Latin Amerika Edebiyatı


Latin Amerika Edebiyatının Taşradan Dünya Edebiyatına Atlayışı

Latin Amerika edebiyatı, 1960'lı yıllar içerisinde yöresel konumundan “birdenbire” dünya edebiyatının geniş alanına atlayıverdi. Latin Amerikalı yazarlar, gerek Avrupalı, gerekse Kuzey Amerikalı eleştirmenler tarafından, âdeta kutsanırcasına övgülere boğuldular. Bu durum, biraz da 19. yüzyıl sonlarında Rus yazarlarının, 20. yüzyılın ilk yarısında Anglo-amerikan yazarlarının övgüler alıp dünya edebiyat sahnesine çıkarılmasına benziyordu. Bu çıkışın “birdenbire”liğine karşın gerçekte Latin Amerika edebiyatı, ardında kendini destekleyen bir dolu kültür birikimini de birlikte getirmekteydi.

Bu edebiyatın önemli yapıtları en kısa zamanda sekiz on dile birden çevrilip yayımlanıveriyordu. Ve bu yapıtların hemen ardında da, yapıtlara ve yazarlara ilişkin eleştiriler, araştırmalar, yorumlar ikincil yazın ürünlerinin (sekundearliteratur) gelişmesine yol açmaktaydı.

Türkiye'nin gerek kendi ekonomik ve siyasal çıkmazlarıyla boğuşurken dış dünyaya umursamaz kalışı ve gerekse de edebiyatımızın us ermeyen boyutlara ulaşmış kâğıt sorunuyla bitkin düşmesi, Latin Amerika edebiyatı “patlama”sını ülkemize oldukça cılız bir yankı olarak getirdi:


Bu edebiyattan yayımlanan çevirilerin sayısı on beş yıl içersinde iki elin parmak sayısını bile geçemedi. Oysa, dünya sahnesine böyle birdenbire çıkıvermiş bir edebiyatın, aynı zamanda batı ekonomi ölçülerine göre -bizim gibi- “az gelişmiş” bir ülkeler topluluğundan (kıtasından) gelmesi herkesten çok bizleri ilgilendirmeliydi. Bu edebiyata olan az ilginin bir başka nedeni de, edebiyatımızda İspanyolca ve Portekizceden çeviri yapabilecek çevirmenlerin yeterli. hatta hiç olmayışına bağlanabilir. Gerçekte, ister bizim toplumumuz için ister edebiyatları dünyada moda haline gelen Latin Amerika toplumları için olsun, batı okuyucusuna en çok yabancı gelen şey tarihsel ve toplumsal gelişmelerimizdeki bilinmezliktir. Bu bilinmezlik onları düşünce ürünlerimize de yabancı kılmıştır. Edebiyatının bunca ünlenmesine karşın, bugün bile Latin Amerika'nın toplumsal ve tarihsel gelişmesi Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın sıradan okuyucusu için pek bilinen bir şey değildir.

Peki nasıl olmuştur da, 10-12 yıl içersinde bir Latin Amerika edebiyatı “patlama”sı onca büyük okuyucu kitlesi tarafından kabul görebilmiştir?

Öyle ki, 1960 ile 70 arasındaki kısa dönemde bu edebiyatın belli başlı yazarları hemen tüm batı dillerine birbiri ardınca çevrilivermişti.

Örneğin;

Yayınevleri bu yazarların yapıtlarını adeta birbirleriyle yarışırcasına yayımlıyorlardı.

Latin Amerika romanının, giderek de edebiyatının şaşırtıcı denebilecek bu salgınına bazı eleştirmen ve yazın bilimcileri bir neden arıyorlardı ve bu konuda en çok birleştikleri nokta, Avrupa'daki “Yeni Roman” akımı “kriz”iydi. Ne var ki, taşra edebiyatından dünya edebiyat sahnesine atlayıveren Latin Amerika edebiyatının başarısı için yeterli bir açıklama değildi bu. Çünkü, dünyanın ünlü birçok yazın armağanları da, daha 1960'lı yılların başından bu yana Güney Amerika yazarlarına verilmeye başlanmıştı.

Örneğin; 1961'de uluslararası yayıncılar armağanı olan Formentor, Samuel Beckett ile Jorge Luis Borges arasında paylaştırılıyordu.
Bu armağanla birlikte Kuzey Amerika'da Borges'in ünü alabildiğine yayıldı.
Ve bir süre sonra da Oklahoma'da uluslararası bir “Borges Sempozyumu” yapıldı.

Yine altmışlı ve yetmişli yıllar içersinde, İspanyolca yazılmış edebiyat yapıtlarına verilen ünlü birçok armağan Latin Amerika yazarları tarafından kazanılmaktaydı.

Örneğin; parası ve ünü yönünden en değerli armağanlardan biri olan Romulo-Gallego Vakfı Armağanı’nı üst üste iki Latin Amerika yazarı kazanmıştı.

(Bu yazın armağanı, her beş yılda bir İspanyol dilinin en iyi yapıtına verilmektedir. Armağanın parasal tutarı 22 bin Amerikan Dolarıdır. 1967 yılında bu armağan, La Casa Verde adlı romanı için yazar Vargas Llosa'ya verilmiş ve beş yıl sonra da aynı armağan bu kez -Türkçeye de çevrilmiş olan- Cien Anos de Soledad - Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanıyla Gabriel Garcia Marquez, 1972 yılında kazanmıştır.)

Gene aynı zaman dilimi içersinde birçok ünlü gazetenin yazın sayfaları ya da eklerinde Latin Amerika yazarları ve yapıtları baş köşelere yerleştirilmekteydi.
“En iyi kitap” listelerinin başlarında hep bu yazarların yapıtları vardı.
(Örneğin Corriera della Sera'da, Le Monde'da).

Ayrıca Latin Amerika yazını üstüne hazırlanan özel sayılar dergilerde de alabildiğine çoğalmıştı.
(Times Literary Supplement, Quinzaine Littéraire, The New York Review of Books)

Latin Amerika yazarlarının bu başarıları, hepimizin bildiği gibi Nobel Edebiyat Armağanı’na değin uzanmıştır.
Ve 1967 Nobel armağanı Miguel Angel Asturias'a,
1971 Nobel armağanı ise Pablo Neruda'ya verilmiştir.

Latin Amerika Edebiyatı üzerine araştırmalar yapan yazın bilimcileri, bu edebiyatın olumlu yöndeki köklü değişimini 1950-60 yılları arasındaki yazarların yapıtlarına bağlamaktalar. Daha doğrusu, bu yıllar içersinde yayımlanmış yapıtların, altmışlı yıllardan sonra gelecek öbür yapıtlara temel taşlığı yaptığını ileri sürmekteler.

Bu dönemin yazarlarından bir ikisini şöylece sıralıyabiliriz:

  • Juan Rulfo (Türkçeye çevrilmiş yapıtı vardır),
  • Augusto Roa Bastos,
  • José Maria Arguendas,
  • Carlos Onetti,
  • Alejo Carpantier...

Elbet, adlarını saydığımız bu yazarların da öncüleri olacaktı.

Yazın bilimcileri araştırmalarını bu kez 1950 ile 1930 tarihleri arasındaki döneme götürerek bizlere şu adları veriyorlar:


Bu yazarların birçok yapıtı şimdiden “klasik”ler arasında sayılmaktadır.

Günümüz Latin Amerika edebiyatının basarı kaynaklarını 1930'lara değin götürerek iyice kavramak olası değildir. Bu yüzden daha da gerilere gidip, bu kez de kısa tarihsel ve toplumsal olaylarla birlikte bu edebiyat “patlama”sinin dinamiklerine eğilmek gerekir. Ve böylece de Latin Amerika edebiyatının dönüm noktalarını oluşturan siyasal etkenleri belirleme zorunluluğu doğar.

Bu belirleyici etkenleri yazın araştırmacıları genellikle dört bölümde toplamaktalar.

1

Küba, 1898 yılında son İspanyol kolonisi olarak bağımsızlığına kavuşur.

İspanya'da bu olay;
  • Miguel de Unomuno,
  • Azorin ve
  • Antonio Machado gibi bir bölük İspanyol yazarının kendi kültür değerlerine yeniden bilinçle eğilmelerine yol açar.

  • Hemen aynı dönemlerde Latin Amerika'da ise Nikaragualı yazar Ruben Dario “modernce” denebilecek şiir ve öykülerini yayımlar. Onun bu yapıtları İspanyol edebiyatının Güney Amerika edebiyatına etkilerini somut olarak göstermesi bakımından önem kazanır.

Ama bu tarihlerde en çok önemsenmesi gereken olay, kıta yazarlarının “ana vatan” diye bilinen İspanya'dan bağımsız olarak yapıtlar vermeye başlamalarıdır.

  • Bu yazarlardan en önde geleni ise Kübalı José Marti'dir. Kendisi de bir “modern”ci olan Jose Marti, Bolivar’ın “İspanoamerikancı Ulus” ütopilerinden de etkilenerek bağımsız bir Güney Amerika kıtası kültürünün öneri ve savunularını yapmaya başlar.

Küba bağımsızlık savaşının da öncülerinden biri olan José Marti, bu dönemde politik angajmanlı yapıtlar ortaya koymaktadır:

Amerika'nın en ivedi görevi kendini bulmak, kendini tanımaktır.
Yoksa, dışardan taşınıp getirilmiş ölçülere uymak değil; tam tersine, kendi gerçekliği olmaktır.
(Nuéstra America-J. Marti)

Böylece Latin Amerika'da edebiyat, kendini bulmanın, tanımlamanın ve yeniden kuruluşun öncülüğünü üstlenmiş;
bu durum yeni şiirin, yeni romanın ve denemenin karakteristiği olmuştur.

Octavia Paz'ın konuya açıklık getiren sözleri ise şöyledir:

Bizim edebiyatımız, Amerika'nın ütopik gerçekliğine karşı gerçek gerçekliğinin bir yanıtıdır. Kendimize özgü tarihsel bir varoluşa sahip olmadan önce, Avrupalı bir tasarım olmaya başladık. Eğer Avrupa ütopyasının tarihi içinde bir bölüm olduğumuz unutulursa, biz anlaşılamayız. İspanoamerikancı edebiyat bir fantezi eylemidir. Biz, kendimize özgü gerçekliğimizi bulmaya çalışıyoruz…

Kökleri sökülmüş ve kozmopolit olarak, İspanoamerikancı edebiyat, geleneği arayış ve ona dönüştür…
(Literatura de fundacion-o. Paz)

2

Latin Amerika edebiyatının ikinci önemli aşaması, 1920'li yıllara rastlar.

Avrupa sanatında bu yıllar içinde görülen avangardist akım, kişisel ilişkiler yoluyla Güney Amerika'ya değin ulaşır ve edebiyatı da etkiler.

İspanyolca deyişiyle “vanguardismos” olarak bilinen bu akımın önemli iki yazarı olmuştur:

  1. Vincente Huidobro.

Onların bu dönem içindeki yapıtlarında özellikle dilin geleneksel ve değişmez bilinen söz dizimlerini, ölçülerini değişikliğe uğratmış olmaları, geçmişle ilişkilerin koparılmasında önemli bir rol oynamıştır. Yazarlar, dil yapısındaki bu değişikliklerde halk ağızlarından ve bölgesel dillerden çokça yararlanmışlardır.

Yine de bu yirmili yıllar içersinde;
  • Borges,
  • Huidobro,
  • Cesar Vallejo ve
  • Pablo Neruda (daha sonraları da Octavia Paz) bir araya gelerek Latin Amerika yeni şiirinin kuruculuğunu yaparlar.

Bu dönemde Güney Amerikalı yazarların, aydınların oldukça sık Avrupa gezileri yaptıklarını izleriz. Yazarlar böylece Avrupalı sanatçılarla doğrudan ilişkiler kurmaya, kendi yörelerinin yaratımlarından kurtulmaya, yeni ufuklar açacak bilgileri kotarmaya olanak ararlar.

Örneğin Miguel Angel Astrurias ve Alejo Carpentier uzun yıllar Avrupa’da kalırlar.

Sanatçıların bu dönemdeki yapıtlarında gerçeküstücülüğün etkisi büyük ölçüde görülür:

  • Asturias, Sorbon Üniversitesi profesörlerinden Georges Raynaud'un özendirmesiyle Guatemala efsaneleri üstüne inceleme yapar. Ayrıca klasik Maya edebiyatının önemli yapıtı olan Popol-Vuh’u Fransızcaya çevirir. Ve görülür ki Latin Amerika gerçekliği ile İndiolar (kızılderililer)'in bugüne değin canlı kalmış büyü gösterileri arasında sıkı bir ilişki vardır.

  • Gene bu sıralarda Alejo Carpantier, yapmacıklı, yapay gerçeklikli gerçeküstücülük ile büyülü Latin Amerika gerçeği arasındaki ayrımı kavrar. Bu konudaki gözlemlerini de Bu Dünyanın İmparatorluğu adlı romanının önsözünde yazıya döker. Yazar, daha sonra da “Görkemli Gerçeklik” adını taşıyan bir kuram oluşturur.

3

Birinci ve ikinci aşamalarda görülen yenileşme çabalarındaki güçlüklerin yan sıra, yazarlar, yapıtlarını yayımlamalar yönünden de güçlükle karşılaşmaktadırlar. 1930'lu yıllarda Latin Amerika'da yayınevi azlığı, gazete ve sanat dergileri yetersizliği yazarların ellerini böğürlerinde bırakmaktadır. Bu arada çeşitli ülkelerle haberleşme yetersizliğini ve dolayısıyla düşünce alışverişi kısırlığını da edebiyatı etkileyen önemli etmenler arasına katmak gerekir.

İspanya İçsavaşı’ndan sonra yukarda sözünü ettiğimiz güçlüklerin büyük bir bölümü aşılmaya başlar:

Bu savaşın hemen ertesinde İspanyol aydın ve yazarları Güney Amerika ülkelerine “sürgün” gelmeye başlamışlardır. Gerek Arjantin'de, gerekse Meksika'da, bu aydın ve yazarlar yoluyla birtakım kültür merkezleri oluşmaktadır. İspanyol yazarları, İspanya'daki sansür nedeniyle yayımlıyamadıkları yapıtlarını bu merkezlerden dünyaya yaymaya başlarlar. Bu sürgün yazarların bir başka önemli etkisi de, Kuzey Amerika ve Avrupa yazarlarını Latin Amerika dillerine çevirip yayımlamalarıdır.

Öyle ki, koca bir otuz yıllık Batı Edebiyatı, on yıllık bir süre içinde Latin Amerika kültür dünyasına aktarılıverir...

Bu arada Güney Amerika toplumlarındaki ekonomik ve toplumsal değişmeyi de gözden uzak bulundurmamak gerekir. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu toplumlarda sınıflaşmaya doğru bir değişimin olduğu görülmekte; “orta sınıf” denilebilecek bir katmanın etkinliği de iyice su yüzüne çıkmaktadır. Bu durum küçük burjuvalığın temellerinin atılmasına da neden olur. Ve yavaştan başlayan sanayileşme devinimi, kırsal bölgelerden metropollere doğru bir insan göçü yaratır.

Buenos Aires, Lima ve Mexico-City gibi kentler bu insan göçü dalgasının başlıca çekim alanları olurlar.

Döneme damgasını vuran başka bir göç olayı da, gerek Birinci Dünya Savaşı sırasında ve gerekse de daha sonra Avrupa'dan gelen yoğun insan dalgalarıdır. Yeni bir yaşam kurmak üzere kalkıp gelen bu insanlar, Güney Amerika'nın etnik oluşumunda da değişikliklere neden olmuşlardır. Bu durum, kıtanın kültürünü kökten denebilecek ölçüde etkilemiştir. Ayrıca İspanyol, Fransız, İngiliz göçmenleriyle daha sonra Kuzey Amerika'dan gelen bu göçmenler, sermaye kaynaklarını da ellerine geçirerek ekonomik bir baskı gücü elde etmişlerdir.

Bu dönemde İndiolar, Mestizler ve Zenciler gibi yerli halkın kültürlerine ilgi duyulmamış, hatta bunlar horlanmıştır.
(1911 yılında, çok önemli bir arkeolojik bulgu olan Macchu Pichu İnka surları
ve buna ilişkin olarak da Maya-Aztek kültürleri ancak arkeologlar için ilgi kaynağı olabilmiştir.)

Ancak, “Mestiz” diye adlandırılan melez yerli halk, kültürünün gücünü duyurmakta gecikmemiştir.

Bunlar kendilerine özgü kültür biçimiyle adeta bir patlama yaratmış, koca bir kıtayı olduğu kadar bütün bir dünyayı da güzel bir salgınla tutuklamıştır:

Tango.

Arjantin'de boy atan tango, yankıları yıllar boyu sürecek bir “olay”dır.

Bu olay;
  • kimileri tarafından küçümsenmiş, aşağılanmış,
  • kimileri tarafından yücelere çıkarılmış,
  • kimileri tarafından da çözümlenip “Mestiz” kültürünün açıklanmasında dayanak olarak kullanılmıştır.

Günümüzde Arjantin Edebiyatını iyice kavramanın yolu, ancak “Tango olayı”nın kökenlerine inmekle bulunabilir.

Çünkü;
  • Borges,
  • Cortazar,
  • Bioy Casares,
  • Manuel Puig gibi ünlü birçok Latin Amerika yazarı, gerek tango sözleri derleyerek, gerek kendileri tango sözleri yazarak “Tango olayı”na doğrudan katılmışlardır.

Görülüyor ki, ırk karışımı olgusunun, kıtanın her türlü kültürel yansımasında önemsenmesi gerekli büyük etkileri olmuştur.

4

Avrupa'dan gelen kültür değerleri, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte epey büyük bir sarsıntı geçirir. Bu arada Birleşik Amerika'nın Latin Amerika ülkelerine uygulamaya başladığı yeni sömürü biçimleri kıtada toplumsal ve ekonomik gerilimlere neden olmaya başlar.

Ticari yaşamdaki oldukça kısa süren devinim, İkinci Dünya ve Kore savaşlarının etkisiyle zayıflar, geriler. Toplumsal adalet ilkeleri unutulur. Varsıllar ve yoksullar arasındaki uçurum alabildiğine derinleşir, genişler. Hükümet darbeleri, rüşvetler ve olumsuz sonuçlara yol açan bir yığın grev, Güney Amerika ülkelerini birbiri ardından yangın gibi sarar. Artık bir dehşet, bir yıldırı, bir cinayetler dönemidir siyasal ve toplumsal alanı kasıp kavuran. Bu durum, yoğun bir biçimde 1959 Küba Devrimine değin uzanır. Küba devrimi, tüm Güney Amerika ülkelerinde çok kesin değişikliklere yol açan bir olay niteliğindedir. Uluslararası kamuoyunun ilgisi ilk kez çok yoğun bir biçimde bir Latin Amerika ülkesi üstünde, Küba’da odaklaşır.

Yeni kültür politikası, kıtanın güneyindeki tüm ilkeleri âdeta “büyüler”. Fidel Castro “devrimin onursal atası” olarak tanımladığı José Marti'nin düşüncelerine yaslanarak politik insancıllığın savunusunu yapar. Bu savunusunda bireysel özgürlüğün bağımsızlığa ve ilerlemeye katkısını, aydın sorumluluğunun önemini vurgular.

Küba da “Casa de Las Américas” adlı sanat ve kültür kurumunun kurulusu ise Güney Amerika sanatçılar için ayrı bir olaydır. Bu kurum, uluslararası bir seçiciler kurulu yoluyla heryıl roman. şiir, öykü, deneme, tiyatro, sanat ve müzik dallarında armağanlar vererek kıta sanatçılarının desteklenmesi, gelişmesine katkıda bulunulması yönünde çaba harcamaya başlamıştır. Devrimin hemen ertesinde yeni sanat ve edebiyat dergilerinin ve kitap sayısının inanılmaz derecede arttığını görürüz...

Kısacası Küba Devrimi deneyinin yazıya dökülmeye başlamasıyla birlikte, dünyada Latin Amerika edebiyatına ilgi de artmıştır.

Aşağı yukarı bir on yıl sonra, 1968 yılında Latin Amerika edebiyat “patlama”sına büyük katkıda bulunan bir başka olayla karşılaşırız:

1968 öğrenci eylemleri.

1968 yılında öğrenciler, kendilerince “yeni bir sol”un da arayışı içine girmişlerdir. Bu arayış içinde Güney Amerika “devrim” biçimlerine yakinlik gösterilmiştir. Bu yakınlık, Güney Amerika kültürüne duyulan her türlü ilgiyi en son kertesine ulaştırmıştır denebilir.

Günümüzde “altın dönemini” yaşıyan Latin Amerika edebiyatının çok yoğun derlenmiş bu ekonomik, tarihsel ve toplumsal geçmişi, onun “patlama”sına ya da “birdenbire”liğine küçük bir ışık tutmak amacına yöneliktir. Elbette, daha derine gidildikte bu “patlama olgusu” çok yönlü ve karmaşık bir yığın olayın açıklanmasını gerektirir. Bu da dört başı bayındır bir araştırmayla olur ancak.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, ekonomik yönden “az gelişmişlik” sürecinde bulunan Latin Amerika ülkeleriyle ülkemiz arasındaki ekonomik “benzeşim”, yazın alanımızdaki kalın çizgili benzeşimleri de birlikte getirmektedir.

(Örneğin Güney Amerikalı romancıların, romanlarındaki kişilerin iç dünyalarını yansıtmak amacıyla kullandıkları “büyüler”, “ruhlar” gibi doğaötesine uzanan perspektifin öğeleri “cinler”, “yatırlar”, “adak törenleri” yoluyla bizim edebiyatımızda da görülür. Ancak onlar, herhalde roman teknik ve kuramlarıyla uğraşmaya bizlerden daha önce başlamış olduklarından, bu öğeleri yapıtlarında çok daha bilinçle ve özgün biçimde kullanmışlardır.)

“Patlama”nın katkıları

Latin Amerika edebiyatına uluslararası alanda önemli bir yer kazandırması bakımından “patlama”nın olumlu bir olay olduğunu hemen söylememiz gerekir. Gerçekten de bu edebiyat, altmışlı yıllar içinde ve yetmişlerin başlarında patlama yoluyla “altın” bir dönem yaşamıştır.

Ancak 1971 yılında talihsiz politik bir olay Latin Amerika edebiyatının başarılarına da gölge düşürmüş; altın dönemin son bulmasında çabuklaştırıcı bir etken olmuştur.

Edebiyat tarihine bu olay, “Padilla olayı” (Padilla-affaire) adıyla geçer. Şair ve yazar Heberto Padilla'nın Küba devrimine ters düştüğü savıyla Castro tarafından tutuklattırılması ve hapsedilmesi, olayın nedenidir. Birçok Latin Amerikalı yazardan başka, Sartre'dan Enzensberger'e değin bir sıra Avrupalı yazar ve düşünür de Küba devriminin bu tutumunu eleştiren, karşı çıkan yazılar, araştırmalar yayımlamışlardır. Edebiyat dünyasını böylesine kızıştıran ve kızdıran bu olaydan sonra Latin Amerika edebiyatına olan ilgi grafiğinin gözle görülür bir biçimde düştüğü görülür. Bu edebiyatın birer duyuru ve ilgi çekme kaynakları olan önemli dergiler, okuyucularını büyük oranda yitirirler.

Eleştirmenler, kitap tanıtıcıları Paris’te yayımlanan Mundo Nuevo ve Buenos Aires'de yayımlanan Primera Plana gibi Latin Amerika edebiyatının belli başlı tanıtıcı, kaynak dergilerine artık yazılarını göndermez olurlar. Toplayıcı ve uzlaştırıcı olmak savunusuyla Paris'te yayımlanmaya başlayan Libre dergisi ise tutunamayarak 4. sayıda kapanmak zorunda kalır.

“Altın dönem”in son yılları sayabileceğimiz 1970'lerde, günümüz Latin Amerika romanının en parıltılı örneklerinin de okuyucu önüne çıktığını görürüz:

  • Alejo Carpantier’in “Barok Konser”i (Consierto barroco),
  • G. Garcia Marquez'in "Başkan Babamızın Sonbaharı" (El otono del patriarca) ve
  • Carlos Fuentes'in Terra Nostra'sı...

Latin Amerika edebiyatındaki bu birdenbire yükseliş yazarlara somut olarak ne getirmişti?

Bir kez hemen şunu söylemek gerekir ki, bu olgu, yazarlar açısından en önemli olanağı sağlamıştır:

Yalnızca yazdıklarıyla yaşayabilme olanağını.

Ayrıca yazarlar, 1960-70'lerde basımcıların, okuyucuların sürekli istekleri karşısında, yazdıklarını anında yayımlayabilme mutluluğuna da erişmişlerdir. Latin Amerikalı yazarların elde ettiği bu olanaklar, o zamana değin düşlenmesi bile güç olanaklardı. Hele hele. başka dillere çeviriler, art arda kazanlan armağanlar işin yağı balı olmaya başlayınca, onlar ilk kez adam yerine konulduklarını yürecikleri genişleyerek görmüşlerdir. Kitaplarının satışları inanılmaz ölçüde artmıştır.

Örneğin G.G. Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanı yalnızca İspanyolcada bir milyon adet satmıştır. Yine Vargas Llosa’nın, Fuentes’in, Cortazar’ın romanlarının kendi anadillerindeki satışları 500 bin ile 800 bin arasında gidip gelmiştir.

Doğaldır ki, bu denli yüksek satan “yıldız” romancıların her türlü özel yaşam biçimleri de, bulvar gazetelerine konu olmakta gecikmemiştir. Kimileri tarafından abartmalı olarak kutsanmışlar, kimileri tarafından da vedettes ya da mafia gibi tanımlamalarla yerilmişlerdir.

“Yıldız” romancıların, yeni yetişen genç romancıların kişilikleri ve yazınsal yaratıları üstünde de büyük etkileri olmuştur. “Yıldız”ların sık sık buluştukları Barselona kenti, Latin Amerika edebiyatının adeta “Kâbe”si durumuna gelmiş, oraya bir kez olsun gitmek zorunluluğu herkesçe kabul edilmiştir.

Bu “Patlama” döneminde, yazarların sinema dünyası ile de “kirli” ilişkiler kurduğunu, bu ortamı da önemli bir biçimde etkilediğini görürüz.

Örneğin,
  • Cortazar'ın Şeytan Tükürüğü öyküsünden yararlanan ünlü sinema yönetmeni Antonioni, Blom-up adlı filmini gerçekleştirmiştir.
  • Yönetmen Godard ise yine aynı yazarın Güney Otobanı adlı öyküsünden Weekend filmini oluşturmuştur.
  • Geçen Yıl Marienbad'da adlı filmin çevrimyazısını (senaryosunu) yazan Fransız sanatçısı Robbe-Grillet, Arjantinli yazar Bioy Casares'in bir yapıtından büyük ölçüde yararlanmıştır.
  • Yönetmen Bertolucci ise Jorge L. Borges'in bir öyküsünü sinemaya uyarlamıştır.

Yapıtları sinemaya aktarılan bu yazarlar bir süre sonra ayrıca kendileri de çevrim yazıları yazmaya başlarlar:

Garcia Marquez, M. Puig, C. Fuentes, Bioy Cesares, vb...

“Patlama”nın olumsuz yanlarını ise daha çok bu edebiyatın kendi iç sorunu olarak görmek gerekir. Özellikle “yıldız”laşan yazarların son dönem Güney Amerika edebiyatına -isteyerek ya da istemeyerek- bir sıra olumsuz etkileri olmuştur. Bu yazarlar, birtakım çıkar olanakları arayarak kendi yörelerine istediklerini (kendi ağırlıklarını kabul edenleri) sokmuşlar, istemediklerini ise darıltıp yüzgeri etmişlerdir. Hele Fuentes, Cortazar, Vargas Llosa gibi yazarlar, eleştirmenliği de uğraş edinerek, birçok ünlü Güney Amerikalı eleştirmenin küsmelerine, Fransa ya da ABD'ne göç etmelerine neden olmuşlardır.

“Patlama”nın bir başka olumsuz yanı da, romanı ve öyküyü öne çıkararak şiirin gelişmesine ket vurmuş olmasıdır. Gerçekten de, son dönem Latin Amerika edebiyatında roman ve öykü dalında daha genç kuşaklardan yazarlar uluslararası üne kavuşurken, şiirde Borges, Neruda, César, Vallejo ve Paz'dan sonra uluslararası üne kavuşmuş şairler yok denecek kadar azdır.

Ayrıca “patlama”, şiirin olduğu kadar denemenin de yolunu kesmiştir. O güzelim roman ve öykülerden sonra deneme türüne kimse sahip çıkmak istememiştir. (Bu konuda ancak Octavio Paz'ın denemelerinin boşluğu doldurduğunu görürüz.)

Olumsuzluk olarak bir de “patlama” ile sivrilen yazarların 1930-50 arasındaki yapıtlarının unutulmaya bırakıldığını söyleyebiliriz. Bu dönemin yazarları şimdilerde yeniden “keşfedilmeye” başlanmıştır.

Latin Amerika edebiyatının taşradan dünya edebiyatına atlamasında “başrolleri” oynamış birçok yazar bugün kendi ülkelerinden uzak yaşamakta.

Pablo Neruda, onların bu durumuna şu sözlerle dokunuyor:

Garcia Marquez, Juan Rulfo, Vargas Llosa, Cortazar, Carlos Fuentes ve Donoso adları her yerde konuşuluyor ve okunuyor. Bunlardan bazılarının kendilerini reklam için aşırı caba gösterdikleri öne sürülüyor. Hemen hepsini tanıdım. Hepsini ilginç, sağlıklı ve çok verimli buluyorum. Politika çekişmelerinden ve gittikçe artan kıskançlıklardan uzak, başları dinç çalışabilmek için birkaçının ülkelerinden kendi istekleriyle göç ettiğini -gittikçe daha iyi- anlıyorum. Nedenleri tartışılmaz.

Böylesi yararlı bir “patlama”nın hiç olmazsa seksenli yıllarda güzelim Türk edebiyatı için de gerçekleşmesini tüm içtenliğimle dilerim.
_______________________________________
Kaynaklar
Guatemala Efsaneleri: M. Angel Austurias (Cem Yayınevi);
Yaşadığımı itiraf ediyorum: Pablo Neruda (Altın Kitaplar);
Yalnızlık Dolambacı: Octavio Paz (Cem);
Ariels Einbürgerung...: H. Jürgen Heise (Claasen);
Materialien zur Lateinamerikanischen Literatur (Suhrkamp);
Die kleinen Hunden: Vargas Llosa, Nachwort von José Ovideo (Suhrkamp);
Die Werft: J. Carlos Onetti. Nachwort von Curt-Meyer Clason (Suhrkamp);
Das Reich von dieser Welt: Alejo Carpantier (Suhrkamp);
Notre Amerique: José Marti (Maspero);
L'Amerique Latin: F. Chevalier (Presses Universitaire de France);
Les Temps Modernes, no: 309. vb.


Güney Dal  | sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981
_________________________________________________________________________________________


Latin Amerikalı Yazarlar

1960'lı yılların başlarında, Meksika'dan Arjantin'e, Küba'dan Şili'ye uzanan ülkelerde birçok yazar şaşılacak özleriyle, biçimsel buluşlarıyla birçok kitap, aynı anda doğup fışkırmış gibi ortaya çıktı. Bu yetenek patlamasına, İspanyolca konuşulan dünyaca, gerek yazınların umulmadık niceliği, gerekse dünya edebiyat pazarında Latin Amerika ürünlerinin olağanüstü yükselişi dolayısıyla “Atılım” adı verildi.

Yabancı dillere çabuk çevrilmeleri nedeniyle uluslararası ilgi önce “Atılım”ın bir avuç anlatı yazarı üstünde, özellikle;

Söz konusu on yılın sonunda anlatıda ve şiirde sayısız yeni sesler de bu ilgi alanına girdi.

İlgi, “Atılım” başlamadan önce edebiyatçılık mesleğini seçmiş olan;
  • Şili'den Pablo Neruda,
  • Peru'dan César Vallejo,
  • Meksika'dan Octavio Paz gibi eski ozanlara ve
  • Küba'dan Alejo Carpentier,
  • Meksika’dan Juan Rulfo,
  • Guatemala’dan Miguel Angel Asturias,
  • Uruguay'dan Juan Carlos Onetti gibi eski romancılara dek uzandı.

Bir yazarın dediği gibi “genç, ama ortaya koyduklarında sağlıklı, dinç, verimli olan” atılım, Latin Amerika tarihinde ilk kez Batı Edebiyat akımı içine bir kanal açtı.


Çevirilere bağlı olarak, yabancı yapıtlara en açık Kuzey Amerikalı okuyucular bile "Atılım" yazarlarını ancak 1970'lerde tanıyabildiler. Ama bu olağandı: Çağdaş Latin Amerika kitaplarının büyük bir bölümünün İngilizceleri varsa da, çeviriler ana dildeki yayınların çok gerisinde kalmaktadır.

Belki şu avuntu da vardır:

Bildiğimize göre, “Atılım”a değin en iyi Latin Amerika yazarlarından birçoğu kendi ülkelerinde pek tanınmıyordu. Bugün ise Batıda en çok okunan yabancı yazarlardan biri Jorge Luis Borges'tir. Ama 1937'de, mesleğinde epeyce ilerlemişken, Historia de la Eternidad (Sonsuzluk Tarihi) adlı yapıtının bir yılda 37 tane satıldığını öğrendi. Bundan iyimser bir tat alarak daha sonra şöyle diyecektir:

Bu otuz yedi kişiye teşekkür ederek bakıyor gibiyim.
İnsan otuz yedi kişiyi gözünün önüne getirebiliyor: Pek çok değil çünkü.

Borges'in ve kitabinin öyküsü şimdi onunla birlikte yeniden geniş ölçüde tannan Latin Amerikalı yazarların çoğu için de küçük ayrımlarla söylenebilir. Bu yüzyılın ilk çeyreğinde Latin Amerika yazarları çoğu zaman sınırlanmış ve ayırılmış klastrofobik bir duyguyla çalışırlardı.

Mario Vargas Llosa şöyle diyor:

Kültürel bir çevrenin esininden ve itişinden yoksun Lâtin Amerika yazarı, daha baştan yenileceğini iyice bildiği bir savaşa giren bir insan olmuştur. Onun uğraşını toplum tanımamakta, yalnızca hoşgörmektedir."

Küçük, seçkin bir aydınlar çevresinin üyeleri olarak kendi halklarından ve birçok bölgelerde hâlâ varlığın sürdüren zengin zenci ve kızılderili kültürlerinden kendilerini koparılmış duymaktadırlar.

Öteki Latin Amerika ülkelerinde yazarlardan kopma, geniş ölçüde ulusal edebiyatın üstünlüğüne olan yaygın inançtan gelirdi. Bu da yerli edebiyat ürünlerinin ülkeden ülkeye geçişinin önüne engeller koyuyordu. Bir ülkede yayımlanan kitaplar başka bir ülkede bulunamıyordu: Böylece daha genç yazarlar başka yerlerdekilerin neler yaptığını bilmiyorlardı. Ancak kendilerini çağdaş biçimlerle ifade etme gerektiğinin bilinciyle geleneksel Latin Amerika edebiyatında moda olan toplumsal gerçekçilik ve protestoya karşıydılar ve kendilerine örnek olarak Avrupa'yı, Birleşik Devletler'i alıyorlardı: Kafka, Joyce, Mann, Proust, Faulkner gibi “klasik” çağdaşları ve daha sonraki her çizgiden, deneyimleri için bir yer, estetik kaygılarını geliştirecek bir yol gösteren başka yazarları aradılar.

“Atılım”ın gelişmesinin birçok nedeni yanında en önemlisi, Latin Amerika yazarlarının artık uluslararası ölçüde tanınması, ortak ilgilerinin ulusal sınırları aştığının gittikçe anlaşılması ve bir incelemede denildiği gibi, Latin Amerika'nın “Batı dünyasının kabul edip kendi deneyimine sindireceği evrensel temlerin küçük bir potası” oluşuydu.

Öteden beri geziye düşkün ve siyasal zorbalığa düşman olan “Atılım” yazarlarının çoğu gurbette çalışırlardı:

Meksika, Paris ve Franco'nun ölümünden sonra Barselona bunların sürekli toplanma yerleri oldu. Şili'de Concepcion'daki ya da Meksika'da Chichen Itza'daki Yazarlar Kongrelerinde buluşmalarında görüşlerini birbirlerine aktardılar. Chasquis (İnka ulakları) örneğinde gördüğümüz gibi, sevdikleri Latin Amerika kitaplarını öteki yazarlara taşıdılar.


Yurtlarında İkinci Dünya Savaşından sonra oldukça artan refah düzeyi (özellikle Meksika ve Buenos Aires'te) yeni yayınevleri ve daha geniş, daha olgun okuyucular sağladı. 1960'lı yıllardaki gerçek dönüm noktası ise Latin Amerika dışında değerbilir bir okuyucu kitlesinin ortaya çıkmasıydı.

Örneğin Fransa'da, İtalya'da, Birleşik Devletler'de Borges'in bilmecemsi, dolambaçlı kısa öykülerinin gecikmiş keşfi gibi.

1962'de Barselonalı yayıncı Seix Barral'ın verdiği ünlü Biblioteco Breve Ödülü’nü 24 yaşındaki Mario Vorges Llosa Lima'daki bir askeri okulda geçen ağır, heyecanlı bir deneysel roman olan La ciudad y los perros (Kahramanın Zamanı) adlı yapıtıyla kazandı. Bu ödül birçok önemli uluslararası ödülün ilki oldu.

Bunların en önemlisi de Nobel Ödülü’nün 1967'de Miguel Angel Asturias'a, 1971'de Pablo Neruda’ya verilmesiydi.

Bu ara Gabriel Garcia Marquez'in Kolombiya'ya değgin çok yönlü, Rabelaisvari fantastik romanı Cien anos de soledad (Yüzyıllık Yalnızlık) 1967'de yayımlandıktan hemen sonra “Atılım”ın kutsal kitabı gibi bir şey oldu. İspanyolca baskısı 750 bin satan roman, Amerika'da çok satan kitap listelerine girmeden önce bile milyonlarca okuyucunun sevdiği bir kitap olmuştu.

Octavio Paz'in Yale Üniversitesi’ndeki bir dinleyici topluluğuna iki yıl önce söylediği gibi, “Gözlerimizin ve kafalarımızın erişeceği bir yerde”, şiirlerde, romanlarda, öykülerde bir Latin Amerika edebiyatının var olduğundan kimsenin kuşkusu yokken gene de bunların çeşitliliği öylesinedir ki, belirleyici birliklerinin nerede olduğu konusundaki tartışma sürmelidir.

Paz soruyor:
Dillerin (İspanyolca ve Portekizcenin) Avrupa kaynaklarından farklı olarak ortak yenilenmesinde mi?
Dış dünyaya açık duyarlılıkta, kozmopolitlikte mi?
Buenos Aires ve Santiago gibi büyük kentlerdeki avant-garde eğiliminde mi?

Yoksa, Paz'ın da düşündüğü gibi, Latin Amerikalıların uzun bir baskı, şiddet, yoksulluk, zorbalık tarihiyle
ama gene de hayalgücü, incelik, duyarlılık, ince eleyip sık dokuma, mizah ve sevinçle biçimlenmiş
ilkel enerjilerinin örtünç çelişik karakter özelliklerinin kalıntılarında mı?

Yeni yazarların çoğu bu ilkel enerjilerin -özellikle Kızılderili miraslarının- yeniden ortaya çıkarılmasını ve bunların çağdaşlaşmanın yıkıcı akımına karşı savaşmasını üstlenmiştir.

Miguel Angel Asturias, “Biz batı kültürünü zenginleştirecek bir bedensellik, doğal bir hayvansal güç, bir taze kan şiddeti katmalıyız ona,” diyor.

  • Asturias'in Hombres de Maiz (Mısır İnsanlar, 1949) adlı yapıtı Kızılderili kozmografisinin efsanevi bir çağrısı olduğu kadar değersiz bu yaşam biçiminin bozulmasının da bir öyküsüdür.

  • Alejo Carpentier'in Los pasos perdidos (Yitik Adımlar, 1953) yapıtı Venezuela'nın Ornico ormanlarının derinliklerinde eski kabile müzik araçları arayan bir müzikçiyi izler ve sömürü tarihinin çok ötesinde kalmiş eski bir cennete varışını anlatır.

  • Jose Maria Arguedas'in Los rios profundos’undaki (Derin Irmaklar, 1958) anlatıcı Ernesto, Peru'da iki dünya arasındaki iç çatışmasını anlatır: Ana-babasının Avrupalılaşma dünyasıyla And Kızılderililerinin kendisi için esinli ve kaçınılmaz evren görüşü.

  • Brezilyalı Joao Guimaraes Rosa'nın başyapıtı Grande sertao: veredas (Geri Bölgelerdeki Şeytan, 1956) ve
  • Vargas Llosa’nin önemli yapıtlarından La casa verde’de (Yeşil Ev, 1966) başlıca temleri uygarlık ve doğal güçlerin bozuluşu sağlar.

  • Juan Rulfo'nun şairane romanında, Pedro Paramo’daki kahramanın dayanılacak kökler araması aynı zamanda bir baba arayışıdır: Ölülerin bedensiz sesleri dışında boşaltılmış bir Meksika köyünde amansız bir Caudillo olan bir kişi.


Gene de, yeni anlatının büyük bölümü bizim çağdaş kent dünyamızla uyuşur.

Carlos Fuentes'in kitapları tarih ve mit yönünde gittikçe gelişirken önceki La region mas transparente (Havanin Açık Olduğu Yer, 1958) romanı Latin Amerika kent romanının bir örneğidir: Dos Passos’vari bir anlatımla. Meksika'daki kültürel ve siyasal kökleriyle ilişkisini yitirmiş bir orta sınıfın bir kesimini anlatır.

Belki de Şili'deki “1950 Kuşağı”nin en yetenekli yazarı olan José Donosa, kısa öykülerinde ve ilk romanlarından Coronation (Taç giyme, 1957) ve Este Domingo'da (Bu Pazar, 1967) Santiago'da kuşakların ve sınıfların çatışmasından söz eder.

Havana'daki yaşam ise iki olağanüstü Küba romanının konusudur:

  1. Guilermo Cabrera Infante'nin usta işi diliyle mizahıyla Tres tristes tigres (Tuzağa Düşmüş Üç Kaplan, 1967) ve
  2. José Lazema Lima'nin Paradiso (Cennet, 1966) adlı romanlarının.

Güney Amerika'nın belki de en kozmopolit ülkesi olan Arjantin, birçok iyi kent yazarı üretti; bunların çoğu İngilizceye çevrilmedi.

  • Önde gelenlerinden Julio Cortazar’ın Paris'te yaşayan bir Arjantinli topluluğa değgin Raynela (Seksek, 1963) romanı Birleşik Devletler'de deneysel “açık roman”ın neredeyse bir yeraltı klasiği oldu ve
  • Cortazar'ın öteki gibi karmaşık romanı Libro de Manuel'in (Manuel'in El kitabı, 1973) İngilizcesi yeni yayımlandı.


Yirmi bir ülkesinden ancak yedisinde hükümetlerin serbest seçimle geldiği ve Küba'nin yaşayan bir devrimci örnek olarak görüldüğü bu kıtada yazarlar genellikle sola eğilimlidir ve öteden beri toplumsal-siyasal eleştirmen olarak tanınırlar. Bu nedenle Latin Amerika yayınlarının çoğunda siyasete öncelik verilmesi şaşılacak bir şey değildir. Kimi zaman bu siyaset, yabancı sömürüsüne karşı belgesel bir protestoya yönelmiştir:

Asturias'in Guatemala muz bahçelerine değgin üçlemesinde olduğu gibi:

  • Viente fuerte (Aci Yil. 1950).
  • El papa verde (Yeşil Papa, 1954) ve
  • Los ojos de los enterrados (Gömülmüşlerin Gözleri. 1960).

  • Daha belirgin örnek ise Asturias in en büyük romanı El Senor Presidente 'dir (Sayin Başkan, 1946). Bu yapıtta belli siyasal sorunlar belki de toplumsal durumun ebedi bir yaratısına yol açmış; diktatörlüğün psikolojik karabasanı nerdeyse sinematik olayların art arda gelişiyle gösterilmiştir.

  • Şili'de Allende yönetiminin düşüşünden sonra tam anlamıyla siyasete katılan Gabriel Garcia Marquez, El otone del patriarca'da (Başkan Babamızın Sonbaharı, 1975) yüz elli yıl egemen olan bir başka diktatörün durumunu çizdi.

  • Guillermo Cabrera Infante'nin Vista del amanecer en el tropico (Tropiklerde Tan Görünümü, 1967) adlı kitabı ise Küba tarihinin Castro devrimine dek uzanan canlı, çoğu dehşetli öykülerini kapsamaktadır.

Birleşik Devletler'deki çağdaş düzyazı gibi Latin Amerika'daki yeni edebiyat da ne birkaç ortak temel, ne de İngilizceye çevrilmiş kimi örnek kitaplara indirgenebilir. Gerçeklere uyma, doğruluk Latin Amerika'da önemli bir kaygıydı uzun süredir:

“Atılım”dan bu yana belki başarılan en büyük iş, edebi doğruluğun bir ülkenin ya da bölgenin nesnel gerçeğiyle eşanlamlı olması ve tek bir çeşit yazı biçimiyle ayakta durduğu geleneksel inancından yazarların kurtulmuş olmalarıdır. “Atılım” yazarlarının çoğuna göre tüm yazma işi bilinçli bir imge eylemidir; bunların yapıtları gerçek bir dünyaya dayandıkları halde, şimdi estetik doğruluk yönünden daha belirgin olduğu gibi, yazarın kendi deneyinden, sezgisinden, kanısından gelen kurgusunda inandırıcıdır.

Bu da, Birleşik Devletler'deki gibi Latin Amerika'nın bugünkü edebiyatının çok kişisel seslerin bir topluluğu olmasının nedenini açıklar. Sunu da açıklar: Bu edebiyatın, sanki birden imgelemin engelleri kalkmışçasına, acaip şeylerle, sanki tek gerçekmişçesine bol ayrıntılı fantezilerle ve sanki salt ussallıkmış gibi görünen usdışılıkla ısrarla ilgilenmesini.

Bu eğilimlerin başlıca örnekleri;
  • Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık ve
  • José Donoso'nun El obsceno pajaro de la noche (Açık Saçık Gece Kuşu, 1970) adlı ilginç yapıtı.

Garcia Marquez'in Kolombiya'ya değgin yapıtıyla boy ölçüşebilecek nitelikte. Şili'ye değgin acaip fantastik bir başyapıt.

Bu yeni edebiyat dalgası, Birleşik Devletler'deki edebiyatı ne denli etkileyecektir?

Eleştirmen Ronald Christ'in belirttiği gibi, romancı John Barth 1967'de yayımlanan “Bitkinlik Edebiyatı” denemesinde ilk kez AB.D.'deki edebiyatla Latin Amerika edebiyatı ilişkisi üstünde durmuştur. Burada, Latin Amerikalı yazar Borges'in, Kuzey Amerika anlatısını etkilediği kabul edilmektedir. Borges örneğinin özel bir olay olup olmadığına karar vermek zaman ister.

Latin Amerika koşullarının ne denli yararlı olduğunu saptamak şimdilik çok erkendir:

Örneğin yazarlarının acaip, korkunç ve olağanüstü şeylerle kuşatılmış olduğu ve bunların yaşantının doğal durumu gibi göründüğü bir kıtadır orası. Cortazar'ın Reyula'si gibi, Fuentes'in son romanı Terra Nostra gibi okuyucusunun az olacağı belli olan karmaşık yapıtlar üreten Latin Amerikalıların dil ve biçim deneyimlerinin Amerikalı yazarlar için olağan yararı da şimdilik bir sorun değildir. Gene de, çoğu Amerikalı okuyucunun erişebileceği büyük bir şiir ve anlatı yığını var ortada: Bir beğeni bahçesi, bir kültüre açılan çekici bir kapı.



Robert Mauer | sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981
_________________________________________________________________________________________



Arjantin Tangoları

Terete'nin, bu ülkenin sanatına, çağdaş kültürüne, yazarına kapalı olmasına (“Açık, biz de içerdeyiz” diyenlere, biz de onların anlayacağı dilden bir “Allah mübarek etsin” diyelim), ulusal kitaplıklarımızın günümüz Türk yazarlarının kitaplarına ilgi göstermemesine, kitap satışlar inin artan hayat pahalılığından sonra bir de Kedeve sillesini yemesine, kâğıt, karton (kitapların kapakları için gerekli) basım giderlerinin sürekli artışına, sanatçının yazarın, düşünürün onurlandırılmak yerine horlanmasına karşın, yazarlarımız, şairlerimiz yazıyor, çevirmenlerimiz çeviriyor işin şaşılacak yani, bunları yayımlayacak yayınevleri de çıkıyor.

Bir yazar için, sevdiği, etkilendiği, önemsediği yerli ya da yabancı bir yazarın yeni bir kitabının yayımlanması kadar gönendirici çok az şey olsa gerek. (Ne o, yanılıyor muyum, bu cümleyi okuyan Fethi Naci'nin kıskıs güldüğünü görür gibi oldum birden.) Peki, diyelim ki, bir yazarı en çok gönendiren, kendi kitabının yayımlanması ve pohpohlanmasıdır. Eh, bu kadar bencillik herkeste olur. Yazarda, sanatçıda haydi haydi. Ama bu, başka yazarlan sevmeyi, önemsemeyi, onların kitaplarının yayımlanmasından gönenmeyi önlemez ki. Hiç değilse, söz konusu yabancı yazarlar olduğunda özellikle, Türk okurunun ilgisine ve bilgisine sunulan bu yazarlarla, benim, sizin, onların ortak noktalarımız, göbek bağlarımız varsa; Mayakovski'nin, Essenin'in, Blok'un şiirlerinin 1930-40'larda dilimize çevrilmesi, kuşkusuz Nâzım'ı mutlu ederdi. 1950'lerdeki Prevert çevirilerinin birçok şairimizi mutlu ettiği gibi. İster yazar, ister şair, kim olursa olsun, hangi dilden olursa olsun, her önemli yazarın dilimize çevrilmesi bir kazançtır ve mutlak, okur ya da yazar, birilerini mutlu eder. Geçen hafta böylesi bir çifte mutluluk yaşadım. (Öztürkçeye karşı akademisyenlerin, dilimizi çarpıtan bir biIgisiz olarak örnek göstereceklerinden kuşkum olmadığı için, “iki çifte mutluluk” diyemedim. N'apalım, bir süre öztürkçe düşmanlarına karşı tetikte olmamız gerekiyor) “İki çifte mutluluk” diyecektim (demem gerekiyordu), çünkü birincisi, hem okur, hem yazar olarak mutluydum. İkincisi, bana bu mutluluğu veren, iki Arjantinli yazardı.

öbürü Julio Cortazar.

Bir okur olarak, bu iki kitap (Borges'in “Yolları Çatallanan Bahçe”si, Cortazar'ın “Mırıldandığım Öyküler”i) bir şölendi benim için. Bir yazar olarak, kendilerinden çok şey öğrendiğim, her okuyuşumda, bana, her durumda yazılabileceğini, yazılması gerektiğini, yazmanın, yaratmanın önüne geçilemeyeceğini, buna kimsenin (yazarın kendisinin bile) gücünün yetmeyeceğini duyuran bu iki Arjantinli yazara şükran borcum vardı.


Borges'le 1959 yılında Paris'te tanışmışım. Kitaplığımdaki, o küçük “Labyrinthes” kitabı bunu gösteriyor. Roger Caillois'nin (ki Yaşar Kemal'in Fransızca'daki ilk çevirisi de onun himmetiyle yayımlanmıştır) çevirip “Çevirmenin Uyarısı” başlıklı beş sayfalık önsözüyle, 1953 yılında, ünlü Gallimard Yayınevi'nce 2.650 adet basılan ve tümü numaralanan bu ufacık kitap, demek ki altı yılda tükenmemiş. Bu da, çok önemli yazarların “Best seller / çok satan kitap” üretmediklerini, yazında da yaratıyla üretim arasında bir ayrım olduğunu; yaratıyla daha az kişinin, üretimle daha çok kişinin (tüketicinin) ilgilendiğini gösteriyor. Bu tüketiciler arasına, her ülkede, bazı üreticileri de katmak olası. Bu sonuncular, tükettikleri (okuyup ezberledikleri) yazarlardan yola çıkarak, öyküler, romanlar üretirler. Bu üretimde, yan öğeler (“couleur locale”, folklor, efsane ve afsunlar) önemli bir yer tutar. Okurla özdeşleşme yolunun kesiştiği noktalardır bunlar. Oysa yaratıcılarda, örneğin Jorge Luis Borges'de ya da Julio Cortazar'da okuyucuyla böylesi bir özdeşleşme söz konusu değildir. Hatta yazar, yapıtıyla, roman ve öykülerindeki kişilerle de özdeşleşmek istemez. Borges'te olduğu gibi, öyküsünde, adıyla sanıyla kendisinden sözettiğinde bile, öyküdeki kişi Borges midir, değil midir, kesin olarak bilmeyiz.

Türk okuyucusu, böylesi şaşırtıcı, kafa yoran öykü ve romanlara alışkın değildir, biliyorum. Kuşkusuz bu nedenle, Türkçede hiçbir kitabı yayımlanmadığı halde, yalnızca uluslararası ünü dolayısıyla, kendisiyle ilgili haberlerin, kendisiyle yapılan konuşmaların gazete ve dergilerimizde yer aldığı Borges'in dilimize çevrilen ilk kitabını (Ölüm ve Pusula) yayımladığımda, bu haber, yazı ve konuşmaların yaratmış olduğunu düşündüğüm okur kitlesi tarafından ilgi göreceğini sanmıştım. Yanılmışım.

Ölüm ve Pusula 1953'te Fransa'da yayımlanan “Labirentler”in yazgısını paylaştı Türkiye'de. Bu, Türkiye'deki “meraklı” okurun sayısını mı gösteriyor, yoksa Türkiye'deki “meraklı” okurun önemli bir yüzdesinin bir yabancı dil bilip, Borges gibi, Cortazar gibi, Beckett, Faulkner, Woolf gibi yazarların kitaplarını, bildikleri dilde, daha önce okuduklarını mı? Yoksa Türk okurunun koşullandığı sözüm ona gerçekçilik anlayışı dışındaki yazarları boşladıklarını mı?

Bilmiyorum.
Sanırım yalnız ben değil, hiç kimse bilmiyor bunu.

Borges, gerek “Ölüm ve Pusula”, gerek “Yolları Çatallanan Bahçe”deki öykülerinde, İspanyol ya da Arap, Çeltik ya da İbrani düşsel ya da gerçek metinlerin, masalların (özellikle Binbir Gece Masalları), söylencelerin nasıl çağdaş bir anlatıma (dolayısıyla, nasıl yepyeni bir anlama) kavuşabileceğini göstermektedir. İslam'ın, mistik ve tasavvuf, felsefe ve efsane zenginliklerini evrenselleştiren Acem ya da Arap bir başka yazar belki vardır ama ben Borges'in dışında çağdaş bir başka yazar tanımıyorum.

Bu, otuz yıldır gözleri görmeyen Arjantinli yazar, Borges, tüm yaşamını yazına adamıştır.
Uzun yıllar Buenos Aires Devlet Kitaplığı'nın yöneticiliğini yapan yazar aslında, öyküsünü yazdığı Babil Kitaplığı'nın yöneticisidir.
Başka bir deyişle, Yeryüzü kitaplığının.

Eğer böyle bir kitaplık olsaydı başına Borges'i getirmek ve onu ölümsüzleştirmek gerekirdi.
Çünkü, kitaplar (yasaklansalar da, toplatılsalar da, yakılsa da) ölümsüzdür.
En önemsiz, en saçma kitap bile.

Borges, birkaç yıl önce, seksenüç yaşındayken (bugün seksenaltı yaşında) Paris'te, bir bilim yurdunda, onur nişanı alırken şöyle diyordu:

Gençliğimde, değişik olmak istiyordum, çok eski sözcükleri arıyordum, ya da yeni, yepyeni sözcükler yaratmak istiyordum.
Şimdiyse, okuyucuyu şaşırtacak her şeyi kaldırıyorum yazdıklarımda. En iyisi yalın kitaplardı…

Yalınlık... Ancak karmaşık, zengin, çok anlamlı kitaplar, metinler yazıldıktan sonra varılabilir yalınlığa.

Zenginliği (anlamsal olarak), dilin olanaklarını araştırmayı bilmeyen, özle biçimin iki ayrı öğe olduğunu sananlar varamaz yalınlığa.
Bu tür yazarların gerçekleştirdiği yalınlık değil, basitliktir.

Okur ve yazarlar, lütfen basitlikten kaçınınız.

Çünkü çevremiz, yayın organlarımız, televizyon ve radyolarımız bu basitliklerle dolu. Dopdolu.

Borges'in sözünü ettiği yalınlıkla, Cortazar'ın “Mırıldandığı Öyküler” bu basitlikler içinde yer almıyor.

Bu öyküler için yer açın.

Kurallarına uygun bir Arjantin tangosu için.

Çünkü, biliyorsunuz, (bilmiyorsanız öğrenin) gerçek bir tek tango vardır: Arjantin Tangosu.

“Yolları Çatallanan Bahçe”de bu tangoyu gözleri görmeyen, ama ayaklarının da, tangonun ritmini unutması söz konusu olmayan bir ihtiyarla yapacaksınız. Akşamüstü ya da geceyarısı, farketmez.

Ama tangonuzu, yakışıklı, uzun boylu, mavi gözlü, soluk benizli, sözcükleri fısıldayarak söyleyen (kulağınıza) biriyle, Julio Cortazar ile yapmak istiyorsanız, biraz beklemeniz gerekecek.

Çünkü Cortazar'ın öykülerini, bir başka yazımda mırıldanacağım.
____________________________
P.S.l./ Borges'in ilk öykülerini (sağda solda çıkanlar hariç) ilk kez, Tomris Uyar çevirmişti dilimize: "Ölüm ve Pusula". (Ada Yayınları). Bu çevirinin küçük öyküsü, yenilerde yayımlanan "Günlerin Tortusu'' adlı kitabında yer alıyor.

P.S.ll./ Julio Cortazar'ın "Mırıldandığım Öyküler"ini çeviren de Tomris Uyar. (Can Yayınları). "Ölüm ve Pusula''yı, şimdi anlıyorum, benim hatırım için çevirmiş. Cortazar'ı ise, Cortazar'ın hatırına.

P.S.III./ Borges'in ''Yolları Çatallanan Bahçe'' adıyla yayımlanan öykülerinin çevirmeni Fatih Özgüven. (Can Yayınları). Eski sözcüklere âşık genç bir yazar. Söz konusu yazar, Borges olduğunda, anlaşılabilir. Kitabın sonunda, Borges'in hiçbir Fransızca çevirisinde karşılaşmadığım, André Maurois'nin bir sunu yazısı var. Neyse ki, kitabin sonunda yer alıyor.

P.S.IV./ Bu yazının resmi Borges'in: David Levine'in kaleminden Borges. Resmin altında yer alan şiir ise Borges'in.



Ferit Edgü | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 117 - 1 Nisan 1985