Erkekçe


Edebiyatımızda yaşamöyküsü, anı, mektup, söyleşi türünden ürünlerin pek zengin olmadığı söylenir; doğrudur. Nedeni de galiba, duygularımızı açığa vurmaktan, hatta yasamaktan çekiniyor, korkuyor olmamız, Aydın olmayı sadece düşünen kişi olmak diye bellediğimiz için duygularımızı kendimizden de başkalarından da bucak bucak saklarız. (Romanlarımızın bile çoğu kez düşünenlerin düşünceleri sütunlarına benzemesi bundan olsa gerek)

Yayın dünyamızda bir başka eksiklik de şu:

Bilgiyle yaşantının iç içe verildiği yarı düşünsel yarı duygusal denebilecek -ama hem bilim hem yaşam dolu- yapıtlar.

Bir psikoloji kitabında bulabileceğinizden daha fazla yasam bilgisini -hem de duyguyla yoğrulmuş biçimde- bulabileceğiniz kitaplardır bunlar (Dilimizdeki en yeni örneği N. Friday'ın “Annem ve Ben”i. Bu kitapta verilen bir örnek böyle yazmanın oralarda neden daha kolay olduğunu gösteriyor. “Leah Schaefer psikoterapist olmadan önce bir caz şarkıcısıydı”). Üstelik yazarının da aramızdan biri olduğunu, akıl hocalığından ve yargılamaktan uzak durduğunu görmeniz o bilgileri özümlemenizi de kolaylaştırır. Bize gelince, biz bu tür kitaplar yazabilecek içtenliğe, kendi kendimizle yüzleşme yürekliliğine pek sahip değiliz henüz. Yaşam dolu esintilerimizi, sevgi dolu konuşmalarımızı boğazımıza tıkamaya, herkes gibi biri olmaya zorlanırız içten ve dıştan. Tanpınarfert ve şahsiyet yokluğu” diyor bu rahatsızlığımıza.

Tanpınar’ın “Mektuplar”ı, yukarıda yazılanların tekzibi denebilecek içtenlik ve yüreklilikle dolu:

Hayatta odun olmaktan çok korktum, fakat zaman zaman santimantal görünmekten hiç yılmadım.
Düşünce gibi hissin de yalnız insanlarda olduğunu iyi biliyorum.
(...)
Dünyada iki hasretim vardı. Biri Paris. Biri de güzel kadın.
Burada ikisini de kaybettim. Hele güzel kadın adım başında.
(...)
Kadınlar son derece güzel.
Hiçbir yerde ihtiyarlığımın bu kadar yüzüme çarpıldığını hissetmedim.
(...)
Lolita'cılığı ayıplamayı benden bekleme. İçim gidiyor vallahi.
Ne var ki yaş geçtikçe insanda haysiyet fikri artıyor.
(...)
Ah bu yaş meselesi, bu içimizden kendimize tuttuğumuz korkunç ayna.
Hiçbir şey onun kadar zalim olamaz.
(...)
Bizler çocukluğu bedbaht geçtiği için hayatına ve etrafına küskün yaşayan, eşya ile dahi barışamayan biçarelere benziyoruz.
Bu zihni gerginlikten, inkâr ve hiddetten, dargınlıktan nasıl kurtulacağız?

Tanpınar Paris sahnelerinde Sartre'ın oyunlarını izlemiş.
Mektuplarında yazdığına göre, "aşk konusunda Sartre bir türlü şu tabii işi doğru dürüst yapmaya razı değil".

Sonra ekliyor: “Yarabbim sen bizi çirkin dahilerin şerrinden koru”.

Bizi burada ne Tanpınar'in gözlemi, ne de Sartre'in yapıtı ilgilendiriyor fazlaca (Sartre'ın kişiliğinin ve yapıtının gelişimsel köklerini “Sözcükler"inde bulabilirsiniz); bizi ilgilendiren daha çok Sartre'ın kendi psikolojisine dayanarak yaptığı “Psikoloji".

İnsanı anlamaya çalışırken ahlaksal yargıdan sakınmamız gerektiğini de belirtelim bu arada.

Artık psikologlarla birlikte herkes Adler'in şu sözlerini ilke edinmek zorunda:

“Başka insanlar hakkında hüküm verirken çok alçakgönüllü olmalıyız;
ve her şeyden çok da, ahlâki hükümler vermemeye, yani bir insanın ahlaki değeri konusunda hüküm vermemeye dikkat etmeliyiz.”


SARTRE’LA KONUŞMA

Bu iç hazırlıktan sonra, "J.P. Sartre'la Söyleşiler"e gelebiliriz.


Sartre'in çirkinliği üzerine uzunca bir konuşmadan sonra -bu konuya sık sık dönülüyor- S. de Beauvoir soruyor:

"Kadınlarla ilişkilerinizden söz edelim; ne söylemek istersiniz bu konuda?"

İlk cinsel deneyimini beş yaşında, ilk aşkını altısında yaşamış;
on üç on dört yaşında “anneme karşı da doğal olarak oldukça cinsel bir duygum vardı” diyor;
on beşinde “bende bulanık bir eşcinsellik eğilimi belirdi” diye sürdürüyor;
on sekiz yaşındayken “büyük bir heyecan duymaksızın, pek ağzıma yüzüme bulaştırmadan” dediği ilk cinsel ilişkisini yaşamış.
Buraya kadar olağan psikolojik gelişim örnekleri.

Sartre kadınlarda kendisini çeken şeyin ne olduğunu anlatırken ilginçleşiyor konu.

Kuramsal sorunlarla uğraşan akılcı bir adam”ın kadın duyarlılığından etkilenme isteği bu:

Aslında beni ilgilendiren zekâmın çeliğine bir duyarlılık içinde su vermekti. Bir kadının benimle ilişkilerinde güzel olmasına dikkat ediyordum çünkü bu benim duyarlılığım geliştirmenin bir biçimiydi. Güzellik, çekicilik vb. bunlar mantığa vurulamayan değerlerdi”.

Sartre cinsel ilişkinin kendisi için ne anlama geldiğini de anlatıyor:

“Doğru konuşmak gerekirse, bu seks işlevi, okşamalar kadar ilgimi çekmiyordu. Başka deyişle, ben kadınlarla birleşen biri olmaktan çok, kadınla yatarak onu doyuma ulaştıran biriydim. Benim için asıl ve duygulu ilişkide, öpmem, okşamam, dudaklarımı bir vücut üzerinde gezdirmem söz konusudur. Fakat asıl cinsel eylemi -o da söz konusudur ve ben onu da yapıyordum, hatta sık sık yapıyordum- bir türlü aldırmazlıkla yapıyordum".

S. de Beauvoir, Sartre'daki “bir çeşit cinsel soğukluğun”, “duygusal bakımdan tamamlanmamışlık” halinin kaynaklarını soruşturuyor ve Sartre'ın kendi bedeniyle ilişkileri konusuna yaklaşıyor. Psikolojide “beden imgesi” denilen, Sartre'ın da “vücudun öznel yönden kavranması” diye tanımladığı yaşantı söz konusu ve Sartre'ın “vücudundan memnun olmadığını” öğreniyoruz.

Sartre bedenin cinsel ilişkideki yerini ve kendi tutumunu açıklamayı sürdürüyor:

Dolu bir cinselliğin iki katlı bir ilişkiyi içerdiğini söyleyerek başlamak gerekir. Her bir insan bir cinsel eylemde hem alıcıdır hem de başkasınca alınandır. Edilgenlikle etkinlik iki kişinin her birinde olmalıdır. Öteki beni okşadığı ana göre edilgin olmalıyımdır. Benim onu okşadığım ölçüde etkin olmalıyımdır. Evet tamamen aynı düşüncedeyim, oysa sizde gelişmiş olarak bulunan yalnızca bir etkin taraf vardı. Bu ise sizi kendi kendinize sahip olmaya, ama aynı zamanda da bir tür soğukluğa götürüyordu. -Benim için her zaman önemli olan etkin taraftı. Örneğin ben bir kimsenin vücut vücuda kolları arasındaysam, kendimi özgürce karşımdaki eti kavramış olarak hissediyor, ama öteki kişinin benim vücudumu kavrayışını hissetmiyordum.- Kendinizi edilginlik biçiminde hiç hissetmiyordunuz. Hiç. Okşanan bir nesne olarak da yine hiç. Sıkça aşk yapıyordum, fakat fazla bir zevk almaksızın. Aşk yapmak bana sanki zorunlu gibi geliyordu. Bana ait, benim içimden gelen arzum değildi. Ben hiçbir zaman ne orgazmda ne de başka herhangi bir aşk uygulamasında bilincimi yitirme tehlikesiyle karşılaşmadım. Peki bu tür soğukluğu neye bağlıyorsunuz? Ayrıca sanıyorum ki bu durum erkeklerin söylemedikleri denli sık olan bir haldir, çünkü bu konuda onlar pek sıkı ağızlıdırlar, bundan söz etmeyi sevmezler, onları rahatsız eder bu. Bu, kendini bırakma yoksunluğunu, vücudun bir çeşit büzülmesine de bağlı olabilir mi? Bu, kendini vücuduna bırakmanın manen reddedilişi gibi bir şey olmasın? Asıl anlamdaki cinsel zevki reddetmeye değin varan, vücudun tüm edilginliğini, kendi vücudunun yararlanımını bu tür dışlamayı neye bağlıyorsunuz? Belli bir dönemde okşanmaktan yoksun kalmış olamaz misiniz? Pek çok varsayımlar var”.

Burada yazarın çocukluğuna kadar giderek yapılan çözümleme girişimi verimsiz kalıyor.

(Oysa L. Durell'in “Justine”deki bir tek cümlesi Sartre'in bütün söylediklerini özetlemekte ve açıklamaktadır:

Zihni öylesine uyanıktır ki gövdenin armağanları oraya ulaşamaz”.)

Biz sorunun yanıtlarını -Sartre örneğiyle sınırlı kalmayarak- psikolojide arayalım ve sözü tümüyle Fenichel'e bırakalım.

SAHİCİSİ VE SAHTESİ

Gerçek bir aşkın zorunlu olarak hem şehvet hem de sevecenlik eğilimlerini içermesi gerekir. Genital önceliğin eksik olduğu kimseler aşka da yetenek sizdirler. Tam aşk yeteneği, yalnız diğer kimselerle olan ilişkileri değil, kişinin kendi egosuyla olan ilişkilerini de değiştirir. objeyi sevebilme yeteneği ile kişi, daha yüksek düzeyde özseverlik sonrası bir başka benlik saygısına ulaşabilir. Tam bir genital doyumun doruğunda, özdeşleşmenin daha yüksek bir düzeye ulaştığı söylenebilir: Gerçekten birbiri içinde erime, kendi bireyselliğini yitirme ve egonun kendi sınırları ötesinde bulunan daha büyük bir şeyle birleşme arzusunun gerçekleşmesi duygusu bu doyumun temel öğesidir. Cinsel heyecanın doruğundaki bu ego itimi, normal olarak zevkin de doruğudur.

Reich'in “orgazm yönünden empotan” dediği bazı egolar bu zevki yaşayamazlar. Onlarda bu zevk anksiyeteye, ego denetiminin yitirilmesine ve rahatsız edici daralma, boğulma veya patlama duygularına dönüşür. Orgastik empotans gittikçe daha fazla yalancı cinsel eylemleri gerektirebilir. Cinsel zevk almaksızın cinsellikle uğraşan kimseler, olduğunu varsaydıkları cinsel erkeklerinden cinsel zevk yerine özsever bir zevk alırlar. Gerçek doyumdan yoksun kişiler, doyum sağlayamadıkları cinselliklerini sürekli olarak fakat daima boş yere genital etkinlik aracılığıyla boşaltmaya çalışırlar. Böylece genital yönden çok güçlü oldukları izlenimini verirler.

Eğer bir kişi, birbiri ardınca gerçekleştirdiği cinsel birleşmelerin sayısıyla övünüyorsa, görünürdeki “fazla”nın gerçek bir “az” sakladığını anlamak için derin bir analize gerek yoktur. Normal bir kimse doyum bulduğunda arzusunu yitirir. Nevrotik kişi bir doyum yetersizliği, şeker, “orgazm yönünden empotan”dır. Gerçek bir zevke ulaşma yeteneksizliği, nevrotiklerin çoğunun ön zevk mekanizmaları üzerinde daha çok durmalarına yol açar. Cinsel eşe deri yoluyla dokunmak, onun beden ısısını hissetmek bütün aşk ilişkilerinden temel öğelerdir. Bu özellik, objelerin daha çok doyuma erişmek için basit bir araç olarak kullanıldığı arkaik aşk örneklerinde özellikle belirgindir (“duygu elde etmek” isteyen “buz tutmuş” kişiler de vardır).

Dokunma erotizmi” eğer çocuklukta engellenmişse yalıtılmış kalır ve kendi hesabına doyurulmak ister, bu nedenle de cinsel bütünlüğü bozar.

Bizim kültürümüzde sıklıkla görülen bir yalıtma da, cinselliğin şehvet ve sevecenlik öğelerinin yalıtılmasıdır. Bu, oedipus karmaşasının bir sonucudur. Birçok erkek -ve yine çok sayıda kadın- bu yüzden tam bir cinsel doyuma ulaşamazlar. Her türlü uyarılma sonuçta gevşeme eğilimindedir. Böyle bir gevşemeye, kişinin egosunun yitirilmesi doyumu -ki dehşet vericidir- olarak bakıldığında, bu gevşeme “ölüm”le eş sayılabilir. Ölmek bazı kişilerin geliştirdiği deforme orgazm kavraminin anlatimi haline gelmiştir. Empotans ve frijiditede kişi bilinçdışında cinsel eylemin tehlikeli olduğuna inanmaktadır. Ego cinsel zevkin çok büyük bir tehlikeye bağlı olduğuna inanırsa bu zevkten vazgeçer.

Korkuların asıl temeli ilk cinsel ilişki deneyiminden çok önce çocuklukta atılmaktadır. Erkek çocukta kadın genital organlarının görülmesiyle uyarılmış bir kastrasyon şoku söz konusu olabilir. Dişi genital organlar penisi yaralayabilen veya koparabilen kastre edici bir araç olarak algilanabilir. Görünürdeki cinsel eylemler savunma amaçlarına yararlar. Cinsel başarılar değişik bilinçdışı anlamları belirtebilir. Her iki cinsteki cinsel başarı gereksiniminin en sık rastlanan kökeni, kastrasyon karmaşasıdır.

Genel olarak aşırı cinsel etkinlik bütün diğer aşırı etkinlikler gibi bir “obsesyon”dur, yani bir türevidir; genital aygıtı, bastırılmış ve engellenmiş genital-olmayan bir gereksinimin boşaltılması için kullanılmak üzere yapılmış başarısız bir girişimdir. Kadınlar da erkekler gibi bir cinsel zevklenmeyi gizlemek için “aşırı cinsel” bir davranış gösterebilirler. Kişinin empotan veya frijit olmadığını kanıtlamak için duyduğu özsever gereksinme, yalancı cinsel davranışın, yani cinsel bir gereksinmeden değil özsever bir gereksinmeden doğan davranışın en sık görülen nedenidir. Değişik korkulara karşı bir güvenlik sağlamaya yarayan özdeşleşmeler çoğu kez “aşk" biçiminde maskelenirler.

Tepkisel cinsellikle gerçek cinsellik arasındaki fark çok belirgindir:

Tepkisel cinsellik zorakidir, amacı ketlenmiştir, altta yatan anksiyeteyi belli eder ve çok enerji tüketir (Fenichel).


ONULMAZ DERT

Hepimizin doğru sayıp durmadan yinelediğimiz genel yargılara kuşkuyla bakmakta yarar var.

Sözgelimi, şu çok övündüğümüz erkekliğimiz karşı cinsten ya da cinsellikten korkumuzun anlatımı olamaz mı?

Cinsel sevgi, bedensel sevgi hâlâ bir umacı bizim için. Çoğumuz biraz ya da “fazla” -soyunuk bir bedeni bir tehdit- gibi algılıyoruz, bilincimiz altüst oluyor, Özsaygımız sarsılıyor (altmış yılda bir sayfalarında çıplak kadın fotoğrafına yer veren bir gazetemizin kimi okuyucularının hışmına uğradığını gördük geçenlerde). Tepkinin daha çok erkeklerden gelmesi de anlamlı.

Çünkü Friday'in dediği gibi erkeğin kendine güveni kadının edilgin olmasına bağlı:

Erkek cinsel gereksinimlerini belirtme bakımından kendine güven duyar. Gerçekten de kadın daha az etkin, daha az erkin ve o denli az tehdit edici göründüğü için erkeğin şehveti uyanmaktadır”.

Açıkçası, kadını daha etkin görmek erkeği korkutmaktadır.

E. Jong hicvederek vurguluyor bunu:

"Erkek, yüzyıllar boyunca kadının isteksizliğinden, soğukluğundan yakınmış. Coşkulu kadın ararmış hep. Atak kadın ararmış. Eh, son yıllarda kadının ataklığı, coşkunluğu epey arttı. Sonuç? Gözükara kadının karşısında erkek pörsüyüp kaldı. Onulmaz bir dert bu” (Uçuş Korkusu).

Brogger ise, daha iyimser gibi:

"Kadınlar erotik potansiyellerini geliştirmeye başlasalar pek çok erkek korkuya kapılacak, bunu bir tehdit sayacaktır, ama hiç değilse doğru yönde bir adım atmış olacağız. Erkeklerle çocukları, aşıklarla şovenleri sonunda birbirinden ayırt edebileceğiz çünkü”.

Şu saptamaları yapan yazarların hepsinin de kadın olması ilginç.

(H.Miller'in erkekliğine başvurmakta şu anda hiç mi hiç yarar yok.
Yengeç Dönencesi'nde yazar,
Sevişirken kadın olmanın nasıl olacağını düşünür buluyorum kendimi birden, daha keskin bir zevk midir acaba” vb. diye merak ediyor.
Bu merakta biraz da kaygı ve kıskançlık bulmuyor musunuz?)

Erkeklerin kadınlar karşısındaki korku ve kıskançlıklarını yine bir başka kadın -psikanalizci K. Norney- çoktan bildirmişti bize.

Sanatçının tanıklığın yeğlerseniz Marquez'e başvurun en iyisi:

Gerçekte çoğu kabul etmese de, her normal erkek yeni bir cinsel deneyimi ürkütücü bulur. Bu endişenin açıklamasının kültürel olduğunu sanıyorum. Rezil olmaktan korkar ve sonunda da olur. Bu anlamda hepimiz iktidarsızız ve bundan ancak bir kadın anlayışı sayesinde kendimize güven duymayı öğrenerek kurtulabiliriz. Bu kötü bir şey değil. Aşka özel bir büyü sağlar” (Marquez 'le Konuşmalar)

Biz konuşmasak bile sanatçıların “erkekçe” konuşması rahatlatıyor insanı. Öyleyse yine Sartre'a dönelim:

Hayatıma yeniden baktığımda kadınların bana çok şey getirmiş olduklarını düşünüyorum. Kadınlar olmasaydı ulaştığım noktaya ulaşmamış olurdum.

Ve yine Marquez'i dinleyelim:

Bütün yaşamın boyunca, beni elimden tutan ve bana varoluşun karmaşıklığından kurtulmanın yolunu gösteren kadınlar hep varolmuştur. Bana güvenlik içinde olduğumu hissettiriyorlar. Bu güven olmaksızın, yaşamımda gerçekleştirdiğim değerli şeylerin yarısını bile yapamazdım ve özellikle, yazabileceğimi de sanmıyorum.

Açık yürekli ve açıksözlü olmak, bilinçdışı korkularımızdan da ahlaksal yargılarımızdan da çok daha değerli olmalı.

Yaşadığımız ama söyleyemediğimiz gerçekleri başkalarının dile getirmesinden korkmamalıyız hiç olmazsa.



Bekir Onur | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 100 - 15 Temmuz 1984