Şiirler
Concorde
Carlos Fuentes’e
Yukarıda su
Aşağıda koru
Yollarda rüzgâr
Kuyu sessiz
Kova kara Su durgun
Su ağaçlara iniyor
Dudaklara yükseliyor gökyüzü
Öteki
Bir yüz yarattı kendine.
Onun ardında
Yaşadı, öldü, yeniden doğdu
Bir çok kere.
Bugün yüzü
Kırışıklarını taşıyor o yüzün.
Kırışıklarının yüzü yok.
Gündoğumu
Rüzgârın elleri, dudağı
Suyun yüreği
Bir okaliptüs
Bulutların kamp yeri
Her gün yeniden doğan yaşam
Her yaşam yeniden doğan ölüm
Uğuşturuyorum gözlerimi:
Gök, toprakta yürüyor
Dokunuş
Ellerim
Perdelerini açıyor varlığının
Bir başka çıplaklıkla giydiriyor seni
Gövdelerini soyuyor gövdenin
Ellerim
Bir başka gövde yaratıyor gövdene
Meksika Vadisi
Saydam gövdesini açıyor gün.
Güneş taşına bağlanmışım;
ışık, görünmeyen büyük çekiçleriyle dövüyor beni.
Bir duraklamayım sadece,
bir titreyişle bir başkası arasında yaşama noktasıyım,
birbirini görmezlikten gelen,
içimde buluşan iki bakışın kesiştiği yerde keskin, sessiz bir nokta.
Antlaşma mı yapıyorlar?
Saf boşluğum ben, savaş alanı.
Öteki gövdemi görüyorum gövdemin arkasında.
Taş parıldıyor.
Güneş gözlerimi oyuyor.
İki yıldız, kırmızı tüylerini sürüyor boş oyuklara.
Görkem, kanatların kıvrımı, yırtıcı bir gaga.
Bir türküye başlıyor gözlerim ansızın.
Dal bu türküye, ateşe at kendini.
Türkçesi: Ülkü Tamer | sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981
_________________________________________________________________________________________
Şiir ve Tarih
Her şiir, tarihle şiiri şiirin yararına bir uzlaştırma girişimidir. İçinde yaşadığı toplumla kendini özdeşleştirdiğinde, “çağın akışı” denen şeye katıldığında bile şair tarihin zorbalığını bir yana bırakmaya çalışır: Çağdaş dünyada gittikçe daha az düşünülebilen aşırı bir olgu. Tüm büyük şiirsel deneyimler -sihirli formül ve epik şiirden otomatik yazmaya değin- şiiri tarih ile şiirin, olgu ile efsanenin, sıradan söz ile imgelemin, hiç yinelenemeyecek bir tarihle şenliğin, gizli bir bollukla dolu canlı bir tarihin erime potası olarak kullandıkları savını ileri sürerler hep yeni bir dönemi egemen kılmaya dönerek. Şiirin niteliği, takvimde bir gün olup, ayrıca zamanın akışını bölen ve belli sürelerde dünsüz, yarınsız gelen bir şimdiki zamanın baskını olan Bayramın niteliğine benzer. Her şiir bir Bayram'dır; saltık zamanın bir tortusu.
İnsanlarla tarih arasındaki ilişki bir kölelik ve bağımlılık ilişkisidir. Bizler tarihin yalnızca başkişileri olduğumuz gibi onun hammaddesi ve kurbanlarıyız da: o ancak bizimle yapılabilir. Şiir bu ilişkiyi kökten değiştirir, o ancak tarih pahasına yapılabilir. Onun tüm ürettikleri (kahraman, katil, aşk, alegori, yazıt parçaları, nakarat, ant; oynayan çocuğun dudaklarındaki bilinçsiz bağırma, kargınmış suçlu, ilk kez sevişen kız, rüzgarda doğan bir cümlecik, bir ağlayış parçası), tüm bunlar, artık kullanılmayan sözler, yeni kullanılan sözler ve alıntılarla birlikte kendilerini hiçbir zaman ölüme ya da duvarlara çarpılmaya bırakmazlar. Onlar sona varmaya, en tepede varolmaya eğilimlidirler. Kendilerini kurtaracak ve neyseler o yapacak şiiri beklerler. Tarih olmadan şiir olamaz; ama şiirin tarihi başka bir biçime sokmaktan başka amacı yoktur. Onun için tek gerçek devrimci şiir, vahiy gibi olan şiirdir.
Şiir tarih ve toplumun özü olan şeyle, dille yapılır. Ama o konuşmayı ve mantıksal söylevi yöneten yasalardan bambaşka yasalara göre dili yeniden yaratmayı arar. Bu şiirsel değiştirme dilin en gizli derinliklerinde olur. Cümlecik -ayrılmış sözcük değil- dilin çekirdeği, en basit ögesidir. Bir sözcük başka sözcükler olmadan, bir cümlecik başka cümlecikler olmadan var olamaz.
Şöyle ki, her cümle her zaman bir başka cümleye gizli bir başvuru içerir ve bir başka cümlenin açıklamasını gerektirir. Her cümlecik kendinin ötesinde bir şeye başvurarak bir şey “söylemek isteme”yi kurar. Dil, herbiri gideceği “yönü” gösteren devinimli ve değişebilir simgelerin bir birleşimidir. Bu yolla gerek anlam gerekse ile isim sözcüklerin “amaçlılığı”na dayanır. Ama şiir dokunur dokunmaz onlar ritmik birimlere ve imgelere dönüşürler; kendi kendilerine dururlar ve kendi kendilerine yeterlidirler. Sözcükler birden devinimlerini yitirirler, düzyazıda bir şeyi söylemenin çeşitli yolları vardır; ama şiirde yalnız tek bir yol vardır. Şiirsel sözcüğün yerine hiçbir şey geçemez. O bir şey söyleme isteği değil, değiştirilemezcesine söylenmiş bir şeydir. Ya da o ne bir şeye “doğru gidiş”, ne de şundan bundan “söz etmek”tir. Şair dehşetten ya da sevgiden söz etmez, onları gösterir. Şiirin değiştirilemez ve yerinden oynatılamaz sözcükleri kendilerinden başka yollarla açıklanamaz. Anlamları artık onların ötesinde değil, onların içindedir; imge, anlamın “içinde”dir.
Şiirsel imgenin asil görevi bize çelişik ve sadeleştirilemez gibi görünen bir birleşik gerçeklikte erimektir. Bu işlem, uyandırdığı ve yeniden yarattığı şeyler arasındaki çatışmaları ve karşıtlıkları kaldırmadan ya da feda etmeden yer alır. Şiirsel imgenin sözcüğün kesin anlamıyla açıklanamayışının nedeni budur. Şimdi şiirsel dil, gerçeğin bize kendini gösterdiği örtünçlüğün bir parçası olur. Dili bir çeşit değiştirmede imge, yalnız gerçeğe çıkan kapıyı açmakla kalmaz, ayrıca sanki gerçeği çırılçıplak soyar ve onu bize son biriminde gösterir. Cümlecik imge olur. Bir şiir tek bir imgedir, ya da bölünemez bir imgeler burcudur. Gerçek dediğimiz şeyin çekilmesiyle bıraktığı boşluk, uyarı ya da çatışan görünümler kalabalığıyla doldurulur, elbette uyumsuzluklarını bir imalar güneş sisteminde eritmeyi arayarak… Şiir: Örtünç, bozulabilen sözcükler ki kendilerine değen dudaklar olduğunda onları aydınlatıp yakabilirler. Belli zamanlarda, kimi konuşucuların ağızlarındaki bu cümlecik değirmeni görünmek isteyen apaçık doğrunun bir kaynağı olur. O zaman biz zamanın bütünlüğüne aktarılmış oluruz. Dili sonuna dek sömürerek şair onu aşar. Israrla tarihin üstünde durarak onu soyar ve onun ne olduğunu gösterir: Zaman.
Tarih bizi bunun anlamsız ve sonsuz, belki bir hortlaklar geçidinden başka bir şey olmadığından kuşkulandırdığında, dilin örtünçlüğü daha belirgin olur ve bir diyaloğu engeller. Sözcükler anlamlarını ve böylece iletişim güçlerini de yitirir. Tarihin sadece bir olaylar dizisi durumuna indirilmesi dilin de bir cansız simgeler topluluğu durumuna indirilmesini içerir. Tüm insanlar ayni sözcükleri kullanırlar, ama birbirlerini anlamazlar. İnsanlar için sözcüklerin anlamları konusunda “bir anlaşmaya varma”ya çalışmak yararsızdır. Dil bir antlaşma değil, insanin ayrılamayacağı bir boyuttur. Her söz serüveni toptandır, bir insan tüm benliğini ve yaşamını tek bir sözcüğe koyabilir. Şair, tüm varlığı sözcüklerle bir olan bir adamdır. Bunun için, yeni bir diyaloğu ancak şair olanaklı kılabilir. Şairin yazgısı, özellikle bizimki gibi bir dönemde, “donner un sens plus pur aux mots de la tribu”dür. Sözcüklerin ortak dilden köklenerek bir şiir doğurmaya taşındığını gösterir bu Çağdaş şiirin simyacılığı denen şey bu olgudan kaynaklanır. Ama sözcükler insanlardan ayrılamazlar. Böylece şiirsel eylem şairin dışında, şiirle sunulan sihirli nesnede yer alamaz, daha çok o insanin kendini yaşantısının merkezi olarak alır. Karşıtlıklar adamın kendinde erir, yalnız şiirde değil. Bu ikisi ayrılmazdır. Rimbaud’nun şiirleri Rimbaud'nun kendisidir; onu üstüne sözcüklerin indiği bir çeşit canavara çevirme girişimlerine karşın o parlak küfürlerle savunan bir delikanlıdır. Hayır, şairle sözü birdir. Son yüzyıl süresince uygarlığımızın en büyük şairlerinin ‘motto’su bu oldu. Yüzyılın son büyük etkinliğinin (gerçeküstücülüğün) anlamı da bundan ayrı değildir. Şair adına lâyık hiçbir şairin kayıtsız kalamayacağı bu girişimlerin büyüklüğü, umutsuzlukla da olsa, bizi parçalayan bu ikilemi kökünden yıkma çabalarındadır. Şiir bilinmeyene sıçrar, yoksa hiçbir şeydir o.
Şimdiki koşullarda şiirin aşiri savlarına başvurmak gülünç görünebilir. Tarihin egemenliği şimdikinden hiçbir zaman daha büyük olmadı, hiçbir zaman “olaylar”ın baskısı daha boğucu olmadı. “Bundan sonra ne yapmalı”nın zorbalığı gittikçe daha dayanılmaz oluyor; ne yapılacağında bizim isteğimiz sorulmadığı ve bu nerdeyse her zaman insanin yıkımına doğru yöneltildiğinden şiirsel etkinlik daha gizli, ayrılmış ve seyrek oluyor. Daha düne değin bir şiir yazmak ya da aşka düşmek yıkıcı eylemlerdi; ikili niteliğini gözler önüne sererek toplumsal düzene uymaktı. Bugün düzen kavramı kalmadı ve onun yerini bir üçler, kitleler ve direnişler bileşkesi aldı. Gerçeklik değişik yüzlerini bıraktı ve çağdaş toplum olduğu gibi göründü: Birbirlerinden yalnız zorbalık derecelerine göre ayrılan toplulukların yönettiği propaganda ve kamçılarla “uyumlandırılmış” şeylerin bir uyumsuz toplamı. Bu koşullarda şiirsel yaratı saklanıyor. Bir şiir bir Bayram'sa, mevsimsiz ve pek uğranılmayan yerlerde yapılan bir yeraltı bayramıdır.
Ama şiirsel etkinlik bu gizlilik yoluyla eski yıkıcı güçlerini yeniden buluyor; cinsellik ve gizlerle yüklü, açıkça formüllenmediği için daha az kargınmış olmayan bir gizliliğe meydan okuma. Dün evrensel birleşmenin özgür havasını soluması beklenen şiir, bizi zorlamanın ve numaraların büyücülüğünden korumak için bir büyübozucu olmayı sürdürüyor. Şiirin, yaşamamızı bozmakla yetinmeyip vicdanlarımıza da egemen olmak isteyen tüm bu güçlere çağdaş insanin Hayır diyebilme araçlarından biri olduğu söylendi. Ama bu olumsuzluk, içinde kendinden daha büyük bir Evet de taşıyor.
Türkçesi: Yusuf Atılgan | sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981