliminin kimi zaman ulusal dayanışma gereksiniminden baskın çıkması da yabancı olduğumuz bir tutum değil.

Halkın doğasından gelen içtenlik, cömertlik, soyluluk gibi, zaman kavramı karşısında geniş yüreklilikleri gibi, kültür tanımına girebilen başka birçok davranışlarıyla da İspanyollar bize yakınlar. Ama insanın yüreğine ilk elde sıcaklık veren bu benzerlikleri abartmak da yanlış olur sanırım: Haritada bir çizgi çekildiğinde ayrı yanlarda kalıyoruz, onlar Avrupalı, biz Asyalıyız ve o çizgi salt coğrafi bir ayrım çizgisi değil.

VAROLMAYAN ŞÖVALYENİN ÜLKESİ

Madrid'den, Madrid'in çocukluk göklerini anımsatan ünlü mavi göğünden, çeşmelerin billur şarkısıyla çınlayan meydanlarının gönül dolduran neşesinden, görkemli yapıtlarıyla insanı büyüleyen, birbiri ardından açılan parklarıyla café'leriyle dinlendiren, bakışların, söyleşilerin, kucaklaşmaların sıcaklığıyla saran sokaklarından akan yaşam sevgisinden güçlükle kopup güneye yöneliyorum.

Castilla-La Mancha'nın kupkuru, boz, tekdüze yaylası açılıyor önümde, yumuşak çizgilerle bir ezgi gibi uzayıp gidiyor ufukta. Yollar, kıvrıla büküle ilerleyen yollar da öyle, bir yerlere ulaşması gerekmeyen, beklenmeyen, yapayalnız yollar. Zaman zaman, neden sonra, tâ uzaklarda bir şato kalıntısı, bir kilise-bir öbek evceğizden bir köy, cılız kavakların dibinde oyalanan bir durgun su.

Bu görmüş geçirmiş, soylu, yorgun, ihtiyar toprakta kendinden kaçmak isteyen insanı içsel yaşamın derinliklerine sürükleyen, dipsiz kuyu gibi benliğine çeken bir şey var, Anadolu'muzdaki gibi: Yüzyıllar boyunca bağrından sinirsiz düşlere kapılmış cengaverler ve mistik ermişler fışkırdığına şaşmamak gerek.

Onulmaz hayalcilerin sahi, Yükseliş dönemindeki soylu İspanyol ruhunun simgesi Don Kişot'un yurdu burası.

La Mancha'nın şimdi adını anmak istemediğim bir yerinde…” diye başlar Cervantes. Ve dünyanın belki en çok sevilen, benimsenen romanında, kendini şövalye sanıp yeryüzündeki kötülüklerle yiğitçe cenge çıkan soylunun öyküsünü anlatır: Don Kişot kılıcını dünya güzeli bir prenses olarak gördüğü köylü kızı Dulcinea'ya adar ve bu yollara düşer, az gider, uz gider, yeldeğirmenleriyle savaşa tutuşmak gibi, insan güldürürken ağlatan binbir serüven sonunda "yakınları'' gerçeği zorla kafasına sokarlar. Sokarlar ama, o da kahrından ölür, gider: Öyle ya, kötülüklerle savaşan yiğit şövalyelere yer bulunmayan bir dünyada neden yaşasın ki?

Diyorlar ki Don Kişot'un nöbet tuttuğu avlu bu avlu, törenle kılıcını kuşandığı han şu beyaz badanalı, mavi pancurlu yapıymış işte, her şey o günlerdeki gibi duruyor. Don Kişot'un anisi İspanya'nın birçok yerinde olduğu gibi, burada da varlığını sürdürüyor. Ama... Don Kişot diye biri yok ki! Varolmayan şövalyenin ülkesi burası.


Quijotismo” yani insanın kerametini yalnızca kendi bildiği yüce dâvalar uğruna çılgınca uğraşlara atılma eğilimi, güçlü yani usçuluk değil tutku olan İspanyol karakterinin önemli bir bileşeni; İspanyollar bu tutumdan bilinçli olarak kaçınsalar bile, küçümsemiyorlar.

Madrid'in “İspanya Meydanı”na Don Kişot'un heykelinin egemen olması da bunu doğruluyor:

Modern gökdelenlerin ortasında, yine düşlerindeki devleri görmeyi başarabiliyor mu acaba?


Bunu bilemediğimiz gibi, düşlerinin dünyasına resmen ilk adımı attığı hanin bugün turist kafilelerine hizmet verdiğini görse ne derdi, onu da bilemiyoruz. Tıpkı her fethettikleri yere kondurduklar kalelerin beş yıldızlı otellere dönüştüğünü görseler Vizigot savaşçılarının neler duyacaklarını bilemediğimiz gibi.

Arena'da can veren ve Federico Garcia Lorca'nın “Ağıt”ıyla ölümsüzleştirdiği ünlü torero Ignacio Sánchez Majias'ın Sevilla yakınlarındaki boğa harasını da torunu turizme açmış. Ne buzağılarla boğa güreşçiliği oynayan ABD'liler, ne flamenco-gitar eşliğinde samba yapan Latin Amerikalılar bundan 60 yıl önce modern İspanyol şiirinin yazgısının burada çizildiğini aralarında Lorca'dan başka G. Diego, V.Aleixandre, L. Cernuda, Rafael Alberti'nin de bulunduğu ünlü “27 Kuşağı şairleri”nin burada toplandığını bilmiyorlar, çiftliğin İspanyol sahipleri de anlatmıyorlar. Neden anlatsınlar ki?

BUGÜN İSPANYA

Bugün İspanya tüm çelişkilerine karşın “geçmişe mazi diyebilen”, geleceğe yönelik, demokratik bir ülke.

Demokrasi her şeyden çok bir kültür aşaması olduğuna göre, o aşamaya kırk yıllık diktanın kapağını usulca kaldırarak, bir zamanlar bir milyon ölüye malolmuş kardeş kavgasını unutmadan ve hortlatmadan, kazasız belâsız, İngiliz usulü bir parlamenter monarşiye adım atarak varmasyla dünyayı şaşırtmış. Düzenli bir “Geçiş dönemi”nin ardından 5 yıldır “tüm İspanyolların hükümeti” olduğunu her fırsatta yinelemek sorumluluğunu duyan istikrarlı bir Sosyalist yönetimi var.

Bugün İspanya'da gerçi aydınlar onlarca yıl düşledikleri demokrasinin “dikensiz gül bahçesi” olmadığının biraz buruklukla farkına varıyorlar, gerçi sokaktaki adam kendine yakınacak hakli nedenler buluyor, sendikalar ve öğrenci kesimi tedirginlik belirtileri veriyor, birçok şeyler henüz yerine tam oturmuş değil, belki dorukta ve tabanda önemi pek kestirilemeyen çatlaklar da sezinleniyor ama, bunlar her saygıdeğer demokratik rejimin zorunlu bileşenleri.

Sonuçta, tarihsel-kültürel sorumluluklarını üstlenerek Avrupa Topluluğu sahnesinde devlerin oyununa oturan İspanya,
yeryüzünün süper güçlerinin ortasında bunalmış, yorgun Avrupa'nın -biraz dünyadan habersiz bile olsa- yine de umutlu, dinamik, olumlu köşesi.
______________________________________________________
(1) İspanyolca: Mezquita (Mescit)
(2) Politica Cultural 1982-86, Kültür Bakanlığı yay., 1986, s.21
(3) J.GoYTISOLO, El furgón de cola, Seix Barra Barselona 1976, s.263.


Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 180 - 15 Kasım 1987
_________________________________________________________________________________________



Demokrasi döneminde kültür politikası

Bir “Kültür Devrimi” yaratma ülküsü gerçekleşme yolunda

İspanya 1939'dan 1975 sonlarına değin dikta ile yönetildi ve ulusal kültür geleneklerine gömülerek dünyaya kapılarını kapadı, özgün varlığını yapayalnız sürdürdü. Aydınları, kimi içerde kimi dışarda, kimi sabırla kimi öfkeyle, düzene karşı koydular, seçenek oluşturmaya çaliştilar, sonunda başardılar. 1977'lerde başlayan Geçiş dönemiyle ülke kırk yıllık fanusu kirdi, biraz ürkek, kuşkulu, yine de kararla ilerledi. 1982 seçimlerinde halk çoğunluğunun oyunu alan Felipe Gonzalez sosyalist hükümetini kurdu, yeni bir aşamaya girildi.

Demokrasinin tartışmasız yerleştiği İspanya bugün bazı müzmin sorunlar olmakla birlikte, gösterişli aşırılıklardan uzak kalmaya gayret eden, rahat ve hoşgörülü bir ülke havasında; başta gelen kaygısı geçen yıl katıldığı Avrupa Topluluğu ile gerçek bir bütünlük sağlayabilmek, kültür yaşamında Avrupa standartlarına varabilmek.

Aslında İspanya gibi üç kültürü barındırmış, 2500 yılı aşkın bir uygarlık birikimine sahip, Avrupa ile ilişkilerinde hayli güçlük çekmiş olan bir ülkede kültür sorunu son derece karmaşık ve çok yönlü: Bir yanda on yılların ihmali ve kopukluğu, öte yanda dünyada hak ettiği yeri tutma telaşı, bir yanda ulusal geleneklerin vazgeçilmez zenginliği, öte yanda bunları yeni yorumlarla güne uyarlamanın, geleceğe yansıtabilmenin çetinliği, bir yanda niteliği koruma, hatta yükseltme kaygısı, öte yanda kültür varlık ve etkinliklerini gittikçe daha geniş halk yığınlarının eşitçe yararlanacağı biçimde geliştirme gereği.

Kültür Bakanı Javier Solana Eylül 1986'da Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmada yurttaşların özgürce yararlanabilecekleri, en geniş anlamda bir ortak kültür ortamına dayanan bir devlet, bir Kültür Devletiyaratma ülküsünün gerçekleşme yoluna girdiğini müjdeledikten sonra, bunun ülkedeki etkin siyasal güçleri birleştirecek bir ülkü olmasını diliyordu:

Kültür eskiden yaşantıya az ya da çok renk katmaya yarayan, ama yaşama biçimiyle pek ilişkisi bulunmayan bir etkinlikler bütünü olarak anlaşılırdı, artık bir kavramı aşmalıyız.

Kültür yurttaşlar için bir yaşam biçimi olduğu gibi, toplumlar da belirleyen öğe olmak gerekir. Bir ulus bir kültür biçimi olarak ve kültür yoluyla uluslar topluluğuna katkıda bulunduğu oranda vardır. İspanya benzeri pek az ülkede görülen özgün, karmaşık bir kültür olgusudur ve ancak özgürlükle normal bir düzene kavuşmuştur.

Demek ki iradelerimizi birleştirmesi, ideolojik ayrılıkları aşmamıza yardımcı olması gereken bir şey. bir ortak proje karşısındayız” (1).

Javier Solana, Bakanlığının 1982-86 arasındaki ilk dönem çalışmalarında izlediği politikayı da şöyle açıklıyor:

"Demokrasinin getirdiği özgürlük ortamı yurttaşlarda kültür yaşamına katılma isteğini artırmış, kültüre canlılık getirmişti.

“Bu durumda derhal gözalıcı sonuçlar almamıza olanak verecek bir politikaya yönelme eğilimine kapılabilirdik, ama bu uzun vadeli çalışmaların ihmaline yol açardı. Tersine, yalnızca altyapı çalışmalarına yönelmek de hemen daha yoğun bir kültür yaşamına kavuşma beklentilerini boşa çıkarabilirdi.

"Biz kültür politikası olarak her iki eğilimi birlikte ve dengeli biçimde geliştirmeyi benimsedik.” (2).

Böylelikle birçok alanda birden uygulamaya konulan kısa ve uzun vadeli,
yapıcı ve birleştirici çalışmaların en göze çarpan sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:

  • Dünyanın en önemli müzelerinden olan Prado müzesinin genişletilmesi,


  • öteki müzelerin yenilenmesi;
  • Madrid'deki eski hastahane binasının onarılmasıyla 40.000 m2'lik bir alanda "Kraliçe Sofia Sanat Merkezi''nin kurulması.


  • Tarihsel Sanat Hazinesinin korunmasına ilişkin yeni yasanın çıkarılması;
  • Kültür Varlığını Koruma ve Onarma Enstitüsü'nün kurulması;
  • dünya sanat yapıtları listesine alınan anıtlarının sayısı bakımından İspanya'nın yeryüzünde üçüncü sıraya yükseltilmesi.

  • 6 yeni konser salonunun yapımına başlanması,
  • 50 dolaylarında tiyatro salonunun onarılarak hizmete açılması.

  • Ulusal Kitaplığın modern çağın gereksinimlerini karşılayacak biçimde yeni baştan düzenlenmesi,
  • öteki kitaplıkların da yenilenmesiyle ülke çapında etkin bir ağın kurulması.

  • İspanya Ulusal Orkestra ve Korosu'nun,
  • Ulusal Gençlik Orkestrası'nın,
  • Klasik Tiyatro Topluluğu'nun,


  • Sahne Sanatlarında Yeni Eğilimler Merkezi'nin,


  • Çağdaş Müzik Merkezi'nin kurulması,

  • Ulusal Bale'nin
  • İspanyol dansı ve
  • Klasik bale bölümleriyle geliştirilmesi,

  • Ulusal Sinematek'in yeniden düzenlenmesi,
  • Sinema Araştırma ve Deneyim Merkezi'nin planlanması.

  • Ülke içinde ve dışında çok sayıda sergi ve festival düzenlenmesi,
  • İspanyol sanatçılarının uluslararası sanat etkinliklerine katılımının özendirilmesi ve desteklenmesi
    (yalnız sinema dalında ve yalnız 1985 yılında İspanya 74 uluslararası festivale katılmış,1983-85 döneminde 55 uluslararası ödül kazanmış durumda),
  • 1985'de Avrupa'nın en önemli kültür etkinliklerinden olan Europalia festivalinde İspanya'nın yıldız olması.


  • Edebiyattan sinemaya değin çeşitli alanlarda sanatçılara ve kültür endüstrisine düzenli ve anlamlı ölçüde devlet desteğinin sağlanması.

Madrid'de edebiyat, sahne sanatları, sinema dünyasının önde gelen bazı uzmanlarıyla görüşecek, İspanya'nın dünden bugüne, diktadan demokrasiye geçişini Milliyet Sanat aracılığıyla Türk okurlarına açıklamalarını ve bir durum değerlendirmesi yapmalarını diledik. Ricamızı kırmayarak, önümüzdeki sayfalarda özetleyerek aktardığımız görüşlerini içtenlik ve açık sözlülükle belirten bu dostlara, başta yazar José Maria Merino olmak üzere teşekkürü borç bilirim.
______________________________________
(1) J.SOLANA, Perspectivas de politica cultural" Kültür Bak.yay., Madrid 1986, s.11.
(2) Politica cultural 1982-86, Kültür Bak. yay., Madrid 1986, s.5


Gül Işık | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 180 - 15 Kasım 1987
_________________________________________________________________________________________



İspanya'da 1982 yılında edebiyat yapıtlarına ve çevirilerine devlet desteği sağlandı. 1985'te getirilen yeni bir düzenleme ile Kültür Bakanlığı bünyesinde yöneticisi bulunduğum İspanyol Edebiyatı Merkezi kuruldu. Ancak bir buçuk yıllık geçmişimiz var ama önemli bir anlamımızın ve görevimizin olduğuna inanıyorum. Her şeyden önce bu ülkede şimdiye değin  yeterli düzeye ulaşmamış bir olguyu geliştirmek istiyoruz: Toplumun yazara karşı, bir kişi olarak, bir insan olarak hem yaşadığı çağa tanıklık eden, hem dil yoluyla güzellik yaratan bir sanatçı olarak ilgisini.

Yazarlarımıza sahip çıkmak, yazarlar arasında her türlü ilişkiyi geliştirme gereğine inanıyor,
ayrıca edebiyatımızı ülke içinde ve dışında tanıtmaya yönelik çeşitli çalışmalar yapıyoruz.

Örneğin, her yıl belli bir konunun irdelendiği ve tartışıldığı toplantılar düzenleyerek yazarlarla eleştirmenleri bir araya getiriyoruz: İlk olarak şiir alanındaki durumu inceledik, ardından sıra roman türüne, bu yıl kısa öyküye geldi. Sunulan bildirileri ve yapılan çalışmaları daha sonra yayımlıyoruz: Şiir konulu toplantının sonuçlar yayımlandı, ötekiler şu anda baskıda.

Yaratıcılığa ve aktarıcılığı özendirmek için çeşitli ödüller veriyoruz: Her yıl, İspanya’nın değişik dillerinde (çoğunluğun dili olan ve dünyada yaklaşık 300 milyon kişinin konuştuğu Kastilya dili, Katalan, Bask ve Galicia dilleri) gerçekleştirilmiş şiir, anlatı, deneme yapıtlarını ve çevirileri ödüllendiriyoruz. Ayrıca, ispanyolcanın dünyadaki ağırlığını artırma açısından önem taşıyan yapıtları değerlendiriyoruz: Kastilya dilinde en nitelikli yapıtları vermiş bulunan yazara, bir uluslararası jüri kararıyla Cervantes ödülünü veriyoruz. İspanyol Edebiyatı Ödülü ise yukardaki dillerden herhangi birinde en değerli yapıtları vermiş bulunan yazarın oluyor.

Bu arada, yazarlarla çevirmenler ve yayınevleri arasındaki ilişkileri düzenlemeye, yazarlarımızın ortaöğretimden üniversiteye değin edebiyat öğretimi yapılan çeşitli düzeylerdeki eğitim kuruluşlarında varlık göstermeleri için çalışıyoruz.

Uğraşlarımızdan biri de edebiyat alanında yaratıcılığı özendirmek. Örneğin geçtiğimiz 1 Ekim'de bu yıl kimlerin bakanlıkça destekleneceği kararlaştırıldı: Bunlar henüz piyasada yeterince tutunmamış, ama ilerisi için umut veren, edebiyat alanında söyleyecek sözü olduğunu kanıtlamış genç kalemler arasından seçiliyor.

Yazarları toplumsal-kültürel ortamları, yaşamöyküleri ve eksiksiz kaynakçalarıyla tanıtan kitaplar yayımlamak da uyguladığımız politikanın bir parçası: 12 kitaplık bir "Cervantes Ödülleri'' dizisinin ilk 3 kitabi yayımlandı bile, ötekiler basım sırasını bekliyor. Kitaplıkla eşgüdüm içinde çalışmamız çok önemli. Bu alanda İspanya'da önemli kişilerin üstesinden geliniyor, örneğin şu sıralar Ulusal Kitaplığın yeni baştan düzenlenmesi kanımca çok olumlu: Geçen yüzyıldan kalma tarihsel kitaplık binası günün gereksinimlerine karşılık verecek biçimde yeni baştan düzenlenmede, bilgisayarlarla donatılarak sayıları 50'yi bulan öteki devlet kitaplıklarıyla bağlantısı kurulmada.



İSPANYOL EDEBİYATININ DIŞ ÜLKELERDE TANITIMI

Yurt dışındaki etkinliklerimize gelince, ilk amacımız Franco yönetiminde yitirilen yılların açığını kapatmak, yalnızlığımızdan çıkmak. Gerçekten de, başta siyasal olmak üzere, çeşitli nedenlerden ötürü ispanyol edebiyatı dünyada hak ettiğinden çok daha az tanınıyor. Desteğimiz sayesinde bugünlerde Clarin'in La Regenta'sı Fransızcaya çevrildi ve çok beğeni kazandı, Le Monde gazetesi böyle bir hazinenin nasıl olup da günümüze değin Fransa'da tanınmadığına şaşıyor. Ne kadar tanındığımızın kanıtı bu. Şimdi edebiyat kültürümüzü yurt dışında yaymak için çalışıyoruz. Gelecek ilkbahardan başlayarak, büyük başkentlerde İspanyol kitaplarını tanıtıcı sergiler açacağız: ilk olarak 13 Nisan'da Paris'te Pompidou Merkezi'nde ülkemizin son 10 yıl içindeki edebiyat ve düşünce ürünlerini 1500 dolayında yapıtla sergileyeceğiz. Sonbaharda bir başka Avrupa başkentine gideceğiz. Sergi sırasında yazarlar, yayıncılar, ispanyolca uzmanlarıyla görüşmeler, toplantılar, açık oturumlar düzenleyerek ortalığı hareketlendireceğiz, İspanyol edebiyatını her yönüyle gündeme getireceğiz.

Aslında klasik dönemimiz birçok ülkede, özellikle Fransa'da iyi biliniyor, yerleşmiş İspanyol edebiyatı incelemesi gelenekleri var. Ama bugünümüz, hatta diyebilirim ki, son iki yüz yılımız pek az biliniyor: Yalnızca kendileri fazlasıyla parlayarak başkalarını gölgede bırakan birkaç büyük yazarımız, örneğin Avrupa'da ünüyle XX. yüzyıl ispanyol edebiyatının tüm görünümünü karartan Federico Garcia Lorca tanınıyor. Sonuçta edebiyatımız gerçek boyutlarına oturtulamıyor.

Bize düşen gerçeği olduğu gibi, tüm çeşitliliğiyle sergilemek. Bugün gerçeğimiz tek değil, çoğul: Öyleyse edebiyatın da çoğul olması gerekiyor. Beni ilgilendiren İspanyol edebiyatının özellikle şu andaki gerçeğinin tanınması, bu amaca yönelik ilginç çalışmalarımız var.

Önemli olan toplum olarak, yazarlar olarak, özgürlüğün anlamını kavramış olmamız. Çünkü Franco'lu yıllarda edebiyat ya diktaya karşı bir silah olarak kullanılan gerçekçilikten kaynaklanıyordu ya da salt deneyimdi. Sanki sansür dili zaten yeterince kısıtlamıyormuş gibi. Ama şimdi özgürlüğe kavuştuk ya, biçem kaygısı da yeniden canlandı sanıyorum:

Genç yazarlar güzel yazmaya çalışıyorlar
ve şu anda tutkularında, yönelişlerinde eleştirmenlerin kafasını karıştıran bir çoğulluk var, ama ben bunu olumlu buluyorum.

Yazarlara devlet desteğinin ideolojik açıdan yöneltici olup olmadığı sorusuna gelince: Hayır, kesinlikle hayır. Destekleme ve ödüllendirme işleri değişik görüşlü, kimi zaman birbirlerine düşman dergilerden gelen kimselerden kurulu jürilerin seçimiyle gerçekleştiriliyor, sonuçlar da açık seçik ortada. Gözönüne alınan tek şey, bunların nitelikli kimseler olması, tek dileğimiz layık olanı değerlendirmek. Tek telden çalan bir kültür yaratmaya hiç mi hiç niyetimiz yok.


Jose Maria Merino | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 180 - 15 Kasım 1987
_________________________________________________________________________________________



İspanya, 1975'e değin dikta rejiminde yaşadı ve bir dikta rejiminde, o rejimin sonunun gelmesini beklerken olduğu gibi, hayli saf dilce bir inanışla, korkudan bir yerlere sinmiş bekleyen yığınla pek önemli edebiyat ve sanat yapıtının demokrasiyle birlikte coşkuyla ortaya döküleceğini umdu.

Oysa öyle olmadı elbette, yani benim görüşüm, diktanın sona ermesiyle olağanüstü bir yaratıcılık patlamasının gerçekleşmediği yolunda. Gerçekleşmesi de gerekmiyordu: Bir diktanın sonunun ille de bir yaratıcılık çağının başı olması gerektiğine inanmıyorum. İspanya'da, zamanın akışı içinde, o akışın olanak verdiği ölçüde, bir doğal evrim gerçekleşti. Yaratıcı kişilikler de yavaş yavaş, sıraları geldikçe sahnede belirdiler.

Zaten dikta rejimi de pek doğal bir yoldan sona erdi, bu da İspanyol edebiyatının, genelde İspanyol kültürünün kendine özgü gelişimini açıklıyor. Özetle, diktanın bitiminden önce de nitelikli ve niteliksiz sanat yapıtları da vardı, sonra da oldu.

Değişiklik -ki bu temel önem taşıyan bir değişikliktir- kültürün yaratıldığı ve algılandığı ortamda oldu.
Sanatçılar özgürce yarattılar, okuyan, sergilere giden, konser dinleyen halk bunu özgürce yapabildi.

Yaşadığımız yıllarda bazı kuşaklar gelişti, olgunlaştı, yanısıra yeni kuşaklar yetişti, yetişmekte. Bu da yine hayli özgür bir biçimde. Bu yüzden şu anda pek belirgin eğilimlerden söz edemeyiz, diyebilirim ki edebiyatta genel görünümü özgün bireysel çabalar çiziyor, her yazar kendi edebiyat kavramını kendince bir çerçeveye oturtuyor. Burada sanırım bizi en çok ilgilendiren roman türünde çok önemli bazı yapıtlarla değişik kuşaklar bir arada görüyoruz:

  • Gonzalo Torrente Ballester gibi yaşı 80'e dayanmış yazarlar,


  • Juan Goytisolo, Juan Benet, Luis Goytisolo gibi 50'likler kuşağı diyebileceğimiz yazarlar ve


  • José Maria Merino, Juan José Millás, Edoardo Mendoza gibi nispeten gençler.



Ağır basan bir eğilim göze çarpmıyor, değişik kuşaklar bir arada varlıklarını sürdürüyor.

SÜRGÜN EDEBİYATI SAYFASI KAPANDI

Bir başka önemli durum İspanyol edebiyatının ''sürgün edebiyatı'' olarak adlandırdığımız bir sayfasının kapanmış olması. Sürgünde serpilen edebiyatla İspanya'da gelişen edebiyatın birbirinden ayrılamayacağını gözönüne almamız gerekiyor. Bunu Francisco Ayala gibi sürgündeki bazı yazarlar da vurguladılar, ben de katılıyorum. Demek istiyorum ki, şöyle bir alışkanlık vardı: Edebiyat dersi kitapları, iç savaş sona erdiğinde iki ayrı bölüm açarlardı, İspanya'daki edebiyat, İspanya dışındaki edebiyat. Edebiyatı edebiyat yapan şeyin dil olduğunu, onun da yurt içinde yurt dışında diye ayrılmadığını gözardı ederlerdi. Oysa ayrılık yalnız konulardaydı.

Evet, İspanya'da gelişen edebiyatı değerlendirmede biraz güçlük çektik doğrusu, pek iyi kavrayamadığımız bir olgu karşısındaydık. Hatta sürgüne gitmeyene iyi yazar denmez diye düşündüğümüz bile oldu, ispanya'da kalanların tutumu tartışıldı. Ama tüm bunlar zamanla önemini yitirdi, evinden ayrılmayanın sürgüne giden kadar iyi yazar olamayacağı düşüncesi de öyle.

Evet, dış ülkelerde böyle değerlendirmeler benimsendi, ama  yazarlar için içerde kalp diktaya İspanya'da direnmek daha inandırıcı bir tutum oldu: Bunlardan bazıları çok etkin oldular, bazıları da olamadılarsa bunun nedeni sağlık durumlarıydı. Örnek olarak son Nobel ödülümüz Vicente Aleixandre'yi gösterebilirim. Cumhuriyetçi, yasallık yanlısı bir yazardı ama sürgüne gitmedi. İspanya'da kaldi, evini edebiyatımızın en önemli adlarının buluştuğu bir merkeze dönüştürerek sonuçta edebiyatımıza öyle değerli bir hizmette bulundu ki, sürgüne gitse asla yapamazdı. Kısacası sürgün sorunu o denli basit değildir, kimileri hiç güçlük çekmediler, kimileri ise geçinebilmek için başka işler yapıp yazarlık yaşamlarının sona erdiğini gördüler.

Bu arada, İspanyol ana-babadan doğup da sürgünde ülkesinin edebiyatından kopmuş bir garip yazarlar kuşağı da var:

  • Artık Fransız yazarı sayabileceğimiz Jorge Semprun,
  • Meksika edebiyatına mal olan şair Tomás Segovia bunlardan.

İspanya dışındaki edebiyat efsaneleşmiş iki-üç adla tanınıyor.

  • F.G. Lorca,
  • sonra Rafael Alberti,
  • şimdi de Jean Goytisolo.

Oysa edebiyatımızda çok daha fazlası var. Nobel ödüllü Vicente Aleixandre'yi ülkesinin dışında tanıyan yok. Bu bakımdan yöneticilerimize çok iş düşüyor. Aslında bu yolda önemli adımlar atıldı bile, edebiyatımızın diş ülkelerde tanıtılması amacıyla yapılan çalışmalar, sosyalist yönetimin basarili olduğu alanlardan biri.

YAYINCILIK DÜNYASINDA DURUM

Yayıncılık dünyasına gelince burada da göze çarpan yenilikler var: Örneğin okur kitlesinde. Edebiyat yapıtlarının yayını ve satışı ülkemizde henüz sınırlı diyebilirim. Örnek vermek gerekirse, kitabı 10.000 satan bir yerli yazar yakınmamalı, iyi gitmiş sayılabilir. Basımlarımızı pek geniş tutmayız: 5-10.000 dolaylarında. Ama duruma göre değişir: En çok satış yapan kitaplara verilen Planeta Ödülü söz konusu olduğunda ilk basım 100.000'in altında değildir. Ancak kitabin çok-satar olması niteliği açısından bir anlam taşımaz, o ayrı şeydir, bu ayrı şey. Ama sevindirici bir olay, İspanya'da günümüzde nitelikli kitapların satışlarının da iyi gittiğini gözlemliyoruz. Geçtiğimiz yıl hem Eleştirmenler Ödülü'nü, hem Ulusal Edebiyat Ödülü'nü alan bir yapıt, Luis Mateo Diez'in La fuente de la edad'ı satışta da başarılı oldu. Sonuçta eleştirmenler, yönetim ve okurlar bir noktada görüş birliğine vardılar, bu oldukça önemli.

Okurun zevkinde iyiye doğru bir değişme var: İspanyol okurunun zevki giderek Fransız, İngiliz, İtalyan okurununkilerle uzlaşıyor. Kitapları iyi satış yapan yabancı yazarlar, öteki ülkelerdekilerin aynı:

  • Marguerite Duras,
  • Milan Kundera,
  • Yourcenar,
  • Eco.

Bunda İspanyol eleştirmenlerinin payı olduğu gibi, okurların da giderek birbirlerine daha yerinde öğütler verdiğini söyleyebiliriz. Bir kumar oynayıp o yazarlara yatırım yapan küçük ve orta çaplı yayıncıların cesareti de övgü değer, bereket talihleri yaver gitti.

Bu arada genç okur kitlesi ile daha ileri yaştakiler arasında bir ayrılık gözleniyor, bizde gençler için yazılmış özel yapıtlar yok, 12-18 yaş kuşağı için piyasada pek çok kitap var ama bunlar yabancı yazarların nitelikli kitapları. Genç okur kitlesi, bazı yazarları ötekilere yeğliyor, örneğin çok idealist ve ütopyacı bir yaşam anlayışını dile getiren Hermann Hesse çok tutuluyor. Milan Kundera da bizde daha çok gençlerin hoşuna giden bir yazar.

Acaba kati bir gerçekçilik çağında bu Hesse merakı, İspanyol gençlerinin yüreğinde hâlâ bir idealist yan kaldığının belirtisi olarak yorumlanabilir mi? Aslında gerçek yaşamın verdiği düş kırıklıklarını onun tam tersini savunan bir edebiyata sığınarak dengelemek bana yerinde bir tutum gibi geliyor: Yaşam yalnız İspanya'da değil, dünyanın her yanında gençlerin önüne binbir güçlük yığmada, giderek artan işsizlik, her şeyin her gün biraz daha çetinleşmesi... Bunca güçlüğe sırt çevirip edebiyata sığınanlar hakli değiller mi? Öte yandan, dört bir yani istila eden, soluk aldırmayan kitle iletişim araçlarının karşısında edebiyat kitabı insana hâlâ kendi kendisiyle başbaşa kalma, başını dinleme olanağını veren tek şey. Garcia Lorca'yı da bilgisayarda okuyamazsınız ya!


Luis Sunen | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 180 - 15 Kasım 1987
_________________________________________________________________________________________



Diktadan sonra bir Geçiş Dönemi ve işte şimdi tam demokrasiye varmış bulunuyoruz. Bana kalırsa sahnede yapıtlar açısından büyük değişiklikler var diyemem. Önemli olan sansürün kalkması: Eskiden kaskatı bir sansür vardı, sahneler Enformasyon ve Turizm Bakanlığı ile Katolik Kilisesinin denetimindeydi. Demokrasiye geçiş döneminde bu durum değişti. Bugün artık sansür tarihe karıştı ama yine de bir şeyler kaldı. Bizim burada Kilise hâlâ çok güçlü, öyle de kalacağa benzer: oldu olası güçlüydü, şimdi 10 yıllık bir süre geçti diye bundan vazgeçeceğine inanmıyorum. Örneğin "Joglars'' adında, ülke içinde ve dışında büyük basari kazanmış bir Katalan topluluğu var, başı dertten kurtulmuyor: Dinsel konulara değinen bir oyun sahneledi mi hemen bir saldırıya uğruyor, soluğu mahkemede alıyor, oyun afişlerden kaldırılıyor. Seyircilerden biri ahlaka aykırı sayarak ya da dinsel duyguları rencide ettiğini ileri sürerek şikâyette bulunabiliyor. Elbette ki bunun o eski sansürle bir ilişkisi yok, şimdi her şeyin sahnelenmesine izin var. Eskiden ilkin bir sanatçı kendini sansürlerdi, sonra sıra yetkililere gelirdi. Böyle şeyler kalmadı, ama yine de bir şeyler var.

Ayrıca sansür kalktı diye yazarlarımızda çarpıcı bir değişiklik, sayılarında bir artış da olmadı: Dikta zamanında söyleyecek sözü olup da söyleyemeyenler şimdi özgürlük döneminde de susuyorlar, bir nitelik bunalımı var. Bugün piyasada olan iyi yazarlar, Buero Vallejo, Antonio Gala eskiden de vardılar.

Ama sahne olayında büyük gelişmeler görüldü. Yeni tiyatro eğilimleri göze çarpıyor: Kültür Bakanlığının Yeni Tiyatro Eğilimleri olarak adlandırılan Sahne Sanatları Enstitüsü'ne bağlı bir tiyatro var, sahneye dansta olsun, her türlü dramatik anlatımda olsun, yepyeni şeyler getirme peşinde. Üstelik devletten destek görüyor, oyununu sahnelemek isteyen yönetmenlere çeşitli yardımlar yapılıyor: Bazen oyunun tüm masrafları karşılanıyor, bazen altyapı gereksinimleri, salon, makineler, ışıklandırma, vb.

ÖNCÜ TİYATRONUN ETKİSİ

Yeni eğilimler öncü tiyatronun etkisinde gelişiyor. Avrupa'nın öncü akımlarını eskiden yalnız Üniversite tiyatrolarında ya da oda tiyatrolarında görürdük, onlar da sansürün hışmına en çok uğrayan yerlerdi, halk ise daha çok ticari amaçlı tiyatroları tutardı. Şimdi yeni yönetmenler yeni çeşit oyunlar sahneliyorlar, kimi zaman tam öncü Avrupa tiyatrosu doğrultusunda, kimi zaman daha özgün bir İspanyol anlayışıyla. Bu, nitelikli bir tiyatronun doğmasına yol açan önemli bir gelişme.

İspanya'da yapılan uluslararası tiyatro ve dans festivallerinin bu açıdan önemi büyük oldu. Daha geçiş döneminden başlayarak, ama özellikle şu son beş yılda yalnız Madrid'de değil, ülkenin dört bir yanında yazın ve sonbaharda büyük yerli ve yabancı toplulukların katıldığı festivaller düzenleniyor (üç yıldır yapılan "Sonbahar Festivali'' neredeyse iki ay sürüyor): Gerek seyirci, gerekse sahne sanatçıları bilmedikleri bir dünya ile karşılaşıyorlar, diyebilirim ki tiyatroya karşı yeni bir duyarlık uyandı bile.

Ne var ki açıkhava festivallerinde, eski anıtlarda, antik tiyatrolarda büyük masraflarla sahnelenen yerli oyunlar daha sonra mevsim içinde sürdürülemiyor, 7 gün Mérida'da, 5 gün Vitoria'da, sonra büyük bir başka yer derken bitiyor, çünkü kapalı tiyatro salonlarımız elverişli değil.

Oysa biz ispanyollar tiyatroya pek meraklıyızdır, öteden beri ticari tiyatroya büyük ilgi gösteren, güldürüleri seven, 40 yaş ve daha üzerinde geniş bir orta sınıf seyirci kitlemiz olmuştur. Dikta zamanında bile Madrid'de açık bulunan tiyatroların sayısı bugünkünden fazlaydı (25'i bulduğu olmuştur); nüfusa oranla düşünürsek, Paris ya da Londra'dakilerden fazla. Sonra çeşitli nedenlerle bir düşüş oldu, 70'lerde ekonomik bunalım başgösterdi, sendikal hareketler gelişti, maliyetler arttı, özel tiyatrolar dayanamadılar. Ayrıca yeni eğilimler de belli bir seyirci kitlesini tiyatrodan soğuttu, çünkü alışkanlıklarına ters düşüyordu. Bu nedenle, yeni tiyatro ile birlikte seyircisini de yeni baştan yaratma zorunluğu ortaya çıktı.

TİYATROYA DEVLET DESTEĞİ

Bugün hâlâ seyirciyi şaşırtan durumlar oluyor: Devlet desteği sayesinde ulusal tiyatrolar, dram merkezleri ulusal topluluklar büyük harcamalar gerektiren görkemli montajlan bedavaya getiriyorlar, halk da buna alışıyor. Özel tiyatrolar böyle bir destek sağlamadıkça onlarla rekabet edecek, ayni çapta bir gösteri sahneleyecek olanağı bulamıyor, güç durumda kalıyorlar, seyirci de fiyat farkının nedenini kavrayamıyor. Kimi zaman belediyeler devreye giriyorlar, salon falan vererek yardım ediyorlar. Sonuçta tüm topluluklar ayakta kalabilmek için yardim peşinde koşmak zorunda kalıyor, oyununu beğendirme derdine düşüyor. Ama destek verilirken seçimin yalnızca oyunun niteliğine bakılarak yapıldığını belirtmeliyim. Parasal destek verme avantaj devlet açısından bir denetim biçimine dönüşmüyor, bugüne değin dönüşmedi, bundan sonra da dönüşeceğini sanmıyorum, bu kültür düzeyine ulaştığımızı sanıyorum. Böyle denetimler dikta zamanında vardı, kültür sakıncalı görülüyordu, hiç uğraşılmazsa daha iyiydi, tiyatro baş belasıydı, çünkü topluluk içinde bir kürsüydü, ne kadar az konuşuluyor, halk da ne kadar az dinlerse o kadar iyi olurdu elbette. savaştan önce nüfusu 10.000'i bulan her yerleşim yerinde bir tiyatro salonu vardı. Ama geliştirici değil, kısıtlayıcı bir tiyatro politikasının uygulanmasıyla sonuçta tiyatro salonlarının çoğu sinema salonuna dönüşmüştü, kimileri de buğday ambarına, ya da kendi haline bırakıldı.

Şimdi Bakanlık tüm o salonları onararak yeniden kullanıma açma çabasında, amacımız seyirciye yeni tekniklerle birlikte onların uygulanmalarına elverişli altyapıyı da sunabilmek. Elbette ki özel girişimin üstesinden gelebileceği bir iş değil bu. Tüm bunlar önemli harcamalarla gerçekleştiriliyor ama henüz yeterli değil: Madrid dışında önemli bir yapıtı, kalabalık bir baleyi ya da operayı sahneleyecek yeterli ışık düzeni ve makineyle donatılmış ancak 5-6 salonumuz var. Aslında biz tiyatroya İngiltere ya da Fransa'nın yaptığı yatırımın ancak %10-15'ini yapıyoruz. Üstelik tiyatro hükümetin en fazla yatırım yaptığı kültür alanları arasında; bir de güzel sanatlar, müzelerin bütçesi çok geniş tutuluyor.


İSPANYOL DANSI VE KLASİK BALE

Dansta bugün çok parlak bir gelişme var. 70'lerde, 80'lerin başına değin öyle bir dönem yaşadık ki bu sanat dalı yok olmuş gibiydi. Oysa İspanya muazzam koreografik potansiyele sahip bir ülkedir, ispanyol dansı bugün hâlâ dünyadaki en önemli koreografik anlatımlardandır, uluslararası üne ulaşmış nice basarili ustalar ve müzisyenler yetiştirmiştir, özgün, eşi bulunmaz bir stili vardır. Ne yazık ki büyük toplulukları ayakta tutan büyük yıldızlar yaşlanıp sahneden çekildiler, yerlerine öğrenci bırakmadılar. Zaten bunlar kendi masraflarını kendileri karşılayarak ayakta duran topluluklardı, 40-50 kişilik kumpanyalardan geriye kala kala ufak gruplar kaldi, onlar da turistik yerlerde, küçük dans salonlarında falan Flamenco ve İspanyol dansı yapıyorlardı.

1978'de Ulusal Bale kuruldu, bugüne değin İspanyol dansında büyük gelişmeler sağladı: Klasik bölümü daha sonra oradan ayrıldı, Ulusal Lirik Tiyatro'ya bağlandı ve bugünlerde yönetimine Maya Pincheskaya adli bir Sovyet balerini getirildi. XVII, XVIII, XIX. yüzyıllarda İspanyol dansının büyük etkisine karşın, bizim hiçbir zaman büyük klasik bale topluluklarımız olmamıştır, hep yerel öğeler ağır basmıştır. Şimdi modern balede de oldukça basarili topluluklar yetişmede. Ancak İspanya'nın kendi stilini geliştirmesi gerekiyor: Örneğin akademik klasik dansın Rus ya da İngiliz stili bizim anlayışımıza uymuyor. Bir araştırma yapılmalı, stiller arasında bir yaklaşma sağlanmalı, yoksa yabancı stilleri ithal etmekle sorunu çözümleyemeyiz, yapay kalırlar, biz kendimize özgü olanı bulmalıyız. Yabancı yönetimi başlangıç için bir disiplin kurma açısından yararlı olabilir, sanırım Kültür Bakanlığı'nın da niyeti bu, ama gerisini kendi kaynaklarımızla tamamlamalıyız.

İspanya gibi. koreografik açıdan pek zengin, dünyaya ün salmış bir ülkede bir “Koreografi Araştırma Merkezi”, bir “Koreografik Belge Merkezi”, hatta Flamenco ve İspanyol dansını inceleyecek bir merkez bulunmayışı çarpıcı bir çelişki. Bunlar en yakın bir gelecekte ulaşmamız gereken hedefler.


Pedro Pardo | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 180 - 15 Kasım 1987
_________________________________________________________________________________________


Sinema altın çağını sansür döneminde yaşadı


İspanyol sineması en önemli aşamasını dikta rejiminin son yirmi yılında gerçekleştirdi. Diş ülkelerde pek az bilinen o dönemde sinema sanatı, kültür işlevini siyasal işleviyle özdeşleştirmişti. Sinema, Franco'nun “zafer”ine karşı direnişçi bir tutumla ortaya çıkıyor, göstermelik bir İspanya görüntüsünün gerisinde, ülkenin gerçek yüzünü gözler önüne seriyordu.

Böylece özel bir boyut kazanmış oluyordu. Sinemaya az çok oyalayıcı, eğlendirici bir gösteri seyretmek için gidilmiyordu o zamanlar, filmlerinde, ikici bir “okuma” sonucu çözümlenebilen yari gizli mesajlar veren bazı belli yönetmenlerden, Franco İspanya'sında gerçekte neler olup bittiğini öğrenmeye gidiliyordu.

Sansürün aman vermediği bir dönemdi, zaten sinema sanat yönetim katında etkin kültürün bir parçası olarak görülmezdi, herhangi bir kültür işlevi üstlenmesi beklenmezdi, eğlencelik, oyalanmaca olarak anlaşıldı. Yönetmenlerin hiçbiri siyasal konulara değinmeye kalkışmıyorlardı elbette, görünürde bambaşka şeyler, sıradan olaylar anlatıyorlardı. Örnek mi istiyorsunuz? Carlos Sara'nın “Lacaza”sını (Av) alalım, bir avcı öyküsüydü, o kadar, Juan Antonio Bardem'in “Muerte de un ciclista”si (Bir Bisikletçinin Ölümü) de bir karı-koca ile bir üçüncü kişinin öyküsüydü, içlerinden biri bisikletçiyi öldürüyordu. Dramatik bir olay, başka bir özelliği yoktu görünürde, gelgelelim seyrederken bir başka İspanya, resmi görüntüsünden ayrı bir ikinci ispanya görüntüsü ortaya çıkıyordu. Evet, alıştığımız İspanyol-Katolik sentezinden kopuştu bu, hem siyasal, hem dinsel model olarak uzaklaşma anlamına geliyordu. Okullarda aşlanan sıkı Katolik eğitiminin ürünü olmayan, yeni bir kültürün belirtisiydi bu. Çünkü kültür her şeyden önce gerçeğe belli bir yaklaşım, bir bakış açısı, bir bakış biçimi demektir.



Böyle, görünürde siyasal uğraşın çok uzağında kalan filmlerde ispanyol seyircisi diktaya karşı bir savaşım biçimi buluyordu. Elbette ki bu durum sinemaya olan ilgiyi çok artırıyordu, çünkü sinema "çift okuma" gerektiren bir anlatıma dönüşmüştü: Birincisi, diyelim ki basit bir güldürü, ikincisi ülkede var olan derin kültür sorunlarıyla ilintili, daha karmaşık bir okuma. Dikta dönemlerinde siyasal savaşım ile kültürel savaşımın çakışmasından doğuyordu bu.

Diyebilirim ki “Bağımsız Tiyatro Hareketi” olarak adlandırılan bir tiyatro akımı ve bu açıkladığım türdeki sinema İspanyol kültürü çerçevesinde diktanın dağılmasına en fazla katkıda bulunan sanat biçimi oldu. Bir siyasal rejimin dağılmasına artık kültür ne denli sinirli katkıda bulunabilirse o kadar elbette (Siyasal düzeni ayakta tutan yasalar ayrıdır, değil mi?). Ama uzun vadede bir bilinç yaratılabilir, evet: İnsanların duruma bakış açısı değiştirilebilir, yenilenebilir, yeni düşüncelerin geliştirilmesi, yeni verilerin sunulması olasılığı doğar, bu doğru.

BUNUEL'İN ÖNEMİ

Eğretilemeler yoluyla, dolaylı, kapalı anlatım İspanyol sinema dilinin sürekli özelliğiydi:

Bir şey söylenirken, başka bir şey söylenirdi.
Bu da anlatımı zenginleştiren bir olaydı 60'lı yılların İspanyol sinemasının bazı ürünleri yeni baştan, çok dikkatli incelenmelidir.

Dünyanın pek farkına varmadığı bir sinemadır bu,
ama bugün İspanya'da o filmleri yeniden incelediğimizde sinemamızın gerçek başyapıtlarının orada olduğunu anlıyoruz:

  • Luis Garcia Berlanga,
  • Basilio Martin Patino,
  • Carlos Saura,
  • daha ilerde Victor Erice o yönetmenlerin başında geliyorlar.

EOC yani Resmi Sinema Okulundan yetişen birçok yönetmen daha sonra “Yeni İspanyol Sineması” olarak adlandırılan akım yarattılar,
yedinci sanata bir taze kan getirdiler.

  • Tüm yapıtlarıyla Saura (özellikle demin saydığım “La caza”dan başka “La prima Angélica” (Kuzin Angélica),
  • Peppermint frabbé”; “El Verdugo” (Cellat) ile Berlanga
  • Elextaho viaje” (Garip Yolculuk) ile Fernando Fernan Gómez;
  • Nueve cartas a Berta” (Berta'ya Dokuz Mektup) ile Patino;


  • El espíritu de la Colmena” (Arı Kovanının Ruhu) ile Erice, dikta zamanında sahnelenen kültür aldatmacasının olanca yapaylığını ortaya döken sanatçılardı.

Yine aynı yılların büyük ad Luis Bunuel ise başlı başına bir olaydır.

Bunuel iç savaştan sonra sürgüne gitmiş, bazı önemli filmlerini ülkemizin dışında çevirmiştir, ama her zaman İspanyol sorunlarıyla uğraşan bir İspanyol yönetmeni olarak kalmiştir, İspanyol kültürü dışında düşünülemez. Filmleri Meksika'da da çevrilmiş olsa, Fransa'da da çevrilmiş olsa İspanyol filmleridir ve sinema sanatımızın gelişmesine çok büyük katkısı olmuştur.

Bunuel ispanya'da da çok önemli filmler çevirmiştir.

Kökleri 1952'de “Bien venido Mr. Marshall”,
(Hoşgeldin Mr. Marshall)'ı çeviren Berlanga ve Bardem'den kaynaklanan o direniş hareketini asıl başlatan kişidir.


Viridiana”sı ve bir anlamda “Tristana”sı bu yolda en önemli adımlardır.

İspanya'da aman vermeyen sansürüyle 40 yıllık faşizm aydınlarda, yazarlarda, sinema sanatçılarında, kamuoyu önünde konuşmak zorunda olan kimselerde muazzam bir “çift anlamlı anlatım”, bir “satırların arasını okuma” yeteneği geliştirmişti. Giderek ortaya yeni bir “dil” çıkmıştı, herkesçe anlaşılan özel bir dilbilgisi. Nitekim sözünü ettiğim filmlerin sansür edilmeleri çok güçtü (1). İçlerinde bir tek “muzır” görüntü bile yoktu, kesilmesi gerekecek “sakıncalı” bölümleri yoktu. Sorun çağın anlayışına ters düşen bir anlayışın ürünü olmalarıydı. Sinema dilinde yan anlamlar düz anlamlardan daha çok baskın çıkıyordu. İşte bu nedenle, İspanyol sinemasının altın çağını dikta döneminde yaşadığını söyleyebilirim: O yıllarda sinema kendi dilini, kendi anlatım aracını oluşturdu ki, bu da sanatta en çok istenen şeydir.

Ancak şunu da hemen belirteyim ki,
o dönemin ürünleri İspanya'nın tarihsel-kültürel ortamı ile sıkı sıkıya bağlantılı olduklarından diş ülkelerde anlaşılmalar zordur.

Bunların hepsi gerçekçi filmlerdir. Bunuel'in gerçeküstücülüğü de buraya gelince gerçekçiliğe dönüşmüştür. Daha Meksika döneminde Bunuel geçimini çıkarmak için bazı filmler yapmak zorunda kalmıştı: Fransa'daki deneyimciliğini sürdürme olanağı yoktu, Hollywood'da yapımcılara tutsak olmayı da içine sindirememişti, Meksika'da daha özgür çalışacağını ummuştu, ancak orada da yerel piyasa koşullarına uyma zorunluğu ile karşılaştı. durumda, dilediği gibi çalışamayınca, basmakalıp melodramlar, güldürüler yaparak, tümüyle gerçekçi görünümün içine gerçeküstü öğeler katmaktan başka çare bulamadı. İşte bu biçem dönemin ispanyol sinemasını çok etkiledi. “Çift okuma” olayına Meksika sinema endüstrisinin Bunuel'i köşeye sıkıştırması yol açmıştır diyebilirim. Bu açıdan Bunuel bu yönetmenler kuşağının tartışmasız hocası olmuştur. Tüm o gerçekçi, varolan düzeni yansıtan filmlerde düzenin özümseyemeyeceği, dinamit gibi öğeler bulunuyordu.

“SERBESTLEŞME” SİNEMAYI ÖLDÜRDÜ

Derken dikta düştü, geçiş dönemi başladı, sinema da yok olup gitti, öldü desem yeridir. Nedeni ticariydi. İlk Suarez hükümetinin pek basiretsiz bir kararnamesiyle sinemadan gümrük kaldırıldı, kapılar ardına kadar açıldı, yabancı filmler buyur edildi. Tam bir istilaya uğradık, niteliklilerine sıra kalmadan piyasa porno filmlerle doldu.

Franco zamanında sinema yapımına destek verilerek denetim sağlanıyordu. Sansürle birlikte o düzen de ortadan kaldırıldı, yapımcılar kendi yazgılarına bırakıldı. Yanlış hatırlamıyorsam 1975'te ispanya'da ortalama 100 uzun metrajlı film çevriliyordu, üç-dört yılda bu sayi 30'a indi. Özetle, geçiş döneminde üretim düştü, serbestleşme olayı sözcüğün en kötü anlamıyla gerçekleşerek yozlaşmaya yol açtı: Yerli sinemamız da dışardan gelen yapımların rekabetine dayanabilmek için işi pornoya dökmek zorunda kaldi.

Geçiş döneminin sonlarında Merkeziyetçi hükümet durumun bilincine vardı, piyasayı serbestleştirme kararından geri döndü, ülkeye yabancı film girişine birtakım kısıtlamalar getirdi, Kültür Bakanlığı yerli sinemayı koruma yolunda bazı ürkek adımlar attı. Durum ancak 1982'de Sosyalistlerin iktidara gelmesiyle bir esasa bağlandı: İspanyol sinemasının en bilinçli kesiminden Pilar Miró adında bir kadın Sinema Genel Müdürlüğü'ne atandı, sinema sanatı ve kültür açışından değerli sayılan projelerin devletçe desteklenmesini sağlayan bir sistem kurdu.

Şimdi bu destekleme ve koruma sistemiyle sinema sanatı yeni baştan canlandı. Dikta zamanında film yapan, demokrasinin ilk yıllarında çekilen birçok sanatçı geri dönüyorlar. Şu son beş yılda gerek nicelik, gerekse ik bakamından hatırı sayılır bir gelişme gözlemleniyor. Ancak iki yıl var ki, yeni yatırım ve yardim politikasının ürünlerini almaya başladık, yine kültürle uzak yakın ilişkisi olan ürünlere kavuştuk.

Kültür Bakanlığı'nın desteği, projelerin uzmanlarca incelenerek belli bir avans verilmesi biçiminde gerçekleşiyor. Yalnız nitelik gözönüne alınıyor, hiçbir yöneticilik yok. Olması tehlikesi de yok demiyorum, devlet desteği söz konusu olduğunda böyle durumlarla karşılaşılabilir elbette, ama bugüne değin karşılaşmadık, bu tür bir eğilim de görülmüyor.

Dün ile bugünü karşılaştırınca tuhaf bir çelişki ortaya çıkıyor: Dikta döneminde sinema yönetmenleri için her şey apaçıktı, işte ortak bir düşman, yadsınması gereken bir gerçek... Yani işin güç yani yoktu. Ya şimdi? Şimdi de Franco'luğu eleştiriyoruz ama o zamanki güç yok. Franco'luğa karşıt filmler eskiden şimdi yapılanlardan daha eleştireldi, düşünsel düzey daha yüksekti. Acı ve baskı ortak deneyimlerdi: Bir oyuncunun ötekine bir bakışı, ilgisiz gibi görünen bir tek tümcesiyle siyasal düzene karşı çıkılırdı. O zamanlar içerik biçimde gizliydi.

Sanatın dileği varolan gerçeği değiştirmektir.

Franco zamanında ne istediğini bilmek kolaydı, ama demokratik ve sosyalist bir gerçeği değiştirmek çok çetin bir görev.

Aydınlar arasında bir deyiş yayıldı: “Franco'ya karşıyken daha rahattık.

O zamanlar ay gibi aydınlık olan hedef şimdi öyle değil. Sinema sanatçısı artık çok daha derin bir bilince ulaşmak zorunda.

Demokraside birçok şeylere “evet”, bazılarına da “hayır” demek durumunda kalınıyordu. Sanat "evet" derken de, “hayır” derken de nedenlerini belirtmek zorunda. Elimizde olanla yetinemeyiz, görevimiz daha da iyileştirmektir. Sanata düşen, gerçeği bilinçle daha iyiye iletmektir.
__________________________________
(1) Sansür açısından büyük sorunlar çıkaran "Viridiana''nın bile, İspanya'da Enformasyon ve Turizm Bakanlığı'nın onayı ile çevrilip 1961 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ile ödüllendirildiğini ve ödülün İspanyol Sinema ve Tiyatro Genel Müdürü José Munoz Fontán tarafından alındığını, ancak daha sonra Vatikan'ın resmi yayın organı Osservatore del Vaticano'nun sert eleştirisi üzerine Franco'nun Fontán'a işten el çektirip filmi şiddetle yasakladığını hatırlatalım (G.I.).


Angel Fernandez Santos | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 180 - 15 Kasım 1987
_________________________________________________________________________________________


Amerika’nın keşfinin 500. yılına doğru
İspanya’da geriye sayış başladı

1492 yılının 12 Ekimi:

Uzun, zorlu bir yolculuktan sonra,
şafağın ilk ışıklarıyla Guanahani Adası'nın kıyısına ayak basan Kristof Kolomb elinde Kastilya bayrağıyla diz çöküyor
ve San Salvador adını verdiği o topraklara İsa adına el koyuyor.


Yerel hükümdarlıkların küçük çıkarlarının kısır döngüsünü kıramayan ülkesinde derdini anlatamayan bu gözüpek Cenovalı denizci, ömrünün düşünü İspanya'da geniş ufuklara açılmayı tasarlayan Katolik Kral ve Kraliçenin desteğiyle gerçekleştirmiş, dev denizi üç küçücük gemiyle aşmıştı işte; artık Okyanus Amirali ve keşfettiği topraklarda kral naibi olmaya hak kazanmıştı. Ama büyük keşfi ona mutluluk getirmeyecek, 1506'da Valladolid'de yoksul ve yalnız ölecekti. Hindistan'ı ararken Yeni Dünya'yı bulmuştu ama bunu asla bilemedi.

Ve Eski Dünya bir daha asla eskisi gibi olamadı. Yeryüzünün çehresi değişti, ama asıl değişen insanoğlunun kafasındaki yeryüzü kavramıydı.
Dünyanın küçülmesi, bildiğimiz daracık sıkışık dünya olması yolunda en önemli adım atılmıştı.

Olaylar birbirini izledi, Papa VI. Alexander yeni toprakları İspanyollara “hibe ve helâl etti”; Cortés, Pizarro ve daha başkaları Yeni Dünya'yıTanrıya şan, İspanya tahtına mülk olsun diye” fethettiler; Kastilya'nın altına susamış serüvencileriyle varlıklarını İsa'nın inancına adamış tutkulu misyonerler Amerika'ya doluştular. Bedelini yeni kıtanın halim selim, azgelişmiş yerlileri ödediler. Yeryüzünün ilk okyanus-aşırı sömürge imparatorluğunu böylece kuran İspanya yeni kaynaklarının verdiği gurur ve parasal güçle XVI. yüzyıl Avrupa'sinin ürkütücü süper devleti olarak sahnede belirdi, kıta egemenliği için Fransa krallığı ile, Akdeniz egemenliği için diğer süper devlet Osmanlı imparatorluğu ile çatıştı.


Denebilir ki, 1492 dünyada “İspanya Yılı” oldu.

Yarımadadaki son Arap-Müslüman merkezi Granada düştü; din kavgalarıyla sarsılan Avrupa'da İspanya Katolikliğin heybetli kalesine dönüştü,
binlerce yıllık inanışlarından dönmeye yanaşmayan Museviler de topluca ülkeden göçe zorlandı.



Yeni Dünya'nın büyük bölümünün Latinleştirildiği ve Hıristiyanlaştırıldığı İspanya tarihinin bu yükseliş dönemi ulusal yiğitlik destanları kadar, dünyaya “zalim fetihler” görüntüsünü yayan “kara söylenceler” ile de dolu. Özellikle görkemli tarih çağlarına bir kez de yenilenler, boyunduruk altına girenler açısından bakıldığında sık görülen bir durum bu.

500 YIL SONRA BUGÜN

Aradan neredeyse 500 yıl geçti.
Bugün 12 Ekim İspanyolların ulusal bayramı.

Ve Madrid'in göbeğinde, Kristof Kolomb'un heykeli, kendi ülkelerinin altınının yarattığı görkemi görebilmek için,
İspanya yollarını arşınlayan şaşkın Latin Amerikalı kafilelerini kuşbakışı seyrediyor.

İspanya kutlama hazırlıklarına yıllardır başlamış, geriye doğru sayı yor artık. Hazırlıklar kültür ağırlıklı: Ortak bir dilden ve ortak bir tarihten kaynaklanan İber-Amerika kültürünün canlandırılmasına, geliştirilmesine çalışılıyor. Ancak İspanya, keşif ve fetih döneminin şanlı sayfası kapandıktan sonra aradan upuzun duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerinin geçmiş, üç yıllık bir iç savaş kırk yıllık bir diktanın izlemiş olduğunun bilinciyle oynuyor kültür kozunu. Bir yandan yeni katıldığı AT'ye yatırım yaparken, öte yandan herkesin yararına olacak bir şeyi gerçekleştirme peşinde, Avrupa ile Latin Amerika, Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasında köprü kurmaya yöneliyor. Böylelikle yeryüzündeki kimliğini ve varlığını kendi kültür tarihine dayanarak kanıtlama, dolayısıyla pek az ülkeye nasip olacak bir ağırlık kazanma yolunda (1).

İki kıtada oluşturulan 500. Keşif Yılını Kutlama Komisyonlarının Porto Rico'daki toplantılarında İspanya ile Latin Amerika ülkelerinin katılacakları bir Kültürel Bütünleşme Sistemi oluşturulması planlandı. Ülkelerin kültür varlıklarının ve onları yaratan, inceleyen, yorumlayan kimselerin “serbest dolaşımını” hedef alan bir çeşit “İber-Amerika Kültürel Ortak Pazarı” olacak bu. Ülkeler ortak amacı “kültürü kurtarıcı niteliğiyle, çağdaş insanlık hak ve değerlerinin kazanımı yolunda kullanmak” olarak belirtiyorlar (2).

İspanya böylece tarihte “fetih yoluyla” gerçekleştirdiği “kültür aktarıcılığı” işlevini günümüzde “demokratik bir kültürel işbirliğinin öncülüğü işlevine dönüştürmeyi amaçlıyor. Kutlamalar yerel ve ulusal sınırları aşan ortak bir İber-Amerika kimliğini oluşturmaya yönelik bir diş politika ile bunun yansıması olan bir kültür politikası çerçevesinde geniş soluklu ve tutarlı olarak düzenleniyor.

Dışişleri Bakanı Francisco Fernández OrdonezBir İber-Amerika topluluğu,” diyor,
“ancak bir politik hedefi olursa, ancak geleceği sorgulayabilir, kendi tarihini inşa edebilirse varlık kazanır.

Dikta rejimini 13 yıl geride bırakan, 6 yıldır Avrupa'nın en istikrarlı ve rakipsiz Sosyalist hükümetlerinden biriyle yönetilen ülke, kendini yeni kimliğiyle dünyaya duyurmak,
1992'yi yeryüzünde bir ikinci “İspanya Yılı”na dönüştürmek için elinden geleni yapıyor.

Kral Juan Carlos da aynı politikayı dile getirerek “yenilenen İspanya'nın geçmişini yeni baştan ele aldığını ve geleneklerinin en iyi yönlerinden yararlanarak, özgür, çoğulcu ve hoşgörülü bir ülke niteliğiyle geleceği yapılaştırma sorumluluğunu üstlendiğini” belirtti ve tüm dünya uluslarını 1992'de Sevilla'da gerçekleştirilecek olan Evrensel Fuar'a katılmaya çağırdı.

EVRENSEL FUAR EXPO-92

Bu bilinçle planlanan EXPO-92, 1958'de Brüksel'de gerçekleştirilenden beri Avrupa'da düzenlenen bu çaptaki ilk etkinlik olacak ve ülkeye turist akınını rekor düzeye çıkaracağına kuşku yok. Altmışı aşkın ülkenin, on ikiden fazla uluslar örgütün, yüzlerce özel kuruluş ve vakfın katılacağı kesinleşen sergiye 22 milyon ziyaretçi bekleniyor.

EXPO-92 Sevilla kentinin tarihsel merkezinin karşısında, Amerika'ya açılan akarsu limanının bulunduğu Guadalquivir Nehri üzerindeki La Cartu ja Adası'nda 215 hektarlık bir alanı kaplayacak. Adada Kristof Kolomb'un bir zamanlar kaldığı ve ilk mezarının bulunduğu XV. yüzyıl yapısı bir manastır yer alıyor.

O zamanlar eski Avrupa kültürünün ileri ucunu temsil eden biz İspanyollar, diyor Başbakan Felipe González, şimdi bu fırsattan yararlanarak yeryüzünün tüm uluslarıyla elele, bütünleşmiş ve sağlam bir dünyayı gerçekleştirme yolundaki istemimiz bir kez daha vurguluyoruz: Kültür ayrılıklarının toplumsal eşitsizliğin ya da gelir kaynaklarının haksız dağılımının anlatımı değil, herkesçe paylaşılan bir zenginlik olacağı bir dünya.

1992'ye doğru ilerleyen İspanya çağdaş dünya ile tümüyle bütünleşmiş, ulusal topluluğu içinde kendisini bir bolluk ve barış geleceğinin beklediğine inanan bir İspanya (3).

Kentlerimiz, doğamız, kültür mirasımız XX. yüzyılın sonunda bizimle birlikte tüm halkların, tüm ulusların,
tüm insanlığın kardeşliğini kutlamak isteyenlere her zamankinden de fazla kucak açacak”.

Bu terimler içinde planlanan kutlamalar Latin Amerika ülkelerince de giderek benimsendi; ulusal kutlama komisyonlarının 1983'te Granada'da yaptıkları ilk "500. Yıl İber-Amerika Konferansı''na 11 ülke katılmıştı toplantılar her yıl artan sayıda ülke ile yinelendi, 1987'de yapılan toplantıda 23 ülke, yani kıtanın tümü temsil edildi. Bu arada ilgili ülkelerin cumhurbaşkanları da ispanya'ya sırayla resmi ziyarette bulunuyorlar.

500. Keşif Yılı Kutlama Komisyonu Başkanı Luis Yánez Barnuevo bu başarılı sonucu şöyle açıklıyor:

İlkin kutlamaların ne olmaması gerektiğini düşündük: Fethin savunulması, “şanlı” olduğu iddia edilen imparatorluk zaferlerinin gündeme getirilmesi, Amerika'daki İspanyol varlığı üstüne bir “kara” ya da ''tozpembe'' söylenceler derlemesi olmamalıydı. Kısacası zafer ruhu taşımamalıydı”.

İBER-AMERİKA KÜLTÜR ORTAKLIĞI

Bu anlayışla yola çıkan İspanyollar Amerika'nın keşfini her şeyden önce bir kültür ortaklığının gerçekleştirilmesi anlamında yorumluyorlar
ve iki kıtada her türlü bilim, kültür ve sanat ürününü özendiriyor ve destekliyorlar.

İspanyol televizyonu programlarında konuya ağırlık veriliyor.

Kültür Bakanlığı'nın parasal desteği ile Carlos Saura'nın çevirdiği, Yeni Dünya'da altın düşünü kovalayan İspanyol conquistadores'ını (“fatihler”ini) konu alan “El Dorado” uluslararası bir kadro ile Costa Rica'da gerçekleştirildi. İspanyol sinemasının en pahalı ve görkemli filmi oldu.


Keşfi konu alan, Leonardo Balada'nın bestelediği libretto'sunu Antonio Gala'nın yazdığı, İber-Amerika İşbirliği Enstitüsü ile 500. Keşif Yılı Ulusal Komitesi'nce desteklenerek gerçekleştirilen opera önümüzdeki Haziran ayında New York Metropolitan'da sahnelenecek, Seul ve Japonya'yı dolaştıktan sonra, sonbaharda Latin Amerika ülkelerini sırayla gezecek.

İki kıtadaki 30 müze ve koleksiyondan toplanan 400 parçadan oluşan,
Amazonya Yerli Kültürleri” sergisi İspanya'da Amazon çevresine ve keşif tarihine ışık tutuyor;
1983'te başlamış, 1992'de sona erecek olan, Amerika'nın doğal çevre ve kültür ortamını tanıtmaya yönelik uzun bir sergi dizisinin yalnızca biri.

Çeşitli ülkelerin bellibaşlı yayınevleri İspanya ve Amerika kültürlerini, tarihsel olaylarını, doğal çevrelerini,
toplumlarını aydınlatacak çeşitli türde pek çok yayını programlarına almış bulunuyorlar, aralarında geniş çaplı bir ansiklopedi de var.

Keşif olayı ve kutlamalar iki kıta yazarlarına da şimdiden esin kaynağı oluyor: İspanyol José Maria Merino 1986'da yayımladığı El oro de los suenos (Düşlerdeki Altın) romanının devamını geçen yıl La tierra del tiempo perdido (Yitik zaman Ülkesi) başlığıyla yayımladı. Birkaç ay önce Cervantes ödülünü kazanan Meksikalı Carlos Fuentes'in son romanı Cristóbal Nonato (Doğmamış Kristof) ise keşfi, doğmaktan ürken “yarının Meksikalısı”nın gözüyle yorumluyor (4).

Büyük Arjantinli yazar Jorge Luis Borges'in metinlerinden uyarlanmış,
1'er saatlik 7 bölümlük bir TV dizisini Godard, Saura, Ferreri, Chávarri gibi ünlü yönetmenler gerçekleştirmedeler.

Bunlar keşif olayını yorumlayan yüzlerce sanat ürününden, kutlamaların hazırlık aşamasında dikkati çekenler.

Bu arada spor da unutulmadı: 1992 Olimpiyatları'nın Barselona'da yapılacağını epeydir biz de biliyoruz.

MODERN TARİH BİLİNCİ

Çalışmalarda tarihe ayrılan payı da yine girişimleri üstlenenlerin modern tarih bilinci belirliyor.

500. Keşif Yılı Ulusal Komisyonu Başkan Yardımcısı Pina Lapez Gay şöyle açıklıyor:

Tarihi gözardı edemeyiz, çünkü İspanyolca gibi o da bizi birleştiren temeli oluşturuyor. Ancak, geriye dönük bir çalışmadan çok, bugün ve geleceği ilgilendiren, kalıcı ve nitelikli eğitim, geliştirme, kalkınma ve kültür programları oluşturmaya kararlıyız. Ortak tarihimizi daha eleştirel gözlerle görmeli, yeni kuşaklara daha nesnel bir açıdan tanıtmalıyız, tarih kitaplarımız iki tarafın uzmanlarının işbirliğiyle yeni baştan yazılmalı. Latin Amerika'daki görüntümüz geçmişte olumlu değildi, şimdiyse olumlu. Ancak demokratik ispanya o olumsuz görüntüyü gözardı etmemeli. XVI. yüzyıl İspanya'sından anabileceğimiz binlerce olumlu şey var, ama bir alay barbarlık edildiği de bir gerçek. Bu eleştirel bakış açısı bize bugün İspanyolların o kıtaya yaptıkları büyük katkılar savunabilme gücünü veriyor.

Özetle, İspanyollar ülkelerin tarihsel zaferlerine dünya ulusları önünde sahip çıkmalarının çağdaş dünyada yerlerini almalarına bağlı olduğunu, bunu gerçekleştiremedikçe, "defne dallarını örtünüp uyumanın'' hiçbir yarar sağlayamayacağının bilincindeler, idealist ve iyimser söylevleri bir yana itip politika tarihine gerçekçi bir gözle bakıldığında, güçlü olmanın, uluslararası düzlemde ağırlığını koymanın her dönemde değişik yöntemler gerektirdiği görülür. İspanyollar Yeni Dünya'da kazandıkları topraklarda askeri zaferlerini kalıcı kılabilmek için, Avrupalının Roma yayılmacılığından beri geçerli saydığı yöntemi uygulayarak kültürel etkiyle varlıklarını pekiştirmiş, kendi dinsel inanışlarını ve dillerini benimsetmişlerdi.

Ama eski dünyada geçerli olan fetih yöntemlerinin de, iddialarının da o dünya ile birlikte tarihe karıştığını, gözden düştüğünü, günümüzün modern iletişim dünyasında güçlü ve etkileyici olmanın uluslararası platformlarda ve kültürde ağırlığını ortaya koymakla gerçekleştirilebileceğini, bunun dışında “şan” olamayacağını, “çölde zafer çığlıkları koparmanın” artık ilkel ve gülünç kaçacağını biliyorlar.

İspanya bugün geçmişini olumlu ve olumsuz yanlarıyla gündeme getirme, kültürüne dünyanın önünde sahip çıkma hakkini elde ediyor ve bunu dünkü sömürgelerine bile benimsetebiliyorsa, bu kendini gerçekten demokratik bir Avrupa ülkesi olarak kanıtlamış olmasındandır.
_______________________________________
(1) Bkz. G. IŞIK, "Kültür Ufkumuzda İspanya", Milliyet Sanat, 15.11,1987, s. 24-25 [?]
(2) "Hacia un Mercado Comun de la Culture İberoamericana", Resena, Temmuz-Ağustos 1987, s. 25
(3) Günümüz İspanya'sında nüfus artışının %1, ekonomik büyüme oranının %4.5, enflasyonun %4.6 olduğu, kültürde ülkenin Avrupa standartlarını yakaladığı göz önüne alınırsa, Gonzáles'in sözlerinin gerçeği yansıttığı ortaya çıkıyor.


Gül Işık | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 188 - 15 Mart 1988